Ahmef Arif’i dinliyorum:
“Terketmedi sevdan beni.
Aç kaldım, susuz kaldım,
Hayın, karanlıktı gece,
Can garip, can suskun,
Can paramparça...
Ve ellerim, kelepçede,
Tütünsüz, uykusuz kaldım,
Terketmedi sevdan beni...”
Her yaşta binlerce “genç", aç susuz da kalsa, tütünsüz uykusuz da kalsa, can paramparça, eller kelepçedeyken, bu sevdayla beslendi, bu sevdayla direndi, bu sevdayla güçlendi, bu sevdayla güzelleşti, bu sevdayla büyüdü, bu sevdayla çoğaldı, bu sevdayla geleceğe sımsıkı sarıldı.
Ülkemde her on yılda bir şunlar suçludur, şunlar suçsuz diye fetva verildikçe: insanlar “sakıncalı", “hain", “kötü vatandaş", “iyi yurttaş", “vatansever", “vatansevmez” diye etiketlendikçe “içeridekiler"in sayısı çoğaldıkça, artık “içerisi"yle “dışarısı"nin nerede başlayıp, nerede bittiği belli olmadıkça, 1951’de yazılmış “Sevdan Beni” şiiri, her zamanın şiiri, “şimdi"nin şiiri olacaktı.
Yalnız “Sevdan Beni” şiiri mi? Hayır. 1968 yılının Aralık ayında yayınlanan Ahmed Arif’in “Hasretinden Prangalar Eskittim” adlı ilk ve tek kitabının içindeki 20 şiirin her biri, sanki yüzlerce yıl önce, hayır hayır, bugün, şimdi bizim için yazılmış... Yirmi şiirin her biri mi dedim... Yanlış. Galiba bu kitabın içindeki tüm şiirler, tek bir şiir: Bir destan.
Bu destan, Doğu Anadolu’nun, Doğu Anadolu insanının, hem insanın hem yörenin doğasının destanı... Çetin, amansız, mert, yiğit, cehennem yürekli, kuş yürekli, çatal yürekli, narin, sert, filinta endamlı, duru su gibi yalın, gürül gürül çağlayarak akan, umudunu ezikliğine, gücünü yenilgilerine katık etmiş, sevdalı mı sevdalı bir destan.
Hayır, hayır, şu anda, “Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabının sayfaları arasına dalıp gitmemeliyim, oradaki şiirlere kapılıp coşmamalıyım... “Hasretinden Prangalar Eskittim"in yirminci baskısı, şu günlerde Cem Yayınevi’nden ha çıktı ha çıkacak. Yirminci... Ama bu şiirler elden ele, dudaktan dudağa, yürekten yüreğe, içeriden dışarıya, dışarıdan içeriye öyle çok dolaştı ki, bana yirminci değil, bininci baskısı olacakmış gibi geliyor.
Hayır, şu anda sakin olup Ahmed Arif’in sorularıma verdiği yanıtları dinlemeliyim.
Hazır elime böyle bir fırsat geçmişken...
Hazır, Ankara’daki evinde beni kabul etmişken...
Biliyorum, Ahmed Arif, gazetecilerle konuşmayı, çok sevmiyor. Bugüne dek dili çok yanmış, söylediklerinin çarpıtılmasından. İçinde, onu terketmeyen bir endişe: Düşündükleri, yazdıkları, söyledikleri ona karşı kullanılabilir diye... Bana güvenini haksız çıkarmamaya çalışarak dinliyorum, soruyorum, yazıyorum. Taa en eskilerden başlıyoruz, çocukluktan..
ÇOCUKLUK
“Öksüzüm”.
İlk sözcük buydu.
Çocukluğunu anlatmasını istedim. Ağzından çıkan ilk sözcük bu oldu.
İçimde bir şeyler isyan etmeye hazırdı ki, o sürdürdü:
“Anamı görmedim. Elbil şehri var, Irak sınırında. oralı... Yedi dayımı Lawrence’ın kiralık katilleri öldürmüş... Babam korkunç Kemalist. Kerküklü... Ben bebekken anam ölmüş. Belki bende eksik olan, bendeki eksiklik bu... Yeni anamın gözle görülür zulmü yok. Bana çok iyi baktı. Okuldan gelir onun sütünü emerdim. Üçüncü sınıfa kadar sütünü emdim... Sekiz kardeşiz. Ötekiler benden büyük, hep başka analardan...”
Ahmet Arif 1927’de doğdu. Diyarbakır’da. Kocaman bir ev animsiyor. Eve ha bire gelip giden askerler anımsıyor. Bol şayak kumaşlar anımsıyor. “Askerler sonsuz gelirler, evde avluda, bahçede yatarlardı. Babamın görevi o zaman askeri mi, sivil mi bilmiyorum, ama şayak kumaşlar gözümden gitmiyor.” Yıl 1929, 30...
Dört, beş yaşında ya vardı ya yoktu, Siverek’e geçtiler.
“Vatanım Siverek’tir” diyorsa da biliyoruz ki, Doğu Anadolu da, Güney Doğu Anadolu’da girip çıktığı, yerleştiği, şöyle bir uğradığı, bir süre kaldığı her kasada, her köy, her kentin insanları, sonradan, “Ahmed Arif mi? O benim hemşehrimdir, bizim köydendir, bizim kasabadandır, bizim oralıdır” diyecekti.. Varsın desinler. Bu da Ahmed Arif’i çok mutlu edecekti.
Siverek’te babası Arif Hikmet Bey Nahiye Müdürüdür. Sürekli eşkıya takibindedir. “Babam, kimseyi öldürmezdi. Ya teslim alırdı, ya da Fırat’in ötesine sürerdi... Babamın kaba iri yapısının altında korkunç bir çocuk sevgisi vardı. Biz çocuklar doyamazdık ona...”
Siverek’e yeni geldiği günlerdeydi...
“Tavuklar, kuşlar, barbardır. Yabancı kuş sevmezler. Almazlar aralarına.
Yabancı kuşu didiklerler... İşte bana da öyle bir şey oldu:”
Bayramdı, bayram yerine koca salıncaklar kurulmuştu. Tüm çocuklar toplanmıştı.
Bir olup, iri yarı, büyük bir çocuğu, bir Ağa çocuğunu, yabancı kuşun üzerine saldılar...
“Kapıştık. Güçlü de oğlan. Tahtadan muştası da var. O bana muştayla vuruyor.
Ben de yerden bir koyun çene kemiği kaptım onunla vurmaya çalışıyorum...”
İlk kez döğüşüyordu. İlk kez döğüştüğü için de döğüşmeyi bilmiyordu... Neden sonra güzelim bir adam onları alırdı. “Öpüşün” dedi. “Bu çocuk garip, hem de misafir” dedi. Zazaca öteki çocuklara kızdı ve küçük Ahmed’i eve getirdi... Sonradan o güzelim insanı kendisine kirve seçecekti, kemanlı, tefli, müzikli sünnet düğününde. Baba, dağlardaydı, yetişemedi sünnet düğününe.
“O insan, Halil Karakaş’tı. Yemeni dikerdi. Okuma yazması yoktu.
Uslu durayım diye beni de onun yanına çırak verirlerdi.
Eğitimimde okuldan çok onun yeri var.”
Ondan güzeli öğrendi, töreleri öğrendi, çalışmayı öğrendi, insana ve doğaya sımsıkı sarılmayı öğrendi.
“Siverek İlkokulu’nda... Türküler vardı. Bayramlar vardı. Cumhuriyet Bayramı, 23 Nisan, 30 Ağustos... Türküler ve bayramlar gözlerimize dolardı. Süvari alayı vardı. Her bayrama katilan sekiz on aşiret vardı. Hepsi Kurtuluş Savaşı’nın gerillalarıydı. Müthiş görüntülerdi. 500 doru at, 500 yağız at, 500 al at, abaları rüzgâra tutulmuş... Anama toylara yani düğünlere giderdik. Kadınlar tilili, zılgıt çekerdi...”
Türkülerle, seslerle, rüzgarlara tutulmuş renklerle, birbirleriyle yarışan atlarla, geçit törenleri, bayramlar, düğünlerle beslendi. Ama en çok, bunların müthiş görüntüleriyle... Babası ona bir “uçlu” at, yani ordudan emekli olmuş yaşlı at aldığında, önce dünyalar onun oldu. Sonra iyi bir süvari oldu.
“Oyuna doyan bir çocuktum. Tüm oyuncaklarımızı kentin esnaf bölümünde, kendimiz yapardık.”
İlkokul böyle bitti!
(İlkokul denilince, kiminde defter-kalem, sıra, karatahta çağrışımları yapar, kiminde de bu yukardaki gibi çağrışımlar...
Neyse ki Ahmed Arif, okuma yazma öğrenmeyi, ilkokuldan önce halletmişti.)
Ortaokula Diyarbakır’a döndü.
“O sırada beni arı sokmuştu. Kafam davul gibiydi. Orada okulda “bu çocuk trahomlu’ dediler...” Aile değildir diye ısrar edince, öğretmenin biri bir tokat attı çocuğa. Çocuğun yediği ilk tokattı bu, neye uğradığını şaşırdı. Çocuk da tokat atanı tekmelemeye başladı. Nene çok korktu. Başına bir iş açılmasın diye çocuğu gerisin geriye Urfa’ya yolladı.
“Diyarbakır Lisesi’nde okusaydım mezun olamazdım.
Oradaki tüm arkadaşlarım kaçakçı ya da gansgter oldular” diyorsa da Diyarbakır’ın yüreğinde nasıl özel bir yeri olduğunu bilmeyen yok.
Hani:
“Bir de ağzı var dili yok
Diyarbekir Kalesi...”nin...
Hani,
“Açar,
Kan kırmızı yediverenler
Ve kar yağar bir yandan,
Savrulur Karacadağ,
Savrulur Zozan...
Bak, bıyığım buz tuttu,
Üşüyorum da
Zemheri de uzadıkça uzadı,
Seni, baharmışın gibi düşünüyorum,
Seni, Diyarbekir gibi,
Nelere nelere baskın gelmez ki
Seni düşünmenin tadı...” dediği...
Yeniden Urfa’dayız. Urfa Ortaokulu’nda. Ahmed Arif’in çok iyi bir süvari olduğu günlerde...
Babasının Harran’a kaymakam olmasına daha vakit var...
“Gazve denilir bir olay vardır. Talana gelmektir. Önceden haber verirler... Suriye’den gelirler, ordan, buradan gelirler, katarlar bin sığırı, koyunu önlerine, sizin köyden alıp götürürler... Sonra, aynı şeyi bizimkiler yapar... Gazve’de adam öldürülmez, yalnızca talan edilir, ama arada kaza da olur...”
İşte ilk ve ortaokuldayken yaşadı en büyük gazveleri Ahmed Arif. Hele Harran’dan gelen bir Siyale aşireti vardı ki, çevreye büyük dehşet saçardı. “Hani Afrika’daki Masailer gibi”... Yine bir kez geldiler: Siverek’e bağlı Karakeçi bucağındaydılar. Kimi Siyale aşiretini, hepsini keselim dedi... Kimi kaçalım dedi... Babası “Siz halksınız, bu iş hükümetle Araplar arasında bir iş, siz hele durun bir” dedi... Kendi deyişiyle “hergele bir çocuk” olan Ahmed Arif, babasını öper gibi yapıp, kulağına “baba kapıya iki silahlı Arap, Siyale dayandı” diyecek, baba da onu “öperken", “koş filintamı getir” diyecekti... Küçük Ahmed koşadursun, kimi “sakın silaha davranmayın, köyü yakarlar, çoluk çocuğu keserler"i savunurken, kimi “vuruşmadan vazgeçin” diye ortaya bir çuval altın atacaktı. Ve amca “Müslüman Müslüman’ı vurmaz” dediği an, vurulacaktı... İşte savaş başlamıştı!
Bir masal dinlermiş gibi, bir film izlermiş gibi Ahmed Arif’i dinliyorum.
Gazve öyküsü şu sözlerle bitti:
“Bir duvar dibinde, çatışmanın bitmesini bekledim. Bittiğinde dağ, kan izleriyle doluydu.”
Bu öyküden geriye bir de babasının su öğüdü kaldı:
“Sen sen ol, bir küncü tanesi (yani susam tanesi) haram girerse boğazına, evin yıkılır, bilmiş ol.”
Ve o günlerden kaldı:
“Kirveyiz, hısımız, kanla bağlıyız
Karşıyaka köyleri, obalarıyla
Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu, komşuyuz yaka yakaya
Birbirine karışır tavuklarımız
Bilmezlikten değil,
Fıkaralıktan,
Pasaporta ısınmamış içimiz
Budur katlimize sebep suçumuz,
Gayri eşkıyaya çıkar adımız
Kaçakçıya
Soyguncuya
Hayına...
Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz
Rivayet sanılır belki
Gül memeler değil
Domdom kurşunu
Paramparça ağzımdaki...”
Ve ilk çocukluk anılarından kalmadır:
“Vurun ulan,
Vurun,
Ben kolay ölmem.
Ocakta küllenmiş közüm,
Karnımda sözüm var
Halden bilene.
Babam gözlerini verdi Urfa önünde
Üç de kardaşını
Üç nazlı selvi,
Ömrüne doyamamış üç dağ parçası.
Burçlardan, tepelerden, minarelerden
Kirve, hısım aşiret çocukları
Fransız kurşununa karşı koyanda
Bıyıkları yeni terlemiş daha
Benim küçük dayım Nazif
Yakışıklı,
Hafif
İyi süvari
Vurun kardaş demiş
Namus günüdür
Ve şaha kaldırmış atını.
Kirvem hallarımı aynı böyle yaz
rivayet sanılır belki
Gül memeler değil
Domdom kurşunu
Paramparça ağzımdaki...”
ŞİİR DÖNEMİ
Pek başkalarınınkine benzemeyen bir çocukluk değil mi...
Çocukluk dönemi bitti şimdi şiir dönemine geçiyoruz, diyemiyorum. Çünkü daha ortaokuldaydı, ilk şiirlerini yazmaya başladığında... Urfa’da halkevine gelen tüm dergileri, özellikle şiir dergilerini okurdu. Sonra Nâzım Hikmet okurdu. Nazım’ın yayınlanmamış şiirlerini okurdu. Yıl sonu müsamerelerinde, hep onu sahneye çıkarırlardı şiir okusun diye.
“Babam uyanık adamdı. Urfa’da, süvarilik, efelik etmemi istemiyordu, beni Afyon Lisesi’ne yolladı. Bizim sınıfta şiir yazan çok öğrenci vardı. Lisedeyken öykündüğüm ozanlar vardı. Örneğin öğretmenim Gündüz Akıncı, Behçet Necatigil. Onun o müthiş melankolik şiirlerinin 15 yaşındaki bir çocuğu etkilememesi olanaksızdı. Sonra Cahit Erencan, yani Cahit Külebi... Tanpınar’a hayrandım. Baudelaire’e, Valery’ye de... Nâzım Hikmet’ten ritmi, ses uyumunu almaya çalışırdım...”
“İlk yazdığım şiirler, sevda şiirleriydi. Ama sonradan da, şimdi de yazdığım, sevda şiiridir.”
Bu ilk yazdığı şiirlerden birini okumasını rica ediyorum Ahmed Arif’ten. Beni kırmıyor.
İşte ortaokul son sınıfta yazılmış bir şiir:
“Bir mavi gül bahçesi yorganım
Uyku saçlarının meçhul şarkısı
Sonra yastığımda ilk gölgen kızlık
Ve ilk unutuluş Hürriyet raksı
Yumuşaklığında ipekten öpüşlerin
Mukaddes günahkâr cenneti oda
Dikişsiz beyazlığında tüllerinin
Bir ay süzülecek buluta
Ve bir mavi şarap gözlerindeki
Musiki gölgelerinden yorgun
Sen hep öylesine güzel sevdalım
Ben sana Allahsızcasına vurgun.”
Bildiğimiz şiirlerinden ne farklı değil mi!
“O zaman kendimi Baudelaire sanırdım” diyor.
Yıl ya 1940, ya 41. “Seçme Şiirler Demeti” dergisinde bir şiiri yayınlandığında ve o şiir için dergiden 10 lira yolladıklarında dünyalar onun oldu. Üstelik aynı sayfanın bir yanında Neyzen Tevfik’in, bir yanında onun şiirini basmıştı dergi. Bu komşulukla sevinci daha da büyüdü.
“O zamanlar ekmek karneyleydi Biz yatılıydık. Şiirden para geldi mi çok işe yarardı. Ekmek almaya yarardı...”
Yanılmıyorsam, tam bu tümceden sonra söyledi: “Ben ilkokulda, ortaokulda, lisede hep sıtma geçirdim. Ondan gelişmedim... Oysa sen bir de bizim Filinta’yi görsen. 15 yaşında ama dağ gibi...”
(Filinta, Ahmed Arif’le Aynur Hanım’ın oğlu ve ailenin en büyük mutluluğu. Okulda olduğundan henüz tanışmadık.)
Ahmed Arif’in ilk şiirleri dergilerde yayınlanmaya başlamıştı artık...
Sonra askerlik:
“En mutlu dönemimdi. Karadeniz Boğazı’nda... Güzelim iki yüzbaşım vardı.
Benim halimi, şiir tutkumu biliyorlar, sık sık İstanbul’a yolluyorlar”...
Sonra Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Felsefe bölümü öğrencisidir.
Neden felsefe?
“Çok yüce tuttuğum için...”
ESKİTİLEN PRANGALAR
Ve ilk tutuklanma, Yıl 1948.
“Palmiro” adlı şiiri yüzünden.
“Şiir cebimdeydi. Bir gün baktım yok. Calinmişti... Nusret Hocamızın bir doktora öğrencisi arkadaşımız var. Polis geldi, arkadaşımızın evinde, hiç olmayacak bir yerde şiirin seksen kopyasını buldu. Biri çalıp, çoğaltmış ve polise haber vermişti. Provokasyon.”
Teslim oldu. Beraat etti.
Dışişleri Bakanlığı eleman almak üzere sınav açmıştı. Sınava girmiş ve kazanmıştı Ahmed Arif. işi hazırdı. Yurt dışına yollanacaktı. Bu ilk tutuklanmadan sona ise alınmadı. Danıştay’a başvurdu, Merkez Bankası’nda bir iş verdiler. Hem çalışıyor hem okuyordu.
1951’de yine bir büyük av vardı. Hani yalnız İstanbul’da bir gecede 48 “solcu"nun tutuklandığı dönem. Ondan bir-iki ay sonra Ahmed Arif’i de işinden alıp tutukladılar. Dokuz gece, dokuz gündüz dövdüler. Tüm kemikleri kırıldı.
“Para toplayıp komünistlere dağıttığıma dair benden imza istiyorlardı... Ben de vermiyordum. Birinci Şube Müdürü Ekrem Anıt’tı sonradan milletvekili olacaktı... Çok dövdüler. Fethi Olcay Savcıydı beraatimi istedi. Hiç unutmam, ’Ülke çocuklarına böyle davranılamaz’ diyordu... Nelerden yargılanmıyordum ki, Amerika’ya küfür etmekten bile... Bugün yarın çıkmayı beklerken, mahkemede bir tanık, Mustafa Suphi’nin 200 adet fotoğrafını bana verdiğini iddia edecekti... Sonradan Hasan Ali Yücel söyleyecekti: “Sen orada dayak yerken, ben valizimi hazırlıyordum çocuğum’ diyecekti...”
İşte, “terk etmedi sevdan beni” o en çok dövüldüğü günlerde yazıldı: “Hayın karanlıktı gece” ve “can paramparça”...
“Unutamadığım adlı şiirim, işkencenin ta kendisidir.
İşkencenin fotoğrafla tespit edilmiş gibisidir” diyor ve bana yüksek sesle o şiiri okuyor Ahmed Arif.
(Dolu dolu, gürül gürül bir sesle, okuyor):
“Açardın
Yalnızlığımda
Mavi ve yeşil,
Açardın.
Tavşan kanı, kınalıberrak.
Yenerdim acıları, kahbelikleri...
Canımın gizlisinde bir can idin ki
Kan değil, sevdamız akardı geceye,
Sıktıkça cellad
Kemendi.
Duymak,
Gözlerinde duymak üç ağaçları
Susmak,
Gözlerinde susmak,
Ustura gibi...
Gözlerin hani?"
Çıktığında, işe geri almadılar.
“Sürünmeye başladım. Birçok işe girip çıktım. Bir ara Abidin Dino bir iş ayarladı, fotokopi işi, onu yaptım. Sonra kömür dağıtımında çalıştım. 16 lira alıyordum ama hangi işe girsem polisler peşimdeydi beni kovduruyorlardı...”
Hayır, bütün girip çıktığı işleri saymak istemedi. Yalnızca “girdiğim hiçbir işte horlanmadım” dedi.
“Çıktığımda, hastaneliktim. ’Sakın şikâyet etme", dedi “doktorlar sonra seni zehirlerler’... Ben de etmedim... Tutuklandığımda gazeteler 200 kişilik kızıl şebekenin elebaşısı yakalandı’ diye yazmıştı. Üstelik bu başlığı verenler sosyalist geçinenlerdi...”
Acısını şimdi yüzünden okuyordum.
Hayır işkenceden konuşmayacağız. Hiçbir şey söylemeyecek... Baskıları, acıları anlatmayacak... Acıları, baskıları ben yüzünde okuyacağım... Çıktıktan sonraki hastalıklarını da anlatmayacak... Bu konuda hiç konuşmamak belki de en doğrusu. Zaten bu konu açıldı mı hemen ekleyecek: “İşkence gören tüm çocuklardan özür dilerim.”
Bütün bunları, “Toplam 38 ay yattım. Ama önemli değil"
diye geçiştirdi.
diye geçiştirdi.
Ve ekledi: “Sabıkalı değildim.”
Çook sonra, konuşmamızın sonlarına doğru bir ara en büyük acısını ve en büyük sevincini sorduğumda, ister istemez, dönmek zorunda kalacaktık bu konuya. Keşke sormasaydım, en büyük acısını. Ama çok geçti artık. Anlatmaya başlamıştı.
“En büyük acıyı kan içindeyken duymuyorsun. En çoğu, bayılıyorsun... Genç insan dayanıyor. İşkence gören tüm çocuklardan özür dilerim... Sansanyan Han’daydım. Dokuz numaradaydım. Çok hastaydım. Aylardır ifadem alınmıyordu. Yattığım yerde, zeminden lağım akıyordu. Lağımla beni bir ızgara ayırıyordu. Bitaptım. Geceyarısı bir telgraf geldi. Telgrafta şu sözler yazılıydı: Baban öldü. Cenaze yerde. Oralara gelemiyorum. Annen Arife.”
Yıl 1953. O an tüm dünyası yıkıldı.
Bana anlatırken Ahmed Arif’in tutamadığı gözyaşlarına bakıp, görüyorum, o anda tüm dünyasının yıkıldığını...
Babasının cenazesi yerdedir...
O, içeride...
Söylenecek hiçbir şey yok. Sessizlik.
Bitti sandım. “En büyük acısı"nı anlattı, bitti sandım. O “hâlâ atlatabilmiş değilim” dediğinde, birbirimize bakmamaya çalışıp, gözlerimizi yere indirdiğimizde, bitti sandım... Anlattı bitti...
Oysa Ahmed Arif yeniden sürdürüyordu konuşmayı: “Beni hastaneye kaldırdılar, bir süre sonra. Orada, hastanede öğrendim.
Bir doktor, ’O telgraf yalandı, nasıl yuttun, hiçbir ana öyle bir telgraf çekmez, nasıl olur da inanırsın’ dedi.”
Önce şaşırdı. Sonra tüm Toroslar üzerine yıkıldı.
Ya da “Tüm Toroslar üzerine inse, böylesine yıkılmazdı.”
Hayır. Babasını, bir türlü doyamadığı babasını daha sonra kaybedecekti. Ve babası oğlunun içeride olduğunu bilmeyecekti.
“Babam benim yurt dışında olduğumu sanarak öldü.”
Yine sessizlik. Yine söylenecek hiçbir şey yok...
Acıyı dağıtmak için, Ahmed Arif’den, bana en büyük sevincini, en mutlu olduğu anı anlatmasını istiyorum:
HASRET
“Yaşamımda en büyük sevinci baba olduğum gün duydum. İnanır mısınız, tam iki yıl oğlumun nüfus kâğıdını cebimde taşıdım. Cebimdeki sanki dünyanın en zengin cüzdanıydı. Oğlum olmuştu. Oğlum, dünyanın en güzel güvercini... Dünyanın en güçlü silahı...”
Sabahın erken saatlerinde gelmiştim Ankara’daki bu eve. Aynur Hanım’ın kaşla göz arasında pişirdiği enfes yemekleri yemiş, Filinta’yı tanımıştım. Ahmed Arif, kendi boyunu çoktan aşmış Filinta’ya her baktığında, yüreğinin pır pır edişini ortaya koyuyordu...
Evde pişmiş harika kurabiyeler arasında sohbeti sürdürüyoruz:
Sosyalist değer ölçülerini nasıl edindiniz?
Nasıl ve ne zaman?
“Anam elime reçelli ekmek verir sokağa salardı. Ben başka çocukların elinde kara ekmek, kepeli ekmek görürdüm. Kendiminkini paylaştırırdım. Anam ’tüm mahalleyi sen mi besleyeceksin’ dediğinde babam kızardı; ’Bırak, çocuğun yaradılışı böyle’ derdi...”
Sustu bir an için Ahmed Arif.
Sonra: “Sosyalist değer ölçüleri bir kültür birikimidir. Çocukluğumdan beri edindiğim birikim, okulda gelişti ve bilinçle yoğruldu.”
Ahmed Arif, 1956-77 yılları arasında “Öncü", Medeniyet” ve “Halkçı” gazetelerinde çalışmaktadır. Ama bu arada 1968’in Aralık ayında “Hasretinden Prangalar Eskittim” yayınlanmıştır: İki ay MİT’te, yattıktan sonra, yayınlanabilmiştir kitap...
“Hayır, o zaman, kitabın bu kadar popüler olacağını, sevileceğini düşünmemiştim. Kitap yayınlandıktan sonra çeşitli dernekler, sendikalar, kuruluşlardan çağrılar aldım. Şiirlerimi oralarda okudum. Halkımız çok sevdi bu şiirleri. Bu arada çok da küfür duydum.”
Peki yeni şiirleriniz yok mu?
Kitaptan sonra yazdıklarınız?
“Var... Yeni şiirler yazdım, yazıyorum... Ama yayınlamıyorum... Yaz, sakla, aktar, gizle... Çoğu kafamda...
Sansaryan Han’ın dokuz numaralı hücresini donattım... Çoğu kafamda...”
Bu arada şunu da belirtmeliyim: Ahmed Arif’in “Hasretimden Prangalar Eskittim” kitabındaki şiirler, bestelenir, şarkı yapılır, kasetlere doldurulur, toplantılarda okunur, söylenir, posterlere yazılır dağıtılır...
“Para falan istemiyorum. Haberim olsun, kullanılmayayım, yeter” diyor.
“Benim şiirlerimin altına kendi imzasını atanlar bile var...
İnsanların böyle şeyler yapmaya hakları, yok” diyor...
Yenilerde, bir de şiirlerinden korsan yayın yapıldı. Kimin yayınladığı bulunamıyor.
Kitabının 27. sayfasından başlayan, izinsiz çıkmış bir kitap. Ahmed Arif’le konuştuğum gün, bu korsan yayının üzüntüsü, tüm eve egemen.
“Benim için şiir ya da öteki sanatlar, insan ilişkisi demektir.
Şiir sevdadır, kavgadır, savaştır, barıştır, bolluk, berekettir, zulümdür, özgürlüktür.”
“Şiir sonsuz duyarlılık isteyen bir söyleyiş biçimidir.”
“Bana şiir, kesinlikle büyük sevinç, büyük mutluluk vermiyor. İçinde boğulacağım acılar veriyor...
Ama eğer şiirlerim, düşünceler ve yürekler arasında bir ilişki, bir bağ kuruyorsa, o zaman mutlu oluyordum.”
“Benim şiirlerimin tümü sevda şiiri... Hasret mi? Hasret elbet ki bir yangın... Bir türlü sarılamamak...
Ama her an ha sarıldım, ha sarılacağımı, şimdi kavuşacağım yanıbaşında duymak... İnanmak...”
Ya da:
“Seni, bağırabilsem seni,
Dipsiz kuyulara,
Akan yıldıza,
Bir kibrit çöpüne varana,
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne.
Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
Yitirmiş öpücükleri,
Payı yok, apansız inen akşamdan,
Bir kadeh, bir cigara, dalıp gidene,
Seni anlatabilsem seni...
Yokluğun, cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum,
kapama gözlerini...”
Zeynep Oral | Milliyet Sanat Dergisi Eki: EDEBİYATIMIZDAN ON İNSAN BİN YAŞAM - 2
___________________________________________________________________________________________________________________________
Ahmed Arif’in şiirinin değerine ilkönce Muzaffer Erdost değindi.
15 Ocak 1967 günü “Türk Solu”nda, Muzaffer Erdost, Ahmed Arif’in şiirindeki devrimci özü, bu şiire, şairin yaşamından kaynaklanan duyarlıkların yansısını, kendisiyle yaptığı konuşmalardan da yola çıkarak tanıttı.
1969’da, Cemal Süreya, “Papirüs”te, gerçekçi şiirimizdeki destan sesini duyurdu. Ahmed Arif’in şiirindeki özgün sesin farkına, ilk kez, Cemal vardı diyebiliriz. Halk kaynağını, türkülerden, manilerden ayrı bir ses olarak değerlendiren bir şair olarak görüyor onu. Halk kaynağına, daha büyük olanakları kullanarak inen Ahmed Arif’i, yaşadığı coğrafyanın, bu coğrafyadan aktardığı yaşamın çok tutarlı bir bileşkesi olarak değerlendirdi.
1969 Mart’ında da, Mustafa Öneş, “Yeni Dergi”de, Ahmed Arif için önemli bir değerlendirme yaptı.
Ama, Cemal Süreya’nın öne çıkardığını söyleyebiliriz onu.
Ahmed Arif, sağda ve solda, birbirinden farklı iki şair gibi değerlendirilir.
Solcular için, o şiirin peygamberidir. Nâzım Hikmet olmasa, şiirin yaratıcısı sayılacak.
Tek bir kitabı, bu kitapta yayımlanmış 19 şiiri olduğundan, hemen her dizesi, Türkiye devrimcisince ezbere bilinir.
Sağcılar içinse, basmakalıp ideolojisini yarı gizleyerek, basit tasvirler ile yazan bir şairdir. Sağın şiir ve yazın büyüğü Mehmet Kaplan’a göre, Ahmed Arif, Doğu Anadolulu bir şair olduğundan, Doğu Anadolu’nun gerikalmışlığını, marksist ideolojisine basamak yapmıştır. Şiirini, marksizme “vasıta” kılan basit bir şairdir.1 O, bir doğulu, bir marksist ve bir gerillacıdır.2
Bu değerlendirmelerden çıkarılması gereken sonuç, Ahmed Arif’in şiirinin yazınsal bir değerlendirmeye tabi tutulmadığıdır.
Nasıl bir şiirdir onun şiiri?
Ahmed Önal (Ahmed Arif), 21 Nisan 1927’de, Diyarbakır’da doğdu. Babası, Kerkük Türklerinden Arif Hikmet, nüfus kâtipliği, nüfus memurluğu, nahiye müdürlüğü ve kaymakam vekillikleri yapan küçük bir memurdu. Annesi Sâre Hanımın tek oğludur. Ahmed Arif, bir buçuk, iki yaşlarındayken yitirmiştir annesini. Onu, büyük bir saygıyla andığı üvey annesi yetiştirmiştir.
Ahmed Arif, üvey annesine öylesine saygı duyardı ki, ondan “analık” diye söz edilmesine katlanamazdı. Bir gün, “Analığın nasıl?” demiştim de, büyük öfkesiyle karşılaşmıştım. Anne deyince, Sâre Hanımı değil de, üvey annesini anlardı. Babasının memurluğu dolayısıyla çocukluğu Siverek’te, Karakeçi’de ve Harran’da geçti. Buralarda Kürtçeyi, Zazacayı ve Arapçayı öğrendi. Yaşadığı coğrafyanın efsane yaratmaya elverişli toplumsal yapısını, daha çocukluğunda kavradı. Şiirine yansıyan destan dili, o yaşlarda tanık olduğu olayların birden efsaneleşmesinden kaynaklanıyor. Sekiz yaşındayken, Kanlıkuyu Karakolu’nda falakaya yatırılan bir Arap’ı kurtarıyorlar arkadaşlarıyla. İpten örülen sapanlarıyla polislerin üzerine taş atıyorlar, Arap kurtulup kaçıyor. Çarşıya geldiklerinde, olay, çok değişik biçimde ve yeni bir kahraman yaratımıyla anlatılıyor.
Halk, “Arap’ı yatırmış polisler, vuruyorlar,” diye ballandıra ballandıra anlatıyor.
“Aslan kimin(gibi) bir babayiğit peydah olmuş (belirmiş) birden.
Bıyıklarından adam asılır.
Basmış Karakolu, kurtarmış Arap’ı.” 3
Bu abartma, bu coşkulu efsane yaratma yöntemi, Ahmed Arif’in yaşam biçimi olmuş ve onun şiirini de bezemiştir.
Destan dilini sevmesi, yaşadığı toplumun bir ürünüdür.
Ahmed Arif’in Cemal Süreya’ya yazdığı bir mektup var. Cemal bu mektubu yayımlamak için çok uğraştı, ama Ahmed Arif’ten izin alamadı. Aslında Cemal Süreya, “Papirüs”te yayımlamak için istemişti bu mektubu. Onun yaşamını, kendi dilinden yayımlamak ve yazın tarihine belge bırakmak istiyordu. Ahmed Arif de bu tutumu benimsemiş, tüm yaşamını renkli bir coşkuyla yazmıştı. Ama sonra vazgeçmişti. Bu mektupta, anlattığına göre, ilkokulun birinci sınıfındayken, okul yönetimini ele geçirmek için bir örgütlenmeye girişiyor ve başarıyor. “Ben,” diyor, “daha ilkokulun birinci sınıfındayken ihtilal yaptım, okul yönetimini ele geçirdim.”
Demem o ki, şiirlerine yansıyan eylemci ruh, onun kişiliğinde var.
Ahmed Arif’in kökeni Kerküklü olmakla birlikte, Azeri değildir. Dedesi Ahmet Hamdi Bey, birçok yerde kaymakamlık ve mutasarrıflık yapmış bir Osmanlı yöneticisi. Babasının dedesi Mahmut Remzi Paşa, Osmanlı yönetiminin ileri gelenlerinden. Dedeleri arasında başka paşalar da var.4 Kısası, Ahmed Arif’in ailesi, eski Osmanlı soylularından. Kerkük’e de Rumeli’den gelmişler.5 Kürt olan annesi. Sâre Hanım da, o çağın soylu bir ailesinin tek çocuğudur. Dönemin ünlü din bilginlerinden İmam Yahya Abdülkadir’in kızıdır. Onun babası da, Bingöl’ün ünlü aşiretlerinden birinin şeyhi Abdülkadir Cibrali’dir. 6
Ahmed Arif, şiire ortaokul sıralarında başlıyor. İlk şiirini “Yeni Mecmua”ya gönderiyor. “Yeni Mecmua”dan kendisine bir yazı geliyor. Bu yazının içeriğini anımsamıyor. Şiirin basılıp basılmadığını da bilmiyor. Kendisi, bu tarihi 1939-1940 olarak söylüyordu. Bu tarihlerdeki dergileri taradım, ama bulamadım. Onun ilk şiiri, kuşkusuz önemli olacaktı.
İlk şiirsever yıllarında, Nâzım Hikmet ve Faruk Nafiz hayranıdır. O döneminde heceyle yazıyor. Ortaokuldan sonra, babası onu okutmak için yatılı bir okul arıyor. Çünkü, atılgan ve haşarı doğasından dolayı Diyarbakır’da okuyamayacağını düşünüyor. Arkadaşlarına bağlılığı yüzünden, onlara uyup yaramazlık yapacağını hesaplıyor. Afyon Lisesin’nde, Gündüz Akıncı’nın öğrencisi oluyor. Gündüz Akıncı, daha sonraları DTCF’de Çağdaş Türk Edebiyatı Kürsüsü Bölüm Başkanı oldu. Benim gibi birçok insanın da ilerici yazınla tanışmasına yardımcı olan, iyi niyetli, anlayışlı bir öğretmendi. Ahmed Arif’in üzerindeki etkisi de olumlu oluyor. Gündüz Akıncı’nın önerisiyle, Cahit Külebi’yi, Behçet Necatigil’i ve Ahmet Muhip Dıranas’ı çok okuyor ve bu şairlerimizi çok seviyor. Bu şairleri çok okuduğu o yıllarda, birçok da şiir yazıyor. Ne yazık ki, o şiirlerini de yayımlamıyor. Kendisinin ifadesine göre, o şiirlerinin bir bölümü kızlarda, bir bölümü de poliste kalıyor. 7
1943 yılında Ahmed Arif’in başı polisle dertte değildir. Anlaşılan o, şiirlerini saklıyordu. Üniversite yıllarında başı polislerle derde girince, yapılan aramalar sırasında polis ne varsa alıp götürmüş, bu şiirler de kaybolmuş.
Ahmed Arif’in yazın birikimini lise öğrenciliği sırasında Halkevi Kitaplığı sağlıyor.
Halkevilerinin önemi bir kez daha beliriyor önemli bir şairimizin anılarıyla.
O dönemde yazdığı şiirlerini sevmiyor anlaşılan. İlk yayımlanan şiiri “Rüstemo”. “Varlık”ın çıkardığı bir antolojide yayımlanmış. Bu şiirini kitabına almadı. Basit buluyordu onu. Kitabına almadığı şiirlerinde, kendisinin yarattığı biçemden ve deyişten eser yok. Bu yüzden, onları kitabına almıyor.
Örneğin, Afyon Lisesi’nde yazdığı şiirlerden birisi şöyle:
Bir mavi gül bahçesi yorganım
Uyku saçlarımın meçhul şarkısı
Sonra yastığımda ilk gölgen kızlık
Ve ilk unutulmuş hürriyet raksı
Yumuşaklığında köpükten öpüşlerin
Mukaddes günahlar cenneti oda
Dikişsiz beyazlığında tüllerinin
Bir ay süzülecek buluta
Ve bir mavi şarap gözlerindeki
Musiki gölgelerinde yorgun
Sen hep öylesine güzel sevdalım
Ben sana Allahsızcasına vurgun
Bu şiirde, Ahmed Arif olan tek dize, “Ben sana Allahsızcasına vurgun”. Öbürleri o tarihlerde kendisinin tanışamadığı, ama Ahmet Muhip Dıranas’ın çok iyi tanıdığı, Ahmed Arif’in de, Dıranas aracılığıyla yakınlaştığı Baudelaire. Ahmet Muhip’in şiirine de, bir cümleyle değineyim: Gerçek Avrupalı bir şair. Baudelaire’i, denebilir ki, dize dize öykünmüş, ama hiçbir zaman Baudelaire olmamış bir şair. Doğrusu böyle bir şey görülmemiştir dünyada. Tam bir Baudelaire’yen ama kendisi.
Bence Ahmed Arif, o dönem şiirlerini kendisini bulamadığı şiirleri olarak değerlendirip kitabına almamıştır. Ahmet değin, kendisi olmaya titiz şair çok az bulunur. Bir bakıma, şiiri, kendisi için bir sanat sayan bir mizaca sahipti.
Kitabına almadığı şiirlerinden birisi de “Tutuklu” adlı şiiri:
Birden
Kurşun yemiş gibi susar
Gözbebeklerime karşı
Susar da
Açılıp yol verir şehir
Sade radyolarda bir gamlı hava
“Elâziz uzun çarşı”
Firarda gözüm yok
Namussuzum yok
Yok pişmanlık halim
Yaslanıp
Bir cıgara yakmak isterim
Dumanı cevahir değer
Mağlup mu desem mahçup mu
Ama ikisi de değil
Ben garip sen güzel
Dünya umutlu
Öyle bir tuhafım bu akşamüstü
Sevgilim
Canavar götürür gibi
İki yanım
İki süngü
1951’de Ankara Cezaevi’nde yazılan bu şiir tam anlamıyla Ahmed Arif’in şiirinin ipuçlarını veriyor. Ancak, dikkat edilirse bu şiirde “Sade radyolarda bir gamlı hava”, “Ben garip sen güzel”, “Öyle bir tuhafım ki bu akşamüstü” gibi Orhan Veli estetiğiyle söylenmiş dizeler var. Bu dizeler, Orhan Veli’nin düze kuruluşna benzemez. Bunu söylemek istemedim, söylediğim, Orhan Veli’nin açtığı yolda yaratılan Türkçe dizenin estetiğini taşır. O dönemin şairlerinin şiirlerine baktığımızda, bu tür deyişlere çok rastlarız. Ama, bu şiirde de, “Yok pişmanlık bir halim”, “Dumanı cevahir değer”, “Canavar götürür gibi”, “İki yanım / İki süngü” gibi, Ahmed Arif olan dizeler var.
Bu şiirlerde, henüz Ahmed Arif yetişmemiş. Ahmed Arif’in süzülme döneminin ürünleri bunlar. Dikkat edilirse, bu şiirlerde “ses” önemli. Halk ezgilerinin tek dizeli seslenişi var. Biraz yüksek bir sesleniş ama “ses” sadece. Oysa, Ahmed Arif, “ses”i, şiir için “afyon” sayıyor.
Cumhuriyet gazetesinde, Yurdagül Erkoca ile yaptığı bir konuşmada,
“Ses benim için afyondur. Benim şiirimde söz vardır. Şiir benim öfkem, benim sinirim, benim küfrüm, benim isyanımdır. Başka ne olabilir? Benim öfkem, isyanım, sinirim nerden geliyor? Toplumun belli bir halinden geliyor. Deli değilim kendi kendime öfkeleneyim. Bir şairin toplumun yaşadığı sorunlardan etkilenmemesi mümkün mü?” diyor. 8
Ahmed Arif, şiiri bir söz sanatı saydığını, Muzaffer Erdost’a ve Cemal Süreya’ya da söylemişti. Hatta, Cemal’in, “Onun şiiri, konuşmasından alınmış herhangi bir parça gibidir; konuşması ise şiirin her yöne bir devamı gibi. Bir bakıma ’Oral’ (ağıza ilişkin) bir şiirdir onunki.” 9 yorumu, Ahmed Arif’in yorumudur. Doğrusu ben bu yorumdan bir şey anlamış değilim. Söz’e dayanan bir şiirin “oral” olması, bir eksikliktir gibime geliyor.
Bana göre, Ahmed Arif’in şiiri, gerçekten söze dayanan bir şiirdir, ama “oral” değil, yüksek sesli sözlerden kurulmuştur. Bu şiiri, içinizden okuyun, sizi büyüleyemeyecektir. Mırıldanın, biraz keyifleneceksiniz. Yüksek sesli sözcükleri arıyor, sonunda da buluyor. Yüksek sesli sözlerden örülmemiş şiirlerini benimsemiyor, bu yüzden de kitabına almıyor.
Ahmed Arif, kendi şiirini buluncaya değin sabretmiştir. İlk şiirlerini, birden piyasaya sürmemesi, bu yüzdendir. 1948’de kendisini sorguluyor. Cemal’e yazdığı mektupta, bu sorgulamayı uzun uzun anlatmıştı. Orhan Veli şiirini çok cılız buluyordu. Toplumun sorunlarına ayna tutamıyordu bu şiir. Şiir, salt gerçekliği yansıtarak şiir olmaz. O şiiri, “sessiz bir şiir” olarak görüyordu. Her şeyden önce, şiirde “mısranın namusuna” inanıyordu. “Şiirsel yükten mahrum” bir sözün şiir olamayacağını düşünüyordu.
Sonunda aradığı şiiri buldu: Yüksek sesli sözlerden oluşan, düşünceyi yadsımayan, ama şiirselliği olan bir şiir.
1948’de “Varlık”ın çıkardığı ve Attilâ İlhan’ın düzenlediği Antoloji’de yer alan “Rüstemo” gerçekten ayrı bir sestir. Kendine özgü bir şiirin ipuçlarını buluruz onda. Dize (mısra), Ahmed Arif’in şiirinde çok önemlidir. Şiir, dizelerle kurulur. “Şiirde mısranın haysiyetine inanırım,” diyor. 10 Şiirlerinde de “mısra” sözcüğünü, türlü imge yapımında kullanır.
Yaşamı bir mısra boyu maceradır:
Nasıl da yılları buldu,
Bir mısra boyu maceram... 11
Dizeyi, kimi zaman bir silah gibi kullanır; “mısra” içinde biriken öfkenin hançeridir:
İçim bir suskunsa tekin mi ola?
O Malta bıçağı, kınsız, uyanık,
Ve genç bir mısradır
Filinta endam... 12
“Mısra çekmek” onun en keyiflendiği andır. Sevgilisi için yapar bu işi:
Ruhum...
Mısra çekiyorum, haberin olsun 13
(...)
İlân-ı aşk makamından bir mısra
Yeşerip kımıldar içinde,
Düşer aklıma gözlerin... 14
Her duygu, her düşünce, içinde birer dize olarak özümlenir:
Cihanlar, çocuklar, kuşlar içinde
Sızlar bir yerlerin
Adsız ve kayıp
Sızlar, usul-usul, dargın,
Ve kan tadında bir konca,
Damıtır kendini mısralarınca... 15
Şiirin kalıbını, mısra mısra döker, herkesi mısraları çağırır evrensel kardeşliğe:
Ve ben şairim.
Namus işçisiyim yani.
Yürek işçisi.
Korkusuz, pazarlıksız, kül elenmemiş,
Ne salkım bir bakış
Resmin çekeyim,
Ne kınsız bir rüzgâr
Mısra dökeyim. 16
Duyar mısın, anlayıp sızlar mısın ki?
Gece, samanyollarında rüzgâr çıkıncaya dek,
Mısralarım kardeş - kardeş çağırır
Amân amân hey...17
Ahmed Arif, şirinin “öfke ve isyan” olduğunu söylüyor.
Bu öfke ve isyan, nereden kaynaklanıyor?
Kuşkusuz, her toplumcu şairde görünen bir tavırdır bu. Ancak, şiiri, öfkeyi yerleştirmenin biçimi farklı olur. Her şairin, kendi biçemi vardır. Ahmed Arif, aşiret töresiyle yetişmiş. Kendisi bir aşiret çocuğu değil, ama babasının görevi dolayısıyla hep Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da, ilçelerde ve bucaklarda büyümüş. Bu yörelerimiz, hâlâ aşiret yapısından kurtulamamıştır. Aşiret insanında “asabiyet” yani kanbağı bağlı bir öfke vardır. Aşiret asabesi, her zaman öfkeli insan yaratır.
İbni Haldun, aşiret yaşamındaki bu özelliği ilk saptayanlardandır.
Mukaddime’de, “kabile asabesi”nden uzun uzun söz eder.
Ahmed Arif, aşireti çok önemsiyor: “Aşiret, çocuğu, kızı ve gelini korur. Çocuk herkesindir.”
Aşiret duygusunu, insanın bir iç bezeği gibi düşünüyor: “Aşiret insanları yalan söylemezler, dürüsttürler” 18
Doğal ki, kendisindeki aşiret anlayışını belirtiyor. Yoksa, aşiretin evrensel dürüstlüğünden söz edilemez. Çünkü, aşiret insanı yüksek üretim aşamalarına varmamıştır. Genellikle “talana ve çapula” yönelir. “Kan davası”, aşiretin inanç sistemi içinde yer almıştır. Her kan davası olayında da bir kalleşlik vardır. Pusu kurulur, kanı akıtılmak istenen insan öldürülür. İnsanı, namazın üzerinde bile vururlar. Elbette, işlerine geldiği gibi konuşurlar, çıkarlarına göre söz kurarlar, dolayısıyla da yalan söylerler. Mertliğin yanında puştluk da olacaktır ve de vardır. Kendi aşireti içinde yalana ve dürüstlüğe aykırı davranamaz, ama başka aşiretlere karşı çok namert olabilirler. Nitekim aşiretlerin zaman zaman çatışmaları, zaman zaman da birleşmeleri, o andaki çıkarlarına göre davranmalarının ürünüdür. Aşiret insanı, çok ilkel üretim araçlarıyla, çok kısıtlı üretim güçlerine sahip olduğundan, sürekli tedirgindir. Bundan dolayı da, öfkelidir, sinirlidir.
Ahmed Arif’in şiirini, bu yapı içinde ele alınca, daha sağlıklı sonuçlara varmak olanaklı olabilir.
Ahmed Arif, “Şiir, anlaşılır olmalıdır ve insanı yüreğinden yakalamalıdır,” diyor.19
Bence Ahmed Arif’in şiirini, bu cümle tümüyle anlatıyor.
Bu arada, şiirini geliştirmek isteyen şairlere, şunları salık veriyor:
“Şiirini zenginleştirmek isteyen şair, Fransız şiirini iyi bilmeli.
Pablo Neruda’yı bilmeli.
Arap şiirini incelemeli.
Kitab-ı Mukaddesi okumalı.” 20
Şiirseli ve düşünceyi birlikte öneriyor. Kendisinin şiirinde, Pablo Neruda’yı bulmak olanaksızdır. Ama, şiirde ideolojinin ve halk motiflerinin nasıl kullanılacağını göstermesi bakımından önemli bulmuş ve yararlanmış belli ki. Arap şiirinin ve Kitab-ı Mukaddes’in ise, bu sözlerine dikkat etmek gerekiyor.
Ahmed Arif’in şiiri nasıl bir şiirdir?
Bu sorunun yanıtını, yukarıdaki sözleriyle birlikte araştırmalıyız.
Her şeyden önce, dilimizde etkisi yüksek sözcükleri seçiyor. Günlük konuşmalarımızda, çok önem vermediğimiz sözcükler olabilir bunlar. ama, masallarda, ağıtlarda ve türkülerde okuduğu dille besliyor şiirini. Bu sözcük ekonomisi, dizenin özgün kuruluşuna ve şiir yükünün yoğunluk kazanmasına yol açıyor. Konuşma diliyle özdeşleşiyor, halkın canlı, renkli, gürül gürül dilini yakalıyor. Ama, kendisi, hiçbir zaman şiir dilini, konuşma diline indirgemiyor. Şiirinin mayası olarak kullanıyor bu dili.
Örneğin,
Meltemin bir tadı ustura ağzı
Bir kız memesi, tılsım,
Yağmurun bir damlası süzülmüş küfür,
Bir damlası aşk.21
dizelerinde, “kız memesi”, halk dilinden alınmış. Sert, ellenmemiş, diri. Bu özellikleriyle insanı uyarıcı, çekici. “Tılsım”, masal dilinde çok kullanılan, nerdeyse konuşma dilinden uzaklaşmış bir sözcük. Büyü, sihir, giz anlamlarında. “Meltem”in “tılsım” olması ise, tüm masallarımızda kullanılan bir imge. En gizli haberler, rüzgârın ve kuşun kanadında gönderilir. “Yağmurun bir damlasının süzülmüş küfür”, bir damlasının da “aşk” olması, örge olarak, masallarımızda görülen, iyileştirici ya da durumu kurtarıcı olan bir nesnenin bir yanının zehir, bir yanın şifa olması gibidir. Ne ki, “küfür” ile “aşk” birbirinin karşıtı değildir.
Bütün bunlardan, Ahmed Arif’in şiirinin dokusu çıkıyor.
Onun dili, görüldüğü gibi, kesinlikle türkü dili değildir.
Ahmed Arif, kendisini sorgularken, Orhan Veli Türk şiirine egemendi.
O günün yetenekli gençleri Orhan Veli’nin izinde şiir yazıyorlardı.
- Fazı Hüsnü,
- Cahit Külebi,
- Ahmet Muhip,
- Cahit Sıtkı gibi kendilerini kanıtlamış birkaç şair, kendi biçemlerini yaratmışlardı.
Ama Türk şiiri bunların etkisinde değildi.
Orhan Veli, başlıbaşına bir yetenekti ama alaycı, esprili bir dille şiiri şiirsellikten uzaklaştırıyordu.
Ahmet Hamdi Tanpınar ise, eski şiirimizle Fransız şiirinden kurulmuş bir yapıyı zorladı.
Onun şiirlerindeki Fransız etkisi yadsınamaz.
Aşiret töreleriyle yetişmiş birisinin şiir dili bunlardan esinlenerek örgütlenemezdi. Ona, yeni bir sözcük ekonomisi gerekirdi. Bohemi, sessizliği gerçekten kaçmayı amaçlamış Fransız şiiriyle aşiret ruhu yansıtılamaz. Ayrıca yurt gerçeklerine de aykırıdır böyle bir tutum.
Fransız sömürgecidir, Anadolu ise sömürülmektedir.
Karşı tarafta bir şiir var: Nâzım Hikmet’in yarattığı şiir.
Rıfat Ilgaz’ın,
Suphi Taşhan’ın,
A. Kadir’in açmaya çalıştıkları yol, bu şiirin yoluydu.
Bir de Niyazi Akıncıoğlu var. Sağlam bir şiir dokusuna sahip. Bir genç şairin karşısına Nâzım Hikmet’i birden koymamalı. Dengeli biçimde özümsetmeli. Birden çıkarırsanız karşısına, paniğe kapılır ya da kopyaya başlar. Bunu da yapamazsa, ters akımlara kapılır.
Hidrojene karşı Kürt hançeri ne yapar?
Etkilere bile bile kucak açan bir şairin soylu bir yol seçtiği söylenemez. Bu yol ile deneyimci olunur ama şair olunamaz.22
İşte bu sorgulamasından sonra, şiirin, moda sayılabilecek etkilere kapadı.
Ahmed Arif, öyle bir şiir dili oluşturdu ki, şiirleri, yazdıktan sonra dinlenmeye ve yayımlanmaya vakit bulamadan dillere düştü. Bir yerde okusa, hemen ezberleniyor ve yüksek sesle okunuyordu. Böyle bir durum, onun başına, yaşamının sonuna değin sürecek büyük dertler açtı.
Ahmed Arif, Gençlik Derneği üyesiydi. Gençlik Derneği, TKP’nin gençlik düzeyinde çalışan bir örgütüydü. 1947’de Ahmed Arif, İtalyan komünisti Togliatti için bir şiir yazıyor. Daha şiirin adını bile koymamıştır. Togliatti, o dönemde, yalnız İtalyan işçi sınıfının değil, tüm dünya işçilerinin en önemli adamı. Komintern’in üyesi ve en etkili kişilerinden birisi. Togliatti’yi faşistler vuruyorlar. Şiiri henüz tamamlamamış. Kahvede otururken bir arkadaşı geliyor. Ceketinin cebinde bir kâğıt görüyor. Şiir olduğunu anlıyor, alıp okuyor. Ahmed’e haber vermeden götürüp daktiloyla çoğaltıyor. Birkaç gün sonra, bir arkadaşı, “Senin bir şiirin Melahat’ın evinde bulundu. Seksen nüsha,” diyor. Melahat Hanım, Ahmed Arif’in arkadaşı, felsefe doktorası öğrencisi. Togliatti için yazılan şiirin daktiloyla yazılmış seksen nüshası, rulo halinde, radyonun arkasından alınıyor. Melahat Hanım, Türkiye Gençlik Derneği’nin yönetim kurulu üyesi. Yönetim kurulunun beş üyesini tutukluyorlar. Açık bir provokasyon, bir ihbar var. Bütün bunları bahane ederek derneği kapattılar. Şiiri bahane ediyorlardı ama, mahkemede, şiirden bir kez olsun söz edilmiyor.23 Şiir, zaten tamamlanmamıştır.
Ahmed Arif’in belleğinde kalan bölümü şöyle:
Ahmed Arif bunu şiir saymıyor. Halkın huzuruna çıkarılamaz, ama mahkemenin huzuruna çıkarılır. Bu dönemde yazdığı birçok şiiri, hemen Kürtçeye, Zazacaya çevriliyor ve her yerde okunuyor. Ahmed Arif’in başını derde sokan en önemli konu da bu.
Ahmed Arif’in şiiri, sonunda siyasal bir anlam kazanıyor. Şiir olarak değil de, siyasal bir bildiri gibi değerlendiriliyor.
1951’de, komünist düşünceleri yaymak istediği ve bu amaçla yasadışı TKP içinde çalıştığı savlanarak tutuklandı. Dosya numarası 1951/82. O dönemde, ülkede sıkıyönetim yok, ama TKP üyeleri, vatan ihanetiyle suçlanarak askeri bir mahkemede yargılanıyorlar. Ahmed Arif, savcının tüm ısrarlarına karşın, savcıya yazılı ya da sözlü bir savunmada bulunmuyor. Cezaevi müdürünün ve savcının tüm baskılarına direniyor. Sonunda, örgütün merkezi olarak İstanbul kabul ediliyor ve Ankara’da tutuklananlar İstanbul’a götürülüyorlar. Orada, Sansaryan Han’da, Siyasi Şube’de, Türkiye’nin birçok yazarına ve aydınına siyasal tarihimize tarihsel bir ayıp olarak geçen işkenceler yapılmıştır. Bu günlerde Ahmed Arif hastadır ve çok zayıftır.
- Enver Gökçe de, bir hücre ötesinde işkence görmektedir.
- Orhan Suda’ya,
- Kemal Ergin’e,
- Muzaffer Arabul’a,
- Zeki Baştımar’a yapılan işkenceleri duyuyor.
Şiiri, bu yüzden, acının ve direnmenin şiirine dönüşüyor.
Bu işkence, Ahmed Arif’te, şirin acı ürünü olduğu gibi, bir kanı uyandırıyor:
“Acı çekmeyen kimse, şair olamaz. Acı çekmek de her kula nasip olmaz.”
___________________________
* Bu yazının ikinci bölümü: “Ahmed Arif’in Şiirinin Yapısı” gelecek sayımızda yayımlanacaktır.
- Mehmet Kaplan, Cumhuriyet Devri Türk Şiiri, Devlet Kitapları, İstanbul 1973, s. 518.
- Mehmet Kaplan, agy, s. 517.
- Refik Durbaş, Ahmed Arif Anlatıyor, Cem Yayınevi, İstanbul 1990, s. 9.
- Refik Durbaş, agy, s. 11.
- Refik Durbaş, agy, s. 12.
- Refik Durbaş, agy, s. 12.
- Refik Durbaş, agy, s. 22.
- Yurdagül Erkoca, Cumhuriyet, 25 Ocak 1987.
- Cemal Süreya, Papirüs, Ocak 1969.
- Refik Durbaş, agy, s. 38
- Hasretinden Prangalar Eskittim, 25. Basım, ss. 33
- Hasretinden Prangalar Eskittim, 25. Basım, ss. 24.
- Hasretinden Prangalar Eskittim, 25. Basım, ss. 38.
- Hasretinden Prangalar Eskittim, 25. Basım, ss. 19.
- Hasretinden Prangalar Eskittim, agb, ss. 53.
- Hasretinden Prangalar Eskittim, agb, ss. 65.
- Hasretinden Prangalar Eskittim, agb, ss. 60.
- Refik Durbaş, agy, s. 54.
- Refik Durbaş, agy, s. 66.
- Refik Durbaş, agy, s. 67.
- Hasretinden Prangalar Eskittim, agb, s. 60.
- Refik Durbaş, agy, s. 18 ve sonrası.
- Refik Durbaş, agy, s. 73.
Vecihi Timuroğlu | ADAM SANAT - SAYI 70 - EYLÜL 1991
_______________________________________________________________________________________
Birinci Bölüm’de anlattıklarımız, onun şiirini ve yaşamını etkileyen belgesel bilgiler. Asıl önemli olan, onun şiiri. Şiirinin yapısını incelemek için, şiirine doğrudan eğilmek gerekmektedir. Ahmed Arif’in şiiri, yaşadığı çevrenin, Anadolu’nun yoksul insanlarının, zulme uğramış halkının ve kendisinin yaşadığı olayların akışının zaman ve mekân içindeki dinamiğinin yansımasıdır. Ahmed Arif’in şiirinin nesnesini* inceleyeceğiz. Çünkü, bir yapıtın nesnesinin, yaratıcısının düşünsel ve temasal yaşamını yansıttığını düşünüyoruz. Sanatın nesnesi çok önemlidir. Yansıtılan insanların eylem ve ekin(kültür) alanlarını gösterir, yazarın onları açıklamasına ve yansıtmasına yardımcı olur.
Ahmed Arif, nesne aracılığıyla, toplumun gelişim süreçlerini sergiliyor, yönetenlerle yönetilenlerin, bir başka deyişle, ezenlerle ezilenlerin ilişkilerini, ezenlerin karabakışlarını, ezilenlerin hoşgörülerini dile getiriyor. Özellikle ezilenin gelişimini ve biçimlenişini seriyor gözler önüne. Anadolu ve Anadolu insanı, onun şiirinin nesnesidir. Tarih anlayışı da budur. Anadolu’da, insanın serüvenini Sümerler’e, Asurlar’a değin uzatır. Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen nüfus sayımında, Anadolu’da, 60 milyon insanın yaşadığını biliyoruz. Anadolu, Oğuz dilinin egemen olduğu bir ülkedir. Bu egemenlik halk katındadır. Yönetenler Oğuz olmaktan çıkmışlardır. Dilleri bile Oğuz dili değildir. Osmanlı padişahları, Osman Gazi’den sonra, Türk kadınlarıyla evlenmemişlerdir bile. Osmanlı yönetimi, tüm egemenliği boyunca Türk’ü hor görmüştür. Türklüğü, kavram olarak yücelten Mustafa Kemal’dir. Atatürk ilkeleri denen de önce budur. Yani emperyalizme ve kapitalizme karşı halktan yana, yurtsever bir düzen. Bu düzen zedelenmiştir. Feodal düzenin kalıntılarından olan aşiret yaşamında soysuzlaşma yok. Aşiretin mertliği var. Bu yüzden, tarihsel süreçte oluşmuş aşiret yaşamında, öykünmeye, yerinilen öyküye, burjuva ahlakının ürünü olan “fabula”ya sığınmıyor. Burjuva ahlakının ölçüleri belli. Aşiret yaşamının güzelliğini unutamıyor.1 Şiirinin biçemini etkileyen birinci öğe bu: Aşiretin yüksek sesi, mert duyarlılığı.
Anadolu şiirinde, bu tarihsel yansımayı ve yüksek sesi görürüz:
Beşikler vermiş Nuh’a,
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Anan dünkü çocuk sayılır,
Anadolu’yum ben,
Tanıyor musun?
Utanırım,
Utanırım fıkaralıktan,
Ele güne karşı çıplak...
…...
Binlerce yıl sağılmışım,
Korkunç atlılarıyla parçalamışlar
Nazlı, seher-sabah uykularımı
Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,
Haraç salmışlar üstüme.
İşte bu noktada, aşiretlinin, yenilgiye karşın, yüksek sesi duyulur:
Ne İskender takmışım,
Ne şah, ne sultan
Göçüp gitmişler gölgesiz!
Selam etmişim dostuma
Ve dayatmışım...
Görüyor musun?
Bu kimliğiyle, Anadolu insanına yakışan yiğitliği göstermesini öğütler.
Şiirini, bir direnme bildirisine dönüştürür. Şiirinin sevilen öğesi de bu sanıyorum.
Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne-üstüne,
Tükür yüzüne cellâdın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile.
Dayan rüsva etme beni. 2
Ahmed Arif’in şiirinin nesnesi, her zaman, yoksul, çaresiz, ezilmiş ama onurlu katmanların insanlarının edimleri, eylemlerinden, kararlı ve onurlu tutumlarından oluşur. Onların yiğit, saf, sabırlı ve temiiz dünyaları yansır dizelerinde. Toplumsal yaşamın dönüm noktaları, bireyin yaşamını etkileyen acı dönemleri, rastlantısal ve sıradan yaşam görüngülerinden önemlidir. Bu şiirin insanı saran yanı da burası oluyor. Kurgu önemli olmuyor bu aşamada. Sözün yüksek sesle bıraktığı etki, her türlü umutsuzluğu siliyor. Toplumsal acıların farkında olan insana yeni bir direnç aşılıyor. “Hani Kurşun Sıksan Geçmez Geceden” şiirinde, bu tasa, çok belirgin:
Yiğit harmanları, yığınaklar,
Kurulmuş çetin dağlarında vatanların.
Dize getirilmiş haydutlar,
Hayınlar, amana gelmiş,
Yetim hakkı sorulmuş,
Hesap görülmüş.
Demdir bu...
Demdir,
Derya dibinde yangınlar,
Kan kesilmiş ovalar üstünde Mayıs...
Uçmuş, bir kuş tüyü hafifliğinde,
Çelik kadavrası korugan’ların.
Murad alınmış...
“Hesap sorulmuş dem”, ölünmüş de olunsa, “alınmış murad”, ezilenin utkusu oluyor. Yüksek sesli “ölünmüş cânım ölünmüş”, “hesap görülmüş-demdir bu” sözleri, şiirden beklenen etkiyi son kertesine çıkarıyor. Ses giderek yükseliyor, sona doğru yumuşuyor. Onun şiirinde, sesin öfkesiz bir durgunluğa kavuştuğu hiç görülmez, ama sık sık yumuşar. Duyarlığı arttırmak içindir bu.
Gelgelelim,
Beter, bize kısmetmiş.
Ölüm, öyle altı okka koymaz adama,
Susmak ve beklemek, müthiş
Genciz, namlu gibi,
Ve çatal yürek,
Barışa, bayrama hasret
Uykulara, derin, kaygısız, rahat,
Otuziki dişimizle gülmeğe,
Doyasıya sevişmeğe, yemeğe...
Kaç yol, ağlamaklı olmuşum geceleri,
Asıl bizim aramızda güzeldir hasret
Ve asıl biz biliriz kederi.3
Dış dinamikler, bu durumlarda önem kazanıyor. Kendisini yansıttığı zaman, öznel duyarlıklar, duygu düşüncesi, içsel bir değişimi yansıtır biçimde çıkıyor ortaya. Karmaşık duygular ve düşünceler, bir bunalım ortamında sergileniyor, ama birden duruluyor. Ruhsal karmaşa birden yalınlaşıyor. Kendisini anlatırken, durumun ya da eylemin iç dinamiği, işlevini yerine getiriyor, şiir, eylemsellikten çok duygusal ve düşünsel durumu öne çıkarıyor.
Terketmedi sevdan beni,
Aç kaldım, susuz kaldım,
Hayın karanlıktı gece,
Can garip, can suskun,
Can paramparça...
Ve ellerim kelepçede,
Tütünsüz, uykusuz kaldım,
Terketmedi sevdan beni...4
“İçerde” adlı şiirde de, aynı kurguyu görüyoruz:
Haberin var mı taş duvar?
Demir kapı, kör pencere,
Yastığım, ranzam, zincirim,
Uğruna ölümlere gidip geldiğimi
Zulamdaki mahzun resim,
Haberin var mı?
Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş,
Karanfil kokuyor cıgaram
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin...5
Dikkat edilirse Ahmed Arif’in şiiri mekanik bir şiir değil, organik bir şiir. Mekanik şiir, “ses”e uyup gider. Ahmed Arif, sesten çok söze önem veriyor. Örge, onun şiirinde çok önemli. Temel bir örge(motif) seçiyor, onu, birkaç kez yineliyor. Bu yolla şiirinin sözel etkisini yükseltiyor. Bu sayede, karmaşık duyguları bir anda yalınlıyor, duru biçimde yorumluyor. İnsan karmaşasını gözler önüne seriyor, ama tek tek değil. Dikkat edilirse, “hapishane” ve sonuçları, Ahmed Arif’in şiirinde önemli bir yer tutuyor. Yaşamını da çok etkilemiş.
“Akşam Erken İner Mapushâneye” adlı şiirinde, hapishane duvarları arasında, herkes uyuduktan sonra başlayan yalnızlık ve türlü duygular karmaşası, herkes saran gariplik, birden durulur, çocuksu bir duruma dönüşür:
Aynı korkunç sevdadır
Gökte bulut, dalda kaysı.
Başlar koymağa hapislik.
Karanlık can sıkıntısı...
“Kürdün Gelini”ni söyler maltada biri,
Bense volta’dayım ranza dibinde
Ve hep olmayacak şeyler kurarım,
Gülünç, acemi, çocuksu...6
“Ay Karanlık”ta da, karmaşık duygular birden durulur, sevgili özlemine dönüşür:
Dört yanım puşt zulası,
Dönerim dönerim çıkmaz.
En leylim gecede ölesim tutmuş,
Etme gel,
Ay karanlık...7
“Leyl”, Arapça bir sözcük olup “gece” anlamındadır.
“Leylim gece”, Ahmed Arif’e özgü bir deyiştir. “Sevgili gece, dost gece” anlamında bir ünleme oluyor.
“Vay Kurban”da da, yine en karmaşık duygulanmalara tanık oluyoruz.
Yine, insanı saran karmaşık duygular, “yetimin hakkını kitabınca almak” gibi yalın bir düşünceye dönüşüyor:
Seni sevmek,
Felsefedir, kusursuz,
İmândır, korkunç sabırlı.
İp’in, kurşun’un rağmına,
Yürür, pervasız ve güzel.
Sıradağları devirir,
Akan suları çevirir,
Alır yetimin hakkını,
Buyurur kitabınca... 8
Korkunç kıskaçlar altında, büyük korkular yaşayan insanın ruh karmaşasını da aynı yalınlıkla yansıtır:
Yangınlar,
Kahpe fakları,
Korku çığları
Ve irin selleri, aç yırtıcılar,
Suyu zehir bıçaklar ortasındasın.
Bir cana, bir başa kalmışsın vay vay!
Pusatsız, duldasız, uryan
Bir cana, bir de başa
Seher vaktı leylim-leylim
Cellât nişangâhlar aynasındasın.
Oy sevmışem ben seni... 9
“Uy Havar!”, Diyarbakır ağzının tüm özelliklerini taşıyan bir şiirdir ve acılar çeken insana, yalın bir sevgiyle yaklaşımın, onun acısını şairce dindirmenin en güzel örneklerinden birisidir. Bu yoksul insanlara karşı gösterilen sevgisizliği, “Oy sevmışem ben seni..” dizesiyle protesto ediyor.
Ahmed Arif’in anlattığı insanların eylemleri yoktur, içsel durumları vardır. Ancak, bu bir eylemsizliğin şiiri de sanılmamalıdır. Bir acı durumun yansıtılmasıdır. Bir bakıma, durum şiiridir onunki. Yansıtılan katmanların insanlarının eylemsizliklerinde, çok karmaşık ve zengin içsel eylemler gelişir. “Otuzüç Kurşun”da, bu özellikler tümüyle görülür.
Yiğitlik inkâr edilmez
Tek’e-tek döğüşte yenilmediler
Bin yıllardan bu yan, bura uşağı
Gel haberi nerden verek
Turna sürüsü değil bu
Gökte yıldız burcu değil
Otuzüç kurşunlu yürek
Otuzüç kan pınarı
Akmaz,
Göl olmuş bu dağda...10
“Otuzüç Kurşun” Cumhuriyet tarihinde, devletçe işlenmiş bir cinayetin ağıtıdır. Mehmedi Mısto adında, bir istihbarat görevlisinin yaptığı pis işlerden rahatsız olan bazı kimseler, onun evine baskın yapıyorlar, epeyce zarar veriyorlar. Van’ın Özalp ilçesinde İkinci Dünya Savaşı yıllarında oluyor bu olaylar. Kör bir davavekili Askerlik Şubesi’nde bir yazıcı, Mehmet Mısto’nun adamları. Sade yurtaşları türlü iftiralarla ihbar ediyorlar. Tam bir düzen kurulmuştur. İkinci Dünya Savaşı Yılları olduğundan ülkede sıkıyönetim var. Her ihbar, askeri makamlarca değerlendiriliyor. Şurada burada olan birkaç hırsızlık ve kaçakçılık olayını, ülkenin güvenliği sorunu yapıyorlar hemen. Kırk kadar adamı yakalayıp devletin sorumlu makamlarına teslim ediyorlar. Baki Vandemir adlı bir korgeneral, bu yurttaşların suçlarını önemli bulmuyor ve adalete teslim edilmelerini istiyor. Adalet organları, bu insanların suçlarını bulamıyor vve onları serbest bırakıyorlar. Mustafa Muğlalı adlı bir komutan, bunları bir sınır olayına karışmış göstererek kurşunlatıyor. Bu otuz iki yurttaşın kurşunlatılarak öldürülmesi olayını, Zahir Güvemli, bir öportaj olarak 1950’de Hürriyet gazetesinde yayımlıyor. Ahmed Arif, bu röportajı okuyunca çılgına dönüyor. Gerçekten, Türk şiirinde yeni olanaklar yaratan bir şiir doğuyor. Bu şiirde, dışsal eylemlerden özellikle bir kaçış vardır. Dış dinamikler sadece durumun ve olayın etkeni olarak betimleniyor.
Yokuşun dibinden bir tavşan kalktı
Sırtı alaçakır
Karnı sütbeyaz
Garip, ikicanlı bir dağ tavşanı
Yüreği ağzında öyle zavallı
Tövbeye getirir insanı
Tenhaydı, tenhaydı vakitler
Kusursuz, çırılçıplak bir şafaktı 11
Kaynağında, dışsal eylemler, genellikle öykü ya da sahne öğeleri olur, peripetilere dayanır. Peripetiler, insanoğlunun yazgısında beklenmedik ama belirleyici değişimlere, hem de olumsuzlamaya yol açan “rastlantısal dönüşümler”e deniyor. Terimi ilk kez Aristo kullanmıştır. Ahmed Arif, hiçbir zaman olumsuzlamayı sevmedi. Bu yüzden de, en can sıkıcı durumlarda bile, insana umudu aşılamayı yeğleyip dışsal eylemlerden kaçındı.
En trajik olayları anlattığı zaman bile, umut’u canlı tutuyor, halkın içindeki direnci ve savaşımcı özü yüceltiyor:
Vurun ulan,
Vurun,
Ben kolay ölmem.
Ocakta küllenmiş közüm,
Kırnımda sözüm var
Haldan bilene.
Babam gözlerini verdi Urfa önünde
Üç de kardaşını
Üç nazlı selvi,
Ömründe doymamış üç dağ parçası.
Burçlardan, tepelerden, minarelerden
Kirve, hısım, dağların çocukları
Fransız kuşatmasına karşı koyanda 12
Hiçbir koşulda, karamsarlığı sevmedi. Aslında, yazgının olumsuza dönüşmesi, antik çağın ve Rönesans’ın yazın anlayışıdır. Dünyayı ve toplumu dönüştürmeyi, doğayı dönüştürmeyi beceremeyen insan, yazgının pençesine bırakır umutlarını. Ahmed Arif, yazgının dönüşümüne inanmaz, yazgının kendisi umutsuzluktur zaten. O, yazgının insan yaşamından kalkmasına çalışır. Şiirinin nesnesi kaynağında çok yalındır: Ezilen ve sömürülen insan. Bir sanat yapıtının nesnesinin işlevi, tarihsel ve toplumsal gerçekliğin çelişkilerini gün ışığına çıkarmak, doğasal ve toplumsal çatışmaları sergilemektir. Bireysel çatışmalar, doğasal çatışmaların bir parçasıdır. Sanat, yansıtma görevini ancak böyle yapar. Çatışmaların niteliği, ele alınan sorunsal’ın kapsamının türevidir. Ahmed Arif’in şiiri, bu bakımdan toplumsal coşku yaratmıştır. Tarihsel bir durumun sanatsal saptamasıdır bu şiir. Bu yüzden, toplumsal katmanların, sınıfların, halkların ortaklaşa sahip oldukları bir şiir olmuştur “Otuzüç Kurşun”.
Onun bütün şiirlerinin nesnesi, yaşamında geçen olayların ve kendisinin dışındaki çelişkilerin bir bütünleyicisi olarak belirir. Bu yoğun çatışma yüklü şiir, onu, durum şiirinden daha dinamik şiirlere de götürmüştür. Dostoyevski’yi çok sevmesinin nedeni, onun, keskin keskin karşıtların çatıştığı bir zemini yansıtmasından kaynaklanıyor sanırım. Toplumumuza egemen olan derin suskunluk, kendini beğenmişlik, kadere rıza ve sinsi sömürü, beşeri olma övünmesi ve bireycilik gibi dinsel gelişimin yarattığı çelişkiler, korkunç bir zemin yaratmıştır. Her olgu, çatışmalı bir asal durumun ürünüdür. Azgelişmişliğin yarattığı zavallılığın sevecenlikle çatışan durumudur Anadolu insanının çıkmazı. Anadolu adlı şiirinde, bu tema, çok başarılı biçimde yansıtılır.
Şiirin zamansal ve nedensel bağlantıları, yani dış bağlantıları, iç bağlantılar (coşkusal, düşünsel, duyumsal bağlantılar) değin önemli görünmüyor. İçsel bağlantı güçlü kılınıyor. “Adiloş Bebe”de, bacısı Nezihe ölüm korkusu yaşarken, yeni bir yaşamın muştusu, yaşama sevincini besliyor. Olumsuz olan, bilinçle zayıflatılıyor, şiirin nesnesini oluşturan asal çatışma, yaşamsal gerçek yadsınmamak için olumlulaştırılıyor.
Hamravat suyu dondu,
Dicle’de dört parmak buz,
Biz kuyudan işliyoruz kaba-kacağa,
Çayı, kardan demliyoruz.
Anam sır gibi saklar siyatiğini,
“Yel” der, “Baharın geçer”.
Bacım ikicanlı, ağır,
Güzel kızdır, bilirsin,
İlki bu, bir yandan saklı utanır
Ve bir yandan korkar
Ölürüm deyi.
Bir can daha çoğalacağız bu kış,
Bebeğim, neremde saklayım seni?
Hoş gelir,
Safa gelir,
Ahmed Arif’in yeğeni...13
Her şiirinin yapısı incelendiğinide, ilk dizeden son dizeye değin, sarsılmayan bir bütünlük görülür. Özenli bir kompozisyon vardır. Şiiri oluşturan her birim (üçlük, dörtlük vb kıtalar) kesintisiz biçimde şairin son sözüne ulaşır. Şairin düşüncesini saklayacak hiçbir engela rastlanmaz. Şiirinin nesnesini, tarihselden ve toplumsaldan alıyor genellikle, ama kimi zaman da, güncel bir olaydan yararlanıyor. “Diyarbekir Kalesinden Notlar” ve “Adiloş Bebenin Ninnisi”, kaynağında, tarihsel ile güncelin buluşmasıdır.
Bitmiş bir olayı dıştan anlatışına bakarak, onun şiirinde epik öğelerin ağır bastığını söyleyebiliriz. Gerçekten de, Ahmed Arif’in şiirinde epik öğeler vardır. Birçok olayı, kendisinin dışında gibi anlatıyor. Anlatılan zaman ile anlatım zamanı, yani eylemin geçtiği zaman ile anlatımın gerçekleştiği zaman arasında önemli bir uzaklık bulunuyor. Örneğin, “Otuzüç Kurşun” böyledir. Olmuş bir olayı, olayın tanığı gibi değil de, onu anımsayan biri gibi yansıtıyor. Böyle bir durumu yansıtmanın yolu da, geçmiş zaman kullanmaktır. Zaman zaman, böyle bir biçemi kullanır:
Açardın,
Yalnızlığımda
Mavi ve yeşil,
Açardın.
Tavşan kanı, kınalı-berrak.
Yenerdim acıları, kahpelikleri...14
Ancak, Ahmed Arif’in daha çok kullandığı zaman geniş zamandır. Ayrıca, biçimi bütünleme önemlidir. Epikte, nesnel dünyanın devinimsiz durumu yansıtılır. Yani, durgun nesne yansıtılır. Oysa, Ahmed Arif, devinimli bir dünyayı en coşkulu biçimde yansıtır. Çok sesli betimlemelerle, önce eylemlerin, davranışların, tutumların yansıtılması yönünden, onda, epik öğelere rastlarız. Ancak onun şiirinin temel öğesi “lirik”tir. Coşkusal renkli içdüşünmeler ve betimlemeler, onun şiirinin insanı büyüleyen öğeleridir. Yerel dilsel öğeler de, bunu süsler.
Bunu, bir sözü vurgulayarak sağlıyor:
Dağlarının, dağlarının ardında,
(...)
Memesinin, memesinin altında.
(...)
Sıkıysa yağmasın yağmur,
Sıkıysa uykudan uyanmasın dağ.
(...)
Gitmek,
Gözlerinde gitmek sürgüne.
Yatmak,
Gözlerinde yatmak zindanı.
Gözlerin hani?
(...)
Hangi zehirin meltemi,
Hülyanda?
(...)
Hangi kahpenin hançeri,
Saklı hançeri,
Yaranda?
(...)
Ve böyle birçok örnek bulunabilir. Bu vurgulamalar, yüksek sesin şiddetini arttırmada yararlı oluyor. İç düşünmeye bir yardımı olmasa bile, coşkuya katkısı yadsınamaz. Lirikte, karşılıklı ilişkilerin ve eylemlerin yeri çok önemli değil. Bu bakımdan, Ahmed Arif, yansıttığı durumlarda ya da eylemlerde ilişkilere eğilmiyor. Şiiri, nerede, ne zaman, kime yazılmış, hiç önem taşımıyor. “Otuzüç Kurşun”da, nefrete ve sevgiye yol açanlar net olarak belli değil. Ama, bunları iç içe saran duygu çok açık, çok belirgin. “Otuzüç Kurşun”un acısını da iç içe duyan belli: Şair. Burada nesnenin asıl öğesi, söyleyen kişi oluyor. Söyleyen, nesnenin asal öğesiyse, lirik, en üst düzeyde biçimleniyor demektir. Dışavurumlu, içsel anlatımın, en güzel örneklerini verir. Bu bakımdan, müzikle yakından ilgileniyor.
Her ne değin, “Sesten nefret ederim.” diyorsa da, yüksek sesli sözlerle sağladığı müzik, lirik bir öğe oluşturuyor:
Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız.
Karşıyaka köyleri obalarıyla
Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu,
Komşuyuz yaka yakaya.
(...)
Bu durum yansıtmasından sonra, ilk dizedeki uyuma yeniden yükselir şiir:
Budur katlimize sebep suçumuz,
Gayri eşkiyaya çıkar adımız
Kaçakçıya
Soyguncuya
Hayına...15
Bu halk müziğinin sesi, bir uzun hava gibi, onun şiirinde, her zaman önemli bir öğe olarak vardır. Ama bu, ağza ilişkin bir ses değil, yüksek sesle söylemeye yarayan bir sestir.
En acımasız ve duyarsız, yüreği taş kesmiş zalimlere ulaşması amaçlanan etkili sözün örüldüğü bir yapıdır:
Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz
Rivayet sanılır belki
Gül memeler değil
Domdom kurşunu
Paramparça ağzımdaki...16
Dikkat edilirse, bütün bu dizelerle belirli olguların ve durumların izlenimlerini, belirli durumları düşünmeyi, belirli eylemlere ve davranışlara ilişkin duygulanmaları yansıtıyor. Dansta, müzikte ve mimarlıkta, yansıtılan duygu ya da duyu, içsel durum, nesnel dünya ile bağıntıları belirtilmeksizin anlatılır. Sesin ve plastiğin yapısı, buna uygun düşüyor. Oysa, yazınsal ürünlerde nesnel somut töz (cevher), olduğu gibi gösterilir. “Domdom kurşunu - Paramparça ağzımdaki” dizelerinde sağlanan budur işte. Lirik öğelerin başında gelir bu yöntem. Unutmamalıyız ki, lirik yapıt, her zaman, belirli somut olguların izlenimlerini belirli durumlar ya da nesneler üzerine duyup düşünmeyi, belirli duygulanmaları içerir. Ahmed Arif, mahpusluk, zulüm ve haksızlık üzerine duyup düşünüyor. Bütün şiirlerinde var olan bunlar. Yani şiirinin nesnesini, bunlar oluşturuyor. Bu temaların dışına, yalnız, Adiloş Bebeye Ninni’de çıkmış. Orada da, yine, şiirin nesnesi adiloş Bebe’ye gösterilen düzen haksızlıklarıdır bir bakıma. Ama, daha evrensel bir duyarlık yakalanmış. Zulmü, haksızlığı ve adaletsizliği, öfkeyle, direnmeyle, başkaldırıyla yansıtıyor. Bu yüzden de, “hançer, yılan, zehir, akrep, engerek, kurşun” gibi sözcükleri, bunlarla kurulmuş sözleri sık sık kullanıyor. Kimi zaman da, “kurban olayım, kadan alayım, deli hoyrat, diş yeri, vay kurban, leylim, zorlu yazısı” gibi acımayı, isyanla birlikte anlatan sözcükleri seçiyor. Bu sözcükler, konuşma dilimizde sık kullanılmamakla birlikte, yerel ağızda çok yaygındır. Şiirinin nesnesini beslemekte, bundan daha uygun bir sözcük ekonomisi kullanamazdı.
Ahmed Arif’in “sesi bir afyon” sayması, sözü önemsemesi, lirik öğeyi, şiirin temel öğesi saymasındandır. “Sesbirimler”, lirik şair için, hiçbir değer taşımaz. Dilin bilgisine ve gösterenin olanaklarına sığınır lirik şair. Ahmed Arif’te de, gösterenin olanakları çok geniştir: “Ve şaha kaldırmış atını” dizesinde, Urfalı Nazif’in atıyla birlikte imlendiği durum, namus ve yurt uğruna kendisini feda edecek bir yiğitliktir. Bu yiğitliğin, herkes tarafından benimsenmesini ve yinelenmesini gösteriyor sözdizimi.
Lirik söyleyiş, insanın iç dünyasını ya da bir durumun içsel gelişmesini yakalar, eylemlerle, olaylarla, etkinliklerle ve karşılıklı ilişkilerle ilgilenmez. Ahmed Arif, dramatiği, şiir içn tehlikeli sayıyor olmalı. Bu böyledir diye, “lirik, salt duygusal olanı yansıtır, nesnel dünyadan ayrılır,” gibi bir şey de demek istemiyoruz. Nesnel dünyaya yönelik duyguları ve düşünceleri yansıtmak da, lirk’in işlevidir. Aktarılan yaşantılar, şairin kendisiyle ya da başkasının yaşantısıyla ilgili olabilir. Yeter ki, başkasının dilini, kendisinin dili gibi söyleyebilsin.
“Otuzüç Kurşun”da, bu biçemin en güzel örneklerini görüyoruz:
Vurulmuşum
Düşüm, gecelerde kara
Bir hayra yoranım çıkmaz
Canım alırlar ecelsiz
Sığdıramam kitaplara
Şifre buyurmuş bir paşa
Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız.
Bu, kuşku yok ki, şairlik yeteneğiyle ilgilidir. Lirik’in bu noktada, tehlikeli bir tuzak olduğunu söyleyebiliriz.
Naif bir duygusallık içinde, sorunsal’ı unutturabilir.
Aristo, şairin, şiirin nesnesi olarak, hep kendisini yazmasını, “kendisini” hiç değiştirmemesini, yani başkasını yansıtmamasını öğütlüyor. Oysa, çağdaş lirik değiştiriyor. Başka bir insanı yakalasa da, onun aracılığıyla, kendi içsel ve düşünsel yaklaşımını yansıtıyor bugünkü lirik şair. Bu bakımdan, dramatikten de yararlanıyor. Ama, Ahmed Arif, buna pek yanaşmıyor. Dramatikten yararlanmadığı için, “otopsikolojik” şiirler ağırlıkta oluyor. Bu tutumunda, Ahmed Arif haklı. Çünkü, lirik özne, bu durumda, şiirle özdeşleşiyor. Kendisini sergileme, doğrudan ve dolaysızdır. Lirik’in en önemli boyutu da bu oluyor. Birçok kimselerce, bir zayıflık olarak gösteriliyor bu tutum. Oysa, şair, lirik’i seçmişse, yapacağı tek iş, şiirinin nesnesine kendisini yerleştirmektir. Ahmed Arif de, bunu yapıyor. Yaşamının güzel bir bölümü, ideolojik nedenlerle hapiste geçtiğinden, mahpusluk duygusu sık sık yansıyor kendisi olarak. Hegel’in dediği gibi, lirik şair, kendi içinde kapalı bir dünyadır. Öyle ki, esinlerini de, içeriğini de, kendi içinde arayabilir ve dolayısıyla, kendi yüreğinin ve anlağının (zihninin) içsel durumları, konumları, karşılamaları, duyguları içinde tutsak olabilir.17 Bu gerçeği düşünürsek, Ahmed Arif’i bir destan şairi saymak olanaksızdır. Destansı deyişleri vardır, ama o, bir destan şairi değildir. Destan şairi, epik öğeleri kullanır. Epik şaire, içeriği, kendisinin dışındaki bir kahraman sağlar. Oysa, Ahmed Arif’in şiirinin nesnesi, doğrudan kendisidir. Dışarıdan birine yansıtsa bile, onu, kendisinin diliyle yansıtır. Tanık olduğu durumun ağıtını yakan bir lirik’tir o. Becher, “Lirik şair, şiiriyle kendisini kişi yapar.” diyor. Bu, gerçekten, Ahmed Arif’te doğrulanıyor. Ahmed Arif kişisel ilişkileriyle herkesi kırıp geçiren biridir. Ama, şiiriyle herkese kişiliğini kabul ettirmiştir. Şiiri, bu denli üstten bakan ve insanlara yüksekten seslenen başak bir şair azdır. Onda, sanatsal gösterimin öznesi ile nesnesi, birbirine çok yakındır, kaynaşmıştır. Bir bakıma “yaşamın bilgisi, eşittir, kendisinin bilgisi,” diyebiliriz.
Lirik şiirin çok belirgin bir öğesi de, okurdan kaynaklanır. Okur, şairle, dolaysız bir ilintiye girer. Çünkü, lirik şiir, “ben”dir. Okur, şiirde “kendi beni”ni bulur.. Lirik, doğrudan, bir kümenin, bir halkın, bir sınıfın, bir ulusun, giderek bütün bir insanlığın içsel hüznünü ve acısını yansıtır. Ahmed Arif’te, feodal bir toplumun, aşiret düzeninden sıyrılmamış bir halkın hüznü ve acısı ağır bastığından, şiiri, insanlığın kollarına biraz zor düşer. Ama, “Sevdan Beni” ve “İçerde”, “Karanfil Sokağı” gibi birkaç şiiri, evrensel insanın hüznünü ve acısını yansıtmaktadır. Bununla, şunu söylemek istiyorum: Lirik, evrenseli yakalayamadığı zaman, şair için bir tuzaktır. Ancak, “lirik biz”i yakalayabilirse, insanlığın hüznünü ve acısını kucaklamış olur. Ahmed Arif, tüm şiirlerinde, bunu yakalayabilmiş değildir, ama “Hasretinden Prangalar Eskittim”, “Diyarbekir Kalesinden Notlar” ve “Adiloş Bebenin Ninnisi” gibi şiirleri, onu, lirik’in tarihine geçirmeye yetecektir.
Lirik, duyguların imsel(sembolik) anlatımı değildir, açık ve yalın bir yansıtımıdır. Ahmed Arif, bu yansıtmayı en iyi yapan şairlerin başında gelir. Hiçbir zaman, lirik şair, “ben”in ya da “biz”in tüm duygularını ortalığa saçan kimse değildir, belki, en son, en güçlü duygularını sunan kişidir. Ahmed Arif, bu bakımdan da, lirik’in tarihinde önemli bir yer alacaktır. Bütün bu ifadelerden, lirik şairin, tümden eylemsizliği ve basit yalını seçtiğini sanabiliriz. Bu da, bir yanılgı olur. “Ben”in ve “biz”in duygularını eyleme dönüştürür, onları soylulaştırır. Ahmed Arif bu işi de çok iyi yapıyor. Okurlarının, bu şiire bunca düşkünlüklerinin nedeni de budur. Duyguyu, imge gücüyle, gerçeklikte bulunmayan bir ruh durumunu yeniden yaratır. İmge gücü, gerçeğin sınırlarını aşar, bir bakıma, gerçeğin sınırlarına girmez. Zihinsel yaratış öne çıkar. Demek, lirik şiir, otopsikolojik şiirle rol şiirinin bileşenleri arasında kopmaz bir bağdan oluşuyor. Şairin kişiliği, kahraman figürüne dönüşüyor. Yaratılan yaşantı, sanatsal bir genelleme oluyor. Bu noktada, şair, kendi figürünün temsilcisidir. Ahmed Arif de, yarattığı lirik’in kahramanının temsilcisi oldu ve okurlarının gözünde, olağan bir insan imajından çok, olağanüstü insan imajı yarattı. Şiirinin gücü, ona bu kişiliği sağladı.
Lirik gösterim, toplumsal ve tarihsel bir nitelik taşır. Lirik öznede, ulusal ve ekinsel (kültürel) geleneklerin, toplumsal ilişkilerin damgası vardır. Salt, şairin içsel dünyasının yansıması gibi görünürse de, gerçekte, şairin bir yorumu olduğunu söylemek daha doğru olur.
Sus, kimseler duymasın.
Duymasın ölürüm ha.
Aydım yarı gecede
Yeşil bir yağmur sonra...
Yağıyor yeşil.18
dizelerinde, toplumsal ilişkilerin damgasını görmemek olanaksız. İki sevgilinin ilişkisi, toplumsal ve beşeri bir açıklıkla sürdürülemez feodal toplumda. “Duymasın ölürüm ha!” dizesi, bir Diyarbakırlının kuşkusunu, tedirginliğini, içtenliğini taşır. Diyarbakır’ı ve Diyarbakırlıyı iyi bilenler, bu deyişteki tadı, herkesten çok duyarlar. Sonra, “yeşil bir yağmur”un yağması, bir Ahmed Arif yorumudur. Lirikte yansıtılan içsel duygu ya da içsel düşünce, burada olduğu gibi bize yabancı olabilir, onlarla özdeşleşemeyebiliriz ama o duygunun beşeri gerçeğe uygunluğunu benimseyebilmeliyiz. Lirik, genel beşeri olarak algılanabilir. Genel insana çok yakın bir duygulanma biçimidir.. Hemen her okuyanca yaşanmış gibidir. Ahmed Arif’in hangi dizesi vardır ki, baskıcı bir toplumda yaşadığımız için, o dizedeki zulmü bizzat yaşadığımız duygusunu bizde uyandırmasın? Öyle ki şiirden yansıyan duygu, okuyanın duygusu durumuna geliyor. Aslında, lirik, şairin bilincinin öznel bir sesidir, içsel düşünmesiyle bağlantılıdır. Ama, o içsel düşünceyi, onunla içten paylaşıyorsak, o duygunun yaratıcısı sayarız kendimizi. Okurun bu bütünleşmesi, lirik’in gerçekliğini belirliyor. Lirikte gerçeklik hem ülke, çağ, insanlık, dünya düzeni bir bütün olarak hem de güzellik ve sanat gibi manevi ilkeler olarak işlenebilir. Günümüzde lirik şair, duygusal seslenmelerden çok daha fazlasını yapıyor. Ortaya sorun koyuyor, araştırıyor, inceliyor öyle yazıyor. Ahmed Arif’in şiirlerinden birçoğunda da araştırma, inceleme var. Otuzüç Kurşun, bir röportajın gerçeğini araştırdıktan, o olayla ilgili dosyayı inceledikten sonra yazılmıştır. Çağdaş lirik şairin şiirinin nesnesi “düşünce”dir. Ahmed Arif’i yerine oturtan da, onun devrimci düşünceleridir.
Lirik şiirde, betimleyen ve anlatan biçimler de görülür. Ancak, kendi dışındaki nesneleri yoğunlaştırılmış duygular olarak betimler ya da anlatır. Bunu da, insanı çevreleyen nesnelerle, dış dünya ile, betimlediği insanın içyüzüyle ve doğa imgeleriyle gerçekleştiriyor. Mekân açısından, sonsuz imgeler yaratır. Doğa, lirizmine ulaşır. Karanfil Sokağı’nda, bu öğeleri, iyiden iyiye görürüz.
“Bu Zindan, Bu Kırgın, Bu Can Pazarında”ndaki şu dizelerde de, mekân açısından yaratılmış sonsuz imgeleri okuyoruz:
Dünyalar vardır elvan,
Bir su damlasında, bir kıl ucunda,
Meyvalar vardır, meyvalar,
Ağacı, omcası yok,
Sana vurgun, sana dost.
Beride Kabil’in murdar baltası
Ve kan değirmenleri,
Kader kahpesi.
Beride borazancıları o puşt ölümün,
Hazır, zilzurna keyfinden,
Hazır ırzına vermeye
Yiğitler vuruldukça.
Timsah kısmı çünkü yavrusunu yer
Akarsu duruldukça.
Cadı, yalan hamurunu dağ-dağ yoğurur
Amân amân hey...19
“Diyarbekir Kalesinden Notlar” ve “Adiloş Bebenin Ninnisi”nde, Anadolu’da, hem tanıdığı kentini, sevdiği ülkesini, hem de can bellediği insanlarını kucaklıyor. Adiloş Bebe’de, anlatan liriğin örneğini görüyoruz. Belli bir olguyu, olayların ayrıntılarına girmeden, ayrıntılı bir gösterim yapmadan anlatıyor. Görkemli düşselin ve vurucu tasarımların arkasında, öfkeli ve hırslı kişiliği saklanmış. Bu şiir, Ahmed Arif’e çok özgü, açık bir izdüşünme ile yoğunlaşmıştır. Kuşku yok ki, o, salt insanın içsel yaşamını, ruhsal titreşimlerini, duyarlı anlarını yansıtmıyor, düşünsel ve duygusal bileşeninin senfonisini de yapıyor. Sanki büyük biçimleri olan müzik parçaları gibi, ama ezgileri Diyarbakır.
Lirik nesnenin özü, hiçbir zaman, mantıksal söylem yoluyla anlatılamaz, ancak, kendine özgü anlatı diliyle dışavurulabilir. Lirik yapıtın kuruluşu, sözcüklerin seçimiyle, yerleştirilmesiyle, seslendirmenin ve uyumun anlatım gücüyle yakından ilişkilidir. Sıkı sessel ve uyumsal düzen, lirik’in müzikle yakınlığına kanıttır. Bu yüzden, türküye, yıra, şarkıya uygundur lirik deyişler. Ahmed Arif’in tüm şiirleri, çok rahat bestelenebilir. Özünde de, türkülerden beslenmiştir. “Leylim leylim”, “uy havar”, “sevmışem ben seni” gibi seslenmeler, Diyarbakır türkülerinden gelmektedir.
Mehmet Ergün’in gereksiz kışkırtmalarıyla, çok eski bir arkadaşı ve yoldaşı olan Enver Gökçe’yle bölüşemediği,
Saçarına kan gülleri takayım,
Bir o yana,
Bir bu yana...20
dizeleri de, yüzlerce yıllık Anadolu türkülerinden derlenmiştir.
Bu türküleri görmeden, Enver Gökçe’ninkini de okuyalım:
Saçlarına
Kızıl güller takayım
Salın da gel,
Bir o yana
Bir bu yana!
Her ikisi de, bu imgelerini, hatta deyişlerini, türkülerden almıştır. Ancak, dikkat edilirse, Ahmed Arif’in söylemi “nesne”ye yöneliktir.
Çok eski bir mani şöyle başlar:
Çeper çektim yol açtım
Kızıl güle dolaştım
Bir türküde, şu dizeleri görüyoruz:
Sallan gel de boylarına bakayım
Ak gerdanına güller takayım
Bir başka türküde,
O yarin göğsüne bir ak gül taksam
dizesi söylenir.
Bir başka türküde de, şu eşsiz dize vardır:
İndin hasbahçeye güller sokundun.
Bu alınmalar ve yararlanmalar, hem lirik geleneğin hem lirik deyişin ürünüdür. İki önemli ve büyük şairin çatışmasına yol açan durumlar değildir. Yazını kıyısından izleyen birinin kışkırtmalarına nasıl uyduklarına hâlâ şaşarım. Ben, bunları Yazın Dergisi’nde yazdığımda, Enver Gökçe kıkır kıkır gülmüştü de, “Vecihi, gerçekten şaştım. Neyi bölüşememişiz meğer?” demişti. Lirik özne, kendi halkının lirik geleneği olan türküden yararlanmak zorundadır. Lirik nesnede, müziksel etki çok önemlidir. Müziksel etki, lirikte, birçok yöntemlerle sağlanabilir. Karşıt sözlerin bireşimiyle yapılabilir. Söz ilintilerinin bireşiminden yararlanılabilir. Gündelik konuşma ağzı, lirik için, bulunmaz bir müzik etkisi sağlar. Ahmed Arif’in en çok başvurduğu yöntem budur. Şiirsel eğretileme de müziksel etkiyi çoğaltır. Mitolojik imgeler, müziksel etkiye yardımcı olabilir. Gündelik seslendirmeler, lirik’in müziksel etkisi olarak çok sık kullanılır. Burada, argoya kaçma tehlikesi belirebilir. Ancak, yüksek bir sesi elde edince, o tehlikeyi giderebilir şair.
Örneğin,
Gözlerinde
Bir küfür kasırgası
Ana-avrat
Ah ulan...
dizelerinde, gündelik seslendirmelerden yararlanılmıştır. Argoya yakalanmaktan da kurtulmuştur Ahmed Arif. Lirikte, müziksel etki yaratmanın bir yolu da, karmaşık sözdizimsel kuruluşlara başvurmaktır. Ahmed Arif, bu yöntemden hoşlanmıyor. Böyle bir müziksel etkiyle, anlaşılır olmaktan uzaklaşacağını düşünüyor.
Ahmed Arif’in şiirinde, lirik öğeyi yaratan sözdizimi de ilginç. Sıradan sözcükler, estetik değerlere dönüşüyor. Mecazlı imgesellikten çok hoşlanıyor. Bunun yarattığı vahşi duygusallık, onun şiirine ilgiyi çoğaltıyor. Bu, coşkunun abartılı yiğit tonunun yaratılmasına da yolaçıyor. Gündelik, süslemesiz, ama katı gerçekliğin yalın yansıtılması, haksızlıklara savaşımın öne çıkarılması, onun şiirinin temel kuruluşunu ören öğeler oluyor. Şiirimiz için çok yeni sözcükler kullanıyor. Ne ki, bu sözcükler ve sözler, yerel söylemde çok kullanılmıştır. Pnın sesi de, sözdizimi de Diyarbakır’ın havasından kaynaklanır. Bunların yazın dünyamıza yansıması yenidir. Ahmed Arif’in başarısı, Diyarbakır duyarlığını tarihsel Anadolu duyarlığıyla birleştirmesidir. Artık, bu duyarlık toplumsal bir niteli kazanmıştır, ulusallaşmıştır. Biçimsel bir yenilik taşımıyor şiiri. Bilinen biçimleri kullanıyor. Bilinen biçimler içerisinde, kullanılması çok tehlikeli, aykırı sözcükleri, ayrıtür sözdizimlerini kullanması, sanatsal anlama yeni boyutlar getirmiştir. Türk şiiri, Diyarbakır duyarlığıyla derin bir şiirsel yük kazanmıştır. Şiirin nesnesini, gösterileni, okura iyice yaklaştırmış, çizgiyi kalınlaştırmıştır. Bunlarla Ahmed Arif şiiri, özgün bir çoğunluk, vurucu bir güç kazanıyor. Dilsel kuruluş, korkusuz savaşımcı ruhu, devrimci doğrultuda ateşliyor.
Biçimleme ve gereçleri kullanma, lirik yapıtta, epik ve dramatik yapıtlardan daha çok önem kazanıyor. Biçimleme ve gereçleri düzenleme, lirikte belirleyicidir. Duyarlılık ve duygular, imgesel bir dille gerçekleşir. Anlatısal deyiş öğeleri, lirik şiirde bol bol kullanılır. Hiçbir söylemde, lirkte görüldüğü gibi gözüpek, beklenmedik değişmecelere (mecazlar), güçlü seslendirmelere, içsel dünyamızı sarsan, yüreğimize işleyen sözlere rastlayamayız. Ahmed Arif, bütün bunları yapar.
Vurulsam kaybolsam derim,
Çırılçıplak bir kavgada,
Erkekçe olsun isterim,
Dostluk da, düşmanlık da,
Hiçbiri olmaz, halbuki,
Geçer süngüler namluya.
Başlar gece devriyesi jandarmaların...21
Dikkat edilirse içsel etkilemeyi amaçlıyor bu dizelerde. Kaynağında, öznel ve çok katmanlı bireysel çağrışımlara yönelmiş. Şiir, buna en uygun sanattır. Müzik bile, bu konuda, şiir değin etkin olamaz sanırım. Her şeyden önce, türlü algılanış biçimlerine uygun bir yapısı var şiirin. Sözle kurulması, çağrışımların zenginleşmesine yolaçıyor. Elbette çağrışım zenginliği, algılanış çeşitlemelerine bir esneklik de sağlıyor. Nâzım Hikmet’in, Cahit Külebi’nin, Oktay Rifat’ın birçok şiiri mantıksal bir düzenlemeyle kurulmuş gibi gözükmez insana, ama şaşırtıcı, insanı allak bullak edici çağrışımlarla, birbirini karşılıklı kesen deyişlerle, dönüşümlerle, içsel ürpermelere, duyumsal ve düşünsel doyumlara ulaştırır okuru. Duyarlığın pençesinde düşündürür insanı. Ahmed Arif’in şiirinde de bu öğeleri görüyoruz. Belki, düşünce payı daha az. Yüksek ses, öfkeyi kabartırken düşünmeyi biraz erteliyor. Öfke ve coşku şiirin atlarını sürekli dörtnala koşturuyor.
Bütün bunları saptadıktan sonra, “Ahmed Arif’in şiirinde hiç epik öğe yok.” demek istemedik. Türleri birbirinden kesin biçimde ayıran biçimsel öğeler olmakla birlikte, onları söylem bakımından birbirinden demirin kerti gibi ayıran öğelerden söz etmek zordur. Epik, dramatik kurgular, çoğu kez lirik gereçler taşırlar. Olay betimlemelerine, kişi çözümlemelerine, durum yansıtmalarına, her zaman yazarın coşkusal içdönüşümleri katılır. Adiloş Bebe’de, dramatik bir kurgu var, ama lirik gereçlerin bolluğu onu dramatik olmaktan uzaklaştırıyor. Anlatma bileşeni, gösterme bileşeninin yanında çok yeğin kaldığından lirik öğe öne çıkmış. Zaten epikle lirikin düzenli bir dizilişinden söz edemeyiz. Ahmed Arif’te, olayın epik nitelik taşımasından söz etmek daha doğrudur.
DİL VE SÖYLEM
Çağdaş yazın adamları, dil terimiyle, değişik ulusallıklarda yaşayan insanların bilincinde yaşayan, onların düşünce biçimlerini yansıtan, iletişimlerini sağlayan “sözlük”ü ve bu sözlükteki sözcüklerin sözdizimindeki bağlamlarının ilkelerini, kurallarını, yasalarını yani dilbilgisini anlıyorlar. Söylem’le de insanların belirli yaşam koşullarında, belirli düşüncelerinin yansıtılmasında oluşan, beşeri duygularıyla düşüncelerinin bağlanışını sağlayan dilsel iletişimi amaçlıyorlar. Kısası, “söylem”in, eylem durumundaki dil olduğunu söyleyebiliriz.
Ahmed Arif, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşayan halkımızın Türkçesindeki sözcükleri seçiyor kimi zaman ve bunları, o halkın sözdizimine göre kullanıyor. “Uy havar! - Muhammet, İsa aşkına”, “Benim de boş yanım hançer yalımı - Ve zulamda kan-ter içinde, asi - He desem, koparacak dizginlerini”, “Ard-arda kaç zemheri, - Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.”, “Kırar boynumu yürürüm”, “Kan eder perçem” gibi dizelerdeki söylem, tüm şiirine yayılmış bir Anadolu Türkçesidir. Diyarbakır ağzının müziksel etkisini sezmiş bir şairdir o. Gündelik dilden birçok sözcük almasına karşın dizeci (mısracı) olduğundan, anlatısında bir bölünmüşlük görülmez. Ahmed Arif, ulusal dilin tarihsel süreçte oluşmuş bir yan biçimini, yani bir lehçesini kullanmıyor. Anadolu lehçesini özümlüyor, ama bu dille fazla oynanmasına karşı çıkıyor. Bu bakımdan, TDK’nun dil politikasını olumlu bulmuyor. Anadolu Türkçesinin Doğu ve Güneydoğu Anadolu halkının değişik katmanlarına özgü tarihsel gelişimine uygun bir seslendirmeyi seçiyor. Bu yolla, değişik bir söylemi yaratıyor. Tarihsel gerçek, yazınsal yaratışın, ulusal dilin olgunlaşmasından çok önce doğduğunu gösteriyor. Bu bakımdan, ilk yazınsal yaratılara, lehçeler egemendir. Ali Şir Nevai’de, Nesimi’de olduğu gibi. Türkçe’nin yazınsal dili, 20. yüzyılın başlarında biçimlendi. Bundan önceki yazınsal dil Osmanlıcadır. Ahmed Arif, bu tarihsel gerçekliğin farkındaydı, ama o lirik’in yaratılmasını ağıtsal bir dilde gördü, bunun kaynağı olarak da Diyarbakır ağzını seçti. Bu tutumuyla hiçbir zaman yazınsal dile ters düşmedi, ama çok büyük bir katkıda bulundu. Denebilir ki, Türkçeye bu denli katkısı olmuş çok az şair vardır. Yeni sözcüklerle değil, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun yazınsal dile yansımamış müziğiyle, duyarlığıyla, kullanımıyla büyük olanaklar sağlamıştır.
Her şiirdeki yansıtış biçimi, daha doğrusu, yaşamın yansıtılış biçimi önemlidir.
Ahmed Arif’in söylem özelliği, Diyarbakır koşullarında biçimlenmiş, öfkeli, dolaysız, lirik etkisi yüksek, doyurucudur.
_______________________________
* “Nesne” termini, “sujet” karşılığında kullanıyoruz. Konu, tema, neden kavramlarını tümel olarak içerdiğini düşünüyoruz.
- Refik Durbaş, Ahmed Arif Anlatıyor, s. 55, 56, 57.
- Hasretinden Prangalar Eskittim, agb, s. 69-73.
- Hasretinden Prangalar Eskittim, agb, s. 21-23.
- Hasretinden Prangalar Eskittim, agb, s. 5.
- Hasretinden Prangalar Eskittim, agb, s. 6.
- Hasretinden Prangalar Eskittim, agb, s. 28.
- Hasretinden Prangalar Eskittim, agb, s. 41.
- Hasretinden Prangalar Eskittim, agb, s. 47.
- Hasretinden Prangalar Eskittim, agb, s. 63.
- Hasretinden Prangalar Eskittim, agb, s. 98.
- Hasretinden Prangalar Eskittim, agb, s. 99.
- Hasretinden Prangalar Eskittim, agb, s. 109.
- Hasretinden Prangalar Eskittim, agb, s. 90.
- Hasretinden Prangalar Eskittim, agb, s. 50.
- Hasretinden Prangalar Eskittim, agb, s. 107.
- Hasretinden Prangalar Eskittim, agb, s. 108.
- Hegel, Aistetic, c. II. s. 478.
- Hasretinden Prangalar Eskittim, agb, s. 31.
- Hasretinden Prangalar Eskittim, agb, s. 58.
- Hasretinden Prangalar Eskittim, agb, s. 81.
- Hasretinden Prangalar Eskittim, agb, s. 29.
Not: Bu araştırma, Ahmed Arif’in bilgisi içinde yapılmıştır. Kendisine, “lirik ve epik öğeler, dil ve söylem” üzerine bölümler geniş biçimde okundu.
Vecihi Timuroğlu | ADAM SANAT - SAYI 71 - EKİM 1991
_____________________________________________________________
'98 yılında Vecihi Timuroğlu ile birlikte. |