Ün


Eskiden “şöhret” derlerdi, şimdi “ün” deniyor. Bunu nasıl tanımlamalı? “Bir varlığın adının yaygınlığı” desek uygun düşer mi acaba? “Yaygınlık” da görece bir şey. Bir köy çevresinde yaygın olan bir adı, bakıyorsunuz, kasabada kimse tanımıyor. Şehirdeki ünlü bir kişiyi de köyde bilen yok. Sarı çizmeli Mehmet Ağa. İşte en ünlü kişi o. Kime sorsan adını bilir, ama kendini gören yok... Gören yok” dedim de, Ebubekir Hazım’ın Küçük Paşa (1910) adlı romanını anımsadım.

Orada bir köylü kadına sorarlar:
- Allah’ı nasıl bilirsin?
- İyi bilirim, lakin görmedim.

Soruşturma şöyle sürer:
- Peygamber kimdir?
- Allah’ın torunu.
- Babası kimdir?
- Adem babamız.
- Padişah kimdir?
- Devlet efendimizin altın kafes içinde oturan büyük oğlu.

55 yıl sonra yapılan bir köy röportajında da (1965) şöyle bir konuşma geçer:
- Hazret-i Muhammed’in kim olduğunu biliyor musun?
- Bilmiyorum.
- Atatürk kimdir? Mustafa Kemal Paşa? Hiç işittin mi?
- İşitmedim beyim.
- Türkiye’de padişah yaşıyor mu?
- Yaşar, neye yaşamasın.
- Adı nedir?
- Bilmiyorum.
- Türkiye Cumhuriyeti diye bir şey biliyor musun?
- Bilmiyorum.

En bilinir sandığımız kavramların bile bilinmediği bir ortamda ünün sözü mü olur?

Bu bilgisizliği önlemek için, aşağı yukarı 150 yıldan beri okullar açılmış, kitaplar basılmış, gazeteler çıkarılmış, okuma seferberliği yapılmış; ama sonuç ortada:

- Atatürk kimdir? Hiç işittin mi?
- İşitmedim beyim.

Türkiye’de çıkan ilk özel gazetelerin (Tercüman-ı Ahvâl, Tasvir-i Efkâr) (1860, 1862) günlük satışı 2.000 imiş (1844 nüfus sayımına göre, Osmanlı İmparatorluğu’nun nüfusu 36.5 milyondur); “Edebiyat-i Cedide” topluluğunun (1896-1901) yayın organı haftalık Servet-i Fünun dergisinin satışı 1.000 kadarmış. Bugün bize çok ünlü imiş gibi görünen Tevfik Fikret’lerin, Cenap Şehabettin’lerin, Halit Ziya’ların okuyucusu demek ki, 1.000 kişi imiş. 1.000 kişi arasında dönüp dolaşan bir ün... Bugün de durum pek değişmiş değil. 150 yıldan beri sayıları gittikçe çoğalan ilkokullar, ortaokullar, liseler, öğretmen okulları, sanat okulları, imam-hatip okulları, üniversiteler...

Bütün bu kalabalık öğretim kurumlarının verimi şu noktaya gelip dayanıyor:

İstanbul’da çıkan 10 büyük gazetenin 1984 Kasım ayındaki toplam satışı, ortalama, 2 milyon 400 bin imiş (Cumhuriyet, 17.12.1984). 50 milyonluk Türkiye’de, kitap baskılarının da ortalama 2-3 bin arasında dönüp dolaştığını biliyoruz. Ortalamadeyip de durumu hafifletmeye çalışıyorum. Kimi örnekler var ki, insanın içini sızlatıyor: Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Başkanı Bay Çelik Gülersoy’un bildirdiğine göre “büyük Türk dostu” diye bilinen ve adı Taksim’de koca bir caddeye verilmiş olan Fransız ozanı Lamartine’in İstanbul ile ilgili kitabının 1971 yılında adı geçen kurumca yayınlanan çevirisi, binlerce liralık reklama rağmen, 33 milyonluk ülkede bir yılda 30 adet satılmış; Lamartine’i milyonda bir kişi okumuş. (Bu hesaba göre, o milyonda bir kişilerden bir tanesi benmişim demek ki!).

II. Mahmut devrinde, yeniçeriliğin kaldırılmasından (1826) bu yana sürüp gelen Batılılaşma çabaları, çağdaş uygarlık düzeyine çıkma hevesleri, işte böyle, 2.000’den başlayıp 150 yılda ancak 2 milyon 400 bine yükselebilen gazete okuyucusunun; en çok 1.000 tane satılan sanat dergisinden 3-5 bin taneye kadar çıkabilen (arada 30 taneye kadar düşen) kitap alıcısının arasında dönüp dolaşıyor. Toplumbilimcilerimiz hani “üst yapı”, “altyapı” diye birtakım sözler çıkardılar; buna bir de, her konunun içine sokuşturulan “sosyo-ekonomik” sözü eklediler ya; bütün o “Tanzimat”lar, “Islahat”lar, “Meşrutiyet”ler, “reform”lar, “devrim”ler, demek o birkaç bin gazete, dergi ve kitap okuyucusu için (toplumbilimcilerin deyişiyle “üst yapı” için) geçerli şeyler...

“Ün” dedik, bakın nerelere geldik. En ünlü sandığımız kişilerin bile, zamanla unutulmaya yüz tuttuğunu, hatta silinip gittiğini görüyoruz. Televizyonda düzenlenen bilgi yarışmalarını izler misiniz bilmem. Yarışmaya önceden hazırlanarak katılan kişilerin, verilen bütün ipuçlarına karşın, Abdülhak Hamit’i, Yahya Kemal’i, Refik Halit’i, Sait Faik’i tanımadıklarını görüyoruz...

Bir yüksek okulda öğretim görevlisi olarak çalıştığım sırada, çocukların bilgi dağarcığını yoklamak istemiştim.
Bunlar, gerekli yüksek puanı tutturarak giriş sınavını kazanmışlardı.

Şöyle bir soru düzenlemiştim:

Ahmet Mithat, Ahmet Haşim, Ahmet Cevdet Paşa, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Rasim, Ahmet İhsan,
Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Muhip Dıranas, Ahmet Şuayip, Ahmet Refik, Ahmet Vefik Paşa, Ahmet Hikmet...

Bunlar hangi dönemi yaşamış, hangi türde yaz yazmışlardır? Birkaç sözcükle yanıtlayınız.

Örnek: Ahmet Mithat: Tanzimat Edebiyatı. Romancı.

Ahmet Vefik Paşa: İkinci Meşrutiyet dönemi. Gazeteci.

Panait İstrati, gençliğinde, 1911 yılında, o dönemde Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde bulunan Suriye’nin Şam şehrinde başından geçen bir olayı Akdeniz adlı kitabında anlatır: Bir kahve toplantısında Hamlet’in yazarından söz etmek ister, yazarın adını anımsayamaz. Anımsamasına yardım etmelerini istediği eczacının, demiryolları mühendisinin, Osmanlı Bankası Müdür Yardımcısı’nın ne Hamlet’i, ne de onun yazarını hiç bilmediklerini görür.

Ertesi gün, aynı kahveye gelen Suriye süvari komutanı, Hamlet sözünü işitince: O da kim? diye sorar.

Üçüncü gün, birkaç dil bilen, pek çok yer gezip görmüş olan bir doktor:
- Hamlet mi? Tanımam. İnsan ne kadar çok gezse de, herkesi tanıyamaz, der.

Yazar, son olarak, posta müdürüne başvurur; müdür ona:
- İçinde her istenenin bulunabileceği kocaman bir kitap getireceğini... söyler, getire getire Suriye ve Filistin Salnâmesi (yıllığı)’ni getirir.

Neyse ki, birkaç gösteri için Şam’a gelmiş Romanyalı bir gözbağcı, yazara Shakespeare adını anımsatır da, onu ferahlatır. İstrati, Hamlet gibi eserlerden bile habersiz aydınların yaşadığı Şam’da, “bu bilgisizlik şehrinde oturmaya katlanamaz, oradan hemen ayrılır.

İstrati, soruşturmasını sürdürürken:

- “Kral Lear”in, “Macbeth”in, “Othello”nun ve daha birçok tragedyanın yazarı, üç yüz yıl önce yaşamış olan dahi İngiliz... diye ipuçları verince, şöyle yanıt almıştı:

- Üç yüz yıl önce ölmüş bir adam anımsanmazsa bunda şaşacak ne var?

Aynı soruyu bugün İstanbul’daki okur-yazarlara sorsak ne yanıt alırız acaba?
Elli yil önce ölen Abdülhak Hamit’i tanımayanların üç yüz şu kadar yıl önce ölen Shakespeare’i tanıyacaklarını hiç sanmam.

”Ün” dediğimiz bu işte!.. İstrati, haklı olarak şu düşünceye varır: Bu dünyada ünlüler ne kadar boşuna övünüyorlar.

İşi biraz daha kurcalarsak, insan büsbütün umutsuzluğa kapılıyor: En ünlü ozan kimdir? Homeros mu? Ne zaman yaşamış? Milattan önce IX. yüzyılda. Aşağı yukarı 2.800 yıllık bir ün... 3.000 yıl bile değil... Sonsuzluğun içinde 3.000 yıl nedir ki?.. İnsan türünün ortaya çıkışının bile ancak bir milyon yıl olduğu hesaplanıyor. O karanlık dönemde de kim bilir ne ünlüler vardı. O zamandan bugüne ne kaldı? Milyonlarca yıl sonrasına ne kalacak?.. Biz ancak yüzlerle, binlerle düşünebiliyoruz. 1984 Aralık ayı Yahya Kemal’in doğumunun 100. yıldönümü idi, o nedenle İstanbul’da bir seminer düzenlendi. Açılış toplantısına 350 kadar dinleyici katıldı, öğleden sonraki oturuma 30-40 kişi geldi. “Doğu ile Batı’nın sentezini” kurmaya çalışan bir ozan diye sunulan Yahya Kemal’i, ölümünden 26 yıl sonra o kadar kişi tanıyormuş demek ki... Ancak 26 yıl dayanabilen bir ün... 1985 yılı da, Fransız ozanı Victor Hugo’nun ölümünün 100. yıldönümü imiş. ’85 yılını “Hugo Yılı” ilan ettiler. O, biraz daha uzun ömürlü çıktı...


Evrenin sonsuz boşluğunun içinde dünyamız nasıl bir incir çekirdeği bile değilse, bu çekirdeğin üzerindeki birkaç yüz, birkaç bin yıl süren ün de o kadar kısa... Biz, sabah doğup akşam ölen böcekleri düşünerek ömrümüzü ve ünümüzü uzun sanıyoruz. Bunu, evrendeki sonsuz zamanla karşılaştırmaya içimiz elvermiyor. Ya bir de, evren ölçülerine göre kısacık bir süre sonra sönecek güneşimizle birlikte her şeyin yok olacağını düşünebilsek...

Filozof Epikuros der ki: ...Biz varken ölüm yoktur, ölüm geldiği zaman da biz yokuz.

Öyleyse ne yapalım?

Bunun yanıtını da Epikuros veriyor: Bilge insan, besinin bol olmasına değil, lezzetli olmasına önem verdiği gibi, ömrün de en uzun olanına değil, en zevkli olanına değer verir.

Ozan Ömer Hayyam da aynı düşüncededir:
Geçmiş günü beyhude yere yâd etme
Bir gelmemiş an için de feryad etme
Geçmiş gelecek masal bütün bunlar
Eğlenmene bak ömrünü berbad etme.
(Çev. Orhan Veli)

Döndük dolaştık, kendini ölümsüz sanmanın böbürlenmesine kaptıran değil; ölümlü olmanın avuntusunu bulan iki bilge insana ulaştık:
Biri büyük bir filozof, biri büyük bir ozan...



Cevdet Kudret | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 115 - 1 Mart 1985