Sayın Celal Hosrovşahi, komşu ve bunca yakın olmamıza, uzun ortak tarihsel geçmişe karşın, Çağdaş İran Edebiyatı ülkemizde hemen hemen hiç tanınmıyor. Klasik İran Edebiyatı’nin bazı ünlü yapıtları, örneğin Hafız’ın, Sadi’nin, Firdevsi’nin kimi kitapları çevrildi Türkçe’ye. Ama yirminci yüzyıl İran Edebiyatı’nı Samed Behrengi dışında hiç tanımıyoruz. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?
Bence eski İran Edebiyatı da gerektiği gibi ve yeterince tanınmıyor. Örneğin Hafız çevirilerinden bazılarını okudum. Çevirmen, Hafız’ın kullandığı kimi özel sözcükleri Türkçe’ye sözlük anlamıyla çevirmiş ya da Türkçe’de Farsça’nın etkileri nedeniyle olduğu gibi bırakmış. Böylece şiirin anlaşılacağını sanmış. Oysa Hafız şiirlerinde, bütün iyi şiirlerde olduğu gibi, sözcükler arasında görünmez anlam bağları kurmuştur. Bunlar aktarılamamış. Sonuçta belki sözlük anlamında doğru, ama şiir aktarımında yetersiz çeviriler oluşmuş. Daha da önemlisi, böylece Hafız, çevrildiği bütün dillerin okurlarınca, şarap içip sakilerle aşk yapmaktan, gül, bülbül öyküleri anlatmaktan başka özelliği olmayan bir ozan gibi tanınmış. Oysa Hafız, Hicri 8. yüzyılın (XV. yy.) büyük düşünürü ve aydınıdır. Şiirleriyle baskılara karşı koymuş, düşünceleriyle çağını etkilemiştir.
Daha üzücü bir durum Ömer Hayyam’ın başına gelmiştir. Ömer Hayyam, gerçekte bir filozof ve astronomi bilginidir. Düşünsel çalışmalarının yanı sıra, çok az sayıda rubai yazmıştır. Bu rubailerin sayısı en çok 80’dir. (Bazı araştırmacılara göre sadece 14.) Oysa birçok yabancı dilde, Hayyam’dan sonra gelenlerin, ona öykünerek yazdıkları rubailer de ona maledilmiş, sonunda 500’e yakın rubai çıkmıştır ortaya. Böylece, Ömer Hayyam, “gününü gün etmeye yönelik”, “umutsuz” bir ozan gibi gösterilmek istenmiştir. Doğru değildir bu. Hayyam’ın mesajı, tümüyle felsefi ve bilimseldir ve yalnızca gerçeğin derinlemesine bir yorumundan ibarettir.
Özellikle şarkiyatçıların çabaları ile bu ozanlar, yetersiz biçimde de olsa dünyaya tanıtılırken, gene Klasik İran Edebiyatı’nın son derece önemli bazı isimleri gölgede kalmıştır. Örneğin Camî, Enverî, Senaî, Ferruhî gibi ozanlar, Ubeyd-i Zakanî gibi büyük eleştirmenler, Saib-i Tebrizî gibi şiir ustaları unutulmuş, ya da yeterince değerlendirilememiştir. Türkiye’de bulunduğum süre içinde, Türk ozanları ile ortak çalışmalar yaparak, Hafız başta olmak üzere bu sanatçıları Türk okuruna daha iyi tanıtmayı isterim.
Evet, yeni kuşakların, bu büyük ozanları daha iyi tanımaları için İranlı bir yazarın katkısı büyük önem taşıyor. Ama, hatırlarsın, 1960’lı yıllarda senin çabalarınla, Selahattin Hilav’in ve benim giriştiğimiz küçük çağdaş İran şiiri çevirisi denemeleri sırasında, çağdaş İran yazar ve ozanlarının büsbütün “meçhulümüz” olduğunu sık sık konuşurduk.
Çağdaş İran Edebiyatı deyince önce ne anlamak gerekir, onu tartışalım. Bence 1906 İran Meşrutiyet Devrimi’ni bir hareket noktası olarak almak doğru olur. Her devrim hareketinde olduğu gibi 1906 devrimi de önemli ozan ve yazarlar yetiştirmiştir. Bu dönem, 1930’lara kadar sürmüştür. Ancak, evrensel anlamda edebiyat formlarının (öykü, roman vs.) benimsenişi ve önemli sanatçılar yetiştirişi daha çok 1930’dan sonradır. Bu nedenle, Çağdaş İran Edebiyatı deyince, ele almamız gereken dönemin daha çok 1930 sonrası olduğunu sanıyorum.
Bu dönemin ilk ismi hiç kuşkusuz yaşlı Cemalzade’dir. Halen İsviçre’de yaşamakta olan Cemalzade, roman ve kısa öykü alanlarında önemli yapıtlar vermiştir. İlk öykü kitabı olan “Bir Varmış Bir Yokmuş”tan başlayarak günümüze kadar verdiği ürünlerle Cemalzade, klasik edebiyatın fazla süslü, retorik yazı biçimini kırmış, yalın, kısa cümleli anlatımıyla daha sonraki birçok yazarı etkilemiştir. Cemalzade’nin şiirdeki karşılığı ise Nima Yüşiç’tir. Nima, şiirimize yüzlerce yıl egemen olan aruz kalıplarını ilk kez kiran, aruz uyumunu tümüyle yitirmeden yeni söyleyiş biçimlerine ulaşan ozandır. Daha sonra gelen Ahavan-ı Salis, İsmail Şahrudi onun açtığı yoldan gittiler. Aynı dönem ozanlarından Ahmed Şamlu tümüyle aruz dışında, özgür bir anlatımı benimsedi.
Peki, ülkemizde de biraz tanınan Sadık Hidayet’i bu kuşak içinde mi değerlendirmeli? Bildiğin gibi Hidayet’in “Kör Baykuş” romanı, 1950’lerde Varlık yayınları arasında çıkmıştı. Hatta iki yıl önce genç bir yönetmenimiz romanı sinemaya uyarladı.
Elbette. Bu büyük sanatçımız, ilk romanı olan “Kör Baykuş”u 1930’da yayınladı. Daha sonra öyküleri, edebiyat araştırmaları, özellikle ilk kez halk edebiyatına, folklora eğilen çalışmaları ile hem kendi dönemini, hem de daha sonraki kuşakları büyük ölçüde etkiledi. Yapıtları başta Fransızca olmak üzere birçok dile çevrilen Hidayet, ne yazık ki, henüz gençken, elli yaşında Paris’te intihar etti.
Hatırlıyorum, hem bu olay, yani intiharı, hem de “Kör Baykuş”un ilginç temas, çok genç olduğumuz yıllarda, biz birçok Türk yazarını da etkilemişti. Biraz umutsuz, biraz Kafka gibi, biraz da gizemli.
Kafka çağrışımı doğrudur. Umutsuzluk ve gizemlilik ise tam değil. Baskılar altındaki bir yazarın, değişik bir anlatım biçimi bulması zorunlu. Ama bu ne bir “doğu gizemi”dir, ne de tam bir umutsuzluk. Hidayet te, tıpkı Kafka gibi çağına tanıklık eden, gerçeği görebilen son derece çağdaş bir yazardır. Hidayet’ten sonra gelen Sadık Çubek yaşayan en büyük yazarımızdır. Çubek, Cemalzade ile başlayan, Hidayet’le süren yalın, arınmış Farsçayı çok güzel kullandı. Gene aynı dönem yazar ve denemecilerden Celal Alahmed ise, çevresinde çok canlı bir aydın ve sanatçı ortamı oluşturdu. Başarılı roman, öykü ve denemelerinin yanı sıra, bir aydın olarak çağının hem İran, hem de dünya ölçeğinde sorumluluğunu taşıdı. Hiçbir olay, hiçbir gerçek karşısında yabancı ve kayıtsız kalmadı. Günümüz önemli öykü ve roman yazarları arasında ise Rıza Berahini, Ahmed Mahmud, Huşenk Gülçiri, Devletabadi ve ne yazık ki birkaç hafta önce Paris’te yitirdiğimiz Dr. Saidi’yi sayabilirim.
Peki, yıllar önce çevirdiğimiz birkaç şiiriyle çok sevdiğim, senin için ise, değerli bir ozan olmanın yani sıra sevgili bir dost, arkadaş olan Furuğ Farruhzad’ı nereye koymalıyız?
1968’de, henüz otuz yaşındayken yitirdiğimiz Furuğ da, çağdaş yani günümüz İran şiirinin en önemli isimlerinden biri, kadın ozan olarak da birincisidir. Çağdaşı ozan Suhrab Sipehri’nin aynı zamanda ressam oluşu gibi Furuğ da aynı zamanda sinema yönetmeni idi. Furuğ’un bir kadın ozan oluşunu boşuna söylemedim. Furuğ, şiirlerinde, kadın oluşunun getirdiği özel duyarlığı, elbette bilinen kadınsı tavırlara düşmeden olağanüstü biçimde dilegetirmiştir. Şiirini ise, dünya şiirinin Türk okurlarınca da bilinen hiçbir ismine benzetemiyorum. Özellikle “Yeniden Doğuş” kitabının yayınlanmasıyla başlayan ve ne yazık ki ölümüyle kesilen dönemde yazdıkları, çağdaş şiirimizin en güzel örnekleri arasında yer alır. Çağdaş şiirimizin Furuğ’la birlikte anılması gereken iki önemli ozanı da Nadir Nadirpur, Feridun Müşiri’dir.
Çağdaş İran Edebiyatı hakkında başka söylemek istediğin bir şey var mı?
Bu konuşma, elbette bir ülkenin, özellikle İran gibi kültürel geleneği zengin bir ülkenin edebiyatını tanıtmakta son derece yetersiz. Üstelik ben de bu sergilemeyi çok dengeli yapmamış olabilirim. Umuyorum ki, çoğu dostum olan çağdaş Türk ozan, yazar ve çevirmenleriyle, yakın bir gelecekte, ciddi çeviri çalışmaları yaparız. Böylece, bazı arkadaşlarımla, Türk edebiyatını İran’da tanıtmak yolunda gösterdiğimiz ve ürünlerini veren çabanın bir benzeri de Türkiye’de gerçekleşir.
Onat Kutlar | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 139 - 1 Mart 1986
________________________________________________________________________________________
İlkbahar geldiğinde onlar da göründü. Başlangıçta sayıları çok değildi. Ama, zaman zaman kendilerini yavaş hareketlerle bir daldan öbür dala sürükledikleri farkediliyordu. Arada sırada içlerinden biri halsizlikten “pat” diye yere düşüyordu. Yanına gittiğinizde görüyordunuz: Tüm gövdesi kasılmalarla kıvranıyor, durmadan havayı tırmalıyordu. İlk günlerde ağacın çevresinde gezinirken onlardan birkaçının gün boyu yere düştüklerini görüyordum. Başlarında duruyordum saatlerce, ve elleri ayaklarıyla havayı tırmalayışlarını seyrediyordum. Boşunaydı çırpınışları ve kurtulmaları olanaksızdı. Her zaman böyle oluyordu. Her biri yere düşünce önce telaşla çırpınıyor, havayı tırmalıyor, ama gittikçe halsiz düşüp sonunda toprağa kıpırtısız uzanıyordu. İşte tam o sırada görünüyordu ilk karıncalar. Onun çevresinde bir süre dolanıyor ve küçük duyargaları ile gövdesinin enini boyunu ölçüyorlardı. Duyargaların ilk dokunuşuyla o telaşsız ve yorgun beden bir an canlanır ve açılır gibi oluyordu. Elleri ayakları birkaç kez kıpırdıyordu ama hiçbir sonuç vermiyordu bu.
Sanki görünmez bir yerden kaynıyordu karıncalar. Bir anda onun gövdesini tümüyle kaplıyorlardı. Her biri bir yana çekiştirerek ufacık parçalar koparıyorlar ve alıp götürüyorlardı. Güneş, bu şekilsiz gövdede nasılsa kalmış birkaç damla suyu da emiyordu. Sonunda, ağacın altında kurumuş, siyah, ne olduğu anlaşılmayan bir şey kalıyordu.
Evet, tam böyle oluyordu. İlk günlerde, onlardan biri düşünce, yanına gidip, gösteriyi sonuna kadar izliyordum. giderek sayıları çok arttı.
Öyle ki yeryüzünün tüm karıncaları gelse, onlarla baş edemezdi.
Çoğu geceler uykusuz kalıyordum. Yatağımda oturup kulak kesiliyordum. “Pat... pat...” diye düşüşlerini dinlemek için.
☆☆☆
Sonraki geceler hiç uyuyamaz oldum. O ses sürekli kulaklarımdaydı. Bir gece, pencere kıyısında annemin ağladığını duydum. Annem daha önceleri de çok ağlardı. Tanıyordum onun ağlayışını. Kesik hıçkırıklarla sarsılır, arada ağzından bir ağıta benzeyen anlaşılmaz sözcükler dökülürdü. O gece de aynı biçimde ağlıyordu. Ama sanki ağıt sesine “pat pat...” sesleri de karıştı. İçimde bir şeyin düşüp kırıldığını duydum. Onlar “pat... pat” düşüyorlardı ve annem ağlıyordu. Bağırarak odamdan dışarı fırladım. Annemin yanına koşarken başıma “pat...” diye bir şeyin düştüğünü duydum. Gerisini hatırlamıyorum.
☆☆☆
Annem dedi ki, “Artık bu ağaç yaza çıkmaz! Bütün avluyu sardı karıncalar. Onları alıp götürmek için sıraya girdiler. Ama o kadar çoklar ki karıncalar başedemiyor... Her gün kaç kere süpürüyorum avluyu. Faydasız. Kapımızın önündeki çöp tenekesinde onlarla karıncalardan başka hiçbir şey yok. Avlumuzun tek ağacı da gitgide o şeylere dönüşüyor. Karıncalar onu da parça parça alıp götürecekler yuvalarına. Kişin erzakını hazırlayıp rahat etmek için”
Karıncalar kişin tohum bırakacaklar yuvalarına. O tohumlardan genç karıncalar doğacak.
Ve ilkbaharda, karıncalardan yeni bir ağaç belirecek avlumuzda.
Evet, avlumuzun tek ağacı. Mevsimlerin aynasıydı. Çıplak dalları kışın, titrerdi sanki soğuktan. Ve somurtkan, acımasız gökyüzünden bir parça günışığı dilenirdi. İlkbaharda yeşil, saydam yapraklarla süslerdi gövdesini. Eski baharların anıları tazelenirdi böylece. Ama asıl yazları, ihtiyacımız olurdu ona. Gölgesini cömertçe sunardı. Yakıcı güneşe yiğitçe göğüs gererdi. Akşamüstleri gün batarken gölgesi uzardı. Avlu yıkanır, süpürülür, ağacın gölgesine bir halı serilirdi. Orada, semaverin umutlu sesleriyle çay bardaklarının çınlayışlar birbirine karışırdı. Annem telaşla koşuşur, çayları hızla hazırlardı. Hepimiz semaverin çevresinde toplanırdık.
Geçen yaz da böyle geçti. Babam henüz yaşıyordu. Yatağı, ağacın gölgesine serilirdi. Kollarına girerek odasından çıkarır, yatağa getirip yatırırdık. Annem arkasına yastıklar koyarak doğrulturdu gövdesini. Orada öylece oturur, ağır ağır nefes alarak bize bakardı. Ölüm sert bir vuruşla sakatlamış, ama işini bitirmemişti babamın. Hareket edemiyor, konuşamıyordu. Hekimler “ikinci vuruşu beklemek gerek” demişlerdi, “onu da atlatırsa ölmez...” Ama biz biliyorduk, onun ikinci vuruşa dayanamayacağını.
Yazdan birkaç ay sonra, kış başlarken geldi ölümün ikinci vuruşu. Bu ağaç yaza çıksa bile, yokolsa bile onlar ve karıncalar, bu karabasan sona erse, akşam üstleri avlu yıkanıp süpürülse, semaverin sesi yayılsa bile ortalığa, artık babam arkasında yastıklarla orada yatmayacak, ağır ağır soluk alarak sessiz bakışlarla bakmayacaktı bize.
☆☆☆
Yaşlı komşumuz gelirdi kimi zamanlar. Babamın halini hatırını sormaya. Semaverin yanına oturur, titreyen çenesi, tıkırdayan takma dişleriyle bir şeyler söylerdi. Tespih çekerek dualar mırıldanırdı. annem, yüzünü örterek bir köşeye çekilir, dururdu. Yaşlı komşumuz kalkar giderdi bir süre sonra. Avlu daha da tenhalaşırdı...
Evet, bu ağaç yaza çıkmaz. Ölüyordu ağacımız, “Onlar”a dönüşüyor, yere dökülüyordu.
Karıncalar alıp derin, karanlık, içiçe ve gizemli yuvalarına taşıyorlar, orada biriktiriyorlardı.
Sonunda belki bir çare bulur diye, yaşlı komşumuza haber gönderdik. Babamın ölümünden sonra hiç gelmemişti bize. Arada sırada sokakta karşılaşıyorduk. Bir akşamüstü, gün batarken geldi. Utangaç ve kederli bir hali vardı. Tesbihi gene elindeydi, ağır ağır çekiyordu. Annem yüzünü örterek bir köşeye kıvrıldı. Yaşlı adam, babamla konuşur gibi, gözlerini yere eğip annemin halini hatırını sordu. Ben, sinirli ve tutuk bir sesle durumu anlattım. Biraz düşündü, sonra “gidip bir bakalım” dedi. Gazla çalışan feneri yakıp avluya çıktık.
Ağacın çepeçevre altında, küçük gövdeler kıpırdaşıyordu. “Pat... pat...” sesleri bir uğultu gibiydi. Annem, “daha bir saat bile olmadı süpüreli” dedi, ağlamaklı bir sesle, “durmadan dökülüyorlar... Tanrım, sen bize yardım et.” Yaşlı adam, gözleri yerde, kendi kendisiyle konuşur gibi mırıldanarak, küçük gövdeleri inceledi. Sonra başını kaldırarak, ağacın, cüzzamlı bir yoz gibi dökülen dallarına ve gövdesine son bir göz attı, odaya döndüğümüzde, dehşetle farkettim: Yaşlı komşumuzun omuzlarında da birkaç tanesi kıvranıyordu. Kalkıp elimle süpürdüm onları. Annem bir mendile doldurup dışarı attı.
Yaşlı komşumuz, “önce ağacın toprağını değiştirelim diyecektim, ama vazgeçtim” dedi, “çünkü toprak da onlarla karışmış. Çaresiz, söyleyelim de gelip kessinler, götürsünler ağacı...”
Ertesi gün, yaşlı komşumuzun çağırttığı birkaç kişi geldi. Ağacı kökünden kazıyıp götüreceklerdi.
☆☆☆
Annem, odada oturuyordu. Çevresini çarşaflı kadınlar sarmıştı. Onu avutmaya çalışıyorlardı. Her yanda ağıt sesleri. Bir başka odada erkekler toplanmıştı. Yüzleri yorgun ve somurtkandı. Sabah olmasına karşın, kapalı gökyüzünden ötürü odalar yari karanlıktı. Babam, arka odada upuzun yatıyordu, üstünde çekilmiş bir çarşafla. Gece, bir hafız, sabaha kadar başucunda Kuran okumuştu. Ben ve dayım onu dinledik. Gecenin ilerlemiş bir saatinde uykum geldi. Düşümde babamı gördüm. Avludaki ağacın yerinde duruyor, ellerini iki yana açıyordu. Gövdesi “onlar”la kaplıydı. Arada sırada biri babamın gövdesinden “pat” sesiyle yere düşüyordu. Onlar düştükçe, babam da küçülüyordu sanki. Bir gülümseme vardı babamın yüzünde. Gülümseyerek parçalanıyordu. Uykudan silkinerek uyandım. Hafızın, geceyi daha da derinleştiren sesi sürüp gidiyordu. Babama baktım. Çarşafın altında upuzun yatıyordu. Sanki şimdi daha da küçülmüştü gövdesi.
Gün ağarırken hafızın sesi yavaşladı, sustu. Siyahlar giymiş adamlar doldurdu odayı.
Bir sessizlik anında, cenaze arabasının kapıya geldiğini duyduk.
☆☆☆
Atlı araba kapıdaydı. Kökünden kazınıp kesilmiş ağaç, avluya uzatılmıştı. Döşeme onların gövdeleriyle kaplıydı. Ve karıncalar çılgınca bir o yana, bir bu yana koşuşuyordu. Ortalık yerde, derin bir çukurun başında birkaç kişi duruyor, alınlarında biriken teri siliyorlardı. Çukurun yanında, küçük bir toprak yığını... iki kişi çukurun içindeydi. Getirilen cenazeyi alarak dibe koydular. Dualar ve kadınların çığlıkları birbirine karışıyordu. Erkeklerin omuzları sarsılıyordu. Şişman bir kadın örtüsüyle sarmış, kucaklamıştı annemi. Avutmaya çalışıyordu. Babamın, beyaz örtüler içindeki bir bohçayı andıran ölüsü üstüne toprak dökülüyordu. Örtünün beyazlığı gittikçe toprağın koyu rengi altında siliniyordu. Ağıt sesleri, mezarın içindeki toprakla birlikte yükseliyordu. Her şey öylesine düzenle yürüyordu ki, önceden birçok kez prova edildiği düşünülebilirdi.
☆☆☆
Çukur doldurulmuştu. Şimdi üstüne tuğlalar döşeniyordu. Avlu, karıncalar, insanlar ve onlarla doluydu. İki kanadı da sonuna kadar açıktı avlu kapısının. Ağaç dışarıya sürükleniyordu. Ardında “onlar”dan küçük yığınlar bırakarak. Sanki ağaç, tohum bırakıyordu arkasında. At arabasının üstüne yerleştirildi. Kökleri ön taraftaydı, arkada, dalları yere sarkıyordu. Sokağa bakan pencerelerde başlar görünüyordu. Kerpiç bir yüzeye başlar çakılmış gibi. Korkuyla dışarı fırlamış gözler görüyordum.
İçeri girdik. Kapıları, pencereleri kapadık. Annem odanın köşesine büzülmüş titriyor, çarşaflı bir şişman kadın onun üstüne kapanarak avutuyordu. Dışarda “onlar” ve karıncaların odamıza doğru geldiklerini görüyordum. Karıncalar daha hızlıydılar. Duvarlara tırmanıyorlardı.
Birden, avlunun ortasında tam ağacın olduğu yerde yaşlı komşumuzu gördüm. Orada öylece, dimdik durmuş, ellerini iki yana açarak gülümsüyordu. Onun da bedeni “onlar”la kaplıydı. Arada sırada yere düşerlerken çıkan sesler duyuluyordu: “Pat... pat...”
Ağaç gitmişti ama onları ve karıncaları bırakmıştı arkasında. Öyle geldi ki, tüm ev çürüyor ve parçalanıyordu. Sürünerek kaplıyorlardı tüm duvarları, sütunları, döşemeleri. Ev dökülüyordu. Küçük parçalar halinde. Şişman kadın da parçalanıyordu, altında titreyen ve çığlıklar atarak küçülen annem de. Ben de... Karıncalar parçalarımızı yuvalarına götürmeye hazırlanıyordu.
Pencereleri ve kapıları kapamanın ne kadar boşuna olduğunu düşündüm. Eğildim, odamızın tek iskemlesini aldım.
Bütün gücümle vurdum pencereye. Açılan boşluktan dışarı fırladım.
Çeviri: C. Hosrovşahi - O. Kutlar | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 139 - 1 Mart 1986