Tevfik Fikret, ölümünden 70 yıl sonra, hâlâ tartışma konusu... Özellikle, Mehmet Akif’in karşıtı ve hedefi olarak, Fikret son zamanlarda yeni eleştirilere uğradı ve savunuldu. Kültürümüzde din-laiklik, gelenek-yenilik, maneviyat-rasyonalizm, iman-şüphecilik tartışmaları sürdükçe, Fikret çelişmesi de önemli bir simge olarak sürüp gideceğe benzer. Aslında, bu iki büyük şairimizi lekelemezsek, küçültmezsek, böyle bir tartışma sağlıklı ve yararlıdır.
Bir de önemli olan, Akif ile Fikret’in temsil ettiği değişik duygu ve düşünce âlemlerini eleştirirken, kişisel yaşantılarını gelişigüzel polemik konusu yapmaktan kaçınmamızdır. Fikret’in kişiliği, psikolojik düzeni, ilişkileri yüzyılın başından beri, süzgeçten geçirildi, birtakım kimseler tarafından (bazen kıyasıya) yargılandı.
Fikret’in aleyhine kullanılan başlıca olaylardan biri, oğlu Halûk’un Amerikan uyrukluğuna geçmesi, din değiştirmesi ve rahip olmasıdır. Birçok yazarlar ve okurlar, oğlunun kararlarından Fikret’i sorumlu tutmuş ve bağışlayamamıştır. Akif-Fikret tartışmasında ise, Akif’in oğlunun esrarkeş olarak yaşayıp ölmesi, acı sözlerle vurgulanmıştır. Her iki suçlama, yanlış ve insafsız olduğu ölçüde üzücüdür. Oğulların yaptıklarından veya yapmadıklarından babaları suçlu tutmak, ilkel bir davranıştır.
Yine de, özellikle Halûk’a ilişkin gerçekleri, gün ışığına çıkarmaya çalışmak, yazın ve kültür araştırmacılarımız için bir görevdir. Çünkü Halûk, adı simgeleşmiş bir oğuldu. Kendi çağının en önemli şairi olan Tevfik Fikret, oğlunu yeni bir Türk toplumunun vaadi olarak görüyordu. Halûk’un o idealden çok ötelere, beklentilerden bazılarının tam tersine yönelmiş olması, dikkate değer bir olgudur.
Haluk’un bir önemi de, edebiyat tarihimize Tevfik Fikret hakkında, başka hiç kimsenin vermediği ve veremeyeceği bilgiler, izlenimler, yorumlar ve belgeler sağlayacak durumda olmasıydı.
Ne var ki, Amerika’da geçirdiği uzun yıllar boyunca, Haluk Türklükten kopmuş görünüyordu.
Kendisiyle temas eden muhabirlerle, araştırmacılarla, hatta herhangi bir Türkle görüşmeyi kabul etmiyordu.
HALÛK FİKRET’LE YAZIŞMALARIM
Hayatının son yıllarında Halûk ile mektupla ilişki kurabilmiştim. 1963 ve 1964’te birkaç kez yazıştık. Halûk, yer yer ilginç sezgiler ve bilgiler getiren, birkaç mektup yazdı bana. Ama, benim umduğum ve edebiyat tarihçilerimize yararlı olacağını sandığım açıklamalarda bulunmadı. Kendisinden çeşitli ricalarda bulunmuştum: Elindeki belgeleri, fotoğrafları, mektupları, yadigârları, yayınlanmamış şiirleri ortaya çıkarıp Aşiyan Müzesi’ne veya bir üniversiteye bağışlaması; babasına ilişkin anılarını yazması ya da banda alması; “Halûk” şiirleri konusunda düşündüklerini kaleme alması vd.
Halûk, bunları yapmadı, yapamadı. Mektuplarındaki üsluptan belli oluyordu ki, böyle bir yeteneği yoktu.
Üstelik, yorgun (belki de hasta) bir “ihtiyar”dı. Nitekim, 1965 yazında öldü.
Bu mektuplaşmanın öyküsünü 1966 yılının Haziran ayında “Milliyet”te ayrıntılı olarak “Haluk’un Son Vedaı” başlıklı bir dizi halinde yayınladım. Yazışmaya çok daha önce başlamış olsaydık, ya da Halûk kısa bir süre sonra ölmeseydi, belki de yüz yüze görüşmemiz, mülakat yapmamız, anılarını saptamamız mümkün olacaktı. Belki, sadece uyrukluğunu ana dilini, yurttaşlarının dinini, Türk kültürünü ve babasının hatırasını niçin, hangi psikolojik etkenlerle inkâr etmiş olduğunu öğrenmek, hiç değilse sezmek fırsatını bulacaktık.
YANITSIZ KALAN SORULAR
Rahiplik unvanını taşıyan adı niçin “Reverend Halouk Fikret”ti?
Adını neden değiştirmemişti?
Halûk ile mektuplaşmalarım, bu sorunların pek azını aydınlattı. Çünkü verdiği cevapların çoğu, kaçamaklıydı, boştu, yüzeyde kalıyordu. Babası hakkında damla damla bilgi verdiği gibi, kendisine ilişkin gerçekleri de gizlemeye çalıştığı belliydi.
O zamanların gelenekçi ve renkli fıkra yazarı (Ref’i Cevat) Ulunay, “Milliyet”teki köşesinde, Halûk’un bana mektupları konusunda şunları yazdı:
“Türkiye’nin büyük bir şairinin oğlu Türkçe bilmiyor, milliyetini bilmiyor, vatanını bilmiyor, dinini bilmiyor, tarihini bilmiyor, kendini bilmiyor.”
“Ne müthiş bir boşluk! Yarabbi, kulunu dinsiz, imansız, vatansız bırakma Allahım... Dünyada bundan acı bir yokluk olamaz... Halûk’un bu hale gelmesinde en büyük suç babasındadır. Ona ne milli, ne de dini bir terbiye verebildi... Talât Bey, bu memlekete hiçbir alakası kalmayan bu kurumuş yosun parçasında ne bulacaktı?”
Ulunay, “Bedbaht Adam” diye tanımladığı Halûk’ta bir şey bulunmayışında haklı mıydı?
Bu soru bir yana, Halûk’tan hiç mi bilgi sağlayamadık?
Başta Sayın Prof. Mehmet Kaplan olmak üzere, birçok edebiyat tarihçileri mektupların yararlı bir kaynak olduğuna işaret ettiler.
Şu sözler, acıklı olduğu kadar, birer açıklama olarak önemlidir:
“Babam, bende edebiyat ve sanat yeteneği bulunmayışından dolayı derin bir hayal kırıklığına uğramıştı.
Babamın benim adıma yazdığı şiirlerin bir nüshası bile yok elinde. Zaten artık Türkçeyi de büyük zorluk çekerek okur oldum... Bende bir hazine gibi değer verdiğim iki gayet ufak tablosu var sadece... Tablolar, babamın ressamlığını gerçekten temsil eden resimler değil.”
YURDA DÖNMEK ÜZEREYDİ Kİ...
“1920’de Robert Kolej’e makine mühendisliği profesörü olarak gidecektim. Eşimle ben pasaportlarımızı çıkartmıştık, birkaç hafta içinde vapurla yola çıkacaktık. Tam o sırada yurda dönmemin uygun olmayacağı haberi geldi. Bu, tabii dini inancımdaki değişme yüzündendi... Dini eğilimlerimdeki değişmeyi babam biliyordu. Bir kez bu konuyu birlikte konuşmuştuk, ama kendisi bu bakımdan çok açık fikirliydi, kendi kararlarımı kendi başıma vermemi istedi. Annem hiç memnun olmadı. Sofu Müslüman olan dedem (annemin babası) hayal kırıklığına uğradı. Babama Tanrı’nın birliğine inananlardandı demek doğru olur. Tanrı’ya yaradan olarak inancı vardı. Şiir yazan, tabiat resimleri yapan, hayatını yurdunda ve ulusunda özgürlüğün, adaletin ve iyi niyetin gerçekleşmesi uğrunda yaşayan bir insan, Tanrı’ya yaradan olarak inanmaktan başka bir şey yapamaz... Beni sadece Tevfik Fikret’in oğlu olarak tanıyan bazı kimselerden Hıristiyan papazı olduğumu işitip okuduktan sonra yazdıkları, şiddetli kınamalarla dolu birtakım mektuplar almıştım. Bu kınamaları iyi anlıyorum. Kendilerine hiç kabahat bulmuyorum. Şuna inanıyorum ki, yüce Tanrı -babamın Tanrısı ve benim Tanrım- beni dilediği yola götürmüştür.”
SON VEDAI SÜKÛT OLMUŞTU
“Rev. Halouk Fikret”, ünlü babası ve kendisi hakkında elbette çok daha fazla bilgi verebilirdi. Ama vermedi.
1966 Haziran’ında Milliyet’te yayınladığım “Halûk’un Son Vedaı” başlıklı diziyi şöyle bitirmiştim:
“Tevfik Fikret, ’Halûk’un Vedaı’ adlı ünlü şiirinde demişti ki:
Bize bol bol ziya kucakla, getir:
Düşmek, etrafı görmemektendir.
Bize bol bol ziya getirmeyen Halûk, babasına ve doğduğu memlekete bir hizmette bulunmak bakımından, etrafı görmemeyi ve etrafa bir şey göstermemeyi tercih ederek, ölümün kucağına düştü. uk un son vedaı, sükût olmuştu.”
Bence, Halûk’un yaşamının gelişmesi bakımından aydınlığa kavuşması yararlı olabilecek bir nokta, Amerikalı eşinin kişiliği, dini ve manevi yaşantısı, Halûk üzerindeki etkileri idi. Halûk’un mektuplarında, eşinden çekindiği seziliyordu. Mektupları evde değil, kilisede yazmıştı. (Bu sezgimin doğru olduğu sonradan ortaya çıktı: Çünkü eşi, yazışmamızdan hiç haberi olmadığını bildirdi.)
Bayan Fikret’in kendi bildiği konularda bilgi veya ipucu verebileceğini ve belki evde Tevfik Fikret’ten kalmış şiirler, mektuplar, fotoğraflar varsa onları Aşiyan’a (ya da başka bir kuruluşa) hibe edeceğini düşünerek, Ethel Fikret’e de mektup yazmaya başladım. İlk mektubum, 11 Temmuz 1966 tarihli, ikinci mektubum 22 Ağustos 1966 tarihli... Halûk’un eşiyle, böylelikle yazıştık. Bu yazışmanın öyküsünü gelecek sayıda Milliyet Sanat Dergisi okurlarına anlatmak isterim.
Talât Halman | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 142 - 15 Nisan 1986
_____________________________________________________________________________________________
Vatan şairi Tevfik Fikret’in Türkiye’nin geleceği olarak bel bağladığı oğlu Halûk, 1913’te Amerika’ya yerleşmiş, 1916’da Michigan Üniversitesi’nde Makine Mühendisliği derecesi aldıktan sonra Ethel isimli bir Amerikalı hanımla evlenmiş, din değiştirmekle kalmamış, Presbiteryen rahibi olmuştu. Türk kamuoyu, Halûk’un yaptıklarına o zamandan beri üzgün ve kızgındır.
Uzun yıllar hiçbir Türk ile temas etmeyen Halûk’un, ömrünün sonuna doğru, bana birkaç mektup yazmasını sağlamıştım ama, kısa bir süre sonra Halûk öldüğü için kendisinden geniş bilgi edinmek mümkün olmamıştı.
1966 yazında yolladığım iki mektuba, Eylül başında “Ethel G.Fikret (Mrs. H. Halouk)” imzalı bir cevap geldi. ilk mektubumu aldığından birkaç gün sonra sol ayağının kırıldığını, bu yüzden birkaç hafta hastanede kalması gerektiğinden cevap yazamadığını bildirip özür diliyordu. Ve kocasının uzun hastalığının ve ölümünün bıraktığı şok etkisinden bir türlü kurtulamadığını söyleyerek şunları ekliyordu: “Hastalığı boyunca çok sabırlıydı. Çok sevilen bir insandı. Kendisi için düzenlenen anma törenine altı yüz dostu katıldı. İnce zevk sahibi bir insandı, en ufak şeylerin bile en mükemmel biçimde yapılmasını isterdi.”
Mrs. Fikret, bunun arkasından, ilginç bir paragraf yazmıştı: “Halouk’a yolladığınız mektuplardan hiç haberim yoktu. Nihayet, kilisedeki bürosundan bana getirilmiş olan dosyalarını gözden geçirmek cesaretini kendimde buldum da öğrendim. Sizin mektuplarınızı bana sözkonusu etmemiş olması, istediklerinizden neler mümkünse hepsini yapması için kendisine baskı yapacağımı bildiğinden ötürüdür. O, halde, istediklerinizi yapmaya vakti kalmadığını düşünüyordu. Her dakikasını işine hasrediyordu.”
Halûk’un eşi, “hatıra eşyası” konusunda şu bilgileri veriyordu:
“Tevfik Fikret’in iki küçük tablosundan başka, sahip olmakla onur duyduğumuz birkaç parça bakır ve gümüş kakmalı pirinç eşya ile Madam Fikret’in vaktiyle bize getirdiği birçok eşya var. Sayılamayacak kadar fazla olan bu şeyleri Madam Fikret, evlerindeki masalardan ve raflardan toplayıp getirmiş. Kendisi, bize küçük bir fotoğraf albümü de bir akmıştı. Albümde, evin içi, Tevfik Bey’in odası da dahil olmak üzere çeşitli odalarda bu eşya görülmektedir. Haluk’un büyükbabasına ait olan bazı şeyler de var. Ben, yıllarca evimizde duran bu eşyayı çok seviyorum. Bu hatıralar, Halouk’un Türkiye’deki hayatıyla benim aramdaki biricik somut ilişkidir. Benim için anlam taşıdıkları sürece saklayacağım onları. Hepsini o kadar seviyorum ki şu belirsiz yaşamımı bitirdiğimde ne olacaklarını düşünüp duruyorum. Nereye konulmaları gerektiği konusunda avukatımla görüştüm bile. Elbette bu eşyanın Fikret’in evine iadesinin en uygun çözüm yolu olacağı kanısındayım. Gelgelelim, işittiğime göre, hükümet binaya iyi bakmıyormuş, bu bakımdan eşyayı oraya koymak uygun olmayabilir.”
“Halouk’un size Amerika’daki hayatı konusunda yazdığı iki mektubun suretlerini bulamadım. Kopyalarını çıkarıp bana gönderirseniz çok sevinirim, minnettar kalırım. O mektupları okumak, benim için büyük bir teselli kaynağı olacaktır, çünkü Halouk’un Amerika’ya ne büyük bir sevgi duyduğunu biliyorum.”
Bayan Ethel Halouk Fikret’in bu isteğini yerine getirdim. 9 Eylül 1966’da uzun bir mektup yazarak, evindeki hatıra eşyasını Aşiyan Müzesi’ne ya da bir üniversiteye bağışlamasını, Fikret’le ilgili belge ve bilgileri uzmanlara vermesini rica ettim. Yine uzun süre, Mrs. Fikret’ten ses seda çıkmadı. Nihayet, 13 Aralık 1966 tarihli bir mektup geldi. Uzun ve ilginç bir mektuptu bu.
Ethel Fikret diyordu ki:
“Tevfik Fikret’in yaşantılarıyla ilgili soruları cevaplandırmaktan aciz kalmak duygusu, kocamı nasıl üzmüşse, beni de üzüyor.
Ancak, eminim, kocam bunu başarmak bakımından benden çok daha iyi durumdaydı.”
Bayan Fikret, kocasının ölümünden duyduğu derin üzüntüyü ve dul kalmanın zorluklarını anlattıktan sonra, Halûk’un bana yolladığı mektuplar hakkında şöyle özür diliyordu:
“Umarım, mektuplarında daktilo hataları var diye ve Halouk sizin ihtisas alanınızda bilgili olmadığından ötürü, onun çeşitli çalışma alanlarındaki yeteneklerini azımsamamışsınızdır. Çok okumuş, ince duygulu, dostluğu ılık, halim selim, inançları güçlü, eksik yönleri bakımından bilinçli, bağışlayıcı ve çok insaniyetçi bir kişiliği vardı.”
Mektup, Fikret’in oğlunun Presbiteryen Kilisesi’nde papaz oluşu ve Amerikancılığı konusunda şunları yazıyordu:
“Hıristiyan dininde rahip olduğu için, kendisine danışanlar pek çoktu. Yüksek ya da düşük düzeyde olsun, her türlü insani sever, onlarla görüşmekten hoşlanırdı. Vatandaşlığını kabul ettiği memleketine büyük sevgi duyardı. Pekçok derneklerde, siyasal kuruluşlarda, kulüplerde konuşmalar yaparak, Amerikancılık ile başka ülkelerdeki istibdat rejimlerini karşılaştırırdı. Belki şahsen en yakından bildiği, 1907’de yer alan ve kansız ihtilal diye bilinen olaydan önce Türkiye’deki siyasal durumdu. 1907’de Sultan tahttan indirildiği ve babasının (Haluk’un babası Tevfik Fikret’in) de üye olduğu Jön Türk hareketi iktidara geçti.”
“Diyorsunuz ki Halûk hakkında bir hayli olumsuz eleştiri yapılmış, şiddetli yazılar yayınlanmış. Amerika’ya mühendislik derecesi almaya geldiğinde çok gençti. Babası karar vermişti bu eğitime. Çok geçmeden, Halouk eğitimini tamamlamadan, babası öldü. Birbirini izleyen birkaç olay sonucunda, Halouk Amerika’da kaldı. Bence, bunu haklı göstermeye çalışmak gerekmez. O, daima, en yüksek ilkelere sadık yaşadı. Birkaç değişik eyalette bulunduk: Her birinde kendisini tanıyanların hepsinin sevgisini kazandı.”
Ne yazık ki Bayan Fikret, tıpkı kocası gibi, en can alıcı noktaları aydınlığa kavuşturmaktan çekiniyordu. “Bunu haklı göstermeye çalışmak gerekmez,” sözü iki zıt anlama geliyor gibi görünürse de, Bayan Fikret bu cümleyle, aslında “Halûk, Amerika’da kalmakla iyi etmiştir, yaptığı tamamiyle haklı ve doğrudur, hayatı da zaten bunu ispat ediyor,” demek istiyor.
Haluk’un eşi Ethel Fikret, 13 Aralık 1966 tarihli mektubunu şu üzücü cümlelerle bitiriyordu:
“Geri kalan birkaç yıl içinde yapmayı arzuladığım pekçok şey var. Ben de yetmişlerimdeyim.
Keşke bize on ya da yirmi yıl önce yazmış olsaydınız.”
Yüreğim sızladı bu son cümleyi okuyunca. Demek, 1940’larda ya da 1950’lerde, ben veya bir başkası Halûk’a aynı soruları sorup aynı ricaları sunsaydı, hem Halûk’un kendi yaşamı konusunda bilgi edinecek, hem de Babası Tevfik Fikret’e ilişkin düşünce ve duygularından hiç değilse bazılarını öğrenebilecektik. Nitekim 1963 ve 1964’te, ömrü sona ererken, Halûk bana yazdığı mektuplarda birçok ilginç gerçekleri -az da olsa- aydınlatmış, daha önce bilmediğimiz bazı gerçeklerden söz etmişti.
Buna karşılık, yıllar boyunca, çeşitli kaynaklardan öğrendiğimize göre, Halûk hiçbir Türkle temas etmeyi, görüşmeyi, mektuplaşmayı kabul etmemişti. Acaba bizler o vakit yanılmış mıydık? Yoksa, Halûk gerçekten olumsuz davranışlar içindeydi de, eşi bunu bilmiyor muydu? Nitekim, Halûk benimle mektuplaştığını karısından gizlemişti.
Fikret’in oğlu ve umudu Halûk, fazla yazmadan gitti. Eşi Ethel’den sonraki birkaç mektubuma cevap gelmedi. Türk yazın tarihi için önem taşıyan birçok bilgi ve belgeler, fotoğraflar ve tablolar, belki yayınlanmamış şiirler ve yazılar, elbette pekçok mektup ve hatıra eşyası, kayıplara karıştı ya da karışmak üzere.
Haluk’tan sonra, Mrs. Halouk Fikret de sükûta daldı. Yazık oldu.
Talât Halman | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 143 - 1 Mayıs 1986