Los Angeles’deki ünlü çizgi-film stüdyolarından biri de Bill Melendez Productions. Bu stüdyonun göze çarpan ilk özelliği, iş yeri olarak diğerleri gibi modern bir binayı değil, şirin bahçeler içinde yanyana dizilmiş, ahşap, villa tipi üç evi kullanması. İçeri girdiği zaman bir arkadaşın evindeymiş gibi bir duyguya kapılıyor insan. Stüdyonun sahibi Bill Melendez’e göre daha insanca, daha sıcak oluyormuş böyle bir yerde çalışmak. İstediği atmosferi yaratmayı başarmış da sanırım. Çalışanların hepsinin rahat, keyifli bir görünüşü var.
Buradaki randevum, stüdyonun baş animatörlerinden, aynı zamanda University of Southern California’da çizgi-film profesörü olan Bernie Gruver ile. Orta yaşlı, zayıf, alçak sesle konuşan, çok sakin bir adam Bernie Gruver. Bir süre sohbet ediyoruz. Çalışmalarından örnekler gösteriyor. Kendi yarattığı bir fil tipi var. Bu sempatik fili çeşitli yapıtlarında kullanmış, hocalık yaptığı üniversitenin broşür-kitaplarında olduğu gibi.
Daha sonra birlikte stüdyoyu geziyoruz ve diğer kişilerle tanışıyorum.
Bernie Gruver’in bulunduğu bina artistik çalışmalara ayrılmış.
Öbür ikisi ise projeksiyon salonu, montaj işleri ve başka teknik işler için kullanılıyor.
Burada çeşitli görevlerde çalışan elli kadar eleman var.
Rahatlarına geldiği gibi davranan, akıllarına estiği gibi giyinen, her yaştan, çeşitli tipte kadınlar ve erkekler...
Ne var ki, hepsi harıl harıl çalışıyor; boşa zaman harcayan yok.
Gezi bitince Bill Melendez’in bürosuna geliyoruz. Şık ve çok kişisel bir oda burası. Rustik havada, antika eşyalarla döşenmiş. Duvarda asılı yine antika bir silâh koleksiyonu. Üstü konyak rengi deri kaplı, kocaman, maun bir çalışma masası. Gerçekten etrafta o kadar güzel eşyalar var ki, gözünü alamıyor insan. Ve bu dekor içinde sağa sola dağılmış, animasyon için kullanılan tipik malzemeler: resimler, eskizler, kâğıtlar, boyalar...
BILL MELENDEZ
Bill Melendez için rahatlıkla, tanıdığım en etkileyici insanlardan biri diyebilirim. Çok güçlü bir kişiliği var. Çevresindekileri kolaylıkla etkisi altına alıveriyor. Neşeli, konuşkan, alçakgönüllü, zeki ve çok dinamik bir insan. 45-50 yaşlarında gösteriyor. 65 yaşında olduğunu söylediği zaman inanmakta güçlük çektim. Evli; iki yetişkin oğlu ve bir kaç tane de torunu varmış.
Bill Melendez, Meksika asıllı. Asıl adı Jose Cuauhtemoc Melendez. 1916’da Meksika’da doğmuş. Öğrenimine Arizona’da başlamış; daha sonra Los Angeles’de, Chouinard Art Institute’da (Chouinard Güzel Sanatlar Enstitüsü) sanat öğrenimi yapmış.
- Fantasia,
- Pinokyo,
- Dumbo,
- Bambi gibi ünlü çizgi-filmlerde,
- Mickey Mouse ve
- Donald Duck gibi dizilerde animatör olarak çalışmış.
1941’de Disney’den ayrılarak
- Leon Schlesinger Cartoons’da,
- daha sonra United Productions of America’da animatörlük yapmış.
Sonraki yıllarda Melendez
- bir düzine endüstriyel filmin yönetmenliğini,
- 1000’den fazla da reklâm filminin yönetmenliğini ve yapımcılığını üstlenmiş.
Bu arada
- 150’den fazla reklâm filmleri ödüllerini kazanmış.
- 1960 New York TV Reklâm Filmleri Festivali’nde dereceye giren 20 filmden 18’inin yönetmeni Melendez’miş.
Ayrıca,
- Venedik Festivali’nde “Her Yönden Üstün Başarı Ödülü - Venedik Kupası”nı kazanan ilk Amerikalı olmuş.
1964’te kendi stüdyosunu kurmuş.
Buradaki çalışmaların ağırlık merkezini Charlie Brown çizgi-filmleri oluşturuyor.
Schulz’un yıllardır bir çok ülkede yayımlanan ünlü çizgi-romanı Peanuts’ı ve sevimli tipleri Charlie Brown ile arkadaşlarını hatırlayacaksınız.
Melendez bu kahramanları çizgi-filmlerinde canlandırıyor.
Bill Melendez Productions, kurulduğu ilk yıldan başlayarak bu filmlerle arka arkaya pek çok ödül almış. Bunların arasında;
- 1965’de A Charlie Brown Christmas (Bir Charlie Brown Noeli) adlı yarım saatlik filmi ve
- 1975’de Yes Virginia, There is a Santa Claus (Evet Virginia, Noel Baba Vardır) ile Amerika’nın en önemli TV ödülü, iki Emmy bulunuyor.
- 1972’de National Society of Cartoonists (Ulusal Karikatürcüler Derneği) tarafından yılın en iyi animatörü seçilen Melendez’in Peanuts ve Fransa’nın sevilen çizgi-film dizilerinden başka üç de uzun metrajlı çizgi-filmi var.
Bill Melendez, 1970’de Londra’da ikinci bir çizgi-film stüdyosu kurmuş. Yönetimini de oğlu Stevens C. Melendez’e vermiş. Bu stüdyoda, aralarında İngiliz Demiryolları’nın da bulunduğu bir çok müşteri için reklâm filmleri yapılıyormuş. Ayrıca Dick Deadeye adlı bir de uzun metrajlı çizgi-film yapmışlar.
Bill Melendez, University of Southern California Sinema Sanatları Bölümü’nün yönetim kadrosunda da görevli.
YALNIZ KAMERA İŞİ YAPAN STÜDYO
Melendez, “Filmlerimizin nerede çekildiğini görmek ister misin?” diye soruyor.
“Kendi stüdyonuzda çekmiyor musunuz?” diye soruyorum şaşırarak.
“Hayır, artık kamera işleriyle biz uğraşmıyoruz. Yalnız bu işi yapan stüdyolar var. Onlarla birlikte çalışıyoruz.”
Hep birlikte sözünü ettiği stüdyoya gidiyoruz. Burası yüksek tavanlı, çok büyük bir salon. Duvar kenarlarına, çizgi-filmlerde kullanılan sekiz tane kamera ve yan üniteleri yerleştirilmiş. Bunlar birbirlerinden değişik modellerde, pek çok olanağa sahip, yüksek teknik düzeyde kameralar. İçlerinden ikisi de kompüter kontrollü.
Salonun bir kenarındaki masalara, çekime hazır durumda, çizilmiş, boyanmış binlerce asetat sayfaları (plastik, saydam levhalar) yığılmış.nÇizgi-film stüdyoları asetat sayfalarına hazırladıkları resimleri çekim plânları ie birlikte buraya yolluyorlarmış. Sırası gelen işler, bu işin uzmanı kameramanlar tarafından filmin çekim plânlarına uygun olarak tek kareler halinde filme alınıyormuş.
Çizgi-film Amerika’da öyle bir endüstri haline gelmiş artık, filmin belirli aşamaları için yalnız o işi yapan şirketler var. Buna bir başka örnek de çizgi-filmlerin yalnız ses bantlarının analizini yapan stüdyolar. Bu yazı dizisinin daha önceki bir başka bölümünde belirttiğim gibi, çizgi-filmlerin çizimden önce ses bantları hazırlanıyor. Sonra bu bantlar uzmanları tarafından analiz edilerek her film karesinde hangi ses olduğu saptanıyor ve ses analiz göstergeleri hazırlanıyor. Animatörler çizimlerini bu rehberlere göre yapıyorlar. Böylece sesle hareketler arasında tam bir uyum sağlanıyor. Sözünü ettiğim bu stüdyolarda, yalnız ses bantlarının analizi ve cetvellere yazılması işlemi yapılıyor.
Gösterdiği yakın ilgiden ötürü Bill Melendez’e teşekkür ederek stüdyodan ayrılırken, Bernie Gruver ile akşam 7’de, üniversitedeki dersinde buluşmak üzere sözleşiyoruz.
ÜNİVERSİTEDE DERS
University of Southern California, Los Angeles’in en büyük iki üniversitesinden biri. Şehrin içinde, çok büyük bir alana yayılmış çeşitli fakülte binalarından biri de Sinema Sanatları Bölümü. Bu bölüm gerçekten çok ilginç! Daha önce Amerika’da gezdiğim üniversitelere hiç benzemiyor. Sınıflar, üstü açık ufak bir avluyu çevreleyen bir binada yer alıyor. Dış kapıdan girer girmez ilk dikkatimi çeken şey, o küçük avluya burun üstü çakılmış, sağı solu kopmuş küçük bir uçak oldu. Profesör Bernie Gruver’e o uçağın orada ne işi olduğunu, bir kaza sonucu mu düştüğünü sorduğumda, “Doğrusu ben de tam olarak bilmiyorum,” diye cevap verdi. “Aylardır burada duruyor. Duyduğuma göre öğrencilerden biri, yaptığı bir filme reklâm olsun diye sokmuş bunu içeri.”
“Peki,” dedim, “uçağı binadan içeri nasıl sokmuş acaba?”
“Ha işte onu kimse bilmiyor. Bir sabah okula geldiğimizde buradaydı.”
İşin garibi, okul yönetimi de bu olayla pek ilgilenmemiş anlaşılan.
Sınıf ise bir başka âlem... Çeşitli ırklardan 15-20 öğrenci... Sarışın Amerikalılar, zenci Amerikalılar, Çin, Meksika asıllılar, Hawaili’ler... Bir kaç tane de İranlı, Arap gibi yabancı uyruklu öğrenci var. Davranışları bizim okullarla karşılaştırılırsa, olağanüstü “lâubali”. Ama herhalde Amerika’nın “çılgın şehri” Los Angeles’e göre olağan ki, hocaları hiç rahatsız olmuyor sınıftaki havadan.
Öğrencilerden birine kompüterle çizgi-film yapımı konusunda bir araştırma ödevi vermiş Profesör Gruver. Kız, hazırladığı raporu anlatmaya başladı sınıfa. Hocası, sesinin az çıktığını, ayağa kalkarak konuşursa sınıfın onu daha iyi duyabileceğini söyledi. Kızın cevabı şöyleydi: “Kalkamam, çünkü ayağımda patenler var!”
Profesör de, “Ha, peki öyleyse,” dedi ve sustu.
Kız, bir sürü yanlış bilgiyle dolu raporunu anlatmayı sürdürürken, tahtaya bir kroki çizmesi gerekti.
Bir yandan ağzındaki cikleti çiğnerken, tekerlekli patenleriyle kayarak karatahtaya gitti ve krokisini çizmeye başladı.
Bu duruma benden başka şaşan olmadı.
Patenli öğrenci yerine oturduktan sonra, Bernie Gruver dersini vermeye başladı. Biraz sonra, kapıyı vurmak ya da derse geç kaldığı için özür dilemek gibi bir zahmete katlanmayan, hippi kılıklı bir delikanlı daldı sınıfa. “Selâm!” diye bağırdıktan sonra ortada bir yerde oturan sevgilisinin yanına gitti; sarılarak uzun uzun öptü kızı. Öpüşme faslı bittikten sonra bağıra bağıra konuşmaya başladı; arada bir de hocasına lâf yetiştiriyordu. Tabii bütün bunlara yine benden başka şaşıran olmadı. Yalnız bir ara oğlan şarkı söylemeye başlayınca, gülümseyerek şöyle dedi Profesör Gruver: “Bu, aslında öğrencilerin içinde yaşı en büyük olanı. Ama ne kadar çocuk, değil mi?”
Ders bu havada iki saate yakın sürdü. Öğrencilerin çoğu da dikkatle izlediler her şeye rağmen.
Yalnız sınıfın yan bölümünde bir tahtaya çivi çakan öğrenciden rahatsız oldular; çünkü bir türlü işini bitiremedi ve çok gürültü etti!
Öğrenciler dersin sonunda çizgi-filmlerden örnekler seyrederken, ben de Bernie Gruver’le bitişikteki boş bir odada görüşme olanağını buldum.
BERNIE GRUVER
“Benim sanat çalışmalarım başlangıçta daha çok resim ve dizayn’a dönüktü. Animasyonla ilgilenmem bu işin altın dönemi başladıktan sonra oldu. Kendi kendime çalışmaya başladım. Ne var ki, animatör olarak iş bulmam önceleri çok zor oldu; çünkü piyasada geçerli olan, Disney stiliydi. Bense o stilde çalışmıyordum.
Derken küçük bir stüdyoda iş buldum. Bu bir bakıma daha isabetli oldu. Küçük stüdyoların fazla eleman tutmaya mali güçleri yetmediği için, bir kişi bir kaç görevi birden yükleniyordu. Bende böylece, hem storyboard (çizgi-film senaryosu), hem animasyon, hem kamera işleri yapmak zorunda kaldım ve çizgi-film sanatını bütün olarak öğrenme olanağı buldum.
Sonraki yıllarda animasyon, reklâm filmlerinde kullanılmaya başlandı. Bu olay animatörler için yeni çalışma alanları açtı. Eğer çizgi-reklâm-filmleri modası başlamasaydı, animatörlüğü sürdüremezdim. herhalde.”
“Neden?”
“Çünkü reklâm filmlerinde değişik dizaynlar aranıyordu. Güzel sanatlar okullarından mezun olanlar bu iş için biçilmiş kaftandı. O yıllarda film stüdyolarında animatörlük yapanlar ise yalnızca Disney stilini öğrenmişlerdi ve ancak öyle çizebiliyorlardı. Oysa tüm reklâm filmleri Bugs Bunny ya da Porky the Pig gibi olamazdı.
Bu durum benim gibi sanatçıların çok işine yaradı.
Yıllarca değişik stillerde çalışabilmenin avantajlarından yararlandık.
Aslında bugün de durum çok farklı değil. Bill Melendez gibi birkaçı dışında, tüm stüdyolar Disney stilini kullanırlar çizgi-filmlerde.
‘Animasyon en iyi Disney stilinde olur’ inancı yerleşmiştir. Çok kesin bir formüle dayanır bu stil.”
“Tüm diğer stüdyolar Walt Disney taklitçileridir mi demek istiyorsunuz?”
“Evet. Hepsi aynı formülü kullanıyorlar.
Cumartesi sabahları televizyona bakarsan, oynatılan bir sürü çizgi-filmin hepsinin birbirinden farksız olduğunu görürsün.
Oysa değişik stüdyolarda yapılmışlardır. Ama aynı formül kullanıldığı için hepsi birbirine benzer.
Şimdi Hanna-Barbera stili animasyon da yapılıyor. Ne var ki, temelde o da Disney stilinin bir başka türüdür.”
“Hocalık ve animatörlükten başka işlerle de uğraşıyor musunuz?”
“Evet. İllüstratörlük yapıyorum geri kalan zamanlarda. Şu sıralar bir çocuk kitabı resimliyorum örneğin.”
“Kaç yıldır hocalık yapıyorsunuz?”
“15 yıldır aşağı yukarı.”
“Bu işi seviyor musunuz?”
“Evet, çok seviyorum.
Üç ayrı ders veriyorum üniversitede:
- Dizayn,
- çizgi-film tarihi
- animasyon.
Okul yönetimi, uyguladığım öğretim programında beni özgür bırakıyor. Bu da hocalığı daha zevkli kılıyor doğal olarak.
Animasyon dersi her dönem haftada üç gün olmak üzere 16 hafta sürüyor. Her öğrenci bir dakikaya yakın uzunlukta bir film hazırlıyor.
İçlerinde başarılı olanlar güzel sanatlar öğrencisi olmayanlar (öteki fakülte öğrencileri de bu dersi alabiliyorlar isterlerse); çünkü onlar dizayn endişelerine kapılmadan, doğrudan animasyonla ilgileniyorlar. Sanat öğrenimi görenler ise neyin iyi neyin kötü olduğunu bildiklerinden, çok güzel bir dizayn çizme hevesiyle animasyona tam dikkatlerini veremiyorlar. Üstelik daha ustalaşmış oldukları için kafalarının içindeki desenleri istedikleri gibi kâğıda dökemiyorlar. Sonuçta sinirleri iyice geriliyor.
Aslında profesyoneller için de durum aynı değil mi? Yaptıkları bir işle ne zaman tam olarak tatmin olurlar?
Her yeni işte daha da güzeli yakalamayı düşlerler, kendilerini zorlarlar.
Sanatın sınırı yoktur. Zaten onun için güzeldir bence...”
Demet Değer İnanç | sanat olayı - Sayı: 11 - Kasım 1981