Ralph Bakshi Stüdyosu


Ralph Bakshi...
Çizgi-film sanatına yeni bir soluk getiren animatör...
Her filmi Amerika’da büyük olay yaratan adam...
Yalnız büyükler için uzun metrajlı çizgi-film yapan sanatçı...

Amerika ve Avrupa’da çok ünlü olmasına karşın, Türkiye’de pek tanınmıyor Ralph Bakshi.
Oysa bugün Walt Disney imparatorluğunun karşısına rakip olarak dikilebilen tek isim.

Son filmi American Pop, güzel bir raslantı olarak ben Denver’deyken gösterilmeye başlandı sinemalarda. Bir Columbia yapımı olan bu film için büyük bir reklâm kampanyası düzenlenmişti. Film başlamadan önce televizyonda, gazetelerde, dergilerde haftalarca reklâmı yapıldı. Sinema önlerinde, duvarlarda dev afişleri sergilendi. Ralph Bakshi üzerine yazılar, onunla yapılmış röportajlar basında sık sık yer aldı.

Ben Los Angeles’e gittiğim zaman bu basın toplantıları henüz sona ermişti. Gazetecilerle görüşmekten zaten nefret eden Bakshi, zorunlu olan bu toplantıları bitirmiş, herkesten köşe bucak kaçıyordu. Ondan bir randevu alabilmek gerçekten güç oldu. Tüm işleri düzenleyen, tam yetkili bir yardımcısı var. Lynn adında genç bir kadın. Bakshi’ye gelen telefonları bile sekreterler önce ona bağlıyorlar. O uygun görmezse, Bakshi’yle telefonda bile görüşemiyorsunuz.

Lynn engelini aşabilmek için ortak tanıdıkların aracılığı gerekti.
Ancak ondan sonra bir röportaj için randevu alabildim.

RALPH BAKSHI

Şehrin merkezinden hayli uzakta, sade döşenmiş bir stüdyo burası. Geniş bir odada oturmuş konuşuyoruz Ralph Bakshi’yle. 42 yaşında, uzun boylu, iri yarı, gür sesli, yerinde duramayan bir adam. Rahatına geldiği gibi giyinen, rahatına geldiği gibi davranan, çevresine hiç aldırmayan bir hali var. Aynı zamanda huzursuz; bir dakika sonra ne yapacağı belli olmayan bir insan.

Kendisiyle tanışmadan önce, çizgi-film stüdyolarında dedikodusunu çok işitmiştim. Öteki sanatçılar ondan “antipati”yle, ama çok çekinerek söz ediyorlar. Bir stüdyo sahibinin, Çok değişik bir tip. Sevilecek adam değil bence. Ancak büyük bir sanatçı. Walt Disney’den sonra ortaya çıkan ikinci önder olduğunu da kimse inkâr edemez, dediğini hatırlıyorum. Gerçek olan şu ki, Bakshi, her filmi yankılar uyandıran, büyük film stüdyolarının ona bir film çizdirebilmek için sıraya girdiği, dorukta bir sanatçı.

Ralph Bakshi Rus asıllı. Ailesi, o daha bir yaşındayken Amerika’ya göç etmiş. New York’ta, Brooklyn’de büyümüş.
Burası zencilerin, göçmenlerin, toplum dışı insanların bol olduğu, dar gelirli kişilerin yaşadığı bir yermiş. Çok zor günler geçirmiş ailesi.


Resim çizmeye 16 yaşımdayken başladım. Bir güzel sanatlar okuluna gittim. 18 yaşımdayken okuldan ayrılıp Terry Toons şirketinde kopist olarak çizgi-film işine atıldım. Dünyanın en berbat film şirketiydi orası. Yapılan çizgi-film türü beni çok rahatsız ediyordu. Orada stüdyo şefi olarak on yıl çalıştım. Sonunda o kadar mutsuz oldum ki, ayrılıp kendi stüdyomu kurmaya karar verdim.

Ne tür çizgi-filmler bunlar?

Çocuklar için yapılan filmler. Her yerde olduğu gibi.
Ben kendi stüdyomu yalnız büyüklere çizgi-film yapmak için kurdum. Çocuklarla uğraşmaktan bıkmış usanmıştım.
 Hollywood’da benden başka bu tür çizgi-film yapan yok. Belki dünyada yoktur.


FRITZ THE CAT

Ralph Bakshi’nin ilk filmi Fritz the Cat (Kedi Fritz) olmuş. Amerika’da ve Avrupa’da bomba gibi patlamış bu film. Sansür, 18 yaşından küçüklerin görmesini yasaklamış. Orta sınıfın cinsel konulardaki tutumlarıyla, iş ahlâkıyla, bazı politik görüşlerle alay ediliyormuş Fritz the Cat’de.

Bakshi, Film, seyirciler üzerinde bir şok etkisi yarattı, diyor.

Olgun yaştaki seyirciler çok öfkelendi. Eleştirmenler, öteki çizgi-film stüdyoları çıldırdılar âdeta. Ama gençler filme bayıldı! O güne kadar alışılagelmiş Walt Disney filmlerine hiç benzemiyordu; tam karşıtıydı bile denebilir. Benim kahramanlarım ‘tatlı ve masum’ olmaktan çok uzaktı. Hayvanlarla sembolize ediliyorlardı; ama yaşayan, gerçek insanlardı. Seviyor, nefret ediyorlardı. Gerektiği zaman küfrediyor, vuruldukları zaman ölüyorlardı. Ayrıca bu filmde, o zamana kadar çizgi-filmlere hiç girmemiş bir konu, politika yer alıyordu.

İlk filmini yaparken pek çok malî güçlüklerle de karşılaşmış Bakshi.

Benim param yoktu; onun için başkalarının parasını kullandım. Onları, geleceği belli olmayan bir filme para yatırmaya ikna etmek güç oldu tabii. Ama filmi çok ucuza çıkardım. Yarım milyon dolar, uzun metrajlı bir çizgi-film için bedava sayılır. Çok büyük bir ekiple, 25 kişiyle, bir yıl gibi çok kısa bir sürede, gece gündüz çalışarak bitirdik o filmi. Gerçekten çok zor oldu. Kullanacak doğru dürüst masamız, malzememiz bile yoktu. Üstelik böyle bir işe kalkışmak için çok gençtim, 29 yaşındaydım. Ama film tam bir ‘başarı’ oldu. 30-40 milyon dolar gelir getirdi. Böylece benim de belirli bir param oldu ve hemen ikinci filmime başladım.

Fritz the Cat, başarının yanısıra pek çok da düşman kazandırmış Ralph Bakshi’ye.

Disney stüdyosunun şimşeklerini üzerime çekmiştim. Onunla birlikte başka çizgi-film stüdyoları da bana cephe aldılar. Çünkü bu ülkede herkes Walt Disney’i sever. Aslında ben de severim ama bütün hayatımı onun işini yapmakla geçirmek istemem. Ben de kendi stilimde, kendi işimi yapmak isterim.

 Amerika’da 30-40 yıldır süregelen çok güçlü bir Disney geleneği var. Ben işe başladığım zaman, tüm çizgi-film endüstrisinde herkes Disney kadar iyi olmak istiyordu... hattâ yeni Disney olmak istiyordu. Walt Disney’in bir tanrı olduğuna inanmayan tek bir animatör yoktu. Bu bana çok sıkıcı geldi.

 Walt Disney çizgi-film sanatında çok büyük bir atak yapmış. Bunun değerini anlıyorum. Ne var ki, arkadan gelenler, onun taklitçileri olmaktan öteye gidemediler. Bugün televizyonda kötü Disney taklidi filmlerden geçilmiyor. İşte buna karşıyım. Bence çizgi-film, çok büyük bir potansiyele sahip olan bir sanat. Çizgi-film endüstrisi, kendimi de katarak söylüyorum, bugüne kadar, bu potansiyelin küçük bir parçasını kullandı.

 İnanıyorum ki, ne kadar resim stili varsa, o kadar da canlandırma film stili var. Norman Rockwell’e George Grosz gibi resim yapmasını ya da Reginald Marsh’a Picasso’yu taklit etmesini söylemek kimsenin aklına gelmez. Ama iş çizgi-filme gelince, herkes Disney stilini düşünür. Sanırlar ki, çizgi-film sanatı, ulaşabileceği en yüksek yere Disney stiliyle varmış zaten.

 Eğer Walt Disney 15-20 yıl daha yaşasaydı ve eğlence siteleri kurmaktan vazgeçseydi, yeni çizgi-film teknikleri araştırırdı bence.

 İşe yeni başladığım sıralar, ben de Disney’in tanrı olduğunu sanırdım. Sonradan bu düşüncemin saçma olduğunu anladım. Yeni, değişik bir şey yapmaya karar verdim ve Fritz the Cat’i çizdim. Tüm eleştirilere karşın, dünya çapında başarı kazandı film. Hollywood’da bir kez başarı kazanınca ne olur? Yeni filmler yapman için para yağar! Ben de o zamandan beri her 1,5 yılda bir, uzun metrajlı bir film yaptım. Hepsi de büyükler için.

Sekiz film yapmış Ralph Bakshi.

  1. Fritz the Cat’den sonra
  2. Heavy Traffic (Yoğun Trafik);
  3. Coonskin (Zenci);
  4. Hey, Good Lookin’ (Hey, Yakışıklı);
  5. Wizards (Büyücüler);
  6. The Lord of the Rings (Yüzükler Tanrısı);
  7. American Pop
  8. ve şu sıralar üzerinde çalıştığı Fire in the Ice (Buzdaki Ateş).

1,5 yıl, uzun metrajlı film yapmak için çok kısa bir süre değil mi?

Evet. Çok hızlı çalışıyoruz. Çünkü aynı iş üzerinde daha fazla çalışacak sabrım yok.

Kaç kişilik bir ekibiniz var?

100 kişi kadar. Hepsi de aynı anda aynı film üzerinde çalışır.


HEAVY TRAFFIC

Bakshi, “Heavy Traffic’i gördün mü? Türkiye’ye geldi mi? diye soruyor.

Yazık ki gelmedi, diyorum.

Gelse de belki sansür izin vermez gösterilmesine. Aslında o film, on yıl önce yaptığım, en çılgın dönemimin filmi.
O zamandan bu yana oldukça değiştim. Olgunlaştım sanırım. Şimdi daha ağırbaşlı filmler yapıyorum. Bir bölümünü görmek ister miydin?

Birlikte seyrediyoruz Heavy Traffic’i.
1950’lerin Amerika’sına öfkeli bir bakış bu film.

  • Irk ayrımının,
  • politika bezirgânlığının,
  • yerine getirilmeyen sözlerin çok sert bir eleştirisi.

  • Gürültülü bir caz müziği,
  • göz alıcı renkler,
  • gece hayatı,
  • gangsterler, fahişeler, kötü görünüşlü tipler,
  • argo bir dil, küfürler... ve gerçekten çok “cüretkâr” sahneler var.

Filmlerinin “müstehcen” bulunması konusunda şunları söylüyor Ralph Bakshi:

Heavy Traffic için pornografik dediler.  Bence değil; ama belki yakın olabilir.

 Bir de şu var: Yine Disney filmlerinin koşullandırması. Seyirci çizgi-filmlerde her şeyin ‘iyi, cici’ olmasına alışmış. Herhangi bir filmde oyuncu elbisesini çıkarırsa, bu kimseye müstehcen gelmiyor. Ama aynı sahne bir çizgi-filmde yer alırsa, hemen pornografik olarak damgalanıyor. Fritz the Cat’de kız elbisesinin üstünü çıkarttı diye yer yerinden oynadı.

Öte yandan, Bakshi’nin belirtmediği bir şey var: Çizgi-filmler, teknik olarak, çizerinin hayalgücüne alabildiğine açık. Canlı-filmlerde yapılması olanaksız şeyleri çizgi-filmde yapmak, animatörlerin kalemini oynatmasına bağlı yalnızca. Özel efektler, çizilen desenlerde, kullanılan renklerde büyük abartmalar yapılabiliyor. Sonuç olarak, belki bir canlı-filmde pek de açık sayılmayacak bir sahne, çizgi-filmde sunuluşuyla gerçekten müstehcen olabiliyor.

Öteki çizgi-film stüdyoları sizin bu çok değişik havadaki filmlerinize nasıl bir tepki gösteriyorlar?” diye soruyorum.

Deli olduğumu düşünüyorlar.

Filmlerinizin hepsi de başarılı olduğuna göre neden öyle düşünsünler?

Bu ilginç gerçekten. Evet, filmlerim büyük başarı kazanıyor, ama yine de öyle düşünüyorlar. Benim durdurmaya çalışmadığım bir çatışma olarak başladı bu. Hoşlandığımı sanmıyorum... Ama belki de hoşlanıyorumdur bundan... Bilmiyorum.

 Fritz the Cat sinemalarda gösterilmeye başlandığı zaman kıyametler kopmuştu. Çizgi-film stüdyoları deli olmuşlardı. Bu sanatı mahvettiğimi söylediler. Sandılar ki, çizgi-film sanatını kirleteceğim, âdileştireceğim. ‘Domuzun biri!’ dediler benim için. Benimse ne yapmak istediğimi anlatacak sabrım yoktu. Yalnızca, ‘Kapatın çenenizi! Çekilin başımdan!’ dedim.

 Heavy Traffic, birincisinden çok daha ‘şoke’ ediciydi. İyice çılgın bir filmdi. O kadar ki, Fritz the Cat onun yanında ‘yumuşak’ kaldı. Her yeni film bir öncekinden daha sert oldu. Öteki stüdyolar da gittikçe daha çok kızdılar. Sonunda iş öyle bir noktaya geldi ki, gazetelere ilân vermeye başladılar; ‘Bu adam delidir’ diye.


COONSKIN

Ralph Bakshi’nin üçüncü filmi Coonskin (argoda Zenci) sinemalarda gösterime girdiği zaman iyice kıyamet kopmuş.

Bu filmde Amerika’da yaşayan zencilerin
  • sosyal ve ekonomik bakımdan içinde bulundukları kötü durum,
  • psikolojik eğilimleri,
  • bir yandan ‘güzel Amerikan ilkeleri’ne inandırılırken bir yandan türlü haksızlıklara uğramaları gibi konular işleniyormuş.

Konudan başka,
  • kutsal Amerikan sembollerinin karikatürize edilmesi, alaya alınması,
  • ayrıca filmin müstehcen bulunması çok sert eleştirilere hedef olmuş.

Bazı kuruluş ve derneklerin de harekete geçmesiyle, filmin yapımcısı Paramount şirketi Coonskin’i sinemalardan çekmek zorunda kalmış.
Üstelik o sıra Bakshi’nin yarısını tamamladığı dördüncü film Hey, Good Lookin’ de malî desteğini kaldırmış.


WIZARDS

Bunun üzerine sanatçı yeni bir atak yaparak ve yepyeni bir teknik kullanarak, “fantazi” dünyalarını dile getirmiş, iyiyle kötünün çarpıştığı Wizards’da (Büyücüler). Bu filmin bazı sahneleri canlı olarak çekilmiş önce. Sonra her film karesi animatörler tarafından teker teker kopya edilerek gerçeğe uygun hareketler elde edilmiş ve bunlar çizgi-filmin kahramanlarına uygulanmış.

Bakshi’nin her filmine çatmaya alışmış olan eleştirmenler, bu kez konuya söyleyecek pek bir şey bulamayınca, filmin “rotoscoping” denilen tekniğine kusur bulmuşlar. Hareketler canlı-filmden kopya edildiği için, Bakshi’yi hile yapmakla suçlamışlar.


THE LORD OF THE RINGS

Daha sonra, Tolkien’in çocuklar için yazmış olduğu, klâsikler arasına girmiş olan ünlü romanı The Lord of the Rings’i (Yüzükler Tanrısı) film yapmış sanatçı. Üstelik yine aynı tekniği kullanmış; hem de filmin bazı sahnelerini değil, tümünü canlı olarak çekmiş!


Saldırılara karşın, her iki film de çok başarılı olmuş ve büyük gelir sağlamış. Böylece Bakshi,
değişik stillerde üstün yapıtlar verebileceğini kanıtladıktan başka, asıl sevdiği konuya dönme şansını elde etmiş: Amerika!

Ve son filmi American Pop’u gerçekleştirmiş.


AMERICAN POP

Çok güzel işlenmiş, olağanüstü etkileyici bir film American Pop. Konusu, tek ortak yanları müzik tutkusu olan göçmen bir ailenin dört kuşak boyunca başından geçen olaylar ve buna paralel olarak Amerika’nın son seksen yılda geçirdiği sosyal dönemler. Ama filmde asıl değinilen konu, bu ülkedeki, ne olursa olsun başarmak, kazanmak hırsı... American Dream (Amerikan Rüyası) diyorlar buna. Bu ülkede iki tür insan var: Kazananlar ve kaybedenler! Ve toplum her zaman kazananlardan yana.


Bu film için şöyle diyor Bakshi:

American Dream sahip olduğumuz özgürlükte anlamını bulmalı, kazandığımız başarılarda değil. Başarı için verdiğimiz savaş tüm enerjimizi alır... Amaca ulaştığımızda elde ettiğimiz nedir ki? Orada kalabilmek için üzerimizde duyduğumuz baskı ve tırmanırken ‘feda’ ettiğimiz dostlarımız, ailemiz...

 American Pop, Amerika’da ‘kazanma’yı anlatıyor.


Film, yüzyılın başlarında Rusya’da yoksul bir aile reisinin Kazaklar tarafından öldürülmesiyle başlıyor. 10 yaşında Zalmie ve annesi Amerika’ya kaçıyorlar. New York’ta bir getto’da yaşam savaşı veren anne, çalıştığı dükkânda çıkan bir yangın sonucu ölüyor. Parasız pulsuz ortalıkta kalan Zalmie, sonunda bir kumpanyaya giriyor. Yıllar geçerken, şarkıcı olarak üne ve servete kavuşacağı günlerin hayalini kuruyor. Daha sonra kumpanyanın striptizcisine âşık oluyor ve evleniyorlar. Bennie doğuyor. Bu arada Zalmie bir takım gansterlerle işbirliği ediyor ve onların yardımıyla tanınan bir şarkıcı oluyor karısı. Ne var ki, Zalmie için düzenlenen bir suikastte ölüyor. Zalmie bütün umutlarını yetenekli bir piyanist olan Bennie’ye bağlıyor. Onun çete reisinin kızıyla evlenmesini sağlıyor. Ancak idealist Bennie orduya yazılıyor ve İkinci Dünya Savaşı’na katılıyor. Oğlu Tony’nin doğumunu göremeden hayatını kaybediyor. Anne yeniden evleniyor. Aile, gangster büyükbabanın parasıyla rahat bir hayat sürüyor  -Tony dışında-. Bu havadan boğulan Tony, ünlü bir şarkı yazarı olmak tutkusuyla evden kaçıyor. California’ya giderken yolda bir köyde güzel bir garson kızla tanışıyor ve ona âşık oluyor. Geceyi birlikte geçiriyorlar. Tony hayatında ilk kez mutlu olmasına karşın, başarı ve ün tutkusu yüzünden yoluna devam ediyor. Gerçi ünlü ama uyuşturucu düşkünü bir kadın şarkıcıya şarkılar yazacak kadar başarı kazanıyor ama sürekli olmuyor bu. Bir kaç yıl sonra Tony, bir raslantı sonucu “gayrimeşru” oğlu Pete’i buluyor ve onu yanına alıyor. Baba-oğul parasız, sefil, sokaklarda barınmaya çalışıyorlar. Yıkılmış bir adam olan Tony, asıl “himaye” edilenin kendisi olduğunu anlayınca, genç oğluna daha fazla yük olmamak için sessizce onun yanından ayrılıyor. Pete bir rock topluluğuna uyuşturucu sağlayarak yaşamını sürdürüyor. Bir yandan da şarkı besteliyor. Bir gün bir rock topluluğuna şarkısını zorla dinletiyor ve o gün şansı açılıyor. Süper bir rock şarkıcısı oluyor. Böylece ailenin dört kuşak boyu peşinde koştuğu üne ve servete kavuşuyor  -köklerinden habersiz, aileden, arkadaşlardan, bir topluma ait olma duygusundan yoksun,-  “gayrimeşru” Pete.

Göçmen ailenin American Dream’i gerçekleşiyor; ama ne pahasına?


Müzik, American Pop’un önemli bir öğesi. Film bir “müzikal” değil,
ama çeşitli dönemler canlandırıldıkça, yüzyılın başından bu yana Amerika’daki müzik akımlarını izleyebiliyorsunuz.


Kimler yer almamış ki filmin müziğinde:
Dave Brubeck;
Bob Dylan;
Bob Seger;
Lou Reed;
The Doors;
The Mamas and the Papas;
Jimi Hendrix;
Peter, Paul and Mary;
Benny Goodman;
Fabian..
ve daha bir çok ünlü...


FİKİRLER, SENARYOLAR

“The Lord of the Rings’in Tolkien’in ünlü bir romanı olduğunu biliyordum. Öteki filmlerin senaryolarını kimler yazdı acaba?

İlk dört filmin senaryosunu kendim yazdım. Sonraları bu işle uğraşacak zamanım kalmadı.  Başka yazarlarla ortak çalışma yapmaya başladık. Konuları ben seçiyorum. İki-üç yazar senaryoyu yazıyor.  Şimdi üzerinde çalıştığımız filmi, Fire in the Ice’ı (Buzdaki Ateş) ben ve başka iki yazar birlikte yazdık.

Filmlerin konularını nasıl seçiyorsunuz? Nerelerden kaynaklanıyor fikirleriniz?

Bilmiyorum doğrusu... Öyle geliveriyor fikirler aklıma. Nerelerden kaynaklanıyor, bilmiyorum. Aslında herhangi bir fikri seversem ve aklımda bir haftadan fazla kalırsa, hemen onu gerçekleştirmeye bakarım. Oturup da neden o fikri gerçekleştireceğimin analizine girmem hiç bir zaman. Analizini yapmaya kalkışırsam dağılır gider, anlamsızlaşır.

 Bana neden Fitz the Cat’i ya da Heavy Traffic’i yaptığımı sorarsan, cevap veremem. O fikirlerin nereden çıkıp geldiğini bilmiyorum çünkü. American Pop’u yaptım, çünkü fikri sevdim. Şimdi çalıştığım filmi yapıyorum, çünkü Frank Frazetta’nın bir-iki resmini gördüm ve çok sevdim.

Nedir filmin konusu?

Bunu anlatmak çok güç. Konu, Frazetta’nın resimleri üzerine kuruldu. Filmin ‘dizayn’ını da o yapıyor zaten. Fire in the Ice tarih öncesi çağlarda geçiyor. Tümüyle bir hayal dünyası... Mağara adamları, garip yaratıklar, iyi ve kötü büyücüler, güzel kadınlar... Mitolojik havada bir film. Aynı zamanda çok da barbar.


Son filmleriniz, ilklerine göre oldukça farklı. Daha önce size karşı olanlar bu değişikliği nasıl karşılıyorlar?

Bambaşka stillerde yepyeni filmler de yapabildiğimi görmek çok şaşırttı onları. Ancak artık o kadar fazla bağırıp çağırmışlardı, o kadar düşmanlık yaratmışlardı ki, birden dönüp hakkımda yanıldıklarını itiraf edemediler. Utandılar çünkü.

 Ben de tutumlarını değiştirmelerine yardımcı olmadım; bu fırsatı vermedim onlara. Hâlâ da yoksayıyorum bu insanları, çünkü başlangıçta bana yaptıkları pek eğlenceli değildi. Verdikleri zarara göğüs germek hiç de kolay olmamıştı. O sıralarda yardımcı animatörler, ressamlar bulmak bir sorun olmuştu. Bana yakıştırdıkları sıfatlar, yaptıkları saldırılar anneme bile hayatı cehennem etmişti. Şimdi de ben ‘kibar’ olmak istemiyorum onlara karşı.

 Öte yandan, yaptığım işlerden gurur duyuyorum. Amerika tarihinde Walt Disney’den başka, sürekli uzun metrajlı çizgi-film yapan tek stüdyo benimki. Ara sıra yapılan filmlerden söz etmiyorum; sürekli olarak üretilenlerden söz ediyorum. Şimdiye kadar, yani 10-12 yılda uzun metrajlı 8 film yaptık biz. Bu sayı bile tüm öteki stüdyoları geride bırakır ki, içlerinde Hanna-Barbera gibi devler var. O bile şimdiye kadar uzun metrajlı 2-3 çizgi-film yaptı. Bana böylesine karşı çıkanlar bir bakıma iyilik ettiler. O kadar çok üstüme saldırmasalardı, belki böyle hırsla çalışmazdım. Öyle öfkelenmiştim ki, çılgınlar gibi işe sarılmıştım. Bir ara istesem de duramaz hale gelmiştim. Başaracağımı biliyordum, çünkü haklıydım. Büyükler için çizgi-film yapmanın nesi yanlış olabilir ki zaten?


Demet Değer İnanç | sanat olayı - Sayı: 10 - Ekim 1981