Tezer Özlü


Kısacık bir ömrü oldu. İnanılmaz bir yoğunlukla, bin ömür gibi yaşadı onu. Acıyla, sevgiyle, kahramanca. Olağanüstü zengin bir dünyası vardı. Belki bundan ötürü, ölüm de, ölüm düşüncesi de hiç yabancısı değildi. Tüm varoluşun, parçalanmaz uzun bir anın köreltici ışığında olanca somutluğuyla aydınlanıvermesi gibi ölmüş olmalı. Ölümün kendi ayaklarıyla gelmesini bekledi. Ona yenilmedi. Ölümü istediği zamanlar oldu, ama sevdiği hep yaşamaktı. Bir şövalyeydi Tezer. Erken ölümü, uğradığı son haksızlıktır artık, bu bir avuntu olabilirse.

Onu yaşarken tanımak, gerçek anlamda tanıyabilen için, başlıbaşına zengin bir yaşantı, bir serüvendi. Böylesi bir olanağı kendisiyle doğrudan tanışmamış olanlardan da esirgemedi. Dünyasının kapılarını, içindeki dizginlenmez özgürlük tutkusuyla, ardına kadar açan yetkin bir yazardı. Acının tadıyla okunan, okunduktan sonra bir daha hiç unutulamayan üç kitap bıraktı ardında. Yazınımız için özgün bir parantez, azımsanmayacak bir kazançtır.

Eski Bahçe (1978) için,Tezer Özlü Kıral'ın Eski Bahçe'si sıkıntıları, acıları, korkuları, küçük sevinçleri, kâh içe kâh dışa dönen bir bakışın, tüm gerçekliğiyle yakalayıp olanca yalınlığıyla sergilediği izlenimleri kucak dolusu sunan cömert bir bahçe. Üstelik pazar günlerini bahçesine verebilen birinin değil, bir bahçıvanın elinden çıkmış, besbelli. diye yazmışım.

Çocukluğun Soğuk Geceleri (1980) ve Yaşamın Ucuna Yolculuk (1984) için sözümü daha çok, yazıldıkları yerlerden alıntılayarak yineleyeyim:

☆☆☆

“Kişi” olmanın insanı karşı karşıya getirebileceği durumlar, sayısız yaşantı dilimlerinden oluşan bir genel insanlık ve yaşam yelpazesinde yer almaktaysalar, bunlardan ne biri ne bir başkası yazın dışı tutulmamalı/sayılmamalıdır. Hatta tersine, olağan dışı yaşantıların aktarılması, bunların da insan için ve insanlık konumuna ilişkin olduğunun gösterilebilmesi, hem de bunun yazınsal gerçeklik yani yazın dili çerçevesinde kalınarak başarılması özel bir önem de taşıyabilir. Artık “yaşadığını yazmak”tan değil, yaşanabileceklerin sonsuz çeşitliliği içerisinde yeri olan bir yaşanmışı yazınca aktarabilmiş olmaktan söz edilmelidir.

Bence “Çocukluğun Soğuk Geceleri” bu güç işi, güç yaşanmiş bir yaşantılar öbeğini yazınsallık dışına taşmaksızın aydınlığa çıkarma işini az rastlanır bir başarıyla gerçekleştirmiş bir roman. Baştan beri sözünü ettiğim bağlamda ele alınacak olursa, ne bireysellik, ne öznellik, ne sayrılık, ne aykırılık değerinden bir şey eksiltebilir böyle bir kitabın. Katacakları ayrı.

Küçücük bir oylum içinde yoğun bir acıyla ve bir o kadar da yaşamın anlamıyla yüklü söylemini sürdürüyor Tezer. Anlam, artık adının anılamayacağını sandıran badirelerden sıyrılarak, yaşanıyor, umut, umudun bütün damarlarının kesildiği bilinç çöllerini susuz da aşmayı başarıyor.Uzun, ıslak, nemli, soğuk, gri yıllara karşın zaman zaman ölümün ölesiye istenmesine karşın, yaşam olanca dirimiyle çıkıp çıkıp geliyor.

Kişinin dış yaşamı ile iç yaşamının çatışmasının incecik bir sınır çizgisinin ötesine kayıverdiği anları, 'in dış'a karşı verdiği savaşımı, yenik düştüğünde “doğru”nun, yendiğinde “yanlış”ın kurbanı oluşunu, o sınır çizgisini aşıp dönen bir göz; çizginin beri yanında kalmayı başarmış olanlar arasında bu başarının bilincinde olanlara yani o ince çizgiyi hep duyumsamış olanlara kendi gözleriyle göremeyecekleri bir netlikte, yeğinlikle yaşatıyor. Bir de öyle bir çizginin varlığından bile habersiz olanlar, “sigortalılar” var ki, yaşamda sigortanın nasıl hiçbir şey demek olmadığını anlamaktan korkmayacaklarsa, onlara da çok sözü var Tezer Kıral'ın.

Kimi zaman, hastalananların ya da o kılpayı dengede bir sırığa tutunanların duyarlığını kopacak kadar incitip incelten bir eviçidir, bir sarmalanmadır:Pazar günleri... Şimdilerde... Sokak aralarından geçerken gözüme picamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu, gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim... evlerin pencere camları buharlaşmışsa... odaların içine asılmış çamaşırlar görürsem... bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayınlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek... isterim hep

Kimi zamansa yalnızlığın somutlaşan koyuluğu, sevgilere duyulan yoğun açlık:Sonra yeniden sevmek istiyorum. Masmavi gözleri var. Onu sevmeyi bir tutku haline dönüştürüyorum. Bu sevgide tüm sevgilerim, sevebilme gücüm var. Gelecekteki sevgileri de yaşar gibiyim. Geçmiştekileri de.

Tezer Özlü Kıral yalnızlığın çıldırtıcı boyutlarını, çıldırmanın ve ona bağlı kılgısal koşulların (klinikler, çevrenin kuntluğu) dehşetini, cinselliğin sevgi ve dostlukla bütünleştiği, yalnızlığa karşı silah olduğu, o silahın tutukluk yaptığı ya da hedefi vurduğu durumları son derece yalın ve temiz bir biçemle, alabildiğine açık ve yürekli bir tutumla anlatıyor. Çocukluğun Soğuk Geceleri gidiş-gelişlerin kurgusundaki dengeyle, kolaylıkla yinelemeye düşebilecekken, her yineleyişte yeni bir şey söyleme başarısıyla, kusursuz denebilecek diliyle, olanca yoğunluğuna karşın katılıp kalmayan, hiçbir şeyi abartmayan, okurun duyarlığına abanmayan duygu düzemiyle ve bütün incelikleriyle; yalnızca “ilginç” olmakla kalmayan, yazınsallık katında da özgün bir yer hakeden bir kitap.

☆☆☆

Yaşamın Ucuna Yolculuk, daha adından (hatta adlarından) başlayarak, çağrışımlarımıza özgürlük tanıyor. Tanımakla bile kalmıyor da, yer yer, zaman zaman, özgürlüklerini zorla veriyor onlara. Biliyorum, felsefe yapmaya başladım. Ama ziyanı yok. Bu “ziyanı olmayan felsefe”nin -ki sanılabileceğinden çok daha nadir rastlanır edebiyatta- Özlü'nün kitabında da alttan alta ve inceden inceye kendince bir iz sürdüğünü göreceksiniz kitabı okurken.

Yaşamın Ucuna Yolculuk ya da “Bir İntiharın İzinde”; yolculuk izleğini, yaşamla doldurmakta, çeşitlendirmekte, Sorgulamakta ve “uç”a sürmekte (Her gidiş, her yolculuk, kendi 'benimin' bilinmeyenine doğru, bilmek için bir iniştir. s. 105). Burada aslolan bir yolculuktur, düpedüz bir yolculuk (Her gidenle gitmek istedim. Her yolculuğa çıkmak. Hiçbir yere gitmesem de, sürekli yolculuklarda olduğumu algılamakta geç kalmadım. Ama genç yaşlarda, henüz bana, yaşamı yaşanır kılan bu duyguya varmadan önce, gidememek, derin, derin, derin bir acıydı. s.51 // “Sürekli gitmek istemek de, bir yerde, hiçbir yerde olmak istemek değil mi? Olabileceğim bir yer kaldı mı? Hiçbir yerdeyim. s.72)!

Zamanda ve mekânda Kafka'nın, Svevo'nun, Pavese'nin yaşayıp öldükleri “yer”lere bir yolculuk.
Bir üst katmanda ise yaşamın onlarınkinin ya da yazarınkinin ya da okuyanınkinin ucuna.
Bir uç varsa... Tek bir uç yok da çatallı uçlar varsa, oralara.

Temeldeki bu yolculuk izleğinin, gezi notları olmakla her türlü ilişkisini kesen de; hiçbir gezi anlatısında yerini bulamayacak olan, yaşamın (yaşamların) yoğunluklarındaki derişme boyutu. Yaşamın yoğunlaşması öyle bir derişme noktasına gelip dayanmaktadır ki, doymuş bir eriyiğin billurlaşmasına olduğu gibi, bir tortu çökelmektedir anlatının dokusuna. O zaman; olanca girift, olanca karmaşık ve olanca yoğun izlerini sürdüğümüz bu yolculuk, artık anlatılmaya (tabii ancak ve ancak yazıyla, yazınla) değimlilik kazanmaktadır.

“Uç” ya da “intihar” bulunabilir sürülen izin varıp dayandığı yerde. Kimilerininkinde bulunmuştur da. Ama bulunmaya/da/bilir. Özlü'nün kitabı, işte bu bulunmaya/da/bilişin örtülü manifestosudur. (Oysa bütün ‘manifesto’ların adı üzerindedir ve açıktırlar, değil mi?!) Tıpkı hüznün, acının ve kahrın (burada bu üç sıfatı da bir derecelenme içinde kullanmadım) manifestosu olduğu gibi.

Anlatı giderek durulaşmakta, neredeyse saydamlaşmaktadır. Beklenmedik bir durum. Saydam. Yani, içini gösteren. Neyin içini? Yazarın mı? Pavese'nin mi? Svevo'nun mu? Kafka'nın mı? Yoksa yazardaki Pavese-Kafka-Svevo üçlemesinin mi? Yaşamın içini mi? Ama bütün bunların, bu saydıklarımın hiçbirinin 'iç'i yoktur ki! Yaşamın Ucuna Yolculuk'u okurken en dipte bir yerde, en şiddetle duyumsanan bu oluyor. Bu anlatıların içi yok. Çünkü tüm anlatılan bir doluluktur. Dopdoluluk. Bir şeyin içine girmek, içine bakmak için, o şey açılır. Burada ise, açılacak bir kapalılık yok. Bir mağma kütlesi, bir mağma kütlesidir. Onun ancak tasarımsal bir 'iç'inden söz edilebilir.

Anlatının saydamlaşması diyerek dile getirmek istediğim özgüllük burada işte. Tezer Özlü'nün apaçlk olmasından, her şeyi aşikâr etmesinden söz etmenin -yazınsal açıdan zaten bir önemi olmadığı gibi- gerçeklikte nesnel bir karışılığ da yok. Örtülü-soyunmuş / kapalı-açık seçeneklerini gözetmemiş ki yazarken. Bir (ya da üç) aşkı yaşayan, çöllerde değil de Avrupa kentlerinde bu aşkın peşine düşen; ama aslında bu aşk (lar)dan oluşmuş -ya da kendini saltık bir aşk olarak kurmuş- birinin yaşamından bir kesit almış. Bu kesit; yaşam ve kuruluş ve var olma sürecinin öyle iki noktası arasından geçirilmiş ki, tek bir sözün katmanını dile dökmek mümkün olmuş. İşte o zaman, anlatı ya da yaşam ya da acı artık saydam oluyor. Kristalin sağlamlığında, sırçanın kırılganlığında bir saydamlık dengesine varılıyor.

Yaşamın Ucuna Yolculuk'u okuyunca, insan belki Kafka'dan, Pavese'den, Svevo'dan da kendisi için yeni sesler duyuyor; belki bir yazarın kendisiyle bütünleştirdiği üç yazara, o yazarın görüngesinden bir kez daha bakıyor... bütün bunlar oluyor belki. Ama aslolan bir yaşam. “Uc”undan sözedilen ve bir yolculukla koşutlanan bir yaşam. Herkesinki veya herhangi birininki mi? Hayır. Yapıtın evrensel olması için öyle olması gerekir sanan yanılır. Tek bir yaşam. Yaşamlardan bir yaşam. (Yaşamım, ölümüm her yaşam, her aşk ve her ölüm olmalı.s.43)

Diyelim -bunun tek yaşama biçimi olmadığını da aynı acılıkla bilerek- yaşamı bir acı, zaman zaman bir kahır olarak yaşayabileninki ve tabii bunu bir insanlık olanağı olarak yazıyla, yazına aktarabileninki... Bir de... bir de elbet, bunu böylece duyabilen, paylaşabilenlerinki! (Sevgi, istenilen bir olguya da aktarılır, aktarılabilir. Çeşitli anlara, çeşitli insanlara, çeşitli kentlere, caddelere, tepelere aktarılabilir. İnsan ne denli derin düşünebiliyorsa, sevgisi o denli derindir. O denli doyumsuzdur. Ve acısı da o denli büyük. Yaşam acısı. s.27)



Füsun Akatlı | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 139 - 1 Mart 1986
__________________________________________________________________________________________




Biz yıllardır bu kentte yaşıyoruz. İçimizde ömrü bitenler oldu. Onları oldukça eğlentili törenlerle gömdük. Bu törenlerden ağıt ve içtenlik yönünden en ağır basanı Hayalet Oğuz'un cenaze töreni oldu. Oğuz, İstanbul'da yaşadı. Oğuz bir dönemi yaşadı. Yeryüzünde belki de hiç kimsenin yaşayamadığı gibi. Tek bir sandalye sahibi olmadı. Bir, iki giysisi temizleyicide durur, kirlenince yeniden satın alır, iç çamaşır ve çoraplarını en yakın çöp tenekesine atardı. Ev almadı, ev kiralamadı, eşya almadı, eşya tamir ettirmedi, belki de bir tek mobilya mağazasına girmedi. Pasaport almadı, karı almadı, karı boşamadı, kimseyi gebe bırakmadı, resmi dairelere girip çıkmadı.

Bir kez bir kadın parmağına yüzük takıp:
- Oğuz, sen benim nişanlımsın, dediyse de, Oğuz kadının başkalarıyla yatıp kalkmasına hiç ses çıkarmadı.
Kimseye baskı yapmadı, canlı ya da cansız hiçbir şeye malı gözüyle bakmadı.
Nişanlı geldiği gibi gitti. Bu da Oğuz'u ne sevindirdi, ne de üzdü.

Oğuz'u, ilkokulu bitirdiğim yıl Fatih'teki evimizin balkonundan ağabeyimin odasına bakınca görmüştüm.
İncecik bir adam, yatakta uyuyordu. Zayıflıktan ölmüş gibiydi. Yüreğim burkuldu.

Anneme koştum:
- Anne, içeride yatan adam zayıflıktan ölecek, dedim. Oğuz, 21 yıl sonra, 1975 Eylül ayında öldü. 21 yıl süreyle birbirimizi çok sık gördük. Aynı evlerde yaşadık, aynı çevrelerde dolaştık. Aynı kitapları okuduk. O, özellikle yeni çıkan telif kitapları ilk günden edinirdi. Ya yazar ona vermiş, ya da Oğuz satın almıştı bile.

Okuyayım, sana bırakırım, derdi.

Ya da en ilginç, en olmayacak satır ve sayfaları bulur, yüksek sesle bana okur, kitabın özünü bir iki dakikada ortaya koyuverir, arkasından bir de şakasını yaptıktan sonra, kitabı bırakır giderdi.

Çoğunlukla da elinde bir İngilizce polisiye roman bulunurdu. Türkçe'ye çeviri ve derleme olarak yüze yakın kitap kazandırmıştı. Adını hiçbir zaman çevirmen, yazar, ozan, şunu yaptı, buna çalışıyor, bunu hazırlıyor... gibilerden kullanmadı. Yazın çalışmalarında tam bir fabrika işçisiydi. Sığınabileceği bir köşede çalışır, çalışması bitmeden kazanacağı parayı çekmiş, bitirmiş, sayfalarca çeviri bedeli de borçlu kalmış olurdu. Yüzlerce film senaryosu yazdı Yeşilçam'a. Bunların tümünün adını bile bilmez, filmleri de görmemiştir. Parasını alınca dar paçalı bir bulucin, bir kazak, bir montgomeri ya da mevsime göre yeni bir gömlek satın alırdı.

İyi bir yemek yer, ardından Kulis, Papirüs gibi barlara uğrar, barmenlere önceki içki borçlarını öder, yanındakilere içki ısmarlar, oracıkta rastgeldiği bir iki dostuna:

- Şu paramı saklayıver, Sonrasenden isterim, hepsini bitirmeyeyim, der, belki o gece Kulüp 12'de bir şişe viski açtırır, geceyi bir bar kadınının yanında, kadına dokunmadan sızarak geçirir, ertesi gün bir Bafra sigarası alacak parası kalmadan, gene Taksim-Beyoğlu çevresinde yaşamına başlardı.

Kurbağa bacağı, mantar turşusu gibi garip yiyecekler severdi. Beyoglu'na gelen ilginç filmleri de ilk gören o olurdu. Çok ender insanda rastlanan bir zekâsı vardı. Ölmeden beş gün önce Bulvar Kahvesi'nde oturuyorduk. Oğuz: E.'ye uğradım. Sen benden daha önce gebereceksin, çok seviniyorum dedi, diye gülerek anlattı. Hepimiz gülüştük. İnsanın, kendi ölümü üzerine, ölmeden dört gün önce şaka yapabilmesi üstün bir zekânın bile işi değil. Ölmeden dört gün önce, insanın hastaneye tıraşlı bir yüzle gitmesi için, Cağaloğlu'nda para araştırması inanılır gerçek değil.

Biz hep “Hayalet ölmez, diye düşünüyorduk. Onu, Heybeliada sanatoryumuna götürmedik bile... Son yemeğimizi Degüstasyon'da yedik. Salçalı bir dana söylemiş: Ağzının tadını bilen ağabeyin de, hep bu soslu danayı yer burada, demişti. Ben de arsızlıkla onun soslarına ekmek batırmış, bir ay Heybeliada'da dinlen, sakın İstanbul'a inme, biz gelir seni görürüz, demiştim. Erken çıkmıştık lokantadan. İstiklâl Caddesi kalabalıktı gene. Havasız ve pisti her zamanki gibi. Oğuz heyecanlı idi. Sanki önemli bir olay onu bekliyordu. Erken yatmak, bir an önce hastaneye gidip, yerine uzanmak istiyordu. Ama bu gidiş hastaneye, ölüme falan değil de, hiç çıkmadığı bir Avrupa yolculuğu, ya da sevdiği bir kadınla buluşacağı sabahı bekleyiş gibiydi.

- Senin de Celal Sılay için yazdığını okudum, dedi.
- Meraklanma, senin ölüm yazını da kaleme alıyorum, dedim.

Gülüştük,
Tünel'e doğru yürüyecekti. Otuz yıldır yaşadığı bu caddede son yürüyüşü olacaktı bu, yorgundu. Ağabeyimin evinde uyuyacaktı, yanında pek tanımadığı bir üniversiteli genç kalacaktı. Bu çocuk onu sabah Ada vapuruna bindirecekti. Ve Oğuz dört gün sonra akciğer kanserinden boğularak ölecekti. Kırkaltı yaşında ve kırkaltı kilo olarak.

Oğuz öldükten birkaç gün sonra şunları yazmaya çalışmıştım:

Sevgili Oğuz, İstanbul kendini bu Eylül ayı bıraktı. 3 Eylül 1928'de doğdu. 17 Eylül 1975'te öldü. 1.73 boyunda, 46 kilo idi.
Şişli Cami'si avlusuna tabutunu dört kişi hafif bir çanta taşır gibi getirdi. O zaman tabutun içinde onun yattığına kuşkum kalmadı.

Oğuz'un çok güzel, nerdeyse kitap adı gibi “Eğlentili Bir Gömme Töreni” oldu. Mezarına sahip çıkacak bir hısmı bulunamadı. Yanına kimse gömülmesin, mezar cemaatin olmasın diye, tapusu Sinematek Derneği adına çıktı. Oğuz'un çok güzel bir mezarı oldu. Üzerine açık leylak rengi kır çiçekleri diktik. Mezarlıklarda ekmek paralarını çıkaran çocuklar da bol su döktüler. Toprak canlandı. Güzel koktu. Çelenklerini üstüste yığdık. Çocuklar gene diri gonca gülleri suladı. Görevimiz bitmişti.

30 kadar yakın dostu Krepen Pasajı'ndaki Neşe Meyhanesi'nde oturup, onun anısına yedik, rakı içtik, üstelik iştahla yedik.
Akşamüstü aşuresi bile pişip geldi.

Beyoğlu'ndan uzaklaşırken biraz sarhoş ama, çok üzgündüm.

Oğuz yaşamının çeyrek yüzyılını elliye yakın dostunun evinde geçirdi. Oğuz aylarca da benimle kaldı. Onun konukluğu bir kelebek gibiydi. İnsana kendini hiç belli etmemeye çalışır, hiçbir özel isteği olmaz, ince sevimli bir sesle konuşur, eve gelirken çiçekler ve pasta getirir, bana Alman eğitiminden geçtiğim için Mutti derdi.

Yatma saati geldiğinde bir yere kıvrılıp uyuyuverir, sabah yanına erken saatte bile gelinse hemen bir espri yapardı: - Ne o, sahura mı kalktın?

Kimsenin görmesine olanak vermeden hemen giyiniverir, azalmış saçlarını özenle tarar, kolonya'sürer, bir bardak çayını kendi koyup, Bafra sigarasına başlardı.

Oğuz, yanında kaldığı dostlarına aldığından çok daha fazlası verdi. Dostluk, güleryüz gösterdi onlara. Akıllıca yapılmış şakaları ve bulunmaz kişiliğiyle öylesine yeri doldurulamaz bir insandi ki, onu tanımış, onunla birlikte günler, geceler geçirmiş olmayı, erişilebilecek mutlulukların en büyüklerinden sayıyorum.

Balık pazarı meyhaneleri, Beyoğlu lokanta ve gece kulüpleri, kahveler, Nazmi, Kaptan ve ender olarak gittiği birkaç taşra kentinden geçen bu kısa yaşam, boyutlarına yeryüzünde herkesin erişemeyeceği bir yaşamdı.

Ölümünden altı ay kadar önce yağışlı bir günde bana küçük bir valizini getirdi. Yıllardır hiç açılmamış.
Afrika Han'da, Bülent Oran'da kalmış bir valiz içinde iki taş baskısı örtü çıktı. Yepyeni, onları bana verdi.

- Bunları bir kızla birlikte almıştık dedi.

Kadının güzelini bilir, bu kadınlara annesi, arkadaş ve aynı zamanda sevgilisiymiş gibi bakardı. Valizden ayrıca; yedi sekiz yıldır kullanılmamış bir diş fırçası, çoğu bitmiş bir ipana diş macunu, Yüksel Arslan ve Ömer Uluç'la bir fotoğrafi, gene arkadaşlarıyla Bebek'te lokantada bir fotoğrafı, film çalışması yaparken bir fotoğrafı, temiz iki beyaz cin pantalon, fayans üzerine basllmiş antik bir oto resmi, kirli çorap ve kirli çamaşır, bir iki ozanın adına imzaladığı kitap, bir iki kolej kitaplığından alınma İngilizce ekonomi kitabı çıktı... Hepsi bu. İşe yararlarını bana verdi, gerisini attı.

Son olarak kaldığı ağabeyimin evinde, ölümünden sonra şunlar ilişti gözüme. Hastaneye getirmemizi istediği ve temizlettiği pantalonunun üzerinde Türkiye Cumhuriyeti 1960 Anayasası duruyordu. İngilizce bir polisiye romanını yarısına kadar okumuş, kaldığı yeri işaretlemişti, ağabeyimin telefon defterine en çok çaliştığı Yalçın Ofset'in telefon numarasını yazmıştı. Bunun dışında eski gocuğu, hiç yayımlanmamış bir iki şiiri, yazlık ayakkabıları ve şöyle bir not: Daktilo otelde, gömlek temizleyiciden alınacak... Ayazpaşa'dan Levent'e... Levent'ten Ayazpaşa'ya... vb.

Yolları araç ve garip bir insan kalabalığının karşıdevrim gibi sardığı İstanbul'u “Katmandu”ya benzetiyor, sonra aylarında: “Artık gerçekten yaşamak istemiyorum, hiç tadı yok diyordu. Ama bunu söylerken soyut bir bunalımı dile getirmiyordu. Oğuz, bunalan bir insan değildi. Onun akıl ve mantığı bu tür gereksizlikleri çoktan aşmıştı.

Hiçbir zaman, - Sıkıldım, acıktım, uykusuzum, yorgunum, bile demedi.

Akciğer kanserine yakalandığını bilmedi, yakınmadı da.

- Solurken ciğerlerim acıyor, uyutmuyor beni demekle yetindi.

- Çok hastayım demedi. Doktorun terimini kullandı: “Çok hastaymışım dedi.

Her anlamda olumsuzlaşan İstanbul'u artık istemiyordu ve ölümü de öylesine umursamıyordu ki...
hani; - Beyoğlu'nun tadı kalmadı, artık öteki dünyaya gidelim der gibi.

Ve ölmeden dört gece önce Degustasyon'un kapısı önünde karşılaştığımız Ali Poyrazoğlu'nun yanağından makas alıyor:
- Tatlhayat kurbanları, gene nereye? diye takılıyordu.

”Eski Bahçe”den,
Ada Yayınları, 1978


Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 187 - 1 Mart 1988