21 Mart: Uluslararası Irk Ayrımı ile Mücadele Günü





Tarih boyunca görülen pek çok olgu, günümüz bakış açısı altında ırkçılık olarak değerlendirilebilirse de, bilinçli olarak ırkçılık kendince birtakım açıklamalarıyla da 19. yüzyılın ikinci yarısının ürünüdür. Fransız devrimini izleyen gelişmeler içinde, bir yandan kapalı ekonomi açılırken, bir yandan da ulus kavramı gelişiyor ve çokuluslu devletler, ulus-devlet biçimine dönüşüyordu. Özellikle 19. yüzyıl tam bir “ulusçuluk yüzyılı”dır. Ancak, yüzyılın ikinci yarısında ulusçuluğun aşırı bir yorumu olarak ırkçılık ortaya çıktı.

Irkçılık anlayışının ardında yatan husus, kapitalist üretim biçimi ve bunun getirdiği sömürgeciliktir. Gerçekten geri kalmış ve düşük nitelikleri olan sarı ve siyah insanlara uygarlığı götürmek savında olan beyaz insan, kendinde “vehmettiği” bu misyonu yerine getirmek için gerekçesini de bulmuştu: Sosyal Darwinizm.

Ancak, o zaman sömürgeciliğin gerekçesi olarak ileri sürülen ırkçılık, zamanla ABD’de ve Güney Afrika’nın kimi ülkelerinde siyah-beyaz savaşımı niteliğini kazanacak; Avrupa’nın kimi ülkelerinde ise, anti-semitizm biçiminde ortaya çıkacaktır. İki savaş arasındaki dönemin totaliter rejimlerinin felsefi temelini oluşturan “elitçilik-seçkincilik” görüşü de ırkçılığın farklı bir yorumundan başka bir şey değildir.

Bu dönemde tarihin gördüğü en büyük barbarlığın hedefi olan Yahudilerin günümüzde “siyonizm” çerçevesinde ırkçılığı benimsemeleri de ilginç bir durumdur. Ancak, tüm bunları Darwinizm’den başlayarak incelemek gerekir.


GÜÇLÜ OLAN YAŞAR

Darwin, “Türlerin Kökeni” isimli kitabında doğadaki “ayıklanma”yı açıklayan kuramını anlatır.

Darwin’e göre, evrim çizgisi içinde bulundukları yerin koşullarına uyabilecek nitelikleri olanlar varlıklarını sürdürebilir, diğerleri kaçınılmaz bir biçimde yok olur. Bunun yanı sıra yaşam canlıların doğadan yararlanmak için sürekli savaşımlarıyla geçer. Güçlü olan yaşayacak, güçsüz olan ölecektir. İç içe işleyen bu iki süreç sonunda doğal bir ayıklanma olur. Türlerin biçim değiştirmeleri ve farklılaşmalarının nedeni de bu savaşıma ayak uydurabilmek ve çevreye uyum sağlayabilmektir.

Darwin’in hayvan türlerini açıklamak için geliştirdiği bu kuram;
  • Gobineau,
  • Herbert Spencer ve
  • Friedrich Nietzsche gibi yazar ve düşünürlerin kuramlarında bambaşka boyutlar kazandı.

Özellikle, Gobineau ırkçılığın en önde gelen düşünürü olarak değerlendirilebilir.

Gobineau öncelikle güçlü ırkların yeteneklerinin tarihsel köklerini araştırmış ve insan uygarlığını yaratan tüm bilgi ve keşifleri aynı tohumun ürünü saymıştır. (Bkz. C. Sena II, s.249) Bu tohum yeryüzünün her tarafına yayılmış ve değişik zamanlardaki bu yayılmalar sırasında meyvelerini vermiştir. Bu bakımdan, uygarlıkları sona erdiren ve toplumları öldüren etken de ortak bir etkendir ve bu tohumun soysuzlaşmasından başka bir şey değildir. Bu tohumun soysuzlaşması da o ulusun kanının bozulması demektir. Bunun dışında kalan etkenlerin; örneğin coğrafi konumun, aşırı büyümenin, lüks ve israfın hiçbir önemi yoktur.

Gobineau’ya göre toplumlardaki eşitsizlik toplumsal kurumların bir sonucu değildir. Aslında insan toplulukları fizik ve etnik bakımdan farklıdır. Ve Gobineau’ya göre ırk farkları süreklidir. Ancak, bunlar arasındaki döllenmeler nedeniyle melez ırklar türemiştir. Temel olarak üç ırk vardır. Bunlar sarı, siyah ve beyaz ırklardır. Beyazlar en üstün ırk, siyahlar ise, en aşağı nitelikleri olan ırktır. Beyaz (âri) ırkın diğer ırklarla birleşmesiyle bazı alt-ırklar ortaya çıkmıştır. Bu alt-ırkların yeteneklerinin derecesi sahip oldukları âri kan oranına bağlıdır. Kafatası yapısı ve kimi anatomik özellikleri nedeniyle bu ırklar birbirinden kolaylıkla ayrılabilirler.

Gobineau’ya göre, beyaz ırkın özelliklerini koruyabilmiş olan ırklar Germen ve Kuzey (Nordik) ırklarıdır. Tüm ırkları asimile etmeye çabalayan hümanizm aslında bir soysuzlaşmadan başka bir şey değildir. Zira, herhangi bir kavmi uygarlaştırmak mümkün değildir. Eşitsizlik ırkta ve kandadır ve bu eşitsizlik doğal ve kaçınılmazdır.

Gobineau’nun bu düşüncesi Almanya’da Friedrich Nietzsche tarafından işlendi ve ilginç bir biçimde taraftar toplayabildi. Özellikle Nazi devleti ırkın saflığını koruma adına, soysuz Slav ırkını yok etme adına insanlık tarihinin en iğrenç soykırımlarına giriştiler.

ABD’de Kızılderililerin ortadan kaldırılması da aslında ırkçı bir soykırımdı.
Fakat, gerekçeleri böylesine felsefi değildi.




SAVAŞ SONRASINDA DURUM

İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda, ırkçılık tüm dünyada lanetlenen bir olgu oldu. Gerçekten ırkçılık adına yapılanlar bu kuramı savunulması olanaksız bir olgu biçimine dönüştürmüştü. Ancak, kuramsal olarak savunan kalmasa bile, uygulamadaki ırkçılık süregeldi.

Oysa ki, Birleşmiş Milletler Yasası’nın 1. maddesinde ortaya konan amaçlar arasında şu satırlar da yer almaktaydı:

...Ekonomik, toplumsal, kültürel ya da insancıl nitelikteki uluslararası sorunları çözerek ve ırk, cinsiyet, dil ya da din ayrımı yapmaksızın insan haklarına ve temel özgürlüklere saygı gösterilmesini sağlayarak ve bunları teşvik ederek uluslararası işbirliğini gerçekleştirmek...

Zaten Birleşmiş Milletler Yasası’nın 55. maddesi de şöyle düzenlenmiştir:

Uluslar arasında halkların hak eşitliği ve kendi geleceklerini belirleme ilkesine dayanan dostane ve barışçı ilişkiler açısından gerekli olan istikrar ve refah koşullarının yaratılması için Birleşmiş Milletler; ırk, cinsiyet, dil ve din ayrımı yapılmaksızın insan haklarına ve temel özgürlüklere dünya çapında uyulmasını ve saygı gösterilmesini sağlayacaktır.

Birleşmiş Milletler gerçekten ırk ayrımı konusunda çok duyarlı davranan bir kurumdur.
Zira, sayısal olarak ağırlık önemli ölçüde ırkçı düşüncenin mahkûm ettiği ülkelerdedir.

1948’de kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin giriş bölümünün ilk paragrafı da şöyledir:

İnsanlık ailesinin bütün üyelerinde bulunan onurun
ve bunların eşit, devredilemez haklarının tanınmasının özgürlük, adalet ve dünya barışının temeli olmasına...

1965 Irk Ayrımının Bütün Biçimlerinin Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin girişinin yedinci paragrafında da aynı duyarlılık görülmektedir:

İnsanlar arasında ırk, renk ya da etnik köken temeline dayanan ayrımın uluslar arasında dostça ve barışçı ilişkilerin geliştirilmesine engel oluşturduğu ve halklar arasındaki güvenlik ve barışı, hatta bir ve aynı devlet içinde yan yana yaşayan kişiler arasındaki uyumu bozabilecek nitelikte olduğunu teyid ederek...

Hür dünyanın temsilciliği ve sözcülüğü ve demokrasinin savunucusu olduğunu sık sık vurgulamaktan pek keyiflenen ABD’nin yukardaki sözleşmeyi imzalamamış olması ve İsrail’in imzalamamak bir yana bu sözleşmeyi reddetmesi son derece enteresandır.

Filistinli hukukçu Enis El Kasım’ın belirtmekte olduğu gibi ırkçılık dünya barışına ve halklar arasındaki işbirliğine yönelmiş bir tehdittir. Zira, ırkçılık “keyfidir”. İnsanları nesnel nitelikleriyle değil, ait oldukları ırkla değerlendirir.

Bunun yanı sıra, ırkçılık akıl dışıdır, bilim dışıdır. Dünyadaki gelişmeler ve insanlığın bugünkü durumu tüm insanlığın eseridir. Bunu herhangi bir ırka bağlamanın bilimsel bir açıklaması şimdiye dek yapılamamıştır. Irkların ve insanların eşitsizliği savının hiçbir bilimsel kanıtı yoktur, olamaz.

Irkçılık birey ve toplum düzeyinde çirkin ve iğrenç bir sömürü aracından başka bir şey değildir. Sömürgeci beyaz adam, tarih boyunca hiçbir sömürgesini uygarlaştıramamıştır. Yaptığı tek şey o ülkelerin insanlarının ve doğal kaynaklarının sömürülmesi olmuştur.

İnsanlık ırkçılığın sonuçlarını net bir biçimde görmüştür fakat, günümüzde bile bunun önü alınamamaktadır. Özellikle Güney Afrika Cumhuriyeti’nde beyazların siyahlara yaptıkları, uygar bir insanın yüzünü kızartacak düzeydedir.

21 Mart 1960’da Sharpeville’de gösteri yapan siyahlara ateş açılması sonucu ölen 69 kişiyi anmak için yapılan toplantılarda bu kez aradan çeyrek yüzyıl geçtikten sonra 19 kişinin yaşamını yitirmesi, bu konuda ne denli az yol alındığının kanıtıdır.

Irkçı sağın Avrupa’da gitgide güçlenmesi endişe ile izlenirken,
Bulgaristan gibi sosyalist bir devlette ırkçı uygulamalar görülmesi gerçekten çok üzücü ve düşündürücüdür.



Toktamış Ateş | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi 117 - 1 Nisan 1985
_________________________________________________________________________________________




Batı’nın ünlü ansiklopedilerinde onlara rastlanmaz. Batı’yı körükörüne izleyen ülkeler ise, özellikle onlardan habersiz görünmeyi yeğler. Ama, bu kasıtlı suskunluk ve unutuş kozası içine kapatılan yeni bir dünyanın ve yeni bir gücün temsilcileri, artık bir isyan edebiyatını öne çıkarıyor. Gelişen zenci edebiyatı, ırk ayrımına, Batı’nın sürdürdüğü kültür egemenliğine karşı yükselen keskin bir çığlık. Bir tepki yumruğu! Haklı bir sorgulama ve gecikmiş bir suçlama belgesi.

Kuşkusuz, bu kavga edebiyatının boy verdiği toprakların özellikleri değişik: En başta, en ağır koşulların biçim ve ruh kazandırdığı, umutsuz bir ırk ayrımı siyasetinin her geçen gün kanla yıkadığı Güney Afrika bölgesi; sonra, dört yüz yılı aşkın bir süredir kökünden koparılmışların katlandığı örtülü ırkçılığı yaşayan topraklar ve son olarak da, bağımsızlığını ve insanlık onurunu ancak yarım bin yılın bitiminde kazanmış Siyah Afrika ve Küba gibi yeni ülkelerin özgür girişimleri.

Ne var ki, tek tek değişik bile görünse, tüm bu halkalar aynı ağır zincire bağlı. Siyah-beyaz ayrımına, daha genel bir deyişle çağdışı ırk ve renk ayrımına. Malcolm X’in (1965’te öldürüldü) ve daha sonra da Amerikalı zenci yazar Eldrige Cleaver’ın vurguladığı gibi, dünyada ezilenler arasındaki dayanışmanın ortaya çıkardığı keskin siyasal bilinç hiçbir şekilde yadsınamaz. Yok edilemez.

1950-70 arasında Afrikalı sanatçılar, sömürgecileri hedef almışlardı; bugün kendilerini inceliyorlar. Gene altmışlı yıllarda, Amerika’daki zenci yazarlar kavga edebiyatının en uç ve ateşli ürünlerini verdiler.

Zenci bilinci ve zenci kültürü, bu yılları akkor bir “volkan ateşi”ne çevirmişti.

James Baldwin,
Leroi Jones,
John Wiiliams,
Chester Himes,
William Melvin Kelley,
Eldrige Cleaver özellikle.

Daha sonra, bunlara Ernest Gaines,
                              Ishmael Reed,
                              Alex Haley,
                              Ton Morrison ve
                              Alice Walker eklendi.

Bu yazarlar ürünlerinde, insan haklarının savunulması çerçevesinde ırklar ve cinsiyetler arası ilişkiler ele alınmaktaydı. Zencinin cehennemi durumuna gelen beyaz insanın cenneti suçlanıyor; özellikle Hıristiyanlık dünyasının siyah ırka dayattığı  körleşme, yalnızlık, yabancılaşma ve terör kınanıyordu. Bu ırkçı karabasana beyazların, kendilerinin bir son vermemesi durumunda, gündeme Baldwin’in denemelerini topladığı kitabın başlığının geleceği kuşkusuz: Gelecek Sefer, Ateş! (The Fire Next Time, 1963)



Afrika’ya gelince, ekvator çizgisinin güneyinde aslında çoktan ateş ve ölüm vardı. Ölesiye, son sınırlarına ulaşmış bir kavga vardı. Angola’nın eski başkanının şair olması, elbette bir rastlantı sayılamaz. Şiir ve silah, “ateş çizgisi”nin savaşçılarında elbette omuz omuza olacaktı. Benzer şekilde, son on beş yıldır büyük gelişme gösteren Güney Afrika edebiyatı da, önce şiirde varlığını kanıtladı. Somut haykırışa en yakın tür niteliğiyle, şiir, ezilen bir ırkın ilk ve son sığınağı oldu. Erkekler kadar zenci kadın şairler de, ırk ayrımı uygulaması önünde isyanlarını haykırıyorlar. Bu şairler, baskı karşısında, ezilme ve horlanma önünde, yasaklar ve yasaklara direnen bilinçli birer çığlık. Açık ki, kavga alanına inen genç şairler kuşağı babalarından daha ileriye gitmeye kararlı görünüyor.

Sözgelimi Mongane Wally Serote,
              Oswald Mtshali (Sound of Cowhide Drum, 1971) ve
              James Matthews (Black Voices Shoutz, 1974) ilk öncüler arasında yer almakta.

Onlar, açıkça, dolaysız ve yüksek sesle konuşarak, doğrudan zencilerin sorumluluğunu dile getirdiler.

Aynı çizgiyi izleyenlerden, Zenci Bilinci Hareketi militanı Don Mattera,
                                                                                                          “Zenci adam, ayağa kalk!
                                                                                                            Üç yüz yıl katlandım, artık yeter
                                                                                                            Bitti artık diyor.

                                                                          “Zaman kısa dostum
                                                                            Zaman sıkıştırıyor
                                                                            Yok zencinin yitirecek
                                                                            Bir anı bile artık!”

Ne var ki, Mattera’nın ülkesinde şiirlerinin yayımlanması yasak.
İktidara karşı tek bir kişi!

Eşit silahların kullanıldığı bir düello değil bu.

Sonuç: Dokuz yıl gözaltı (1973-1982).
Yahut yadel.

Bu yazılı edebiyat, özellikle 1974’ten başlayarak bu kez tiyatroda kendini göstermeye başladı. Zencilerin yazdığı, zencilerle oynanan tiyatrolarda, çoğu kez toplu yaratış ürünü oyunlar çıktı ortaya: Too Late (Çok Geç) gibi. Gibson Kente’nin bilinçleri uyandırmaya yönelik öncü tiyatro oyunu, böyle bir örnek.

O arada, roman da belirli bir atılımı yaşadı. Yakın geçmişe, eski sayılamayacak bir döneme dayandırılan yapıtlar: Gerçek yaşamöykülerinin, yazgının ve direnişle enerjinin birbirine karıştığı gerçek romanlar; dayanışmayı dile getiren, başarısızlıkları çözümlemeyi amaçlayan ürünler. Pek çoğu Soweto’yu anlatıyor. 1976 Haziran’ında, Johannesburg’un varoşlarında yaşanmış büyük dramı. Liseliler ve daha küçük okullardan 600 ölünün öyküsünü. Ana-babaların özellikle dışında kaldığı bu gösterilerde, gençler eğitim ve dil eşitsizliğine karşı çıkmışlardı. İngilizce yerine kendilerine onlara “Afrikaans” dilinin öğretilmesine gösterilen bir tepkiydi. On yıl sonra, şimdi, o çocukların birer kırmızı karanfil gibi düştüğü yerde, artık ana-babalar da sokağa indi. Kavgaya karışıyor. İşte, idam sehpasında, inancı uğruna yücelmiş 1983’ün yüz kurbanı! Biri beyaz, otuz yedisi melez olarak “yüz asılmış!”. Ve, gene, işte 1984’ün gösterilerle, baskılar sonucu toprakta kalan 132 genç yaşamı!

Ardından, Mart 1985’in on dokuzları...

Elbette, bu koşullarda, Sipho Sepamla’nın şiirini derinden duymak, anlamamak olanaksız: The Soweto, I Love (Soweto, Seni Seviyorum, 1977).  Yaşamla ölüm arasına sıkışan bu dizelerde, artan ve doğrulanan bir inançla gençlerin öfkesi dile geliyor. Sokağa inenlerin yiğitliği ve erdemi övülüyor. Gelecek günlerin kalın çizgileri sezinlenebiliyor.

Görünüşe ve var olan gidişe bakılırsa, kan kanı çağıracak. Baskı, şiddete yol açacak.
Kulaklarda, ünlü Amerikalı zenci yazar LeRoi Jones’un sözcükleri: Gündüz onları kurtaramayacak, gece bizim çünkü!

Bu keskin uyarı çanı, ırkçı beyaz iktidarların kan içinde boğulup sona ereceği bir gecenin habercisi mi acaba?
Afrika’nın bir çeşit Uzun Bıçaklar Gecesi’nin ön işaretleri?


Yalnız kavganın boyutları genişliyor. Zencilerin yanı sıra beyazlar da, bu çağdışı uygulamanın son kalelerini zorluyorlar.

Bilimin ve devrimci bir inancın Amazonu Ruth First, böyle bir katkının birinci ve somut örneği. Güney Afrika’nın yüzakı sayılabilecek bu toplumbilim profesörü, üç yıl önce, sürgünde bulunduğu Maputo (Mozambik)’da bombalı bir mektubu açarken öldü. Irk ayrımcılığına karşı verilen savaşımın yiğit isimsiz askeri, Sharperville kıyımından (1960) sonra doğduğu topraklardan ayrılmak zorunda kalmıştı. Ama, ölüm onu sınırların ötesinde de kovaladı ve vurdu.

Afrika Ulusal Kongresi (ANC) Örgütü’nün de önderlerinden olan First’ün Askeri Darbeler Afrikası adlı kitabı  -daha sağken-  ders kitabı olmuştu. Yazık ki, tek kişilik hücrelerdeki siyasal mahkûmların durumunu anlatan 112 Gün isimli romanı aynı ölçüde tanınmıyor.

Ruth First’e eklenecek, eski bir Boer ailesinden gelen bir başka beyaz isim de şair Breyten Breytenbach. Bu soylu, cömert, çağının tanığı şair, on yıl önce, ülkesinde tutuklandı. “Terörist eylem” suçuyla suçlanarak Pretoria Mahkemesi’sinin arkalıksız ince uzun sandalyasına oturtuldu. Değişik düşünceyi “suç” kabul eden ve ona “terörizm” diyen bir zulüm mahkemesinde, hakkında verilen ağır yargıyı dinledi. Breytenbach, sanık sandalyasında kendisini değil, zencileri, melezleri ve Hintlileri savunmuştu. Onların haklarını dile getirdiği için dokuz yıla mahkûm oldu.

Gözlerimi kapatmaktan korkuyorumdiyen şair, yaptığı ağır seçime uyarak ve yılların zenginliğini yüklenerek, Afrika’nın en uç noktasına dek  -kıvançla dolu, başı dik-  yürüdü. Daha insancıl bir şafağa ve ufka doğru. Geri dönüşsüz, bir çeşit şiirdi bu bağlantı. Doğduğu o utanç ve sevgi toprağında, gölgelere sığınmış birtakım psikopatlara “güvenlik” adı altında ölümü örgütlerken, aydın bir şair yüreğinin kuşkusuz susması zor.

Şimdi, karanlıkta geçen karanlık yıllar geride kaldı. ama, başkaları için acılar ve ölümler susmadı. Gerçi Breytenbach, Mitterand iktidarının çabalarıyla, cezasının bitimine iki yıl kala salıverildi, ve Avrupa’ya döndü. Sürgüne.

Ben bir Güney Afrikalıyım, orada olmadığım için üzülüyorum diyor.

Afrikaans dilinin romancısı ise, bir Afrikaner olan André Brink.
Yasaklanan ilk romanı Kennis van die Aand (Akşamı Tanımak, 1973) oldu.
Romanında ırkçı rejimin suç saydığı tüm eylemlerin sergilendiği görülüyor.
Brink, pek çok yurttaşı gibi ülke dışında. Sürgünde.
Son romanı, 1984’ün son aylarında yayımlandı: Vebanın Duvarı.

Elbette, bu arada, kadın romancı Nadine Gordimer’i saymadan geçmemeli.
Yakın yıllara rastlayan iki romanı, özellikle: A World of Strangers ile The Late Bourgeois World.

Tanıklıktan, tepki edebiyatından, giderek bir eleştiri edebiyatına doğru kayan yeni ürünler, daha çok bir birleşme, dayanışma ve kavga aracı. Bugün yüzlerini ve dikkatlerini kendilerine çevirmiş olan yazarlar, yeniden uğyrsuz Batı tuzağına yakalandıklarını düşünüyorlar. Çünkü, zaman içinde sömürgeci sömürüleni kendisine benzetiyor.

Sömürgecilik, ilgili yanları  -her iki yanı da-  zehirliyor:
                                                                   “Bir Afrikalı olmak istemiyorum
                                                                     Avrupalı’nın hayalindeki gibi
                                                                     Öyle olmak istiyorum
                                                                     Bugün bir Afrikalı neyse...”


Afrika, büyük ve acılı kıta!
İnsan deposu. Sömürü ve yatırım toprağı!

Dört yüzyılda, Batı, kıtanın on milyon yerli zenci evladını koparıp göçe zorladı; köleleştirdi.

Antiller,
Martinik,
Guyana’lar
Guadelup,
Küba,
Hind Okyanusu Adaları,

Batı ve Doğu coğrafyası, hep oradan taşınan bahtsız siyah insan gücüyle dolup taştı.
Üstelik kıtanın kendi bağrında olup bitenler sözdışı.

Ne var ki, vakt erişti artık.
Bunu, süregiden eşitsiz kavganın her iki gücü de çok iyi biliyor.

Ian Smith’in Rodezya (Zimbabwe) örneği ortada!

Sıra, Namibya’da.
Sonra, Pretoria rejiminde.

Kenyalı iki kardeş yazarın  -Kibera ve Kahiga-  birlikte yayımladıkları öyküler derlemesi,
yeni Afrika şafağının en çarpıcı ve canlı habercisi: Güçlü Kul.

Geleneksel Anka Kuşu’na gönderme yapan bu başlık, yeniden doğacak Afrika kültürü kadar, kıtanın eşitlik ve bağımsızlık arayışına da bir işaret.



Uğur Kökden | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi 117 - 1 Nisan 1985
_________________________________________________________________________________________




Zenci şiiri üzerine bilgilerimiz üçüncü, dördüncü elden. Bilgiler yerine izlenimler demek daha doğru. Ama izlenim de bir şeydir. Dağınık biçimde, ama çok sayıda zenci şiiri okudum. Bunların bir bölüğü yerini tam bulamamış örneklerdi belki de. Çevirmen kendine kolay geleni, kendince bir biçime yerleştirebildiğini aktarır. Ya da bulabildiğini. Ayrıca, tek bir Afrika şiiri değil, birçok Afrika şiiri söz konusu. Yalnız Sahra’nın güneyinde 600 dil konuşuluyor; bunlara sayıları 3000’i bulan ağızlar ve bilinmeyen diller dahil değil. Hint-Avrupa dillerindeki mantıklı sözdizimi yok Afrika dillerinde. Bir çeşit sezgisel sözdizimi. Sonra, Yarubalar, Zulular, Bantular.

Okuduğum ilk zenci şiiri Langston Hughes’in bir parçasıydı. 35 yıl kadar önce Varlık’ta yayımlanmıştı:

Dixie’de, ta güneyde bir yol / (Kalbim yaralı paramparça).

Okur okumaz ezberlemiştim. Melih Cevdet Anday’ın bu çevirisi, sanırım o günlerde benim gibi şiir heveslisi birçok genç için zenci şiirinin çarpıcı bir örneği olmuştu. Zenci şiirinin Türkçe’de yarattığı ilk dalga Langston Hughes’indir; o şiirledir. Hepimiz onun benzerini, benzerlerini aradık. Biraz da bu etkinin sonucu olarak, Hughes iki kitapta göründü Türkçe’de:

1961’de Necati Cumalı’nın Memleket Özlemi adıyla,
1971’de Talât S. Halman’ın Şiirler adıyla çevirdiği ürünler.

Daha sonra Fransızca birçok zenci şiiri okudum.
Ama Türkçe’deki örnekleri her zaman bana daha yakın gelmiştir.
Hüzünlü, ama yine de insanı güldüren şiirler.

Geleneksel zenci şiiri sözcüğün dar anlamıyla şiirden çok ritimli düzyazıyı anımsatır.
Kanto ya da od değil, şarkıdır. Babadan oğula geçen bir meslek olarak gelişmiştir.

Çağdaş Afrika şiirinin geleneksel şiirle bir kopuşma değilse de, bir çatışma içinde bulunduğu anlaşılıyor. Bu çatışma şiirsel anlatımı kurma konusunda olduğu kadar “zenciliğin” yüceltilmesi konusunda da beliriyor. Birçok zenci şair, Avrupa’da, Amerika’da yaşamaktadır. Onların yapıtları tam Afrika değil, Afrika-Avrupa ya da Afrika-Amerika bireşimi içindedir. Bunların kurdukları lirik yapı da ayrı yan öğelerce beslenir. Fransızca yazanlar daha bilge ve daha uzlaşıcı; İngilizce yazanlar, özellikle Amerika‘dakiler daha savaşçı. İzlenimim böyle. İki dilde doruğa ulaşmış iki şair Langston Hugles ile Léopold Sédar Senghor arasındaki ayrım da bunu gösterir. “Zencilik” (negritude) kavramını Aimé César’la birlikte ilk kez ortaya süren Senghor, bunu kara Afrika uygarlığının kültür mirası, değerleri, özellikle de esprisi olarak ele alır. Şiiri “zenciliği” yüceltici bir destan gibidir. Yine de son noktada ırkların evrensel planda uzlaşmasından yanadır. Yeni Afrika ve Madagaskar Şiiri adlı seçkisinde de bu yörüngede şairleri gösterir. Senghor’da savunma, Huges’de ise tepki önde gelir.

“Zencilik” kavramı bugün, Afrika edebiyatında aşılmış bir dönem olarak görülüyor. Ama kalıntıları Amerika zenci şairlerin ürünlerinde daha belirgin.

ABD’de “Zenci Rönesansı”nın şairlerinde (Countee Cullen,
                                                              James Walden Johnson,
                                                              Claude McKey,
                                                              Jean Toomer,
                                                              Sterling Brown,
                                                              Langston Hughes) görülen gerilim onları izleyenlerde de sürüyor.

Amerikan zencisi geleceği için geçmişini yeniden kurmak zorundadır.”

Jamaikalı Marcus Garvey 1923’te şöyle demiş:
                                                                       “Nedir zenci şiiri?
                                                                         Kuşkusuz sadece, zencilerin yazdığı şiir olarak tanımlanamaz.”

İçeriğiyle varolacaktır  bu şiir.
Köleliğin ödencesini de almak isteyecektir.

Garvey anayurt özlemini, kaynaklara fizik anlamda vardıracak kadar ileri götürmüş. Hapis ve sürgünle ödemiş bunun bedelini. Sürgünde de ölmüş.
“Zenci Rönesansı”nın iki altın çocuğun da, McKey ve Hughes’de, onun bu çıkışı gizil bir ışık gibi yanar.

Bütünüyle somut bir şiirdir zenci şiiri.

Denizden uzak, daha da uzak, onun da ötesinde (Senegalli Birago Diop) kalmış masalları güncel hayat görünümleriyle birleştirir.

Zaireli, Mutala Mukadi şöyle diyor:
                                          1766’daki Atlantik ötesi adamı gibi
                                          1789’daki sankülot gibi
                                          1949’daki uzun yürüyüşçü gibi
                                          1953’teki Sierra Maestra’cı gibi
                                          1958’dekş Futacalou köylüsü gibi.

Kamerunlu J. Ngo Mai’ye göre zenci şiiri yüz dizeliktir; ama dizelerin arasında hiç boşluk yoktur; yüz sayfalıktır bu şiir; sayfalarda marj yoktur.

                                                Nesne-insanın zenci tamtamı
                                                Hayvan-insanın zenci tamtamı
                                                İnsan-insanın zenci tamtamı
                                                Tanrı-insanın zenci tamtamı
                                                                                                         Philombe (Kamerun)

Yine Kamerunlu F. Bebey de şöyle diyor:
                                                 Damarlarımdaki kanın kırmızı oluşu
                                                 Yetiyor mu size
                                                 İnsan olduğumu anlatmaya?
                                                 Ama babamın keçisinin de
                                                 Kırmızı kan akıyordu damarlarında.

Senghor’un bir felsefe olarak ortaya attığı “Zencilik”, sonunda yadsındıysa da, zenci şairde yaratıcı, itici öğe olarak sürüp gidiyor.

Bir de Malcolm de Chazall gibi şairlerin durumu var. Bunlar doğrudan Batı şiiri yazar, ama dipte Afrika söz değerlerini kullanırlar.
Chazall, gerçeküstücülere katılır, ama çocukluğundan kalma saplantıları dile getirir. İlkel insanın jest-sözcüklerinden, büyü geleneğinden yararlanır.



Cemal Süreya | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi 117 - 1 Nisan 1985
_________________________________________________________________________________________



Langston Hughes’ten Şiirler













Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi 117 - 1 Nisan 1985
_________________________________________________________________________________________




Ünlü insanbilimci Margaret Mead, ilk alan çalışmasını yapmak için Samoa Adası’na vardığında, görünümleri, davranış ve dilleriyle kendisinden farklı bu insanlar karşısında paniğe kapılır. İki ay boyunca, “Yapamayacağım” diye söylenir durur. Günün birinde, yine aynı sözcüğün, dudaklarından İngilizce değil de Samoa dilinde dökülüverdiğini farkedecektir. Araştırma güncesine, “İşte o zaman başaracağıma inandım” diye yazar (1).

Önyargıları bırakıp tanımaya çalışmak! Yeryüzünü bir de “farklı” olanın gözleriyle görebilmek. Bu noktada ırkçı dünya görüşü çatırdamaya başlar.
Çünkü onu besleyen iki temel kaynak, “farklı” olana hoşgörüsüzlük ve benmerkezcilik değil midir?

Bir bakıma her ikisi de toplumların tarihi kadar eskidir. Kendi “budunu”nu üstte gören, yabancı topluluklarıysa yabansı, hayvansı, hatta canavar olarak niteleyen anlayış en ilkel toplumdan günümüze dek sürer. Arkaik ya da antik, her toplumun gözünde, yabancı halklar maymun, şeytan ya da yarı-insan bir ejderle özdeştir. Tarihin ve budunbetimin (etnografya) babası Heredotos, Skythia’da yılan atadan türeyen ya da yılın belli günlerinde kurt-adama dönüşen toplulukların yaşadığını yazarken, sıradan bir site yurttaşının imgelemine kuşkusuz ters düşmüyordu. Bu anlayış mitosçu dünya görüşünün uzantısıdır, onu bütünler. İlkel toplulukların çoğu da, kendilerini “insanoğulları” gibi adlarla belirtirlerken, yabancı topluluklara, örneğin “yeryüzü maymunları” gibi adlar takarlar. O kadar uzağa gitmeye gerek yok, daha birkaç yüzyıl öncesine, XVI. yy başlarına dek, tüm dünya haritalarında, uzak bölgelerde yaşayan topluluklar at kafalı, tek gözlü, tek ayaklı vb. biçimlerde çizilirdi.

Yine de bu tür yaklaşımlar belirli bir bilgilenme (ya da bilgilenememe) biçiminden kaynaklanan “naif” tutumlar olarak görülebilir.
Zaman zaman büyük kıyımlara yol açsalar da, günümüzdeki anlamında, ırkçılıktan niteliksel bir farklılık gösterir.

Batı’da Rönesans’la birlikte bu bakış açısı değişime uğrar, karmaşıklaşır. Büyük keşifler insan-hayvan karışımı yaratıklar mitosunu çürüttükçe, budunmerkezcilik (etnosantrizm) de biçim değiştirir. Yerini bir değerler hiyerarşisine bırakır. Rönesans insanının kafasında türdeş, fakat kendi toplumundan uzaklaştıkça insansal değerini yitiren, giderek yabanıllaşan bir insan imgesi vardır. Örneğin, hümanist bir Floransalının gözünde, kendi yurttaşı ideal-insan, Ön-Asyalı ikinci sınıf, Afrikalıysa insanlığın sınırlarında, bir tür alt-insandır. (2). Çağdaş anlamda ırkçı dünya görüşünün oluşumunda Rönesans, büyük keşifler, sömürgecilik, merkantilizm, kapitalizm, kısaca Batı benmerkezciliği, başka deyişle, kendini en üst uygarlık düzeyi olarak gören Batı’nın yeryüzünün merkezi olduğu önyargısı yatar.

Batı’nın büyük felsefî ve bilimsel kuramları da, çoğunlukla bu önyargıdan bağımsız kalamadı. Batılı düşünür, haklı olarak kendi insanından yola çıktı; onu model aldı, ona seslendi; ama, bütün insanlar adına. Doğa ve toplum bilimlerine uzun süre egemen olan evrimcilik Batılı insanın önyargısını da, “ırk” nosyonunu da ister istemez yasallaştırmış oluyordu. En yalın yaşam biçimlerinden başlayarak çekilen düz bir çizgi, Batı uygarlığını doruğa yerleştiriyor, “öteki” kültürlerse aşağı basamaklarda sıralanıyordu. Ama bu düz çizginin, yerini dal budak sarmış bir ağaca, onun da daha karmaşık bir çizelgeye bırakarak “evrimciliğin evrimleşmesi”yle, özellikle de işlevselcilik, Marksçılık, yapısalcılık gibi düşünce akımlarının gelişmesi, doğa ve toplum bilimlerinin kimi bulguları ve kimi budunbilimcileri (3), ırksal olarak nitelenen farklılaşmada kültürel belirlenimlerin altını çizmesiyle, “bilimsel ırkçılık” giderek temellerinden sarsılmaya başladı:

Hiç bir şey bu farklılıkların doğuştan olduğunu kanıtlamaz diye yazar Lévi-Strauss,

bu farklılıklar, gebelikle ilgili koşullara ilişkin de olabilir; bu koşullarsa, kültürel çevreden kaynaklanır; çünkü farklı toplumlarda gebe kadınlar ne aynı biçimde beslenir ne de aynı biçimde davranırlar.

 Buna bebeklerin kas devinimlerini de eklemek gerek; bu da tümüyle kültüreldir, uzun süre beşikte yatması, sürekli kucakta taşınması, tutuluş biçimleri ve beslenmeyle ilgili alışkanlıklara göre değişir” (4)

Lévi-Strauss’a göre, genetik alanında da, ideoloji yüklü “ırk” nosyonu yerini, genetik stok kavramına bırakmaya başladı.

Başka bir insanbilimci, Pierre Clastres da,
Batı uygarlığının farklı uygarlıklar karşısındaki hoşgörüsüzlüğüne, ‘Öteki’ni olduğu gibi tanıma ve benimsemekteki beceriksizliğine, kendisine benzemeyene yaşam hakkı tanımamakta direnmesine dikkat çeker. Bu hoşgörüsüzlüğün, üstelik her zaman gizli ya da açık bir şiddet biçiminde ortaya çıktığını vurgular (5).

Sorun bu noktada daha da çapraşıklaşır. Doğuştan ya da kültürel olarak belirlenen bir farklılığa dayalı “ırk” ayrımını aşar. Her türlü farklılık karşısında bir hoşgörüsüzlük biçimini alır. Kendi toplumundan çıkan marjinal kültür grupçuklarını da  -örneğin hipi, rock, punk-  aynı tiksinti dolu tepkiyle değerlendirir. Bu genel tutum, us-usdışı karşıtlığı biçiminde kendini olumlamaya çalışır. Us, kendisinde bedene bürünmüştür; ilkel, marjinal, çocuk, hatta kadın (kadınlar biraz aptaldır, duygularıyla hareket ederler vb...) usdışının egemenliğindedir, dolayısıyla  -onların iyiliği için-  onlara egemen olmak gerekir. Uzak kültürlerin kıyıma uğramasıyla; geleneksel toplumların belirli biçimlerde özümleyip bir arada yaşadıkları “deli”lerin tımarhanelere kapatılma süreçleri de örtüşür. Yok etmek, dıştalamak, o da olmazsa içeri tıkmak. Patagonya iyi Patagonyalılarındır!..

Kökeni: Batı,
Cinsiyeti: Erkek,
Rengi: Beyaz,
Konumu: Özgür Girişimci.

İşte İnsan!

Onun egemenliği ve mutluluğu için feda edilmeyecek ne olabilir?

Yalnızca “ötekiler” değil, insan dışındaki tüm canlı türleri de aynı kıyımdan paylarını alırlar.

Genellikle yok olmak üzereyken kurtarma kampanyaları başlar.
Cansız varlıklar bile, denizler, hava, hepsi tehlikededir.

Oysa “yabanıl” toplumların, genel düşünce ve davranış sistemleri, yitirmekte olduğumuz tüm bu dengeleri gözetmeye dayanıyordu.

Lévi Strauss, İlkel denen toplumların incelenmesi bize hiç değilse şunu öğretiyor diye yazar;

karşılıklı hoşgörü çağdaş toplumların giderek uzaklaştığı iki koşulu varsayar:
 Bir yandan göreceli bir eşitlik, öte yandan bir arada yaşayabilmek için yeterli bir doğal uzam.

Genellikle olguları birbirinden kopartırız.
Aralarındaki bağıntıyı görmezlikten geliriz.

Sözgelimi ırkçılığa karşı çıkarız ama,
bizim gibi olmayan ya da bizim gibi düşünmeyen bir kimse üstündeki baskıyı yadırgamayız.

Ya da çevre kirleniyor diye bağırır ama, örneğin “Güney Afrika’daki ırkçılık bizi ilgilendirmez” der keseriz.

Örnekler çoğaltılabilir. Hepsi de aynı bütünün parçalarıdır.

Doğal kaynaklar azalıp yaşamsal uzam daraldıkça,
                      toplumlararası eşitsizlik arttıkça; her zaman bir “Alman Yahudisi” bulunacaktır.

Kimbilir belki de yarının Alman Yahudileri bizleriz?

Modern ırkçılığın Batı kökenli olduğunu belirtmek, belirli bir coğrafi bölgenin dışında herkesin doğal bir masumluk içinde olduğu biçiminde anlaşılacaksa, projektörü hızla kendi üstümüze çevirelim:

Bir kez daha vurgulayalım ki, herkes için bir “öteki” vardır.

Oysa, Michel Tournier’nin Robinson ve Cuma meselesinden çıkarak yazdığı romanı üstüne incelemesinde, Gilles Deleuze’ün belirttiği gibi,

“Öteki’nin bulunmadığı dünya seçeneksiz bir dünyadır.
 Öteki, seçenek yaratandır” (6).
_____________________________________
  1. Margaret Mead, Coming of age in Samoa, 1949, s.10.
  2. A. Leori-Gourhan, Le Geste et La Parole I., 1964, s.14.
  3. Bu konu için bkz. Lévi Strauss, Race et Historie, 1952 (bu kitabın yakında Irk ve Tarih adıyla Türkçe yayınlanacağını öğrenmiş bulunuyorum).
  4. Lévi Strauss, Race et Culture, 1971, s.431.
  5. Pierre Clastres, Entre Silence et Dialouge, Arc, 26, 1968.
  6. Gilles Deleuze, Michel Tournier’nin Vendredi ou les limbes du Pacifique (1972) adlı romanında, Postface, s.282.



Ahmet Güngören | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi 117 - 1 Nisan 1985
_________________________________________________________________________________________



Beyazperdede Yeni “Siyah” Yüzler...

Black is beautiful. Yani “siyah güzeldir”. Amerika Birleşik Devletleri’nde, özellikle Hollywood’da geçerliliğini uzun yıllardan beri koruyan bir niteleme: Siyah güzeldir. Yeni polisiyelerin, serüven filmlerinin, satirik güldürülerin artık değişmez öğeleri oldu Amerikan sinemasındaki zenci oyuncular. Ya ABD dışında? Uzayda zenciler neredeler? Onlardan kimler söz ediyor? Kimler koruyor onları? E.T. siyah mıydı, yoksa beyaz mı? Bu konuda hiçbir açıklık yok. Ya geleceğin robotları? Genellikle iyi beyazlatılmış, parlatılmış madenlerden mi olacaklar? Neden hep Mars gezegenindeki küçük yeşil adamları anlatıyorlar da, Satürn’deki dev siyahlardan söz etmiyorlar hiç? Yoksa ırkçılık, sinemanın geleceğine de mi el attı? İşte burada John Sayles’ten söz açmak gerekiyor. Sayles, sinemaya ilk siyah uzaylıyı sokan yönetmen unvanını taşıyor. Önümüzdeki günlerde, tüm dünyada gösterime girecek olan “Brother” adlı bu filmin zenci uzaylısı, Harlem bölgesinden uzaya kaçırılan ve burada nesli gelişen bir yaratık. Ve sinema tarihinin, caz ya da “negro spiritual” şarkılar söylemeyi beceremeyen, ama bir el temasıyla tüm elektronik aletleri bozup onarabilen, küçük yeşil adamları gülünç duruma düşüren, beyazlara hükmeden ilk zencisi. Sayles’in bu gerçekte sıradan filmi, kuşkusuz bir “ilk” olarak sinema tarihindeki yerini alacak.

Oysa, siyahların sinemadaki serüvenleri, hiç de başarısız sayılmaz. Şu sıralarda, Paris’te düzenlenen Gümüş Ekranda Zenci Yıldızlar adlı bir film şenliği de, sinemanın daha ilk yıllarından başlayarak, siyahların bu serüvenini özetliyor.

  • 1915 yapımı “Spying in Spy”den başlayarak,
  • Fred Wallers’ın “Cab Colloway’s Hi De-Do” ve
  • Joseph Kohn’un “Ryth and Blues Revue” gibi ünlü caz ustalarının görüntülerini,
  • Harry Fraser’in “The Spirit of Youth” gibi dünya ağır siklet boks şampiyonu Joe Louis’in yaşamöyküsünü yansıtan filmlerle,

ilk kez Amerikan sinemasında olumlu zenci kahramanları oynayan Paul Robeson’un rol aldığı;
  • “Black King”,
  • “The Emperor Jones” ve
  • “Jericho, Dark Sands” gibi filmler gösterildi bu şenlikte.

Caz ustalarından, ünlü boksörlerden geldik günümüze. Artık, sinemada zencilerin görünmesi için ne “Cotton Club”ün müzisyenlerine, ne de ünlü bir sporcuya gereksinim var. 1967 yılında çektiği ve Sidney Politier’nin unutulmaz yorumuyla sinema tarihine geçen, biraz ırkçı “In the Heat of the Night - Gecenin Sıcağında  adlı filmin yönetmeni Norman Jewison, bu akımın öncülerinden. Bu yıl, Oscar adayları arasında yer alan “Soldier’s Story - Askerin Öyküsü adlı filmi de, bunun en büyük kanıtı.



JEWISON VE “ASKERİN ÖYKÜSÜ”

“Sodier’s Story”, zenci yazar Charles Fuller’in 1981-84 yılları arasında ABD’de hatırı sayılır bir ilgi görmüş olan oyununun bir uyarlaması. 1944 yılında, İkinci Dünya Savaşı’nın en hareketli günlerinde, Louisiana eyaletindeki bir kampta, Avrupa’daki savaş cephelerine gönderilmek üzere toplanan siyahların öyküsünü konu alan filmde, zenci askerlere komuta eden çavuş Waters (Adolph Caesar) öldürülür. Washington, bu cinayetin çözümü için Amerikan ordusunun önde gelen zenci komutanlarından, albay Davenport’u (bu rolü canlandıran Howard Rolins Jr.’ı, Milos Forman’ın geçen yıl Sinema Günleri’nde gösterilen “Ragtime” adlı filminden anımsayacaksınız) görevlendirir. Davenport, o yıllara göre, olağanın dışında bir hoşgörü ve güvenle, kendini beyazlar ailesine kabul ettirmiş bir subaydır. Kamptaki zenci askerler, Davenport’a, olayın kendi üzerlerine yıkılmasının, basit bir beyaz oyunu ya da Ku-Klux-Klan esprisinde eylem yapan beyazlar grubunun bir tuzağı olduğunu anlatmaya çalışırlar. Ancak beyaz albay Taylor’a (Dennis Lipscomb) göre, Davenport’un zenci askerlere inanması felaketi hazırlayacak ve beyazların kendisine o güne değin duydukları tüm güveni yitirmesine neden olacaktır.

Görüldüğü gibi, filmin (ya da oyunun) konusu tüm gücünü, gerçek yaşamda, çok değişik koşullarda sık sık gündeme gelen, ABD’deki siyah-beyaz çatışmasının büyük çıkmazı ve doğal yansıması olarak karşımıza çıkan türden bir olaydan alıyor. Suçlu saklanmıyor, çünkü filmi izlerken seyirci onun beyazlar arasından olduğu duygusuna kapılıyor, güçsüzü kotuma içgüdüsüyle... Ayrıca, yardımcıları öldüren, faşist ve ırkçı uygulamalarıyla tüm kampı bıktıran, kinlendiren çavuş Waters’ın öldürülmesi, “canice” bir olay izlenimi de yaratmıyor hiç. Tabii ki, Waters’ın zenci askerlere onları hizaya sokmak, beyazların güzelim(!) yaşam kurallarını öğretmek, bir gün gerçek ve eksiksiz bir Amerikalı olmalarını sağlamak amacıyla uyguladığı yöntemleri doğal karşılamıyorsanız...

“Sodier’s Story”, bir beyaz Kanadalı’nın, Norman Jewison’un filmi olmasına karşın, siyahların sinemasında önemli bir yer tutuyor. Öncelikle, oyuncularının büyük bir bölümünün zenci olması nedeniyle, ardından sinemadaki siyah-beyaz ilişkilerinde, “iyi yürekli zenci, kötü yürekli beyaz” tiplemesini yıkmasıyla. Örneğin filmin kötü kahramanı çavuş Waters, bir siyah. Buna karşın kraldan çok kralcı, yani beyazlardan çok beyazcı, ırkçı. Fuller’in öyküsü, ırkçılığın salt beyazlara özgü bir kavram olduğu görüşünü de yıkması açısından önem taşıyor. Öte yandan, Jewison’un filmi Hollywood için bugün bile fazla “siyah” bir film görünümde. Örneğin filmin çekim ve gösterim haklarını satın alan Warner şirketi, senaryo üzerinde 10 aylık bir çalışmanın sonunda ve çekimlerin artık başlama aşamasında yapımdan çekildiğini açıkladı: Gerekçe, filmdeki siyahi ağırlık. Sonunda Columbia şirketi, bu serüvene giriyor ve film gerçekleşiyor.

Filmdeki kişiliklerden büyük bir sevecenlikle söz eden Jewison,
ırk ayrımı konusunda, özellikle ABD’deki olumlu gelişmelerden hoşnut, şunları söylüyor:

On yıl önce, bugünkü olaylar düşünülemezdi bile.
 Jesse Jackson’un başkanlık adaylığı çok yol alınmasına neden oldu.
 Göreceksiniz, yakında ABD’nin zenci bir başkan yardımcısı olacak. Daha şimdiden Philadelphia, Chicago, Detroit, Atlanta, Los Angeles gibi büyük kentlerde zenci belediye başkanları var.
 Artık ABD, Eisenhower’ın, ‘zenciler Hitler’e karşı savaşacak yetenekte değiller’ diye demeç verdiği çağlardaki ABD değil.

 1914-18 yılları arasında Amerikalı zencilerin, Fransız üniforması altında savaştıklarını biliyor musunuz?



ŞEYH DUKURE YA DA FRANSA’DA BİR SİYAH SES

Norman Jewison’dan Gineli bir oyuncu ve senaryo yazarı olan Şeyh Dukure’ye ya da Marilyn Monroe’dan bu yana gerçek starların en iyisi gibi iddialı tanımlamalara hedef olan Eddie Murphy’ye geçmeden önce, bu yazının sinemada “zenci” oyuncuları tarihsel bir bakışla ele almak amacıyla yazılmadığını belirtelim. Amacımız, Amerikan sinemasında olduğu kadar, başta Fransa olmak üzere öteki ülkelerin sinemalarında da, zenci oyuncuların daha yoğun ve etkili biçimde rol oynadıklarını belirtmek.

İşte, Şeyh Dukure bu açıdan önemli bir ad. Fransız César’larında Claude Zidi’nin “Les Ripoux” adlı filmindeki yorumuyla en iyi yardımcı oyuncu ödülünü alan Dukure, 42 yaşında Gineli bir oyuncu, senaryo yazarı ve büyük bir olasılıkla yakın bir geleceğin önemli bir yönetmeni (Bu değerlendirme, Fransız sinema eleştirmenlerinin). 20 yaşındayken geldiği Paris’te şansını “beyazlar için kara bir rol” olarak nitelediği Othello tiradıyla deneyen, ancak sonraları daha çok Afrikalı yönetmenlerin militan filmlerinin oyuncusu olan Dukure, 1978 yılında Jean Vigo Ödülü’nü alan “Bako ya da Öteki Kıyı” adlı filmin senaryosuyla, Fransız edebiyatının bağımlı yazarlarına, Afrika kültürünün Fransız toplumuna getirebileceği katkıları haberliyordu.

Dukure, olayı şöyle yorumluyor:

Ancak çok erkendi. Fransa bu katkıyı derlemeye henüz hazır değildi. Afrika, kendi kültürünü tanıtmaya başlamıştı. O çağda beyazlar Afrika olayından çok korkuyorlardı. Rasyonalizme karşı çıkan bu toplumdan çekiniyorlardı. Ancak Francis Girod’un Georges Conchon’un bir öyküsünden uyarladığı ‘L’Etat Sauvage’ adlı filmle olay değişti.

 Fransızlar bu filmi benimsedi. Bu ilk kez oluyordu. Bir kere, olay Afrika’da geçiyordu. Öte yandan, sahnede siyah ırkçılar da vardı. Daha sonra, TV’de ‘Kökler’, sinemada ‘Coup de Torchon’, ‘Profesyonel’ ve nihayet Euzhan Palcy’nin ‘Zenci Kondu Sokağı’ adlı filmleri geldi.


EDDIE MURPHY’NİN ÖNLENEMEYEN YÜKSELİŞİ

Eddie Murphy’nin konumu kuşkusuz ötekilerden çok farklı. Ne Jewison’un zenci oyuncularına, ne de Şeyh Dukure’ye benziyor. 23 yaşındaki Murphy daha dördüncü filmini çevirmesine karşın, film başına 5 milyon dolarlık (yaklaşık 2.5 milyar lira) anlaşmalar yapıyor. Son olarak Paramount şirketiyle altı filmlik bir kontrat imzaladığı belirtiliyor. Ancak, çevirdiği filmler de iyi kazanıyor. Örneğin, son filmi “Beverly Hills Cop” yalnız ABD’deki gösterimler sonrasında 22 milyon dolarlık bir gelir sağladı ki, bu Amerkan sinema tarihinde önemli sayılabilecek bir gelir.

“Beverly Hills Cop” Detroitli bir zenci gencin, Axel Foley’in (Eddie Murphy) öyküsünü anlatıyor. Arkadaşının katilini araştırmak için Hollywood’a gelen Axel’in çalışmalarını, araştırmalarını yerel polis engelliyor. Filmin daha sonra bir uyuşturucu madde dünyasında geçtiğini, olayın uyuşturucu çıkmazında düğümlendiğini uzun uzun anlatmaya gerek yok sanırız. En az on kez yinelenmiş bir senaryo, Eddie’nin varlığıyla büyük bir gişe başarısına dönüşüyor.

Kuşkusuz, Eddie Murphy’nin filmleri Amerikan toplumuna, siyah-beyaz ilişkilerine biraz dramatik ama değişik bir bakış açısı getiriyor. Bir film süresince zenci sorununun iyi niyetle çözümlenebileceğine inanıyor seyirci.

Zenci mizah yazarı Aaron Freeman şöyle diyor:

Yeni bir zenci kültürünün doğduğu düşüne kapılmayalım.
 Eddie Murphy, yalnızca Hollywood miti uyarınca eskimiş prototipleri yineliyor. Yeni bir şey yok, çarpıcı bir şey yok.



Derleyen: Bülent Berkman | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi 117 - 1 Nisan 1985