Bazı insanlar vardır, anıtlarını yaşamları sırasında, yapıtlarıyla dikerler. Bazı insanlar vardır yaşamları bir yapıttır, o yaşam üzerine onlarca yapıt kurulur, kendi ürettiklerinden öteye. Bazı insanlar vardır, yapıtlarıyla ölümlerinden sonra da yaşamlarını sürdürürler. Ancak bu yetmez, adı, kişiliği nostaljiyle anılır.
Edith Piaf’ın ölümünün üzerinden tam yirmi yıl geçti. Bu yirmi yıl içinde, yapıtlarına yönelik ilgi eskisinden hiçbir şey yitirmedi. Yeni yetişen kuşaklar da, bu miti tanıdı. Yaşamı üzerine romanlar yazıldı, yaşamının her dönemi didik didik ele alındı, her defasında yeni bir şeyler bulundu. Oyunları yazıldı, filmler yapıldı (en sonuncusu Claude Lelouch’un çektiği “Edith ile Marcel” adlı film). Piaf’a yönelik ilgi, yaşamından sonra daha da arttı, kısacası.
Neydi bu efsanenin gizi? Piaf’a “Mon Manège à Moi” adlı şarkıyı besteleyen kompozitör Jean Constantin, bu çirkin kadına yönelen
inanılmaz ilgiyi şöyle yorumlar:
inanılmaz ilgiyi şöyle yorumlar:
“Edith’in, insanları baştan çıkarmak için özel bir çaba göstermesine gerek yoktu.
Sanırım biraz medyumdu, o: Karşı karşıya kaldığınızda, bu küçük ve çirkin kadın karşısında ezildiğinizi hissederdiniz.”
Georges Moustaki ise onu aynı zamanda hem güzel hem çirkin bulur. Üstelik, “başka hiçbir canlıda rastlanamayacak yaşama sanatı”nı görür, Piaf’ta. Yunan asıllı besteci-yorumcu Moustaki’nin, Edith Piaf’ın özel yaşamında fazla önemli olmayan (çünkü Piaf’ın yaşamında yalnız ve yalnız bir kişinin önemi oldu: Tek ve gerçek aşkı Orta Siklet Boks Şampiyonu Marcel Cerdan), ancak sanat yaşamını oldukça etkileyen bir yeri vardı. Piaf’la tanıştığı günden itibaren, tam bir yıl Piaf’ın evine kapanan Moustaki, bu süre içerisinde, içlerinde “Milord”un da bulunduğu, yedi şarkı yapar, Pia için. Bu ortak çalışma Moustaki’ye para ve ve ün getirir. Birlikte Amerika turnesine çıkarlar. Bu turne sırasında, bir gerçeği anlar: Piaf’la birlikte olduğunda, salt Piafi yaşayacak ve yaşatacaktır. Bunu anladığı gün, Piaf’tan ayrılır.
Piaf’ın sanat yaşamında Constantin ve Moustaki iki önemli bestecidir.
“Je Ne Regrette Rien”i yazan Charles Dumont,
“Etoile Sans Lumière”in yaratıcısı, sinema yönetmeni Marcel Blistène’in adları da burada anılmaya değer.
Edith Piaf’ın yaşamı bir Dickens romanı ya da bir şarlo filmi gibi başlar. Sekiz yaşında kör olur. Lisieux’de yeniden görmeye başlar. Montmartre’li bir işadamı olan Louis Leplée, onu kanatları altına alır. Leplée’ye göre, “Piaf, bir serçe gibi şarkı söylemektedir.” Ancak Piaf sanat dünyasına tanıtan, 1937 ilkbaharında ABC stüdyolarının kraliçesi yapan Raymond Asso’dur, Piaf’ın Asso’yla tanışması 22 yaşına rastlar. Bu tanışmayla birlikte, bir efsanenin de tohumu attılar “Amant de la Coloniale”, “La Java de ce Zigue”, ardından ününü doruğa çıkaran “La Vie en Rose” ve “Ma Légionnaire” gelir. “La Vie en Rose”un sözlerini de kendisi yazan Piaf, artık Paris sokaklarının şarkıcısı değil, İkinci Dünya Savaşı yıllarının tüm dünyada en çok tanınan şarkıcısıdır.
“Le Bel Indifférent - İlgisiz Güzel” adlı kitabını Piaf için yazan Jean Cocteau, onu şöyle tanımlar:
“O her şarkı söylediğinde, yüreğini son kez içinden söküp atıyor, sanırdınız.”
Piaf, bir şarkıcıydı. Fransızca şarkıları, en Fransız bir şekilde yorumlayan, ama evrensel bir şarkıcı. Ancak bu sanatını beyaz perdede de kullandı. Albert Dieudonné nin “La Garçonne” adlı filmiyle başlayan ve içlerinde en önemlisi Yves Montand ile birlikte oynadığı “Etoile Sans Lumière - Işıksız Yıldız” olan bir sinema kariyeri.
Çevirdiği filmlerin büyük bir bölümüne yönetmen olarak imzasını atan Marcel Blistene, Piaf’ın bu yönünü şöyle anlatıyor:
“Yirmi yıl boyunca Piaf’ın yanında ve dostu oldum. Yalın bir insandı. Onunla karşılaşma mutluluğunu tattığım ilk günden itibaren, çok özel bir yaratıkla birlikte olduğumu düşündüm hep. Kendisi kim olduğunu bilmediğini söylerdi, ama onun olduğu yerde başka kimsenin önemi olamazdı. Yönettiğim filmlerde onu ön plana çıkarmak için hiç özel çaba gerekmedi, göründüğü her sahnede dikkatleri üzerine çeken manyetik bir alan gibiydi. Çirkin, ama delice çekiciydi. Dudaklarryla değil, tüm benliğiyle gülerdi. O, ileride bir mit olacağını bilerek yaşadı.”
LELOUCH’UN FİLMİ VE MARCEL CERDAN
Piaf üzerine yapılan en son film olan Claude Lelouch’un yönettiği “Edith ile Marcel”, ünlü sanatçının büyük aşkını konu alıyor. Fransa’da ölümünün yirminci yılı nedeniyle düzenlenen gösterilerde, sergilerdeki önemli eksiklik olarak nitelenen Piaf’ın yaşamını anlatan bir filmin gösterime çıkarılmaması, aynı günlerde Lelouch’un filminin gösterilmeye başlanmasıyla bir ölçüde giderildi. Film, yalnız sanatçının yaşamının bir bölümünü ele almakla kalmıyor, aynı zamanda, bir dönemin Paris’ine de ışık tutuyor.
Herkesi gerek sesi, gerekse inanılmaz etkisiyle baştan çıkaran bu küçük devin, tek ve gerçek büyük aşkı olan Marcel Cerdan’ı tanımakta yarar var: Cerdan bir boksördü. 1948 Eylül’ünde Tony Zale’yi yenerek kazandığı Orta Siklet Dünya Boks Şampiyonluğu’nu ertesi yıl Jack La Motta’ya karşı kaybeden, 1949 yılında ise bir uçak kazası sonucu ölen bir boksör. Boks ajanı ve ikisinin yakın dostları olan Gaston Firnin - Guyon bu müthiş ilişkiyi, ikisinin de çok heyecanlı ve duygusal kişiliklerine, sevinci en uç noktada yaşamayı seven benzer iç yapılarına ve çılgınlıklara olan tutkularına bağlar.
Edith Piaf’ın yaşamının son yılları, hastalığın pençesinde, hatta korkunç geçti.
Onu, bu son dönemine yakın bir geçmişte tanıyan besteci Charles Dumant şunları söyler:
“Onu tanıdığımda, artık bitmişti. Ama hâlâ, kimilerine göre güzel olan gözlerini, kimilerine göre güzel olan ellerini seçmek mümkündü.
Hele bir de şarkılarını dinliyorsanız, onu dünyanın en güzel yaratığı olarak görmek güç değildi.”
Hastalık ve alkolün son yıllarında onu yiyip bitirip, yok olmaya sürüklediği dönemindeki yaşlı hali, belki de yarattığı efsanenin boyutu da göz önüne alınarak, onun olduğundan çok daha yaşlı öldüğü, neredeyse bin yıl yaşadığı izlenimini uyandırır. Oysa, öldüğünde 48 yaşındaydı.
Derleyen: Bülent Berkman | Milliyet Sanat Dergisi - 1 Mayıs 1983