Disney Stüdyosu'nda



Art Stevens Anlatıyor

Los Angeles’de pırıl pırıl, güneşli bir gün. Her yandan yeşillik fışkırıyor.
Sel gibi trafiğin aktığı geniş, asfalt caddeler...

Ve ben dünyanın en ünlü çizgi-film stüdyosuna doğru yol alıyorum.

Stüdyonun en önde gelen yönetmen ve animatörlerinden Art Stevens
ve Disney Stüdyosu’nun kompüterle yaptığı ilk çizgi-filmde görevli animatör Jeff Varab ile randevum var.

Ve işte Walt Disney’in 1920’lerde temellerini attığı, bugünün ünlü Disney Stüdyosu karşımda beliriyor.

Çalışmaları üstüne yazılmış bir kitapta şöyle diyor Walt Disney:

1920’de Kansas City’de karikatürist olarak çalışırken, ilk kez ilgilenmeye başladım çizgi-filmle.
 O zamandan beri de büyülemiştir bu sanat beni.

‘İşte yepyeni bir anlatım aracı - sınırsız bir öykü anlatma olanağı!’ demiştim kendi kendime.

 Pek çok tip yaratmış, onlara kişilik vermiştim.
 Şimdi bunlara ‘enerji ve hareket’ katmak, onları ‘canlandırmak’ olanağı çıkmıştı karşıma.

 Bu tiplerin en ünlüsü Mickey Mouse oldu.
 Onun çok sevilmesi, stüdyomunuz tanınmasına ve sevilmesine yol açtı.
 İlerledik, yeni fikirler geliştirdik. Bu sanatta yeni ufuklar keşfettik.
 Yalnız karikatür tiplerinin başından geçen komik olayları canlandırma aracı değil,
yaşam ve hareketi resim sanatına sokan bir ‘aracı’ydı da animasyon (çizgi-filmde hareketlendirme işlemi).

 Sonraki yıllar sanatımızı ve tekniğimizi geliştirmek için yaptığımız sürekli araştırmalarla geçti.
 Her filmde ancak ‘deneme-yanılma’ yöntemiyle çözülebilecek yeni sorunlar çıkıyordu karşımıza.

Pek çok yanlışlarımız, başarısızlıklarımız oldu, ama ‘öğrendik’. İnanıyorum ki, öğrendikçe yapıtlarımızın kalitesi yükseldi.
 
 Ve öyle bir noktaya geldik ki, artık animasyona, rahatlıkla ‘yaşayan, hareket eden resim sanatı’ diyebiliriz.

Walt Disney, 1921’de Kansas City’den Hollywood’a gelmiş.
1923’de kardeşi Roy ile ilk stüdyosunu kurmuş.
O zamana kadar süregelmiş çizgi-film teknikleriyle yetinmeyip, yeni araştırmalara girmiş.

Alice in Cartoonland’de (Alice Karikatür Ülkesi’nde) canlı-film ile çizgi-filmi birleştirmiş.
Onu Oswald, The Lucky Rabbit (Oswald, Şanslı Tavşan) dizisi izlemiş.

O sıralarda ilk sesli filmler yapılmaya başlanmış.
Disney, çizgi-filmin “ses”le senkronize edilirse çok daha etkili olacağını düşünerek bunu denemeye karar vermiş.
1928’de Mickey Mouse’u sesli film olarak çizmiş.
Bir kaç yıl içinde dünyanın sevgilisi oluvermiş Mickey Mouse.



Disney’in küçük stüdyosu giderek her film karesinin adeta mikroskop altında analiz edildiği,
kusursuz olana dek defalarca çizildiği bir okul olmaya başlamış.
Ekipteki öteki sanatçılar da Disney’in kendisi gibi “en güzeli, en kusursuzu” yaratmanın peşine düşmüşler.

Onun “Önemli olan zaman ve para değil, kalitedir” ilkesini benimsemişler.

Böylece Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler,
           Uyuyan Güzel,
           Peter Pan,
           101 Dalmaçyalı,
           Pinokyo,
           Kül Kedisi,
           Fantasia gibi başyapıtlar yaratılmış.


İstanbul Anıları

Stüdyo parkının geniş kapısında koruma görevlisi, kimlik muayenesi için beni durduruyor. Art Stevens’ın bürosuna telefon ederek geldiğimi haber veriyor. Sonra küçük, şık döşenmiş bir büroya alınıyorum. Birkaç resepsiyon memuresi ve koruma görevlisinin çalıştığı bir yer burası. Beş dakika sonra Art Stevens beni almaya geliyor. Uzun boylu, gümüşî saçlı, mavi gözlü, dinamik görünüşlü bir adam. Kibar, dost havalı, neşeli bir konuşma tarzı var. Bir yandan bürosunun olduğu binaya doğru yürürken, bir yandan da sohbet ediyoruz.



1973’de İstanbul’a turistik bir gezi için gelmiş. “Hârikaydı!” diyor.

Hareketli ve renkli bir şehir. Gurup zamanı camilerin silüetine hayran kaldım. Boğaz’da turlar yaptım. Kıyıdaki yalıların bir sürü resmini çektim.

Sonra devam ediyor: Minarelerden daha yüksek bina yapılmasının yasak olduğu doğru mu?

Böyle bir şeyin söz konusu olmadığını, hattâ son yıllarda oldukça yüksek binalar yapıldığını söylüyorum.

Öyleyse tam zamanında, şehrin o güzel silüeti bozulmadan görmüşüz İstanbul’u, diyor.

Stüdyo binaları, geniş, güzel bir parkın içinde yer alıyor.
Çevre son derece bakımlı, tertemiz. Yol kenarlarında rengârenk çiçekler.
Sağda solda kümelenmiş insanlar, bazılarının ellerinde kahveleri, konuşuyorlar.
Rahat, neşeli, telâşsız ama enerjik bir havaları var.

Kapalıçarşı’dan söz ediyor Stevens.

Çok canlı bir yer. Özellikle dükkân sahipleri ilgimi çekti.

Küçük bir halı satın almış. Halıyı gören satıcı, Bakıyorum sihirli bir halı almışsın. Sana bir şey satayım, onu içince halınla uçarsın, demiş.

Kahkahalarla gülerek anlatıyor bunu.

Devam ediyor: Deri eşya satan bir dükkâna girdim. Bir yelek almak  istiyordum ama benim ölçülerime uyanını bulamadım ve çıktım. Ondan sonra yol boyunca, öteki dükkânlardan çıkan satıcılar, kendilerinde tam bana göre yelekler bulunduğunu söylediler. Hayretler içinde kaldım. Bir kaç dakika içinde haber yayılıvermişti. Dünyanın hiç bir yerinde bu kadar hızlı bir haberleşme sistemi yoktur herhalde!Ve yine kahkahayı basıyor.


Animasyon Bölümü

Bu arada büyük bir binanın önüne geliyoruz: “Animasyon Bölümü”.

Genellikle stüdyolarda, çizgi-filmin her aşaması ayrı bölümlerde ama aynı binada hazırlanır.
Disney Stüdyosu’nda ise her bölümün ayrı bir binası var. Her birinde yüzlerce insan çalışıyor.



İki sekreterin bulunduğu bölmelerden geçerek Stevens’ın geniş, aydınlık, şık bürosuna giriyoruz.
Duvarları çeşitli filmlerden sahnelerle dolu. Çevrede kitaplar, eskizler, resimler...

Bir köşede bir genç oturmuş, film çiziyor. Sonradan bu gencin “California Institute of Arts”da (California Sanat Enstitüsü) çizgi-film öğrenimi yaparken, olağanüstü yeteneğinin keşfedilerek dört yıl yerine bir yıllık eğitimden sonra Disney Stüdyosu’na alınan Rubén Procopio olduğunu öğreniyorum. Henüz 18 yaşında, ama geleceğin ünlü ustalarından olacağına kimsenin şüphesi yok.

O kadar yetenekli ki, Rubén’i öteki animatörlerin çalıştığı bölüme yollamayıp yanıma aldım. Onu kendim yetiştiriyorum. Geleceği çok parlak.

Rubén ise utangaç utangaç gülümsüyor.

Burada özellikle vurgulamak istediğim bir konu var. Amerika’da ne kadar çizgi-film stüdyosu gezdiysem, çalışanların hepsinde aynı olumlu tutumu gördüm. En küçük bir başarı övülüyor, alkışlanıyor. Eleştiri de yapılıyor, hem de çok ince eleyip sık dokunarak. Ne var ki, bu eleştiriler hiç bir zaman yıkıcı değil; tersine, yapıcı oluyor. Bu işe hayatını vermiş, büyük isim olmuş yaşlı ustalar, yeni yetişen genç sanatçılarla yakından ilgileniyor, onları yetiştiriyorlar. Hattâ bu konuda Disney Stüdyosu’nda yapılmış bir röportaj filmini izledim televizyonda. Yaşlı animatörler, bu işi öğrenmeye hevesli gençlerle bıkmadan usanmadan uğraşıyorlar; destekliyorlar; öğretiyorlar. Amaçları, çizgi-filmin sürekliliğini sağlamak, bu sanatı yaygınlaştırmak. Yıllarını adadıkları bu sanatı gelecek kuşaklara daha da mükemmelleştirerek aktarmak. Bu ülkenin, çizgi-film sanatında önderliği korumasında, sahip olduğu teknik olanakların yanısıra bu tutumun da büyük payı olsa gerek.


“Ordan Kaçtım”

Geçmişini, bu işe nasıl başladığını soruyorum Art Stevens’a.

Kuzeyde, Montana’da doğup büyüdüm. Western filmlerindeki gibi ufak bir kasabada yetiştim. Babam ‘mütevazi’ bir bankerdi. Büyük ekonomik kriz sırasında işleri bozuldu; banka kapandı. California’da varlıklı akrabalarım vardı. Onların yanına geldim. Burası benim için ‘büyük şehir’di o zamanlar.

 Yürümeye başladığımdan beri resim çizerdim. Resimlerimi Walt Disney’in Hollywood’daki stüdyosuna götürmeye karar verdim. Çok gençtim ve kendime yeterli güvenim yoktu. Resimleri alıkoyup yönetmenlere göstermek istediler. ‘Hayır, olmaz!’ deyip kaçtım oradan. Ve üç yıl dönmedim. Bir çiftlikte iş bulup çalışmaya başladım.

 1940’da Disney Stüdyosu’na döndüm ve işe alındım. Sonradan çok pişman oldum.
Eğer o gün akılsızlık edip kaçmasaydım, şimdi meslekte üç yıl ilerde olacaktım.

 O sıralarda stüdyoda 1500 kişi çalışıyordu.
Bambi’ye yeni başlamışlardı. Fantasia’nın yapımı sürüyordu.

 Pek çok filmler yaptık. Kısa filmler, uzun filmler...
 Kırk yıl nasıl geçti anlamadım.

 Son yıllarda iki film yönettim.
 İlki, The Resuers (Kutarıcılar).
 Şimdi de The Fox and the Hound’u (Tilki ile Tazı) yönetiyorum.

 The Recuers’ı gördün mü?

Maalesef. Ama adını çok duydum.

Müthiş gelir getirdi o film. 1977’de Almanya’da gösterildi ve o güne kadar o ülkede oynatılan tüm filmlerden daha çok kazandı. Paris’te, Star Wars’dan (Yıldız Savaşları) daha çok iş yaptı. Gelecek yıl Amerika’da yeniden göstereceğiz. Çizgi-filmlerin güzelliği burada işte. Hiç demode olmuyor. Belirli aralıklarla tekrar tekrar oynatılabiliyor. Yeni kuşaklar zevkle seyrediyor onları. Eski kuşaklar seyrederken çocukluklarını hatırlıyor. Çizgi-filmler öteki sinema filmlerinden çok daha uzun ömürlü olabiliyor. Tabii çok ‘çağdaş’ filmler yapmamaya da özen gösteriyoruz.

Bir çizgi-film yapılırken ne gibi aşamalardan geçilir?
 Nasıl bir iş bölümü yapılır?
 Biraz açıklar mısınız?

Bir konu ile işe başlanır. Bu bir kitap da olabilir, bir fikir de. Çizgi filme senaryo hazırlanması, uzun süren, yorucu bir iştir. Filmin yönetmeni, lay-out man (planlayıcı diye çevrilebilir), yazarlar, baş animatörler, yani yaratıcı ekip, sürekli toplantılar yaparlar, konuşurlar, tartışırlar. Filmin teması son biçimini alırken, 2-3 kişilik bir yazar grubu bunu işlemeye başlar.


Storyboard

 “Senaryo kabataslak ortaya çıktıktan sonra, storyboard (tam karşılığı öykü levhası) çizilir. Sinema filmlerindeki gibi yazılı bir senaryo, çizgi filmler için yeterli değildir. Filmin havasını, ritmini, hareketleri belirleyebilmek için yazıların yanısıra bir de resimli senaryo gerekir. İşte storyboard bu resimli senaryodur. Sahneleri canlandıran resimler siyah-beyaz olarak ayrı ayrı kâğıtlara çizilir. Renk kullanılmamasının nedeni, genel görünümün karmaşık olmasını önlemektir. Ancak belirli bir atmosferi ya da kostümü daha iyi canlandırabilmek için bazen renkler kullanılır. Sonra bu kâğıtlar, sıralarına göre, levhalara iğnelenir, storyboard adı buradan geliyor.



 Bu yöntem çok pratiktir. Eğer bir sahneyi değiştirmek isterseniz, bütün yapacağınız iş, eskileri çıkarıp onların yerine yeni resimleri iğnelemektir. Resimlerin altlarına açıklayıcı notlar, diyalog yazıları ya da şarkı sözleri de eklenince, storyboard çizgi-romana benzeyen bir görünüm kazanır.

 Storyboard kesin halini alınca, fotoğrafları çekilir ve kopyaları filmde görevli tüm sanatçılara dağıtılır. Yazarlar, öykünün yanısıra, olayın geçtiği yeri ve zamanı da belirlemek zorundadırlar. Buna uygun olarak, mimarî, mobilya, eşya, aksesuar ve kostüm çizimleri için titiz bir ön araştırma yapılır.

 Örneğin Pinokyo, bol oymalı ahşap işçiliğin çok kullanıldığı mimarisiyle bir Alp köyünde geçiyordu. Peter Pan’ın ilk sahneleri İngiltere’de, Victoria döneminin zarif iç dekorasyonunu, sisli Londra sokaklarını yansıtıyordu.

 Uyuyan Güzel’de ise öykü on dördüncü yüzyıl dolaylarında, Avrupa’da hayali bir krallıkta geçiyordu. Stüdyonun araştırma görevlileri hemen işe koyuldular; mizelerle, kütüphanelerle temasa geçtiler. Fotoğrafları, eski baskıları, edebiyat yapıtlarını, kısacası, sanatçıların Ortaçağ Avrupası’nın havasını, özelliklerini iyice tanıyabilmesine yardımcı olabilecek her türlü belgeyi topladılar. Böylece, çizerler, edindikleri bilgileri filme çarpıcı bir gerçekçilikle yansıtabildiler.




Lay-out

 “Çizgi-film sanatının başlangıç dönemlerinde animatör tüm işleri yüklenirdi. Yani senaryoyu yazar, esprileri bulur, filmi planlar, yönetir, animasyonu (hareketlendirme) çizer, fonları resimlerdi. Ama işler geliştikçe ve zorlaştıkça, bu görevler bir yaratıcı ekip arasında pay edilmeye başlandı. Lay-out man, bu işbölümü sırasında ortaya çıktı.

 Nasıl bir sanat yönetmeni filmlerde görüntüden ya da bir tiyatro dekoratörü sahnenin görüntüsünden sorumluysa, lay-out man de çizgi filmin görüntüsünden sorumludur. Bu görüntüleri sahneler olarak planlar ve kâğıda geçirir. Senaryo ile ilgili toplantılara katılır. Çizgiyle ve kamerayla neler yapılıp yapılamayacağını bilir ve bu bilgisiyle toplantılara katkıda bulunur. Aynı zamanda filmin havasını ve kendisinden ne gibi bir iş beklendiğini öğrenir. Sahnelerin planlarını çizer.

 Planlar bittiği ve yönetmen tarafından da onaylandığı zaman kopyaları çıkarılır ve animatörlere dağıtılır. Animatörler bu planlar üzerinde tipleri hareketlendirirler.


Yönetmen

Sinema filmlerinde yönetmen filmin baş sorumlusudur. Oyunculara ne yapmaları gerektiğini söyler, onları yönetir, kamera açılarını kararlaştırır, en uygun ışıklandırmayı seçer, tüm hareketleri yönetir. Çizgi-film yönetmeni de aşağı yukarı aynı biçimde çalışır, ancak önündeki sorunlar daha çetrefillidir. Başından sonuna kadar filmi kontrolü altında tutmak zorundadır ve bu süre 3 yıl ile 6 yıl arasında değişir genellikle. Oysa sinema yönetmeninin işi çok daha kısa sürede biter.

 Senaryo son biçimini aldıktan sonra onu film haline getirmek yönetmenin işidir. Story-board’da sahneler genel olarak çizilmiştir. Yönetmen, bunun rehberliğinde her sahneyi en ince ayrıntısına kadar düşünür, planlar. Yakın planlar, kamera açıları, özel efektler gibi çeşitli teknik sorunlarla uğraşır. Müziğin ya da şarkıların, diyalogların, özel ses efektlerinin ses bandına kaydını yaptırır. Eskiz ressamlarının ya da animatörlerin çizdiği tiplerin son biçimine karar verir. Fonların ve kullanılan renklerin seçimini yapar. Kısacası, öyküyü ve görüntüleri en iyi mizansen içinde, en akıcı ve ilgi çekici bir biçimde filme almaya çalışır. Yazarlar, eskiz ressamları ve lay-out man ona yardımcı olurlar.

 Bütün bu hazırlıklar tamamlandıktan sonra yönetmen sahneler animatörlere dağıtır. Onlar da tipleri canlandıracak çizimleri yapmaya başlarlar. Yönetmenin bu aşamadan sonra günleri genellikle projeksiyon odasında geçer. Çizilen her sahneyi defalarca seyreder ve son düzeltmeleri yapar. Yıllarca sürebilen bu çalışma sırasında filmin bütününü aklında tutmak, her yeni sahnenin bu bütün içinde tam bir uyumla yerini almasına titizlik göstermek zorundadır.

 Filmin renkli kopyası basıldıktan ve ses bandının son kaydı yapıldıktan sonra yönetmen yeniden bir denetleme yapar ve bunları laboratuara yollar. Görevi ancak o zaman bitmiş sayılır.


Animatörler

 “Tiplere hareket verme işini (animasyon), Disney Stüdyosu’nun geniş; baş animatörler, yardımcı animatörler ve yardımcı animatör yardımcıları kadrosu üstlenir. Bunlar usta birer ressam oldukları kadar iyi birer aktördürler de. Ayrıca güçlü bir mizansen ve güldürü anlayışına, iyi bir zamanlama duygusuna, yüksek bir estetik beğeniye sahip olmaları beklenir. İnsan ve hayvan anatomilerini çok iyi bilirler. Doğada ve çevrelerinde hareket eden her şeyi gözlemek, ‘görme’yi öğrenmek zorundadırlar. Tıpkı bir sünger gibi bütün bu bilgileri içlerine çeker, kafalarında bir arşiv oluştururlar. Gerektiği zaman bunları hatırlayıp, işlerinde kullanırlar.

 Bir filme başlarken, yönetmen, sahneleri ve kahramanların üzerinde hareket ettiği planları (lay-out) baş animatörlere dağıtır ve bunların nasıl işlenmesini istediğini ayrıntılarıyla anlatır.

 Sahnelerin uzunluğunun, müzik ritminin, diyalog analizlerinin ve özel efektlerin her film karesine göre işlenmiş olduğu çekim cetvelleri de animatörlere yön verir. Bunların rehberliğinde animatörler çalışmaya başlarlar.

 Her sanatçının stili, artistik anlayışı değişik olduğu için, yönetmen hangi tipin çizimini hangi animatöre vereceğine, bu özellikleri gözönünde tutarak karar verir.

 Örneğin bazıları Cindirella gibi güzel genç kız tiplerini, bazıları ise Uyuyan Güzel’deki iyilik perileri gibi karikatürize, sevimli tipleri çizmekte daha ustadırlar.

 Yepyeni bir tipin yaratılması ise çok sabır ve çalışma isteyen bir iştir. Animatör kalemini eline almadan önce uzun uzun düşünmek, planlamak zorundadır.

 Prenses sarışın mı, esmer mi olsun?
 Kötülük perisi gerçekten kötü olmalı mı, yoksa kötü mü görünmeli?
 Yeni yaratılan tiplerin görünüşleri, kişilikleri, giyimleri, hareketleri, özellikleri neler olmalı?

 Bunun gibi bir sürü sorunun yanıtlanması, animatörler kadar yönetmeni ve yaratıcı ekipteki öteki kişileri de ilgilendirir tabii.
Ortak çalışma yapılır.

 Tip ortaya çıktıktan sonra, yaratıcısı olan animatör, bu yeni kahramanı çeşitli açılardan, değişik pozisyonlarda, değişik ifadelerle gösteren bir model çizim hazırlar. Bunun kopyaları öteki animatörlere dağıtılır. Onlar da bu modele bağlı kalarak çizerler hareketleri. Böylece tüm filmde aynı tipin oynadığı değişik sahneler, değişik animatörler tarafından çizildiği halde, tek elden çıkmışcasına bir uyum sağlanır.

 Animasyona gelince, baş animatör hareketin nasıl olacağına karar verir ve ‘uç hareketler’i çizer.

 Örneğin, yürüyen bir figürün bir adımını atarken, bir de adımı atıp ayağını yere basarkenki pozisyonlarını çizer. Bunlar ‘uç hareketler’dir. Hareketin tamamlanabilmesi için iki uç hareket arasına belirli sayıda ‘ara hareketler’ çizilir yardımcı animatörler tarafından. Yüzlerce insan, birbirlerine karışmalarını önlemek için, dikkatle numaralanır. Projeksiyonda saniyede 24 film karesi geçer ve figür perdede yürüyormuş gibi görünür.

 Çizimler test için filme alınır ve oynatılır. Sonuç başarılıysa, resimler temize çekilir. Daha sonra ‘Kopya ve Boyama Bölümü’ne yollanır.


Fonlar ve Renkler

Çizgi-film yapımının en önemli bölümlerinden biri, fon ve renk araştırmalarının yapıldığı bölümdür. Burada titizlikle seçilmiş, çok yetenekli ressamlar çalışır. ‘Dizayn’, mimarî ve renk konusunda iyi bir eğitim görmüşlerdir. Çok çeşitli tipte mekân ve atmosfer yaratabilecek güçte olmaları gerekmektedir. Kendilerinden bir hafta ayışığında bir ortaçağ şatosu, öbür hafta şafak vaktinde bir kızılderili köyü resimlemeleri istenebilir. Bu ressamlar, lay-out man’in daha önce ana hatlar halinde çizdiği planlara bağlı kalarak fonları en güzel biçiminde resimlerler.

 Uzun metrajlı bir çizgi-filmde kullanılan fon resimlerinin sayısı 900-1000 arasında değişir genellikle. Fonların, yerine göre gerçekçiliğin ya da fantezinin en iyi yorumlamaları olduğu kadar, tipleri her zaman ön plana çıkarmasına dikkat edilir. Bu bazen çok sorun yaratır.

 Örneğin Uyuyan Güzel’in orman sahnesinde aynı fonun önünde hemen göze çarpması gereken ve çeşitli renklerde boyanmış Prens, Prenses, at, baykuş, tavşanlar, sincap, 15 kadar kuş gibi bir sürü figür vardı. Aynı fon önünde bunların her birinin kaybolmaması nasıl sağlanabilirdi?

 Ressamlar bu sorunu şöyle çözümlediler:

 Bütün fonu açık, koyu, sıcak, soğuk gibi yeşilin pek çok tonlarını kullanarak renklendirdiler. Ayrıca, tiplerin parlak renklerine karşıt olarak, pastel tonlara gittiler. Böylece zengin bir orman fonunun önünde tüm tipler kaybolmadan yerlerini aldılar.

 Fonlarda her zaman pastel renkler kullanılmaz.

 Örneğin, ağzından ateşler saçan bir ejderha sahnesinde, gökyüzü parlak sarı renkteydi. Buna karşılık ejderha siyah ve mor renklerde boyanmıştı. Böylece hem o sahnenin hareketli, heyecanlı havası renklerle vurgulandı, hem de figür ön plana çıktı.

 Disney Stüdyosu’nda renklerin seçimi gelişigüzel yapılmaz. Çok titiz çalışmalardan, uzun tartışmalardan sonra yönetmen, lay-out man, fon ressamları ve renk uzmanından oluşan ekip tarafından kararlaştırılır.

 Fonlar tamamlandıktan sonra, resimlenmiş asetat sayfaları gibi, ‘Kamera Bölümü’ne gönderilir. Orada bu işin uzmanı kameramanlar ve yardımcıları, kendilerine verilen çekim cetveline bağlı kalarak ve tüm teknik olanaklardan yararlanarak, bunları tek kareler halinde filme çekerler. Çekimi yapılan film laboratuara gider. Banyo, seslendirme, montaj gibi teknik işlemleri yapılır ve gösterime hazır hale getirilir.


Seslendirme

Müzik ve seslendirme işine gelince, 1928’de ilk sesli Mickey Mouse yapıldığından beri, müzik Disney filmlerinin ayrılmaz bir parçası oldu. Kısa filmlerde filmin ritmini, esprilerini vurgulamak için kullanılıyordu müzik. Uzun metrajlı filmler yapılmaya başlanınca rolü değişti. Komik sahneler kadar, romantik, duygusal sahneleri de olan bu filmler için atmosferi tamalayıcı nitelikte müzik bestelenmeye başlandı.

 Şarkılar ve diyaloglar, filmin çizimi başlamadan önce banda alınır. Animatörlerin çizecekleri ağız ve vücut hareketlerini şarkılara ve diyaloglara senkronize edebilmeleri için bu bandlara gereksinimleri vardır. Orkestra müziği ise animasyon bittikten sonra banda alınır, çünkü filmdeki kesme ya da ekleme gibi işlerin sonra ermiş olması gerekir.

 Disney’in çizgi-kahramanlarına ses seçilmesi başlı başına bir olaydır. Uygun bir ses kahramana hayat verebileceği gibi, yanlı seçilmiş bir ses onun kişiliğini sıfıra indirebilir.

 Örneğin Uyuyan Güzel’deki baş kahramanlar, Prenses Aurora ile Prens Philip, en önemli tiplerdi. Aurora 16 yaşındaydı, dolayısıyla genç bir sese gereksinimi vardı. Prenses olduğu için vakur ve olgun bir tonu da olmalıydı bu sesin. Ayrıca, inandırıcı, anlaşılabilir bir biçimde konuşması, rolü gereği soprano bir sesle şarkı da söyleyebilmesi gerekiyordu.

 Kırk genç kız dinlendi. Sonunda Walter Schumann’ın korosunda bir şarkıcı olan Mary Costa seçildi. Prensin seslendirilmesi için ise yirmi genç dinlendi, sahne ve perdede isim yapmış; bariton sesli Bill Shirley seçildi.

 Ancak, anlaşmalar yapılmadan önce, ikisinin sesleri birlikte banda alındı. Sonuç mükemmeldi ve sözleşmeler imzalandı.


“Bir Halka”

Konuşmaya stüdyonun kafeteryasında öğle yemeği yerken devam ediyoruz. Burası, çevresi yeşillik ve çiçeklerle çevrili, küçük, sevimli bir bina. Terasta ve içerde olmak üzere, iki lokantası var. Tek tip elbise giymiş, güleryüzlü, orta yaşlı hanımlar servis yapıyorlar. Yemekler güzel, her taraf pırıl pırıl, tertemiz.

Çok dinamik, insanı sürekli ayakta tutan bir meslektir bu, diyor Art Stevens.

Her film yeni bir sorun demektir. Hiç bir zaman, ‘Tamam, artık bu işi öğrendim,’ diyemezsin. Sürekli öğrenirsin. Sonsuza kadar okula gitmeye benzer. Belki bedenen yaşlanırsın, ama ruhun her zaman genç kalır.

Çalışma hayatına girmeden önce bir sanat eğitimi gördünüz mü?

Evet. Los Angeles’de bir güzel sanatlar okuluna gittim. Anatomi öğrendim, canlı model çalışmaları yaptım. Bu tür bir eğitim temelde çok yardımcı olur insana; ama animasyon, ancak çalışırken, deneyle öğrenilebilir.

 California Institute of Arts gibi bir okulun animasyon bölümünde bu sanatın teknik yanını öğrenebilirsin. Ancak okulda kendin için yaptığın bir çizgi-film başka şeydir. Sorun kendi istediğini değil, başkasının istediğini çizebilmek. Uzun bir zincirin bir halkası olabilmek. Bu, belirli bir disiplin ister. Bazı sanatçılar için çok kolay, bazıları içinse çok güçtür bu. Nice çizerler tanıyorum ki, gayet iyi ressamdırlar, ancak film çizemezler; çünkü hem bu disipline giremezler, hem de içlerinde aktörlere özgü o zamanlama duygusu, oyunculuk sezgisi yoktur. İyi bir animatör, aktörlüğünü kalemi aracılığıyla kâğıt üzerinde gösterir.

 Ağır işçiliktir, zor iştir. Bazı insanlar için ‘iş’ tatsız bir sözcüktür. Benim için değil; çünkü işsiz bir yaşamın bence ilginç bir yanı yok. Aslında buna ‘iş’ demek bile yanlış. Bu, ‘yaratmak’tır; heyecan verici, zevkli bir çalışmadır.

 Yaşlandıkça insan kendini daha ‘baba’ gibi hissediyor ve gençlere deneylerini aktarmak istiyor. Bilirim, gençler öğüt dinlemekten hoşlanmazlar.

 Ancak şunu unutmamalılar: Yaptıkları iş, hiç bir zaman onları ‘tatmin’ etmemeli. Her zaman, ‘Daha iyisini yapabilirim,’ demeliler. Eğer ‘tatmin’ olurlarsa, farketmeden geriye doğru kaymaya başlarlar.

Filmlerde böyle kusursuz hareketler çizebilmek için nasıl bir yöntem uyguluyorsunuz?

Çoğu zaman, hareketleri incelemek için önce bir canlı-film çekeriz.

 Örneğin, son çalıştığımız film The Fox and the Hound’da ana karakterleri onlar gibi giyinmiş oyuncular canlandırdı. Hattâ avcı rolünü ben oynadım. Sonra filmdeki her karenin fotoğrafı alınarak üzerinde çalışmalar yapıldı. Hareketler iyice incelendikten sonra, senaryodaki çizgi-kahramanlara uygulanarak film çizildi.

 Bazı stüdyolar rotoscoping tekniği kullanıyorlar. Yani, canlı-filmin her karesini, üzerine koydukları kâğıda kopya ediyorlar. Sonra kendi tiplerini bunlara uyguluyorlar. Bu, herkesin yapabileceği, pek sanat değeri taşımayan bir yöntem. Biz kopya etmeyiz. Canlı çektiğimiz filmleri yalnız inceleme için kullanırız. Sahneleri animatörler, bu çalışmalardan yararlanarak hayalden çizerler.

The Fox and the Hound’un konusu nedir?

Başrollerdeki tilki ve tazı doğduklarından beri beraberdirler. Birlikte büyürler; çok iyi dostturlar. Ne var ki, insanların onları şartlamaları sonucu biri av, öteki avcı durumuna geçer ve düşman olurlar. Bir takım olaylar sonunda yeniden dost olurlar. Biten bir bölümü göstereyim sana.


13 Milyon Dolar

45 dakikalık bir bölümü seyrediyorum ve nerede olduğumu unutacak kadar kapılıp gidiyorum filmin güzelliğine.
“Kusursuz’un da ötesine geçmişler artık,” diye düşünüyorum.

Süresi ne kadar filmin?

1 saat 23 dakika kadar.

Yapımı ne kadar sürdü?

4,5 yıldır üzerinde çalışıyoruz. Bu yaz herhalde bitecek.

Kaç kişi çalıştı bu projede?

200 kişi kadar. 20’si baş animatör, 40 kadarı da yardımcı animatör bunların. Sana stüdyonun çıkarttığı bazı sayılardan söz edeyim.

 Bu film için 360.000 çizim,
                    110.000 asetat sayfası,
                        1.100 fon resmi,
                            748 değişik renk ve ton kullanılmış!

Filmlerin müziklerini kim yapıyor? Stüdyonun kendi orkestrası var mı?

Hayır. Gerektiği zaman dışarıdan müzisyenlerle çalışıyoruz. Bu, çoğu zaman Los Angeles Senfoni Orkestrası ya da onların bazı elemanları oluyor.

Film yapımları için ne gibi bütçeler ayrılıyor? Örneğin, The Fox and the Hound’un maliyeti nedir?

Aşağı yukarı 13 milyon dolar.

Son yıllarda sinema filmleri maliyetlerinin, yıldızlara ödenen astronomik ücretlerden dolayı çok arttığı ve çizgi-filmlerin, eski zamanların tersine, sinema filmlerinden daha ucuza maledilebildiği söyleniyor. Doğru mu bu?

Bizim stüdyo için doğru değil ama belki başka çizgi-film stüdyoları için doğru olabilir. Biz yapıtlarımıza çok masraf ettiğimiz ve çok zaman verdiğimiz için maliyetleri yüksek oluyor. Filmlerimiz kusursuz olsun istiyoruz. Öyle ki, bundan elli yıl sonra da oynatılabilsin ve güzelliğini hâlâ korusun. Fantasia’yı görmüş müydün?

Evet, birkaç kere.

O film, yaptığımız en güzel çizgi-filmdir. Hattâ diyebilirim ki, dünyada şimdiye kadar yapılmış en güzel çizgi-filmdir. En yetenekli ve deneyimli sanatçıların yarattığı bu film bugün yapılsaydı, maliyeti rahatlıkla 20 milyon doları geçerdi.


Stüdyo

Yemekten sonra Art Stevens stüdyoyu dolaştırıyor bana. Yürümekle bitmeyecek kadar büyük bir alan. Ön tarafta, yüzlerce insanın çalıştığı bölüm binaları var. Hepsi düzenli, tertemiz.

“Kopya ve Boyama Bölümü”nü gezerken bazı açıklamalar yapıyor Stevens.

Eskiden animasyon bölümünden kâğıt üzerine kurşun kalemle çizilerek buraya gelen resimler, asetat sayfalarına ‘kopyacılar’ tarafından mürekkeple kopya edilirdi. Şimdi onların yerine xerox denilen makineler kullanıyoruz. Bize müthiş zaman kazandırıyor bu makine. Asetat üzerine altı renkte baskı yapabiliyor. Bu renklerin dışından bir çizim istersek, o zaman yine ‘kopyacılar’ı kullanıyoruz.

Kompüter kullanıyor musunuz?

Bazı stüdyolar kopya ve boya, hattâ animasyon işleri için kompüterler kullanmaya başladılar. Ama biz geleneksel Disney stilindeki filmler için kompüter kullanmıyoruz. Kompüterler henüz bizim elle yaptığımız yumuşalıkta ve elâstikiyette çizim yapamıyorlar. Ama herhalde bir gün o teknik düzeye gelecekler. Öte yandan reklâm filmlerinde ve grafik filmlerde hârika sonuçlar alınabiliyor kompüterle.

Parkın arka tarafı canlı-film çalışmalarına ayrılmış.
Bilindiği gibi, Disney Stüdyosu’nda yalnız Çizgi-film değil, normal sinema filmleri de yapılıyor.

Bunlar arasında Davy Crockett,
                      Deniz Altında 20.000 Fersah,
                      Mary Poppins gibi ünlü filmler var.

Çevrede film dekoru olarak kurulmuş çeşitli yapılar, sokaklar, evler görülüyor. Sağda solda yeni filmler için dekorlar kuruluyor. Çok büyük, hangar gibi, boş bir binaya giriyoruz. Burası, filmlerin bazı iç-mekân sahnelerinin çekildiği yer. Ortaya çok büyük bir beyazperde gerilmiş, önüne bir at arabası konmuş. Çevrede çeşit çeşit spotlar, elektrik kordonları, gereçler...

O sıralarda çekilen bir filmin araba sahnesi için hazırlanmış burası; ama o gün çekim yoktu.


Yeni Projeler

Yeniden “Animasyon Bölümü”ne dönüyoruz.

Bir koridorun duvarında camlanıp çerçevelenmiş bir plan.
Florida’daki Disney World’ün ek inşaatının planları bu.

“Orayı büyütüyoruz,” diyor Art Stevens.

“Ek inşaat” dediği, ana bölümden daha büyük.

Disney Stüdyosu’nun iki “eğlence beldesi” var.
Biri Los Angeles’deki Disneyland (Disney Diyarı), öteki Florida’daki Disney World (Disney Dünyası).

Ben yalnız Disneyland’ı görebildim.

Walt Disney’in ünlü çizgi-filmlerinin canlandırıldığı hârika bir “eğlence beldesi”ydi bu.
Öyle ki, her gün, her yaştan, her ulustan binlerce insanın sabahtan akşama kadar gezmekle bitiremediği, gerçek dünyayı bütün bütüne unuttuğu bir hayal âlemiydi.

Devam ediyor Stevens:

Walt Disney’in ölümünden sonra, yönetimi damadı Ron Miller ele aldı. Tam bir iş adamıdır Ron. Yeni projeler peşinde şimdi. Bunlardan biri Tokyo’daki yeni Disneyland. Japonların sermayeyi, bizim de bilgimizi koyarak gerçekleştireceğimiz ortak bir yapım bu. Ayrıca her iki yılda bir uzun metrajlı yeni bir çizgi film yapmak, bunun için animasyon bölümünü genişletmek, yeni elemanlar yetiştirmek gibi projeler var.

Bu arada Jeff Varab ile randevu saatim yaklaşıyor.

Art Stevens’a, gösterdiği yakın ilgiden ötürü teşekkür ederek ayrılıyorum.


Jeff Varab ve Tron

Disney Stüdyosu’nun yepyeni bir film denemesinde animatör olarak görevli, genç, heyecanlı bir adam Jeff Varab.
Bürosu küçük, karmakarışık bir yer. Her yan resimler, eskizler, boyalar, kalemler, kâğıtlarla dolu.

Tron’un konusu nedir?

Tron bir kurgu-bilim filmi.

 Kompüterlerle oynanan video oyunları bütün dünyayı sarmış. Artık insanlar spor, gösteriler gibi uğraşlar yerine sadece kompüter oyunları oynuyorlar. Bunlar teknik açıdan o kadar ilerlemiş ki, insanları ve cisimleri içlerine çekip onları ‘fiilen’ oyuna katabiliyorlar ve giderek insanlara egemen oluyorlar.

 Filmin kahramanları buna karşı çıkıyorlar. Kompüterleri yeniden programlayıp onları etkisiz hale getirmek amacındalar. Kompüterler ise kahramanları içlerine çekip onları yok etmek istiyorlar.

 Bu filmin en büyük özelliği, Disney Stüdyosu’nda kompüterle yapılan ilk çizgi-film olması. Şimdiye kadar yapılan geleneksel çizgi-filmlerden çok farklı. Filmin ilk bölmü canlı-film olarak çekildi, gerçek dünyada gerçek oyuncularla. Filmin kahramanları kompüterin içine girdikten sonraki bölüm ise kompüter animasyonu ve başka bazı yeni tekniklerle çizgi-film olarak yapıldı.

Teknik açıdan biraz açıklar mısınız bu projeyi?

Tron’da bir kaç değişik tekniği bir arada kullanarak yeni bir denemeye girdik. Film yine çizgi-film, ama çizgi-kahramanlar yerine biz gerçek oyuncuları kullanıyoruz. Daha önce de söylediğimiz gibi, ilk bölüm canlı olarak çekildi...

 Normal bir sinema filmi.

 Ama oyuncular kompüterin içine girdikten sonra bambaşka bir dünya başlıyor. Bütün bütüne elektronik bir dünya bu. Önce oyuncuları siyah-beyaz filme çekiyoruz. ‘Mavi kutu’ tekniği kullanıyoruz. Bu teknikle oyuncuların görüntülerini arka plandan ayırmak mümkün oluyor.

 Sonra her film karesini xerox’dan geçiriyoruz. Bu makine, bize figürlerin yalnız konturlarını (dış çizgilerini) istediğimiz renkte ve asetat sayfaları üzerine basarak veriyor. Ondan sonra bu resimleri arka yüzlerinden, karar verilen renklerde boyuyoruz. Böylece aktörlerin gerçek hareket ve kişilikleri korunarak ‘inandırıcı’ olmaları sağlanıyor, ama grafik bir görüntü kazanıyorlar.

 Fonlar, ressamlar tarafından çok ayrıntılı bir biçimde resimleniyor. Grafik bir görünüm almış olan oyuncular bunların önüne geldiği zaman fon resimleriyle iyice kaynaşıyor.


“Sonuç Önemli”

Canlı film ile çizgi-film, birlikte daha önce de kullanılmıştı.

Örneğin Marry Poppins’de.

Ancak ikisi arasındaki farklılık çok belirgindi. Oysa bu yöntemle tam bir uyumluluk sağlandıktan başka, gerçek oyuncuları inanılmaz fantezi dünyalara sokabiliyoruz. Bu dünyaları yaratabilmek için kompüter animasyonu kullandık. Kompüter çok yeni kapılar açıyor çizgi-film sanatında.

Ne zaman bitecek bu film?

Uzun süredir çalışıyoruz üzerinde. Herhalde sonbaharda biter ama belli olmaz. Projenin gidişine bağlı.

Belirli bir tarihte bitirme zorunluluğunuz yok mu?

Var ama bu bir baskı yapmaz üzerimizde. Sonucun iyi olması önemli.

Bütçesi ne kadar Tron’un?

Doğrusu bilmiyorum. Tahmin de yürütmek istemem; çünkü çoğu zaman başta planlanan bütçeyi aşar masraflar.

 Örneğin, The Fox and the Hound için 10 milyon dolarlık bir bütçe kararlaştırılmıştı; oysa 13 milyonu geçti. Yapım sırasında sorunlar çıkar. En iyi biçimde çözümlemek zorundasınızdır bu sorunları. Zaman uzar, masraf çoğalır. Ama kaliteli bir film yapmak istiyorsanız para harcamayı da göze almak zorundasınızdır.

Disney Stüdyosu’nda Tron ve The Fox and the Hound’dan başka yapılmakta olan filmler var mı şu sıra?

Evet. 6-7 yapım sürüyor.

 Örneğin, yeni bir çizgi-film, The Black Couldron (Kara Kazan), Mickey Mouse ve bazı sinema filmleri.

Uzun süredir yeni bir Mickey Mouse filmi yapılmamıştı, değil mi?

Hayır. Bu, yılbaşı için özel olarak hazırlanan 30 dakikalık bir film.

Sizin burada çalışmanız nasıl başladı? Herhangi bir sanat öğrenimi yaptınız mı daha önce?

Hayır. Hiç bir sanat öğrenimi yapmadım. Disney Stüdyosu’na başvurdum dört yıl önce. İki aylık bir animasyon eğitimi yaptırdılar, sonra beni denediler. Başarılı bulunarak, yardımcı animatör yardımcısı olarak işe başladım. Ve çok çabuk ilerledim. Şimdi animatör olarak çalışıyorum. Stüdyolarda işler böyledir, her şey yeteğine ve çalışmana bağlı. Animasyon işinde süreler saatle değil, haftayla konuşulur. Bir sahneyi çizmeye başladığın zaman, o hafta bitip bitmeyeceği belirsizdir. Onun için dört yıla ‘kısa süre’ diyorum.

Burada çalışmaktan memnun musunuz?

Evet. Başka hiç bir stüdyoda çalışmak istemezdim. Hele Tron gibi bir filmde çalışmak çok zevkli.

 Artık stüdyonun yaşlı elemanları yavaş yavaş emekliye ayrılıyorlar. Bir sürü yeni eleman var. Büyük rekabet olması çok hoş; heyecan verici geliyor bana.

 Stüdyonun çizgi-film bölümü genişletiliyor. Dünyanın her yanından yeni yetenekler aranıyor. Ayrıca tüm personele yeni bir eğitim uygulanıyor. Yalnız burada çalışanlar için özel bir kitap yayımlandı. İçinde, şimdiye kadar edinilen deneyimler, animasyon, sahnelerin işlenişi, görsel biçimde düşünme sanatı, tip analizi, yeni tip yaratmak gibi konular yer alıyor. Bütün bu çalışmalardaki amaç, dünyada ‘Bir Numara’ olmayı sürdürmek, daha büyümek, kaliteyi daha da yükseltmek.”

“Walt Disney’in büyük bir ‘idealizm’le kurduğu ve geliştirdiği bu stüdyonun, onun ölümünden sonra öteki sanatçıların da aynı çizgide çalışmayı sürdürmelerinden ötürü, bu amaçlara erişeceğine şüphe yok,diye düşünerek ayrılıyorum oradan.


Cal-Arts

Los Angeles’in, gece gündüz trafiğin aktığı geniş otobanlarından birinde gidiyorum yine...

Bu kez Walt Disney’in yıllarca önce düşlerini kurduğu, on yıl önce gerçekleşen ideallerinden birini, bütün sanat dallarının aynı çatı altında toplandığı, dünyanın en ünlü güzel sanatlar okullarından birini, California Institute of Arts’ı (California Güzel Sanatlar Enstitüsü) görmeye gidiyorum.

Uluslararası sanat dergilerinde hakkında çıkan yazıları okuduğum, Amerika’da sanatla uzaktan yakından ilgisi olan herkesin tanıdığı, ülkenin en iyi sanat okulu diye nitelediği ünlü Cal-Arts’ı (kısa adı) görmeden geçemedim bu gezide.

Los Angeles’in biraz dışında, Valencia’da yemyeşil tepelerin üstünde kurulmuş okul binasına, çevresi çiçeklerle, ağaçlarla bezeli, kıvrıla kıvrıla tepeye doğru çıkan bir yok götürüyor sizi. Bir yanı dört, öteki yanı iki kat. Modern mimarînin güzel örneklerinden biri bu yapı. Çok geniş bir teras, katları çevreliyor. Sağa sola yerleştirilmiş, büyük çapta heykeller göze çarpıyor.

İki kadının çalıştığı resepsiyonda, canlandırma-film bölümünün yöneticisi Jack Hannah ile randevum olduğunu söylüyorum.
Birisi beni üst kata, onun bürosuna çıkarıyor.


Jack Hannah

Jack Hannah’nın dikkati çeken ilk özelliği canlılığı ve çevresine hâkim havası.
Orta boylu, kır saçlı, mavi gözlü, son derece neşeli ve zekî görünüşlü bir adam. Sohbete başlıyoruz.

Walt Disney’in rüyasıydı bu okul, diyor.

Bir sanatçının kendi dalının dışındaki sanat kollarıyla da yakından ilgilenmesi gerektiğine, bunların hepsinin birlikte bir bütünü oluşturduğuna inanırdı. Tüm sanat okullarını bünyesinde birleştiren bir okul kurmayı düşlerdi hep.

“California Institute of Arts’ın temelleri, 1883’de kurulmuş Los Angeles Conservatory of Music (Los Angeles Müzik Konservatuarı) ile 1921’de kurulmuş Chouinard Art Institute’un (Chouinard Güzel Sanatlar Enstitüsü) 1961’de birleşmesiyle atıldı. 1971’de yeni bölümlerin eklenmesi ve bu binanın yapımının bitmesiyle okul bugünkü biçimini aldı.

 Şimdi Cal-Arts beş bölümden oluşuyor:

  1. Resim ve Dizayn;
  2. Film ve Video;
  3. Müzik;
  4. Dans;
  5. Tiyatro.

“Öğrencilerimizi titizlikle seçerek alıyoruz. Bu yıl 750 kadar öğrencimiz, 150 kadar da öğretim üyemiz var. Öğretim üyelerinin hepsi kendi alanlarında isim yapmış, okul dışında da profesyonel olarak çalışan sanatçılar. Bunun üzerinde özellikle duruyoruz. Amacımız, öğrencilere bir yandan iyi bir sanat eğitimi veririken, bir yandan da onları dışardaki iş hayatının koşullarına uygun olarak yetiştirmek. Sık sık okula davet edilen sanatçılar da bilgi ve dneyleriyle öğrencilerin eğitimine katkıda bulunurlar.

Öğretim süresi ne kadar?

Dört yıl. Ancak bir çok öğrenci iki yılda temel bilgileri alıyor, geri kalan yıllarda okulun yanısıra dışarıda da çalışıyorlar.

Okul ücreti ne kadar acaba?

1980-81 yılında 4500 dolardı. Önümüzdeki yıl 5000, belki daha fazlaya yükselecek herhalde. Bu söylediğim, yalnız okul taksiti.
Malzeme, kitaplar, yatakhane, yemek gibi ücretler bunun dışında tabii.


“Uluslararası”

Konuşmamız telefonun ziliyle kesiliyor.

İsveç’ten aranıyor Jack Hannah.
Konuşmasından, bir öğrenci adayının, okulun çizgi-film bölümüne kabul edilmek için ne gibi koşullar arandığını sorduğu anlaşılıyor.

Daha önce yaptığın resim çalışmalarını görmemiz gerek. Bunlar öğretim üyelerinden oluşan bir kurul tarafından incelenir. Karikatürize resimler, çizgi-film kahramanlarının kopyaları gibi çalışmalar bizim için makbul değil. Çevrende gördüğün insan ve hayvanların bir kaç dakikada çizilmiş eskizleri, daha çok aradığımız türde çalışmalar. Öğrencide ‘gözlemcilik’ gelişmiş mi, çizdiği figürlere hareket ve ifade verebiliyor mu, bunları araştırırız resimlerinde,diye yanıtlıyor İsveçli öğrencinin sorularını.

Okulda çok yabancı öğrenci var mı?diye soruyorum.

Var. Biraz sonra film bölümünü dolaşırız birlikte. O zaman sen de göreceksin, burası uluslararası bir okul havasındadır. Başka ülkelerden çok başvuru oluyor. Eğitim bakımından ayrı bir avantaj sağlıyor bu durum. Çeşitli uluslardan öğrenciler burada birlikte yaşıyor, eğitim görüyorlar. Birbirleriyle sürekli alışveriş halinde olmak, başka kültürler hakkında bilgi edinmek, ufuklarını genişletiyor çocukların.

Biraz kendinizden söz eder misiniz?

1933 yılında Walt Disney Stüdyosu’nda çalışmaya başladım. Beş yıl animasyon, beş yıl senaryo bölümünde, yirmi yıl da hem canlı filmlerde, hem de çizgi-filmlerde yönetmen ve animatör olarak çalıştım. Sonra film işlerinden artık yorulduğumu hissettim. ‘Bundan böyle yalnız yağlıboya resim yapacağım,’ diye karar verdim ve emekliye ayrıldım. Ressamlığı hiç bırakmamıştım zaten. Burada da halen dizayn dersi veriyorum animasyonun yanısıra.


“Yeni bir bölüm”

Altı yıl önce bir gün stüdyodan aradılar. Esi animatörlerden çoğu emekliye ayrılmıştı. Bazıları ise artık hayatta değildi. Stüdyo yöneticileri çizgi-film işini ihmal ettiklerini, eğer yeni animatörler yetişmezse bu sanatın yokolacağını farketmişlerdi birden.

Benden bu okulda bir çizgi-film bölümü kurmamı istediler. Ben de bir eğitim programı hazırladım, bir kaç hoca seçerek işe baladım. Bu programda yalnız animasyon değil, Walt Disney’in de iyi bir animatörün kesinlikle bilmesi gerektiğine inandığı dizayn, renk, kompozisyon, anatomi, perspektif gibi dersler de yer alıyor.

Ayrıca öğrencilerde oyunculuk yeteneği ve iyi bir güldürü anlayışı da olması gerek.

 İnsanlar nasıl eğlendirilir?
 Kendi kendilerine değil, başka insanları ne eğlendirir?
 Ya da insanlarda herhangi başka bir duygu nasıl uyandırılır?

 Bunları araştırmayı öğretiyoruz onlara.
Aktörlük yeteneği olmayan insan bunları uygulayamaz.
Animatör de aslında bir aktördür, ancak oyunculuğunu kâğıt üstünde gösterir.

Bunu öğretmek güç bir iş. Nasıl uygulama yapıyorsunuz bu konuda?

Aslında ‘öğretmek’ denemez. ‘Hatırlatmak’ demek daha doğru olacak. Sürekli hatırlatıyoruz.

‘Ne arıyorsun?
 Neyi iletmek istiyorsun seyirciye?’

 Unutuyorlar. Yeniden hatırlatıyoruz, uyarıyoruz.

 Bir süre sonra öğrenciler, bir film hazırlarken dağılmamayı, amaçtan sapmamayı, mesajı doğru yoldan iletmeyi iyice öğreniyorlar.

 Bölüm çok başarılı oldu. İlk yıl 3 hocayla işe başlamıştık ve 20 kadar öğrencimiz vardı.
Şimdi 6 hoca ve 80 öğrenci var. Gelecek yıl öğrenci sayısı 100’e çıkacaktır sanırım.

 Bu sözünü ettiğim Disney stilinde, character animation (karakter animasyonu) dediğimiz türde geleneksel çizgi-film öğreten bölüm.

 Film ve Video Bölümü’nün bir de experimental animation (deneysel animasyon) programı var. Orada da 50 kadar öğrenci bulunuyor.
Onlar deneye dönük, alışılmamış, avant-garde türde bir animasyon çalışması yapıyorlar.

Öğrenciler, geleneksel animasyona, deneysel animasyondan daha çok rağbet ediyorlar anlaşılan. Bunun sebebi nedir?

 Daha mı çok iş alanı buluyorlar mezuniyetten sonra?

Sanırım öyle. Geleneksel çizgi-filmin çok büyük bir piyasası var. Yalnız uzun metrajlı filmler ya da kısa TV filmleri değil; okullarda, orduda, sanayi dallarında kullanılan eğitici filmler, reklâm filmleri gibi çok çeşitli alanlar var çalışabilecekleri.

 Bir ara büyük film şirketleri çizgi-film yapmaz olmuşlardı, çünkü para kazanamıyorlardı bunlardan. Ama son yıllarda bu işte yine bir canlanma başladı.

 Şimdi Disney Stüdyosu’nun başında olan Ron Miller (Walt Disney’in damadı), çok ileri görüşlü bir iş adamı. Çizgi-film  bölümüne çok önem veriyor. Her iki yılda bir uzun metrajlı çizgi-film yapmak istiyor. Bu, stüdyoda aynı anda en az iki filmin yapılması demektir. O yüzden yeni yetenekler arıyorlar.

 Stüdyo bu bölümü sürekli destekliyor maddî açıdan. Yetenekli buldukları gençleri de hemen işe alıyorlar.

 Mezunlarımız meslek hayatlarında çok başarılı oldular. Amerika’nın çeşitli yerlerindeki ya da Avustralya, Kanada gibi değişik ülkelerdeki stüdyolarda çalışmaya başladılar. Bir bölümü de Disney Stüdyosu’nda çalışıyor.

 Gerçi burada iyi bir eğitim alıyorlar ama şunu da unutmamalı:

 İstenen çizgiye gelebilmeleri için daha yıllarca çalışmaları, deneyim kazanmaları, olgunlaşmaları gerek.


Film ve Video

Film ve Video Bölümü’nü gezmek için bürodan çıkıyoruz Jack Hannah ile.

Geniş, uzun koridorlardan geçiyoruz. İki yanda sınıflar, stüdyolar...
Arada sırada yanımızdan kızlı erkekli gençler geçiyorlar...
Çinlisi, Japonu, İskandinavı, Amerikalısı; çeşitli uluslardan, çeşitli ırklardan bir sürü genç insan.
Üzerlerinde gelişigüzel kıyafetler; kimi blue-jean’li, kimi şortlu, kimi yerleri süpüren etekler giymiş...
Kiminin ayağında tenis pabuçları, kimi yalınayak...
Giyim kuşam umurlarında değil besbelli.
Son derece rahat tavırlı, güleryüzlü insanlar.

Hi Jack! (Selam Jack!)”
Böyle selâmlıyorlar hocalarını.
O da aynı biçimde karşılık veriyor. Bazılarıyla şakalaşıyor.

Stüdyoları geziyoruz. Kocaman salonlar.
Öğrenciler harıl harıl çalışıyorlar. Jack Hannah bazılarıyla tanıştırıyor beni.

Son sınıf öğrencilerinden Hollandalı bir gençle konuşuyorum. Üzerinde çalıştığı son çizgi-filmi hakkında bilgi veriyor. Projeksiyon odasına geçerek filmi seyrediyoruz. Öğrenci düzeyinin çok üstünde bir çalışma doğrusu.

Hannah’ın çok başarılı bulduğu başka bir öğrenciyle konuşuyoruz; Amerikalı bir genç kız. bir profesyonel kadar ustalaşmış çizgileri var. Okul bitince bir süre Avrupa’da araştırma yapacak; oradaki film çalışmalarını izlemek istiyormuş.

Öte yandan başka bir genç başını kaldırmadan çalışıyor. O da Rusmuş.

Öğrenciler, Türk olduğum için benimle çok ilgileniyorlar. Çevremde toplanıp çeşitli sorular soruyorlar.

Türkiye nasıl bir ülkeymiş?
İnsanlar nasıl giyinirmiş?
Hiç kar yağar mıymış? (Bu soru nedense her yerde çok soruldu bana)
Çizgi-film yapılıyor muymuş bizde?

Jack Hannah, “olağanüstü” diye nitelediği bir başka gençle tanıştırıyor beni:

Peter Chung, Koreli bir çocuk. Son derece sakin, sessiz görünüyor.
Yüzü maske gibi ifadesiz. Konuşmaktan da pek hoşlanmıyor belli ki...
Ama resimlerinin sessizlikle pek ilgisi yok.
Çok sert, dinamik, kâğıttan âdeta fırlayıp gitmek isteyen, vahşi desenler!
Çizgileri gerçekten çok güçlü.
O kadar ilgilenince çok hoş bir jest yapıp bir filmi için çizdiği iki desenini hatıra olarak verdi bana.

Yanından ayrıldıktan sonra, Hannah,

“Bu kadar sakin ve soğuk görünen bir insanın iç dünyasının böylesine fırtınalı olması ve resimlerine olduğu gibi yansıması ne ilginç, değil mi?” diyor.


Büyük Olanaklar

Okulu gezmek isteyenler için her gün saat 19:30’da bir buçuk saat kadar süren bir tur düzenleniyor.
Bu tura katılmak için Jack Hannah’nın yanından ayrılıyorum.

Genç bir rehber hanım küçük bir gruba okulu gezdirirken bir yandan da bilgi veriyor.

Binada 1200 kadar oda var.

Bunlar;
  • idarî bürolar,
  • atölyeler,
  • ses laboratuarları,
  • stüdyolar,
  • sınıflar,
  • tiyatro salonları,
  • konser ve konferans salonları,
  • dans stüdyoları,
  • kütüphane,
  • kafeterya,
  • kitap ve malzeme dükkânları olarak düzenlenmiş.

Ayrıca,
  • 350 öğrencinin kalabileceği ikişer kişilik odalar,
  • çamaşırhane,
  • kafeteryadan oluşan ayrı bir bina var.

Yanında da yüzme havuzu yer alıyor.

Her yer en iyi teknik olanaklarla, amaçlarına uygun olarak kurulmuş.

Bir fikir verebilmek için bazılarından kısaca söz edeyim:

Örneğin, Modular Theatre diye adlandırılan tiyatro salonu.

  • Zemin 270 tane 4x4 feet’lik (yaklaşık 1.20x.120 metre) parçalardan meydana geliyor.
    Bunlar, alttan hava basıncıyla yükselip alçalabiliyor ve kendi eksenlerinde 45 derece dönebiliyor.
  • 320 tane hareket olanağı bulunan bölme yan duvarları oluşturuyor.
  • Bunların gerisinde giyinme odaları, prova yerleri, gardrop odaları, 530 parçalık bir ışıklandırma sistemi var.
  • Koltuklar istenen yerlere monte edilebiliyor. Öyle ki, bir gösteri için salonun biçimi bütün bütüne değiştirilebiliyor.

İkinci bir tiyatro salonu 160 kişilik Theatre 11. Burası daha çok dans gösterileri için kullanılıyor.

  • Zemin neoprene denilen elastikî, özel bir maddeyle kaplanmış. Dansçıların ayak bileklerini en az yoran ve vücut dengelerini koruyabilmelerini kolaylaştıran bir madde bu.
  • Akustiği kontrol için duvarlar kumaş drapelerle kaplanmış.
  • Dört kanallı ses düzenine arkadaki kontrol odasından komuta ediliyor.

Dans stüdyoları yine özel zeminli, çok büyük salonlar. Bir duvarları baştan başa ayna.
Işıklar, provalara en uygun nitelikte ve gölge düşürmeyecek biçimde düzenlenmiş.

Müzik bölümünde yalnız klasik müzik değil, değişik ülkelerin müzikleri de öğretiliyor isteyen öğrencilere.
Örneğin, bir salona Bali adalarının müzik enstrumanları yerleştirilmişti.

Her yıl hangi ülkenin müziği çalışılıyorsa o ülkeden bir müzik hocası da getirtiliyor.

Müzik çalışmaları için öğrencilere ayrılmış 35 özel oda var.
Bunların duvarları ses geçirmiyor; böylece çalışanlar birbirlerini rahatsız etmiyorlar.

Okulun çok büyük bir kütüphanesi var.

Binlerce kitap, dergi, çeşitli dokümanların yanısıra 43.000 dia’lık bir dia bölümü, ayrıca bir de film bölümü var.
Buradaki küçük bölmelerdeki ekranlarda, kulaklık takarak çeşitli sinema filmleri, belgeseller, video filmleri, öğrenci filmleri seyredilebiliyor.

Resim atölyelerinde her türlü resim, fotoğraf, baskı işlerinde kullanılan malzeme var.

Ayrıca, küçük bir basımevi, grafik öğrencilerinin çalışmalarına ayrılmış.

Gezmekle bitmeyecek sayıda stüdyoların içinde bunlardan başka;
  • elektronik müzik stüdyosu,
  • video çekim stüdyosu,
  • kostüm ve aksesuar yapım atölyeleri,
  • film stüdyoları var.

Gördüklerime hayran kalarak yaptığım bu turda, gruptakilerin en merak ettikleri şey şuydu:

Peki ama öğrenciler nerede? Her yer boş gibi görünüyor.

Rehber şöyle yanıtladı bu soruyu:
Bu okulda tüm atölyeler sürekli açıktır. Öğrenciler isterlerse günde 24 saat çalışabilirler.
 Programlar yüklü olduğu için çoğu gece geç saatlere kadar çalışıyor.
 Bu yüzden şu saatlerde pek ortalıkta olmuyorlar.
 Ayrıca 1000’den fazla odada 750 öğrencinin kaybolup gitmesi doğal!



Demet Değer İnanç | sanat olayı - Sayı: 8 - Ağustos 1981