Kompüterle Canlandırma Film



Komputerlerle yapılmış bir canlandırma film gördünüz mü hiç?

Ben bir kaç tane görmüştüm.

Komputerle yapılan bu filmler, geleneksel canlandırma filmlerden oldukça değişik bir karaktere sahipti.
İlgiyle seyretmiştim, ama büyük bir heyecan da duymamıştım doğrusu...

Denver’de Computer Image Corporation’da (Komputer Görüntü Anonim Şirketi) yapılan filmleri görünceye kadar.


Burada komputerle canlandırma filmlerin ne yüksek teknik düzeylere erişebildiğini hayretle ve büyük bir heyecanla izledim saatlerce.

Ekranlardaki dinamizmi, zengin renkleri, her an değişen, birbirinin içinde eriyen, dalgalanan, parlayıp sönen ışık dünyasını seyrettikçe hayran kalmamak olanaksızdı.

İlk şaşkınlığım geçince, doğal olarak hemen “Nasıl yapılıyor bu filmler? Yaratıcısı kim bunların?” soruları takıldı aklıma.


Lee Harrison

Bu komputerleri icat edenin aynı zamanda şirketin yöneticisi ve en büyük hissedarı Lee Harrison olduğunu öğrendim.

Yaptığı büyük işlere karşın en ufak bir kibirliliği olmayan, neşeli, insancıl, idealist, çok zeki ve biraz da filozof bir insan.
51 yaşında, evli ve üç çocuk babası.

Çok ilginç bir kişi Harrison.

Pek rastlanmayan bir özelliği de, hem güzel sanatlar hem mühendislik öğrenimi yapmış olması.

1952’de Washington Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ni bitirmiş.
Aslında bütün ailesi bu okulda okumuş.
İnşaat mühendisi olan babası, operatör olan erkek kardeşi, müzisyen olan öteki kardeşi hep aynı üniversitenin öğrencileriymiş.

“Güzel Sanatlar Fakültesi’nde iki şey öğrendim,” diyor Lee Harrison.

Birincisi, insanın ulaşabileceği en yüksek yerin gerçek sanatçılık düzeyine ulaşmak olduğu;
 ikincisi ise o günün ölçülerine göre sanatçı olarak hiç bir değer taşımadığımdı.

 Okulun futbol takımında oynayan ilk güzel sanatlar öğrencisi bendim.
Soyunma odalarında şu garip sanatçı, sınıfta ise kafasız futbulcuydum diğerleri için.

 Nedense her zaman, uğraştığım işle çok çelişkili konulara da büyük ilgi duyardım.

 Mezuniyetten sonra bir süre tiyatroyla ve şarkı bestelemekle uğraştım. New York’ta küçük işler yaptım.
 Broadway’de bir tiyatronun önünde çığırtkanlık bile yaptım, ama hiç bir şeye sürekli ilgi duymadım.

 Askere gittim. Dönüşte ufak bir iş kurup çalışmaya başladım.

 Günün birinde bir sınıf arkadaşım çıkageldi. ‘Peru’da, Lima’da ki manastır çanlarını hiç gördün mü?’ diye sordu.
‘Hayır, görmedim.’
‘Ne güzel bir iş olurdu bunların sesini banda almak,’ dedi.

 NBC radyosunda, o zamanlar popüler olan bir program için bu işi yapmaya karar verdik.
 Her şeyi sattım. Bir jip aldım ve yola çıktık. Oraya hiç bir zaman varamadık, bu programı da yapamadık.
 
 Ne var ki, başka türlü yaşayamayacağımız serüvenler geçti başımızdan; çok değişik yerler ve insanlar tanıdık.
 O arada sürekli resim yapıyordum. Kendimi deniyordum, artistik yeteneklerimi ölçmek için.
Güney Meksika’da içtiğim bir sudan hastalık kaptım. Guatemala’ya vardığımızda iyice hastalanmıştım ve haftalarca yataktan çıkamadım.
 
 Orada tanıştığım bir adam, yeni açacağı bir lokantanın 80 feet’lik (yaklaşık 25 metre) duvarını resimlememi önerdi.
 Adı da ‘Pecos Bill’in Amerikan Elçiliği’ olacaktı lokantanın. Kabul ettim ve çalışmaya başladım.

 Günün birinde bir tepenin yamacına oturmuş, resim çalışıyordum. Bir yandan da düşünüyordum.
 26 yaşındaydım ve hayatıma nasıl bir yön vereceğim konusunda en ufak bir fikrim yoktu.

‘Bir makine olsa,’ diye kuruyordum,
‘cisimleri istediğim açıdan resimlese. Bazı reklâmlarda olduğu gibi örneğin. Kısa zamanda para kazanır, daha çok yolculuk ederdim...’

 Sanırım bugün yaptığım komputerlerin ilk çıkış noktası o gün kurduğum hayallerdi. Üzerinde düşündükçe daha çok hoşuma gitti bu fikir. Çizgi-filmleri çok severdim. Ama bir saniyelik film için bir sürü resim çizmek çok uzun ve sıkıcı görünüyordu bana. Böyle bir makineyle işin hamallık bölümü ortadan kalkar, yaratıcı işlere daha çok zaman kalır diye düşünüyordum. Ne var ki, gerçekleşmesi olanaksız gibi görünen bir rüyaydı bu. Üstelik hiç bir teknik bilgim de yoktu. Yine de denemeye karar verdim.

Bu karar üzerine Washington Üniversitesi’ne dönüp Mühendislik Fakültesi’ne başvurmuş.

Okul müdürü, bir ressamın mühendis olabileceğini aklı kesmediği için kabul etmek istememiş Harrison’u.

Ama o, Güney Amerika’da yaşadığı olayları, balta girmemiş ormanlarda nasıl trenden atıldığını,
uygarlığa ulaşıncaya kadar nasıl hayatta kalabilmeyi başardığı gibi serüvenlerini anlatarak müdürü etkilemeyi başarmış ve okula kabul edilmiş.

Daha sonra ilk dönemde Onur Listesi’ne geçmiş ve öyle devam ederek başarıyla okulu bitirmiş.

Bir amacım vardı çünkü, diyor.

Matematiği ve öteki mühendislik derslerini çok severek okudum.
 Ayrıca hayalini kurduğum makineyi yapmak için alev alev yanan bir istek vardı içimde.
 Aradığım yanıtı o kitaplarda bulacağımı sanıyordum. Ama bulamadım tabii.

Mezuniyetten sonra Pennsylvania’da Philco şirketinde araştırma bölümünde çalışmaya başlamış. Aynı yıllarda evlenmiş de.

Önceleri, haftasonları, evinin tavanarasında, yapmak istediği komputer projesi üzerinde çalışıyormuş.
Bazen hava o kadar soğuk olurmuş ki, elektronik cihazların ısısıyla idare etmeye çalışırmış.

Daha sonra bazı avukat, mühendis ve işadamlarının da bu çalışmalara katılmalarını sağlamış.
13 kişi, Lee Harrison ve Ortakları adlı bir şirket kurmuşlar.

Geceleri ve haftasonları çalışan bu şirketin büyük bir özelliği varmış. Çalışan herkes, sahip olduğu hisse için ayda 5 dolar ödüyormuş şirkete.
Yani çalışmak için para almak yerine ceplerinden para veriyorlarmış. Toplanan para, komputer için malzeme almaya ve araştırmalara harcanıyormuş.

Biraz para biriktiren Lee Harrison, 1961’de Philco’dan ayrılarak zamanının tümünü bu işe adamış.
İlk komputerini tamamlamış, ama kısa sürede para da tükenmiş. Karısına ve çocuğuna bakmak zorunda olduğundan, yeniden Philco’da çalışmaya başlamış.

1965’te Denver Araştırma Enstitüsü’nde araştırma mühendisi olarak görev almış. Bir yandan da kendi çalışmalarını sürdürüyormuş.

O tarihte film işi konusunda hiç bir şey bilmiyordum.
 Bir gün, komputerin çektiği filmleri kocaman bir kesekâğıdına doldurup, üniversitenin televizyon ve sahne gösterileri hocasına gittim.

‘Bunlar birbirine nasıl yapıştırılır, biliyor musunuz?’ diye sordum.

‘Montaj mı demek istiyorsun?’ dedi.
‘Evet efendim!’

 Böylece ilk filmcilik dersimi aldım!..”

1967’de Paramount film şirketinin eski ikinci başkanı Paul Raiborn ile tanışmış.

Raiborn, Harrison’un yaptığı komputeri görünce ona yardım etmeye karar vermiş ve bir anonim şirkete dönüşmelerini önermiş.
Paul Raiborn da ilk Yönetim Kurulu Başkanı olmuş.

1968’de yine Raiborn’un önerisiyle şimdiki adlarını almışlar ve 1969’da halka açılarak şirkete büyük gelir sağlamışlar.
Kadro genişlemiş, uzmanlar tutulmuş, teknik gelişme için yeni araştırmalara girilmiş.

Bir yıl sonra bir de bakmış ki Harrison, şirket 3,2 milyon dolar borç altında!

Bunun üzerine sıkı önemler almış. Şirketi yeniden düzenlemiş, yeni bir yönetici getirmiş başa.
New York ve Hollywood’da animasyon komputer tesisleri kurmuş. Dış ülkelere iş yapmaya başlamış ve zamanla durumu düzeltmiş.

Bugün Computer Image, Amerika içinde olduğu kadar, dünyanın çeşitli ülkelerinde de pek çok müşterisi olan,
reklâm, eğlence, sanayi, eğitim gibi değişik alanlarda filmler yapan bir şirket.

Müşterisi olan ülkelerin arasında;
  • Almanya,
  • Japonya,
  • Avustralya,
  • Lüksemburg,
  • Fransa,
  • İngiltere,
  • İrlanda,
  • İspanya,
  • Kanada,
  • Meksika,
  • Venezüela,
  • Brezilya,
  • Şili gibi ülkeler var.

Bunların bazılarında komputer tesisleri kurmuşlar.




Kurallar

Harrison, Bütün bunlar belli bir planın küçük parçaları, diyor.

Dünyada eşi olmayan bir işle uğraşıyoruz.
 Hattâ ilk kez patent almak için başvurduğumuzda, Patent Dairesi’nde yeni bir bölüm açmak zorunda kaldılar.
 Çünkü o güne kadar kimse bu tür bir komputer yapmamıştı.

 Amacımız insanlar arasındaki iletişimi zenginleştirmek.
 Tıpkı fotoğraf makinelerinin gerçek dünyayı görüntülemesi gibi, biz de varolmayan hayal dünyalarını görüntülemek istiyoruz.

 Bunu sağlayacak olan makineleri daha kolay kullanılır, daha hızlı, daha kaliteli ve daha ucuz yapmak için çalışıyoruz.
 Şimdi geldiğimiz nokta, benim düşlerimin belki de yüzde ikisi henüz.

 Bütün istediklerimi gerçekleştirmeye ömrüm yetecek mi, bilemem. Ancak şimdiye kadar kendime uyguladığım bazı kurallar var.

 Birinci Kural: Hiç bir zaman, ‘Artık çok geç,’ deme.
 Tam doruğa ulaştıkları anda, tam şu ‘hayat’ denen şeyi nasıl kullanacaklarını öğrendikleri sırada,
‘Artık çok geç, yaşlandım,’ diyerek köşeye çekilen pek çok insan tanıdım.
 Bunu hiç bir zaman yapmamaya kararlıyım. Ölünceye kadar çalışacağım. Aslında çalışmak da değil bu, çok sevdiğim bir işle uğraşmak.

 Biliyor musun, dünyada kendini bir amaca adamak kadar güzel bir şey olamaz. Bunun parayla da bir ilgisi yok.
 Uğraşıp didindiğin bir şeyin gerçekleştiğini, ortaya çıktığını görmek kazandığın en büyük ödül olur.

 Burası dünyada tek olan bir yer.
 Bir rüyanın peşine takılıp sıfırdan başlayarak nerelere geldik.
 Büyük bir tatmin getiriyor bu tabii ve kendimi çok mutlu hissediyorum.
 Öte yandan, daha gidecek çok yol olduğunu biliyorum ve gerilim içine giriyorum.

 Durmadan, ‘Nasıl daha fazlasını yapabilirim?
                    Nasıl daha hızlı olabilirim?’ diye düşünüyorum.

 İkinci Kural: Hiç bir şey karşısında sakın yıkılma.
 O anda seni mahvedecek gibi görünen bir durumdan kendini sıyırmayı becerebilirsen, eskisinden çok daha güçlü, çok daha bilgili olursun.
 Kendine güvenin artar ve görürsün ki başkalarının sana verdikleri öğütlerin pek de bir değeri yok.
 Çünkü onlar senin geçirdiğin deneyleri geçirmemiş olabilirler.

 Üçüncü Kural: Hayal kurmaktan hiç bir zaman vazgeçme ve gerekeni yapmaya hep hazır ol.
 Hayallerin varsa, istediğin yere ulaşabilirsin.
 Pek çok insan hayatı yanlış ele alıyor.
 Belki de eğitim düzeninin verdiği bir alışkanlık bu.
 İstemeden çalışırsın, çile çekersin, sınava girersin. İyi bir not alırsın... Hârika! İşte ödülün.

 Bu kavram sonra da sürüp gider çoğu zaman.
 İnsanlar istemedikleri biçimde yaşarlar, uğraşır didinirler... Bu da ödülleri olur işte.
 Çoğu insanlar, bütün hayatlarını sessiz bir umutsuzluk içinde geçirirler.
 Derler ki, ‘Ah, istediklerimi bir yapabilseydim, şöyle olurdu, böyle olurdu...’ Bunu derler yalnızca.

 Gerçekten bir şeyi istiyorsan, yapman gereken de odur, başka bir şey değil. Ve hemen, o anda başlamalısın işe.
 ‘Bunu yapacağım, çünkü istiyorum,’ demelisin.
 Gerçekten inanmışsan amacına, o sana yolunun üzerindeki tüm zorluklarla, tüm engellerle başa çıkacak gücü verir.
 Hiç bir şeyin fazla önemi kalmaz.
 Yalnızca gözlerindeki o pırıltı, o rüya, o gittiğin yer önemlidir artık. Ve hayatın bir anlam kazanır.

 Hepimiz bir gün öleceğiz. Öyleyse istediğimizin peşine düşmekten, ‘denemek’ten daha önemli ne kalıyor ki geriye?

 Bir adam tanımıştım eskiden. Çok kısa boylu, şişmancaydı. Yakışıklı sayılmazdı.  
 Bir gün gelip, ‘Ben sinema artisti olma istiyorum!’ dedi bana.

 Kendi kendine çalışmaya başladı.
 Her haftasonu Hollywood’a gidip çalmadık kapı bırakmazdı. Günün birinde ufak bir rol kopardı. Zamanla başka roller izledi bunu.
 Ünlü bir televizyon yıldızı olup çıktı sonunda. Kilo verdi, biçime girdi. Çok başarı kazandı.

 Başarısı çok yetenekli ya da çok akıllı olmasından kaynaklanmıyordu. Çok azimli olmasıydı sırrı.
 Aktör olmayı dünyada her şeyden çok istiyordu, gerisinin önemi yoktu. Roller dağıtılırken oradaydı; her zaman her yerdeydi...
 Fırsat bekliyordu. Yakaladı da sonunda.


Stüdyo

Lee Harrison ile birlikte stüdyoyu dolaşıyoruz. Burası, içinde bir sürü odanın yer aldığı çok geniş bir kat.
Şık döşenmiş, düzenli, pırıl pırıl bir yer. Bekleme salonunun bir köşesine yerleştirilmiş bir vitrinde, kazandıkları ödüller sergileniyor.

Odaların kimi idarî işler, kimi artistik işler için kullanılıyor. Bazıları da komputerlerin yerleştirilmiş olduğu stüdyolar.

Buraları stüdyodan çok pilot kabinlerini andırıyor...
Bir sürü düğmeler, teller, kulaklıkla çalışan teknisyenler.
Ayrıca bir de komputerlerin imal edildiği büyük bir atölye var.
Şirkette 50 kadar eleman çalışıyor. Çoğu da mühendis ya da teknisyen.

Ayrıca, Amerika’nın çeşitli yerlerine dağılmış bir sürü temsilcileri var.

Dünyada görüntüyle ilgili başka komputer sistemleri de geliştiriliyor, komputer grafiği, vb. gibi.

Konuşmaya devam ediyor Lee Harrison,

Komputer hakkında derinlemesine bilgisi olmayan bir kimse, bunlarla bizim sistemlerimiz arasında benzerlikler görebilir.
 Ama arada çok farklar var aslında.
 Her şeyden önce öteki sistemleri ancak mühendisler, teknisyenler kullanabiliyor.
 Biz ise bu makineleri sanatçılar kullansın diye yapıyoruz.
 Sanatçının hayal gücü olmadan bu komputerler hiç bir işe yaramaz. Makinelerin tek başına hiç bir önemi yok.
 Onlar yalnızca sanatçının işini kolaylaştırmaya ve hızlandırmaya yarayan araçlar.

 Ayrıca bu teknik düzeyde canlandırma film yapabilen başka bir komputer sistemi yok.



Animac

Animac, Lee Harrison’un yaptığı ilk komputere verdiği ad.

İstenen resim, bir elektron ışınıyla doğrudan doğruya komputerin ekranında çiziliyor.
Bazı düğmelerin komutasıyla, bu ışın elektronik bir kalem gibi kullanılıyor.

Çizilen şekil parçalara bölünebiliyor. Bunların hepsinin ayrı hareket olanağı var.
Beğenilmeyen parça hemen silinip yerine yenisi çizilebiliyor, öteki parçalara dokunulmadan.
Böylece, desen araştırması yapılırken tüm resmi defalarca çizmeye gerek de kalmıyor.

Animac’ın bir başka marifeti de ses ve hareketlendirmeyi otomatik olarak ve anında senkronize edebilmesi.
Özel mikrofonuna verilen müzik, ekrandaki hareket ritmine anında komuta edebiliyor.
Ya da mikrofonda yapılan bir konuşma, ekrandaki figürün ağzına, sese uygun olarak ve aynı anda hareket verebiliyor.

Animac’ın özel zırhı ise büsbütün şaşırtıcı özelliklere sahip.
Çok hafif ve komputerle bağlantılı olan bu zırhı giyen insan ne gibi hareketler yapıyorsa, ekrandaki çizgi-tip de aynı hareketleri yapıyor.

Diyelim ki, bir dans sahnesi çekmek istiyorsunuz. Çizgi-kahramanımız ekranda bekliyor.
Zırhı bir dansçıya giydiriyorsunuz. O dansettikçe, aynı dansı çizgi-kahraman da yapıyor.
Film kendiliğinden çekilirken, siz de bir koltuğa oturup izliyorsunuz!

Tamamlanan sahneler, filme ya da video banda alınıyor.

Encyclopedia Britannica’nın Animac ile yaptırdığı Growing (Büyüme) adlı 8,5 dakikalık filmin yapımı yalnızca üç gün sürmüş.
Bu film, geleneksel animasyon yöntemleriyle üç ile sekiz ay arasında bir sürede tamamlanabilirmiş. Fiyatı da on kat daha fazla olurmuş.
Bu film Chicago Film Festivali’nde Gold Hugo ödülünü kazanmış.


Scanimate

Scanimate, Lee Harrison’un geliştirdiği ikinci komputer.

Yaratıcısına 1972’de National Academy of Television Arts and Sciences (Ulusal Televizyon Sanat ve Bilimler Akademisi) tarafından verilen,
Amerika’nın en önemli televizyon ödülü Emmy’yi kazandırmış...

“Dünyada eşi olmayan Scanimate’in yapımında elde ettiği üstün teknik başarı”dan ötürü.

Hayal gücü olan herkes Scanimate ile canlandırma filmler yapabilir.
Herhangi bir komputer eğitimi görmüş olması gerekli değil. Komputere nasıl komuta edeceğini öğrenmesi yeterli.

Scanimate’in nasıl çalıştığı çok basit olarak şöyle açıklanabilir:
Önce komputere dışardan bir veri (done) gerekiyor...
Bu bir resim, fotoğraf, yazı, cisim ya da başka herhangi bir şey olabilir.

Örneğin Time Life Coroporation, Woodstock Müzik Festivali hakkında yalnız fotoğraf kullanarak, Scanimate ile bir canlandırma film yapmış.

Veriden, “kodalith” denilen çok yüksek kontrastlı bir negatif film alınıyor.
Kodalith levhası özel bir televizyon kamerasının önüne yerleştiriliyor.
Kameranın aldığı görüntü, komputerin televizyon ekranına benzeyen ekranında beliriyor.
Operatör, bir yandan ekrandaki görüntüyü seyrederken, bir yandan da komputerin düğmelerini çevirerek animasyona (hareketlendirme) başlıyor.

Görüntü, ekranda beş parçaya ayrılabiliyor ve her parça ayrı ayrı, istenildiği biçimde hareketlendirilebiliyor;
büyüyor, küçülüyor, çeşitli yönlere gidiyor, şekil değiştiriyor, vb...

Ya da görüntünün tümü somut biçimlere girip sonra yeniden eski asıl şeklini alabiliyor.

Komputerin komuta tablosundaki her düğmenin ayrı bir görevi var.
Görüntünün pozisyonu, büyüklüğü, yoğunluğu; bir sahnenin süresi, hareketlendirme... hep bu düğmelerle sağlanıyor.

Operatör görüntüye önce ekranda son şeklini veriyor.
Sonra şekli ekranda dolaştırarak hareketin “başlangıç noktası”nı ve “bitiş noktası”nı saptıyor.
Tıpkı animatörlerin kâğıt üzerinde çizerek sahneyi planlamaları gibi. Ancak çizmek yerine bir düğmeye dokunarak, çok süratle yapabiliyor bu işi.

Başlangıç ve bitiş noktalarından sonra, şeklin aradaki mesafeyi ne kadar sürede (yarım saniyeden bir kaç dakikaya kadar herhangi bir süre olabilir) ve ne karakterde bir hareketle geçeceğine karar veriyor.
Şeklin hareket özelliği, komputeri kullananın hayal gücüne kamış bir konu. Hemen hemen sınırsız hareket olanağı var.
İster yürütüyor, ister koşturuyor, ister kaydırıyor, ister yuvarlıyor, ister şekil değiştiriyor...

Hafızaya kaydedilen sahne son biçimini aldıktan sonra, şekil yeniden başlangıç noktasına getiriliyor ve “hareketlendirme” düğmeleri çevriliyor.
Sahne daha önce programlandığı biçimde baştan sonra ekranda oynuyor, siz de seyrediyorsunuz.
Sahneyi istediğiniz kadar tekrarlatabiliyor ya da değiştirebiliyorsunuz, sonuçtan memnun kalıncaya kadar.

Renk, hareketlendirme işlemi bittikten sonra veriliyor.
Kodalith’deki çeşitli gri tonları, komputerin renklendirme bölümünde operatöre görüntünün her parçasına istediği renkleri verebilmesini sağlıyor,
yine düğmelerle komuta ederek tabii.
Aynı anda, tümüyle renklendirilmiş görüntü komputerin başka bir ekranında seyredilebiliyor.

Bir sahne her şeyiyle istenen hale gelince yine komputerde, video banda ya da filme alınıyor. Böylece tüm film, sahne sahne hazırlanarak meydana getiriliyor.
İşin bu aşamasında bile filmin yönetmeni fikrini değiştirirse herhangi bir sahne değiştirebiliyor ya da silinip baştan yapılabiliyor.

Müzik ve diyaloglar, yine düğmelerle komuta edilerek hareketlendirmeyle kolayca senkronize edilebiliyor.

Çok önemli bir nokta, bu komputerin filmin üretimini, oynama süresine eşit zamanda yapabilmesi.
Yani film perdede bir dakika oynuyorsa, o filmin komputerde üretilmesi de (planlama dışında tabii) bir dakika zaman alıyor.
Oysa geleneksel canlandırma filmde, bir saniyede 24 kare resim geçtiğini düşünürsek, bir dakikalık film için pek çok resmin ayrı ayrı çizilmesi, mürekkeplenmesi, boyanması, tek tek filme alınması gibi uzun işlemler gerekiyor.
Ayrıca, sonucu da yüzde yüz denetleme olanağı yok, çünkü tüm işlemler bitip film perdede oynayıncaya kadar sonucu tam olarak göremezsiniz.

Scanimate, hem yapım süresini son derece kısaltıyor, hem sonucu tam denetleme olanağı veriyor; çünkü film yapılırken aynı anda ekranda izleyebiliyorsunuz ve beğenmediğiniz yerleri hemen değiştirebiliyorsunuz.

Öyle ki, filmi ısmarlayan müşteri ekranın önüne oturup bir yandan içkisini, sigarasını içerken, bir yandan da filmin yapılışını izleyebiliyor ekranda ve istediği değişiklikleri yaptırabiliyor.
Sonuçtan kesinlikle memnun kaldığı zaman komputerin bir ucundan çıkan video bandını (ya da filmini, bu da isteğe bağlı) alıp gidiyor.

Sürat, tam denetleme gibi olanaklarının yanısıra, bu filmler daha ucuza maloluyor, çünkü geleneksel canlandırma filmde büyük ekiplerin yaptığı işi komputer yapıyor, hem de çok daha süratli.
Zaman ve kadrodan yapılan kısıntılar, giderlerin çok düşmesine, dolayısıyla film fiyatlarının ucuzlamasına yol açıyor.


Caesar

Caesar, daha önceki sistemlerin bir birleşimi ve daha geliştirilmişi.

Scanimate’in daha çok grafik filmler yapabilmesine karşın Caesar mükemmel çizgi-filmler yapabiliyor ve tabii çok kısa sürelerde.

Başka bir özelliği ise üç boyutlu şekillerle animasyon yapabilmesi.
En son yeniliklerinden biri de, bu şekillere metalik ya da kristal görüntü verebilmesi.
Ayrıca bunların üzerinde ışık dolaşması, yer yer yıldızlar parlaması gibi özel efektler verebiliyor.

Bu sistemle bir sahnenin yapılışını seyrettim oradayken.

Animatör, daha önce tipini çizmişti ve resim kodalith’e çekilmişti. Yalnız bunu parçalara bölerek ve bir kaç tercihle çizmişti.
Yani 4 değişik bacak, 2-3 değişik kol, kafa, vb. gibi. Kodalith levhası komputere verildi ve resim ekranda belirdi.

Animatör bazı düğmelerle oynayarak tip araştırması yapmaya başladı. Vücudun altına bacaklardan biri geldi. Onu beğenmedi, öbürü geldi.
Kollar, kafa geldi takıldı. Sonunda tip ortaya çıktı.

Yine bir takım düğmelerin komutasıyla yürüdü, diz çöktü, ayaklarını oynattı...
Renk değiştirdi, kırmızıyken mavi oldu, maviyken sarı oldu...

Hepsi bir düğme çevirerek, sihir gibi!

Caesar’ın nasıl çalıştığını şöyle anlatıyor Lee Harrison:

Bunu bir sanatçının anlayabileceği biçimde açıklayayım sana.

 Bir boşluk düşün. Bu boşluk içine elastikî bir maddeden yapılmış bir kukla yerleştirdiğini farzet.
 Kuklayı elektronik olarak parçalara ayır. Boşlukta yerçekimi olmadığı için her parçaya her hareketi yaptırabilirsin.


 Caesar’ın 4 ana kontrol bölümü var:

  • Hazırlık
  • Animasyon
  • Playback (Tekrarlama)
  • Montaj

 Hazırlık bölümünde tüm parçaları elektronik bağlarla birbirine bağlıyorsun.
 
 Bunu yapmak için üç soruya cevap vermen gerekir:
  1. Hangisi?
  2. Ne?
  3. Ne kadar?

 Yani;
  1. Hangi parçaları hareketlendirmek istiyorsun?
  2. Onlara yaptırmak istediğin nedir?
  3. Ve ne kadar yaptırmak istiyorsun?

  •  Bunları kararlaştırdıktan sonra, parçalara birinci uç hareketi verirsin.
  •  Sonra ikinci uç hareket, üçüncü ve böylece devam edersin.
  •  Uç hareketler tamamlandıktan sonra komputer ara hareketleri çabucak çizer, saniyede 30 kare olarak
    (Film projeksiyonunda saniyede 24, videoda saniyede 30 kare geçiyor).
  • Hareketlendirmede özel bir efekt istemişsen komputer otomatik olarak en akıcı hareketlendirmeyi yapar.

  • Daha sonra playback düğmesini çevirirsin ve uç hareketler tarafından yönlendirilen tüm sahneyi ekranda seyredersin.
  • Beğenirsen ve sahne bir ‘cycle’ (aynı hareketin sürekli tekrarlanması) ise, montaj bölümüne geçersin.
    Düğmeye basarsın ve aynı sahne istediğin kadar tekrarlanır.

    Örneğin iki adım atan bir figür hazırlamışsan, bu aşamada istediğin kadar ve istediğin süratte yürür.
    Bir yerini değiştirmek istersen, beğenmediğin uç hareketi değiştirirsin.
    Komputer, sonraki uç harekete bağlayan ara hareketleri otomatik yapar.

  • Önceden hazırlanan ses analiz bandının rehberliğiyle, müzik ya da sesle hareketlendirmeyi senkronize edebilirsin.

    Örneğin 15. karede ıslık sesi başlıyorsa, filmin de 15. karesi uç hareket olarak hazırlanır ve tam o karede tip ıslık çalmaya başlar.

  • Ayrıca, hacimli şekillerle çalışmak istiyorsan; şeklin alt, üst ve yan parçalarını boşlukta çevirerek hangi açıdan görmek istiyorsan, boşlukta oraya yerleştirirsin.
  • İstediğin renkleri de hemen verebilirsin.



Sistem IV

Sistem IV, Computer Image ekibinin dört yıldır üzerinde çalıştıkları en yeni komputer.
Henüz proje halinde ama çok yakın bir gelecekte imal etmeye başlayacaklarmış.

Çok güçlü bir komputer, diyor Lee Harrison Sistem IV hakkında.

Caesar’da bir şekli 8 parçaya bölebiliriz. Sistem IV’de bu sayı nerede ise sınırsız.
 Her parçaya da aşağı yukarı 87 değişik hareket verebiliriz. Caesar’da bu sayı 23-24’tür.
 Sistem IV’ün en önemli özelliklerinden biri, yapılan çalışmanın aralıklı olarak tekrarlanabilmesi.

 Diyelim ki, bir süre bir film üzerinde çalıştın ve bitiremedin. Komputer, o zamana kadar yaptığın çalışmayı küçük bir kasete kaydediyor.
 Kaseti ve ilk başta kullandığın orijinal çizimi alıp gidiyorsun.

 Diyelim ki iki hafta sonra geri geldin. Kaseti komputere veriyorsun ve bıraktığın noktadan işe devam edebiliyorsun.

 Bir başka yenilik de ‘hiyerarşik programlama’.

  •  Diyelim ki, komputerde bir adam çizdin... Vücut, kafa, bacaklar, kollar, ayaklar, vb... Bu parçalardan iki ‘bütün’ oluştu.
  •  Şimdi adamı bisiklete bindirdin ve hareket verdin, pedalları çevirmeye başladı. Tek bir bütün elde ettin.

  •  Şimdi bisiklete binen adamı ayın çevresinde döndürmek istiyorsun.
  •  Ayı çizdin ve adam çevresinde bisiklete biniyor...
  •  Çevresinde bisiklete binen adamla birlikte ayı dünyanın çevresinde döndürmek istiyorsun.
  •  Dünya geliyor ekrana ve ay çevresinde dönmeye başlıyor...
  •  Sonra dünyayı da güneşin çevresinde döndürüyorsun...

 Böylece istediğin kadar yeni öğeler ekleyebilirsin.

 Bu kadar karışık ve çok çeşitli hareketi olan bir sahneyi geleneksel çizgi-film yöntemleriyle yapamazsın.
 Bir matematikçi gerekir bu hesapları yapabilmek için. Oysa Sistem IV’le çalışırken kendine çizeceğin küçük bir kroki yeterli.

 Sistem IV, üç boyutlu şekillerle çalışmayı çok daha basit bir hale getiriyor.
 Hacimli şekillere istediğimiz hareketi yaptırabiliyoruz. Değişik açılardan bakabiliyoruz.
 Ayrıca, boşlukta geriye doğru gittikçe daha silikleştirerek derin perspektif verebiliyoruz.



“Harika bir sanat”

Filmlerin ortalama fiyatları ne kadar oluyor? Diyelim ki, 30 saniyelik bir reklâm filminin? diye soruyorum.

Bu filmin cinsine göre değişir.
 Komplike hareketli bir filmse ya da yapımı çok zaman alacaksa daha pahalı olur.
 Kısa sürede ya da basit hareketli bir filmse çok ucuz olur...
 30 saniyelik bir film için, fiyatı 8000 dolar civarında diyebilirsin.
 Geleneksel canlandırma filmde bu fiyat 8-10 kat artar.

İlerisi için ne gibi projeleriniz var?

Canlandırma film harika bir sanat.
 O kadar harika ki, daha hızlı ve daha çok üretilmeli, daha geniş kitlelere sunulabilmeli.
 Geleneksel yöntemlerle bu çok güç. Çünkü çok uzun zamanda yapılıyor ve çok pahalıya maloluyor filmler.

 Biz yaptığımız komputerleri tüm dünyaya yaymak istiyoruz. Bu, rekabeti getirecek tabii.
 Birileri çıkıp belki daha iyilerini, belki daha ucuzlarını ya da daha süratlilerini yapacak. İş dünyasının kuralları bu.

O yüzden biz sürekli olarak araştırmaları sürdürmeye, yeni aşamalar yapmaya ve bu konuda önderliği korumaya kararlıyız.



Demet Değer İnanç | sanat olayı - Sayı: 9 - Eylül 1981