Bir Kadın: Simone de Beauvoir


Sartre’la beraber, Sartre’a rağmen
Simone de Beauvoir olmuş bir kadının öyküsü


“Sartre’ın ölümü bizi birbirimizden ayırdı...
Benim ölümüm, bizi birbirimize kavuşturmayacak...”

Kadere, “öteki yaşamlara”, “öteki dünyalara” inanmayan Simone de Beauvoir, can yoldaşı, yaşam arkadaşı Sartre öldükten sonra böyle demişti...

Bundan altı yıl önceydi. 
20. yüzyılın en efsanevi aydın çiftlerinden “yarısı” ölmüştü.

Şimdi, öteki “yarısı” da ölünce öyle çok insan öksüz kaldı ki...

Öksüzlüğün acısını bilenlerdendi Simone de Beauvoir.
Çok önceden dile getirmişti bu acıyı “Nesnelerin Gücü” kitabında:

“Başıma gelebilecek hem yeni, hem de önemli tek şey acıdır:
Ya Sartre’ın ölümünü göreceğim, ya da ben ondan önce öleceğim.
Hem birini terk edip onu üzmek, hem de onu teselli etmek için yanında olamamak çok acı.
Ya da onun sizi terk etmesi ve susması, hep susması çok acı...”

İlk “terk eden” Sartre oldu...

Bu terk edişten sonra Simone de Beauvoir çalışmaya, yazmaya, kadın hakları konularında aktif olmaya devam edecek, ancak günlük yaşamdan yavaş yavaş çekilecek, neredeyse kendini unutturmaya çalışacaktı.

“Sartre’ın ölümü bizi birbirimizden ayırdı.
Benim ölümüm bizi birbirimize kavuşturmayacak...

İşte böyle.

Ancak, onca uzun bir süre yaşamlarımızın çakışması, kenetlenmesi bile öyle güzel, öyle büyük bir mutluluk ki...”


BAŞLANGIÇTA


Simone de Beauvoir, Jean Paul Sartre.
Yaşamları, 1929 yılında çakıştı. Simone 21 yaşındaydı, Sartre 24.

Öncesine çok kısa bir göz atmak gerekirse:

Paris’te doğmuştur.
Kentsoylu bir ailedendir.
Önce annesinin etkisiyle Katolik okullarına gitmiş, sonra kızının zekâsına çok güvenen babasının etkisiyle okumaya itilmiştir.

Kısa sürede dini okullardan ayrılacak, daha çok genç yaşta büyüyünce yazar olmayı aklına koyacaktı.

O günlerin kentsoylu ailelerinin iyi yetiştirilmiş tüm kızları gibi, o da “bir kadın için ideal olan öğretmenlik mesleği” de seçeceği (yok seçeceği değil, izleyeceği) önceden alınmış kararlar arasındadır.

Sorbonne Üniversitesi’ne, felsefe bölümüne girer. Çalışkandır, çok okur.

Üniversite yıllarında sonradan gelişecek ve kişiliğinin düşünce biçiminin temelini oluşturacak, kimi tohumlar kök salacaktır:

Örneğin,
  • kentsoyluluğun çifte-standartlarından nefret,
  • sömürgeciliğe, kolonyalizme karşı, militarizme karşı nefret,
  • enternasyonalizmi benimseme,
  • insan haklarını, özgürlükleri savunma vb.

1927’de üniversiteyi bitirecek, lisansüstü çalışması için “Liebniz’de Kavram” üzerinde bir tez hazırlayacak ve felsefe doktora sınavına hazırlanacaktır.

Aynı sınava birlikte hazırlanan arkadaşları Raymond Aron,
                                                                   René Maheu,
                                                                   Paul Nizan,
                                                                   Georges Politzer
ve
                                                                   Jean Paul Sartre ondan hep dört yaş büyüklerdir.

Arkadaşlarına göre o günlerin Simone’u “teknik, pratik, kesin kararlı, istekli” bir kişiliğe sahiptir ve “sempatik, güzel ama çok kötü giyinen bir kızdır”.

Yıl 1929.
Doktora sınavlarının sonucu, koca bir tahtaya asılmıştır.
Tüm öğrenciler listede kendi adını aramaktadır.
Listede birinci ad Jean Paul Sartre, ikincisi ise Simone de Beauvoir’dır.

“Yaşamımın en önemli olayı” diye tanımladığı Sartre ve Beauvoir tanışması için sonra anılarında şöyle yazacaktı:

“Onunla her şeyi paylaşabilecektim...
Ve daha ilk andan, yaşamımdan bir daha asla çıkmayacağını biliyordum.”

Daha 1929’da ilişkileri başlamıştır.
Bu ilişki, güncel yaşam şartlarından kaçıp düşünce, edebiyat, sanat dünyasında buluşmakla gelişecektir.

Ve daha ilk baştan Sartre, Simone’a aşk konusundaki düşüncelerini açmıştır:

“Sizi seviyorum...
ve ben poligam’ım...”

Sartre, tek kadına asla bağlı kalınamayacağını, kadın-erkek ilişkisinde mükemmelliğin, tüm anlaşmanın birkaç yıldan uzun süremeyeceğine inanmaktadır...

Burjuva evliliklerinin ikiyüzlülüğünden, çifte-standartlarından, yalanlarından nefret eden Simone, zaten bu kalıplar içinde bir beraberlik ya da evlilik düşünmemektedir.

Sartre’la ilişkisi “nefret ettiği ilişkilerin” tam zıddı olacaktır.
Daha baştan kabullenmiştir Sartre’ın aşk anlayışını.

“Bizimki, gereklilik aşkıydı...
Ancak bu aşk, başka olası aşkları dışlamıyordu.”

Her ikisinin de yaşamında “olası aşklar” yer alacaktır.
Bunları birbirlerinden gizlemeyeceklerdir.

Dürüstlük, ayrı mekânlarda yaşamak, bu “özgür ilişki”nin pratikteki temelini oluşturacaktı.

(değil ayrı ayrı kentlerde öğretmenlik yaparken, aynı kentte Paris’te yaşarlarken bile, yaşamlarının sonuna dek “ev”lerini birleştirmeyeceklerdi.)

Bu özgür beraberlikte zaman zaman kuşkunun nasıl içini kemirdiğini Simone de Beauvoir, yine anılarında anlatacaktı:

“İlişkilerimizde, bilinmeyenler, rastlantılar, hep bir rol oynardı...
Veya başka bir kadınla, benle anlaştığından daha iyi anlaşırsa endişem olurdu...”

(Simone de Beauvoir, verdiği son röportajlardan birinde, bir gazetecinin Amerika’da yayınlanan bir biyografisi üzerine “Peki daha önce bilinmeyen, yeni bir şey var mı bu biyografide?” sorusunu şöyle yanıtlıyor:

“Evet, bu kitapta, şimdiye dek anlatmadığım, eski arkadaşım Bost’la ilişkilerim de var...
Nedenini açıklamak istedim.

Sartre’la özgürlük ilişkimizde, özgürlük anlaşmamızda, şimdiye dek hep sanıldı ki, bu özgürlük yalnız Sartre için geçerliydi; bana gelince, sanki bu özgürlükten hiç yararlanmadım...”

...70’inden sonra bir kadının bunu söylemesi bile, kimi tedirginlikleri ortaya koymuyor mu?)

Yaşamları ya da beraberlikleri boyunca her ikisi de “olası aşklar” yaşadılar.

Sartre’ınkiler “dillere destan” olurken, Simone’unkiler  -Amerikalı yazar Nelson Algren dışında-  üzerinde pek durulmayacaktı...

1935’te Sartre, Simone’un öğrencilerinden Olga’ya âşık olduğunda bir süre başarısız bir üçlü yaşam sürdürecekler ve bu olay, Simone de Beauvoir’un “Konuk Kız” kitabının konusunu oluşturacaktır. (Kitabının sonunda yazar, Xaviere adını verdiği üçüncü kişiyi öldürecektir.)

Yine Simone de Beauvoir, ABD’den döndüğünde (1946) Sartre ona yeni tutkusu Dolores’ten söz edecek ve Simone’un her zamanki sorusunu, “O mu.... ben mi?” sorusunu Sartre şöyle yanıtlayacaktı:

“Dolores’in yeri çok önemli benim için...
Ama gördüğünüz gibi, sizinle beraberim...”

Kim kimi daha çok sevdi, kim kimden daha üstündü, hiç önemli değil.
Önemli olan, birbirlerine hep dürüst oldular, hep sevdiler, birbirlerinin çalışmalarını hep etkilediler, birbirlerinin düşüncelerini hep desteklediler ve savundular, sonuna dek bu beraberliği sürdürdüler.


“KUNDUZUM... AŞKIM”


Daha 1929’da Sorbonne’daki doktora öğrencileri, Simone de Beauvoir’a “kunduz” adını takmışlardır (kunduzun ingilizcesi “Beaver”dır ve Beauvoir’la kafiyelidir).

Sartre, “kunduz” adını benimseyecek ve ona hep kunduzum diyecektir.
Yine yaşamlarının sonuna dek birbirlerine siz demeyi sürdüreceklerdir.

Sartre’ın, “kunduz”una ilk mektubu, 1929 sonunda bir not:

Küçük, sevimli kunduz, bana bir iyilik yapıp çamaşırımı (dolabın alt çekmecesindedir) bu sabah temizleyiciye götürür müsünüz?

Anahtarı kapının üzerinde bırakıyorum...

Dün çok şeker bir haliniz vardı.
Hele o, ‘Bana amma da baktınız’ deyişiniz yok mu, düşündükçe içim mutluluktan eriyor.

Hoşça kalın küçük İyilik Perisi”

1931’de Simone, Marsilya’ya bir yıl sonra da Rouen’e, 1936’da Paris’e Moliere Lisesi’ne öğretmen tayin edilecektir. Sartre’ın tayini ise Havre’a çıkmıştır.

Simone’un felsefe öğretmenliği, başka hiçbir öğretmeninkine benzemez.

Çocuklara yalnız ders öğretmekle kalmaz, kalıplaşmış kavramlara, aileye “hayır” demeyi de öğretir. Kendilerini tanımayı, tüm sınırları zorlamayı, özgürlükleri sonuna dek savunmayı ve kişiliklerini geliştirmeyi de öğretir.

30’lu yıllarda Sartre’la birlikte İspanya, Fas, Almanya, Yunanistan, İtalya’ya gideceklerdir.
(Simone için yolculuk, yaşamının sonuna dek bir tutku olarak kalacaktır.)
Bu yıllarda tıpkı Sartre gibi özgürlükçüdür ama politik bağımlılığa girmeyi düşünmez.

1933’te Sartre Berlin’dedir. Simone onu sık sık ziyaret edecektir.
Sartre’ın “Bulantı” üzerine çalıştığı yıllardır. Konuşma, tartışma hep bu eser üzerinedir.

Sonradan açıklayacak:

“Hayır, Bulantı için, Sartre benden etkilenmedi. Zaten onu kimse etkileyemezdi.
Evet, bu eseri üzerine çok tartıştık.

Ama Sartre’ın tüm tartışmaları, bana söyledikleri bile, aslında kendi kendine sürdürdüğü bir tartışmaydı.

“Bulantı”, 1938’de yayınlanmadan önce, yeniden yeniden eseri okuyacak, kesintiler yapacak, redakte edecek olan Simone’dur.

Daha sonra Sartre, Amerikan çağdaş edebiyatına ilgi duyduğunda Faulkner’ı ve daha birçok yazarı okuyup ona yüksek sesle çevirecek olan da Simone’dur.

1939’da Sartre askere alınır.
Bir süre sonra esir düşecektir.

İşte Simone’a mektupları:

“Kunduzum...
Yavrum...
Aşkım...

Uzun bir süre sizi görmeden yaşayacağım.
İşte en güç olan da bu aşkım.

Burada, benim yanımda, şu samanlara uzanabilseydiniz, içim rahatlar, yüreğim kanatlanır, hiçbir derdim kalmazdı.

Ama hayır, uzanmayacaksınız ve ben, yanımdaki heriflerin horlamalarını dinleyeceğim...
Ah aşkım, sizi ne çok seviyorum ve size öyle ihtiyacım var ki...

Aklım sizinle dolu, sizin günlerinizle, Dome kahvesiyle, gittiğiniz yerlerle, yaptığınız telefon konuşmalarıyla...

Saat be saat sizin günlerinizi izliyorum.

Sizi bütün gücümle seviyorum.”


“Kunduzum...

(...)

Sizi düşündükçe güçleniyorum.

Siz ne güçlü, ne sağlamsınız.
Paris’ten bile daha sağlamsınız.

Sizi seviyorum.

Hoşça kalın küçük yavrum.

Uslu olun, gazeteleri okuyun, sakın üzülmeyin...”


“...Mektuplarınızı beklemek beni tedirgin ediyor.
Düşünün ki cumartesiden beri sizden haber almadım.
Sizi tanıdığımdan beri, on yıldır, ilk kez böyle bir şey başıma geliyor.

İnsan acısını sabırla taşımalı.

Aşkım, beni habersiz bırakmayın.

Benim sevimli kunduzum, siz ki bana on yıllık bir mutluluk yaşattınız, beni habersiz bırakmayın...

Sizi çok seviyorum ve bütün gücümle öpüyorum.”


“Sevimli kunduzum.
Bugün mektubunuz geldi.
Sonsuz tad aldım ve bir şok yaşadım.
Sanki bir anda tüm buzlar eridi.

Mektubunuzu tekrar okudum.

Sizi öyle çok seviyorum ki...

Yavrum benim, sizi bugün beş dakikacık görebilmek ve sizi sevdiğimi söyleyebilmek için, elimi kesip vermeye hazırım...

Hoşçakalın aşkım.

Sizi tutkuyla seviyorum ve bugün aşkımı hem acıyla, hem mutlulukla hissediyorum.

Bana her gün yazın.”


"Kunduzum...
Aşkım...

(...)

Benim küçük danışmanım, yokluğunuz bana acı veriyor.

Neden yanımda değilsiniz...

Benim kendi romanıma çalıştığım gibi, sizin de kendi romanınıza çalıştığınızı bilmek bana mutluluk veriyor.”


“Aşkım sizi müthiş seviyorum.

Siz benim silahlardan arınmış içimin bir parçasısınız.
Siz ve ben bir bütünü, tekliği oluşturuyoruz.

Benim sevgili kunduzum, minik hayvanım, benim en güzel en sıcak, en yumuşak aşkımsınız.”


Buraya aldığım mektuplardan bölümler, Sartre’ın askerliğinin son dönemlerine ait.

İlk mektuplar daha çok Sartre’ın eserleriyle, yazmakta olduklarıyla, çalışmalarıyla, örneğin “Akıl Çağı” kitabı üzerine düşüncelerle dolu.

Sartre’ın mektuplarında çalışma, iş ve yazı konularında ikinci planda kalıp “aşk” temasının ağır basması için aradan bir yıl geçmesi gerekmiş.

(Bu mektuplar çok sonra 1983’te Simone de Beauvoir “Les Temps Modernes” dergisinde yayınlandı.
Ancak Simone’un Sartre’a mektupları halen yayınlanmadı.)


“YENİ ZAMANLAR”


Sartre, 1941’de tutsaklıktan geri dönecek ve Simone de Beauvoir, ancak nodan sonra “harekete geçmek gerekliliğine” inanacak ve biraz geç de olsa Paris’teki direnişçilere katılacaklardı.

İlk romanı, biraz önce sözünü ettiğim “Konuk Kız” 1943’te yayınlandı.
Aynı yıl öğretim üyeliğinden ayrılıp Ulusal Radyo’da çalışmaya başlayacak,
1944’te “Pyrrhus ve Cineas” denemesini,
1945’te “Yararsız Ağızlar” piyesini ve “Başkalarının Kanı” romanını yayınlayacaktı.

Paris’te bir arkadaş grubu:

Sartre,
Picasso,
Aron,
Jean Paulhan,
Albert Olivier,
Camus,
Giacometti,
Cocteau,
Leiris,
Queneau,
Merleau-Ponty ve
Simone...

Daha sonra şöyle yazacaktı:

“Birbirimize söz vermiştik, karşı durduğumuz sistemler, düşünceler, kimseler yenilecekti.

Önümüze yeni bir gelecek açılıyordu.
Bu geleceği belki politikayla da, ama asıl düşünceyle, düşüncenin gücüyle yaratacaktık.

Savaş sonrası için bir ideoloji üretmeliydik.”

1945 Ekim’de “Les Temps Modernes” (Yeni Zamanlar) Dergisi’nin ilk sayısını çıkardılar.

40 yıl sürecek bir yolculuk başlamıştı.

Egzistansiyalizm (Varoluşçuluk) altın çağına doğru yol alıyordu.

Camus,
Moravia,
Boris Vian,
Beckett,
Nathalie Sarraute,
Jean Genet ve daha önce saydığım isimler bu derginin yazarlarıydı...

Bu Sartre’cıların en Sartre’cısı ise Simone de Beauvoir’dı.

Savaş sonrası Fransası’nda,

kimileri onları “kahvelerde sürten başıboşlar” olarak görecek (oysa en çok çalıştıkları dönemdir),
kimi (sol basın) onları yeterince politize bulmayacak,
kimileri (sağ basın) onları alaya alacak ve karikatürlere konu edecek,
kimileri ise bu akımdan müthiş etkilenecek ve onların yaratıcılığını, çalışma ve yaşama biçimini, üretkenliklerini örnek alacaktı.

Sartre derginin temelindeki düşünceyi şöyle ortaya koymuştu:

“Yaşam deneyimlerini, güncel olayları, anekdotları konuşturacağız.
Bunların gerisindeki anlamları araştıracağız.”

Kısa sürede dergi yalnız edebiyat dünyasının değil, anti-kolonyalizmin ve antimilitarizmin odak noktası haline geldi.

Bir yıl sonra Simone de Beauvoir “Tüm İnsanlar Ölümlüdür” romanını yayınladı.

Burada bir kez daha özgürlük-yaşam-ölüm ilişkilerini irdeler; yaşama ölümün anlam verdiği konusunu işler (1946) ve yaşamında önemli bir rol oynayacak olan ABD yolculuğuna çıkar (1947).

Romancı Algren’le ilişkisi, birlikte Amerika’yı dolaşmaları ve kadın hakları konusuna daha dikkatle eğilmesi, konferanslar vermesi bu döneme rastlar.

Bu dönem, hem bir itici güç, hem de Sartre’dan uzakta, kendi başına, kendi ayakları üzerinde durduğunun da bir kanıtı olacaktır onun için.

Ve yalnız en ünlü değil, aynı zamanda en etkili eseri “2. Cins” bu dönemin ürünüdür.

“Belirsizlik Ahlakı Üzerine” (Hegel üzerine bir deneme) ve “Günbegün Amerika”dan (gezi izlenimleri) sonra 1949’da yayınlanır “2. Cins”.

Ne zamandır kadın hakları üzerine yazmayı düşündüğü bu eser ABD’ndeyken kafasında somutlaşacak, dönüşünde Sartre’ın iteklemesiyle son şekline getirecektir.

Kitap yayınlandığı an Fransa’da bir skandal yaratır.

Beş yıl sonra Amerika’da yayınlandığında Fransa’daki skandalı gölgede bırakacak büyük bir zafer kazanır kitap.

Skandala karşın, Sartre çok mutludur “2. Cins” kitabıyla ilgili olarak.

Her zaman, kapının dışında bırakılmışların yanında olan Sartre bu konuda şöyle diyecekti:

“Gelecek yüzyıllarda, bugüne bakıldığında, bugünkü kadının durumuna bakıldığında, tıpkı şimdi bizim Atina demokrasisindeki köleliğe şaştığımız gibi şaşılacaktır.”


MİLİTAN


Gerek “Les Temps Modernes” dergisindeki çalışmaları, gerek “2. Cins”le başlattığı mücadele, Simone de Beauvoir’ı giderek daha militan bir yazara dönüştürecekti.

Göçmenler ve sürgünlere sağladığı destek, Çin-Hindi ve Cezayir bağımsızlık savaşındaki tutumu, sağa karşı cephe alması,
“Sol, her tehdit edildiğinde kolları sıvadık.
Ama eleştirel tavrımızı hiç bırakmadık.”
                                                                 demesi birbirini izleyecekti.

1954’te bir edebi başarı beklemektedir Simone de Beauvoir’ı.
O yıl yayınlanan “Les Mandarins” adlı kitabı, Goncourt Ödülü’nü kazanır.

Savaş sonrasında, sol aydınları, varoluşçuları ve kadın hakları savunucularıyla Paris’in bir kesitini anlattığı roman; sorumluluk alma, aydın kimliği, kadının parçalanmışlığı, bireyin özgürlükleri gibi temaları irdeler.

Sartre’la birlikte çıktığı Çin gezisinden sonra “Uzun Yürüyüş”ü (gezi izlenimleri) yayınlanacak ve bu geziyi başka geziler; Küba, Brezilya, Mısır, İsrail gezileri izleyecektir.

Her gezide ve geziden dönüşte politik tavırlarını Sartre’la birlikte ortaya koyacaklar, mikrofon ya da kalem elde savlarını savunacaklardır.

Militan tavrı benimsemesiyle birlikte yaşamının en büyük “İş”ine girişecekti:

Anılarından hareketle yazmak.

Ancak üç ciltlik bu anılar, bir yandan Sartre ve çevresindekilere gerçekçi bir yaklaşımla ünlü düşünürün iç dünyasını ortaya koyacak; bir yandan da birlikte katıldıkları birçok davanın, sayısız olayın bir dökümünü getirecek, gerçekçilikten, sahicilikten şaşmaz bir belgesel oluşturacaktı.

Türkçeye “Bir Genç Kızın Anıları” diye çevrilen
“Yerini Bulmuş Genç Kız” (1958) (çocukluk ve gençlik yılları),
“Yaşın Gücü” (1960) (Sartre’la ilişkileri) ve
“Nesnelerin Gücü” (1963) (savaş sonrası dönemin olayları, Cezayir Savaşı vb.) yayınlanır.

Bunlar aynı zamanda edebi tadı olan kitaplardır.
Fransa’nın bir kesitini, o günlerin gençliğinin umutlarını, düşüncelerini, yaşama biçimlerini, korkularını, savaşlarını, sevgilerini, acılarını yansıtır.

Bu üçlemeyi daha sonra 1972’de “Hesap Tamam” izleyecek.
Ancak ona gelinceye dek yazmayı, hiç durmadan yazmayı, özellikle roman yazmayı sürdürecektir Simone de Beauvoir:

“Sessiz Bir Ölüm” (1964)
“Güzel İmgeler” (1966)
“Yıkılmış Kadın” (1967)
“Yaşlılık” (1970).

1980’de Sartre’ın ölümünden sonra “Veda Töreni”ni yayınlayarak bir kez daha herkesi şaşırtacaktı.
Bu kitapta ünlü düşünürle birlikteliklerinin son on yılını dile getiriyordu.

Ve “Sartre’ın ölümü bizi birbirimizden ayırdı...
Benim ölümüm ise bizi birbirimize kavuşturmayacak” diyordu.

İşte, Sartre’la beraber, (ve eklemeden edemeyeceğim) Sartre’a rağmen Simone de Beauvoir olmuş bir kadının öyküsü.



Zeynep Oral | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi 143 - 1 Mayıs 1986
_______________________________________________________



Hümanist Bir Feminist


Uzun bir yaşam boyu, kadının bağımsızlığı, ikincillikte kurtulması için, kendini dönüştürme, teori geliştirme, bilincini kitlelere aktarma gibi çeşitli biçimlerde eyleme geçen Simone de Beauvoir’ın feminizm anlayışı da, yaşam ve eylemle iç içelikten kaynaklanan değişimlere uğramıştır.

Bir bütün olarak ele alındığında “eklektik” olarak nitelendirilebilecek bu feminizm anlayışı, kanımca, zaman içinde üç uğraktan geçmiştir.

Bunlardan ilki, kurtuluş sorununu, kadınların tek tek kendilerini dönüştürmeleri gereğine bağlayan, bilinçlenme ve seçiş-irade sorununun ağırlık kazandığı II. Cins dönemine rastlar.

İkinci uğrak, Simone de Beauvoir’ın, Sartre ile birlikte “compagnon de route”1 konumunu en fazla benimsediği soğuk savaş yıllarında gündeme gelmiştir. Bu dönemde, “feminist olmadığını” savunma noktasına varan de Beauvoir, kadının kurtuluşu sorununu, sosyalizm sorunsalına bağlar.

Üçüncü uğrak ise varolan sosyalizmlerin kadınları kurtuluşunu sağlamakta yetersiz kaldıkları saptamasından kalkarak geldiği, sınıf mücadelesiyle kadın kurtuluşu mücadelesinin iç içe yürütülmesi gerektiğini savunduğu son aşamadır. Bu aşamada II. Cins’in teorik çatısının doğruluğunu hâlâ savunduğu göz önüne alınırsa, bu son uğrağın, onun farklı yaklaşımlarını bağdaştırmaya çalıştığı bir sentez çabasını içerdiği de söylenebilir.

II. Cins’te Simone de Beauvoir, kadınların durumuna, “varoluşçu etik” perspektifinden yaklaşır. Buna göre insanların varoluşu, doğanın onların önüne koyduğu engellerin, zorlukların aşılmasıyla mümkündür. İnsan, yeryüzünü, yarattığı araçlarla değiştiren ve geleceği şekillendiren tek yaratıktır. İnsan olmak, yaratmak, icat etmek ve yaşama bu yoldan anlam vermek demektir. Bizi tanımlayan eylemlerimiz, ona yön veren de yapmak istediklerimizdir. 

Başka bir deyişle, ürettiğimiz, yeniden üretimle yetinmediğimiz ölçüde insanızdır. Bu anlamda, biyolojik yeniden üretim devresinin saçmalığını kırmak, özgürleşmeye başlamanın ilk adımıdır. İnsanı insan yapan, kendi yaratısı, icadı, üretimi olduğu için de bugünkü yaşama anlam veren tek ölçüt, insanın önündeki açık gelecektir.

Bugünü yalnız gelecek yargılar. Zorlayıcı koşulları aşarak özgürleşmeyi aramaktan vazgeçen, varolan koşullara teslim olan ise, insan doğasına ters düşmüş “otantik” olmaktan çıkmıştır. Bu amaç için mücadele etme özgürlüğü elinden alınmış insan ise ezilmektedir.

İşte kadınlığın dramı burada başlar. Çünkü tarih boyunca, bu anlamda insan olma hakkı, kadınlara hep çok görülmüştür. Simone de Beauvoir, II. Cins’te bunun nedenlerini araştırır.

Neden kadınlık her toplumda ezilmeye mahkûm edilmiştir?

Bu soruya açıklama getiren yalnız iki teori vardır: Psikanaliz ve tarihi maddecilik.

Ancak, de Beauvoir, iki teoriyi de açıklamalarını tek bir nedene indirgedikleri, monist oldukları için yetersiz bulur.

Freud’a göre, anatomi kaderdir.

Psikanaliz, kadının ezilişini belirleyen nedeni cinsellikte, onu da kadının biyoljik yapısında arar. Ama bu açıklamanın önemli bir kusuru vardır: Kadın cinselliğini erkeği temel alarak çözümlemesi. Kadın baştan eksik erkek olarak tanımlanır. Penis yokluğu bunun ilk göstergesidir. Kadındaki eksiklik ve aşağılık duygusu buradan kaynaklanır. Kadın bu eksiklik duygusunu ancak çocuk doğurmakla giderebilir. Ama bu da, tümüyle “kadınlığını” benimsemesi, yani aşağılığı kabullenmesi demektir. Psikanalitik açıklama, temel varsayımının çürüklüğü yüzünden yanlıştır. Kadın da insandır; onun da çeşitli seçenekleri vardır. Bu seçenekleri kullanamıyor ve eziliyor ise, bunun nedenlerini biyolojide değil, toplumsal koşullarda aramak gerekir.

Tarihi maddecilik, açıklamaya buradan girer. Kadının bilincini, yalnız cinselliği değil, toplumun ekonomik yapısı belirler. Engels ve Bebel’in çözümlemeleri daha ileri bir adımdır. Ama, tarihi maddecilik de asıl açıklaması gereken şeyi varsayım olarak ortaya attığı için yetersizdir. Çünkü, kadının ezilişini özel mülkiyetten çıkarsamak olanaksızdır. Buna karşılık, asıl açıklanması gereken nokta, özel mülkiyetin ortaya çıkışında ona neden kadınların değil de erkeklerin sahip olduğu, bu teoriyle açıklanamaz.

Eğer, kadının ezilmişliği, ne cinselliğine ne de ekonomik durumuna dayanılarak açıklanamıyorsa, nasıl açıklanabilir?

Simone de Beauvoir’a göre, kadının tarih boyunca ikincil kalması, bilinç düzeyinde ikincilliği içselleştirmesinden kaynaklanmaktadır.

Bir başka deyişle, psikanalizin aşağılık duygusu, tarihi maddeciliğin mülksüzleşme  -yabancılaşma-  saptamalarının öncüleri, insan bilincinin işleyiş mekanizmalarında aranmalıdır.

Oysa insan bilincinin işleyişine “ben” ve “öteki” karşıtlığı yön vermektedir.

En ilkel toplulukların mitolojilerinden antik çağa, eski Çin ve Hint uygarlıklarından Roma’ya değin, “ikilik” (dualite) insan düşüncesinde hep varolmuştur.

Hegel’in de saptadığı gibi, insan bilincinde kendinden başka her bilince karşı köklü bir düşmanlık vardır. Özne, kendini ancak, bir başka bilince karşı çıkarak ortaya koyar: Kendini özsel (essentiel) kılarken, ötekini nesneleştirir, önemsizleştirir. Ancak, her bilinç ötekine aynı şeyi yaptığı sürece, arada bir karşılıklılık (reciprocité) ilişkisi vurulur. Hiçbir bilinç mutlaklaşamaz.

İşte Simone de Beauvoir’a göre, genel olarak bilinç için işleyen bu mekanizma, kadın-erkek ilişkisinde geçerli değildir. Kadınların ikincilliğinin temelinde, karşılıklılığın yadsınması yatar. Çünkü erkek, kadına göre kendini mutlak özne olarak ortaya koyar ve onu mutlak bir öteki’ne indirger, nesneleştirir.

Yapıtın geri kalan bölümlerinde bu varsayımın doğruluğu sınanır ve Simone de Beauvoir tarihten, gündelik yaşamdan, mitolojilerden ve edebiyattan verdiği çok zengin örneklerle, kadının baştan kabullenilmiş bu edilgenliğinin nasıl sürdürüldüğünü belgeler.

II. Cins’te yazarın bu teorik ve ampirik çözümlemeden giderek kadınlara önerdiği kurtuluş yolu, erkeğe göre tanımlanan “öteki” konumunda olmayı reddetmek, varlığını kendisi için tanımlamaktır. Bu ise, kadının tıpkı erkek gibi, insanın varoluş ikilemini kabullenmesini, yaşamın her alanında, doğanın zorlayıcı koşullarını aşarak, üretici ve yaratıcı olmayı seçmesini gerektirir.

Kısacası, Simone de Beauvoir’ın ilk önerisi, II. Cins’teki idealist çözümlemeye uygun olarak, her kadının kendi bilincini ve yaşamını dönüştürmesini öngören bireyci kurtuluş modelidir.

Ancak çağının gelişmelerini yakından izleyen Simone de Beauvoir, bu modelin tıkanma noktalarını görmekte gecikmeyecekti. Bir bakıma ona bunları, “olayların gücü” gösterdi.

1963’te yayınladığı otobiyografisinin üçüncü cildinde yazar;
“II. Cins’i bugün yazıyor olsaydım, soruna daha maddeci bir açıdan yaklaşırdım. Kadın kavramını “öteki” olarak tanımlayıp, bilinçerin karşıtlığı gibi a priori ve idealist bir açıklama önermek yerine, arz ve talep kavramlarından yararlanırdım” der.

Yine de eserin geri kalanının geçerliliğini koruduğu kanısındadır.
O yüzden de II. Cins’in sonunda yer alan “çağdaş dünyada kadınlar eşit insanlar olarak kabul edilme mücadelelerini kazanmışlardır” saptamasından yola çıkarak, “bugün bizi (biz kadınları) daha yakından ilgilendiren sorunların ötesinde sorunlarla karşı karşıyayız” görüşünü savunur. Ona göre bunlar, soğuk savaş koşullarında ön plana çıkan barışın korunması, kolonyalizmin tasfiyesi ve işçi sınıfının kazanımlarının korunarak genişletilmesi gibi sorunlardır.

Dar anlamda kadın sorunuyla ilgili olarak ise, “bu sorunun bugünden yarına çözümlenebileceği konusunda hiçbir hayale kapılmıyorum. Kadınların durumunu, dünya genelinde çalışma koşullarının geleceği belirleyecektir. Üretimde bir devrimin gerçekleşmesi dışında, kadınların durumunu düzeltebilecek başka hiçbir koşul düşünemiyorum. Onun için de feminizme hapsolmak istemiyorum” diyecektir.

Olaylar, bu görüşün de gözden geçirilmesini zorunlu kıldı ve Simone de Beauvoir, 1968’den başlayarak, yavaş yavaş başka bir anlayışa doğru kaydı.

Aslında, daha yeni-feminist hareketin güçlenmeye başlamasından önce, 1966’da Jeanson’la yaptığı bir görüşmede, “kadın sorununa ilişkin düşüncemi en doğru biçimde, çubuğu feminizmden yana adamakllı bükerek yorumladığınızda bulabilirsiniz” diyordu.

1970’lerde bu hareketin güçlendiği dönemde ise, onu yakından izleyecek ve tavrını yeniden belirleyecekti.

Simone de Beauvoir’ın bu son uğrağındaki nihai feminizm çözümlemesini en açık biçimiyle, otobiyografisinin son cildinde buluyoruz.

Burada, “bugün, feminizmden, sınıf çatışmasına koşut olarak doğrudan doğruya kadınları ilgilendiren talepler etrafında mücadele vermeyi anlıyorum ve bu bağlamda kendimi bir feminist olarak kabul ediyorum” der.

Gerekçesi şudur:

“Hayır, partiyi kazanmadık. Sosyal devrim de bizim sorunlarımızı çözmeyecek. Oysa kadınların sorunları, insanlığın yarıdan fazlasını ilgilendiriyor. Onun için şimdi, bunların önümüzdeki en temel sorunlardan olduğunu düşünüyorum...

Kısacası, eskiden sınıf çatışmasının cinsler savaşından önce geldiğini düşünürdüm. Bugün ise iki savaşın birlikte yürütülmesi gerektiğine inanıyorum.”


Eskiden savunduğunun “soyut sosyalizm” olduğunu kabul eden Simone de Beauvoir’in tutumunu değiştirmesinde çok etkili olduğu anlaşılan radikal feministlerden aldığı iki tez vardır.

Bunlardan birincisi, kadınların kapitalist toplumlarda “ev içi emeğimden” sorumlu tutulan, böylece toplumsal, yeniden üretimi karşılıksız olarak yerine getiren bir kategori oluşturmalarıdır. Bu ise kapitalist toplumda kadın sorununun çözümsüz kalmasına neden olur.

İkincisi ise, gerçekçi bir gözle bakıldığında, varolan sosyalizmlerin kadının toplumdaki ikinci konumuna ve ezilmesine bir çözüm getirmediğinin anlaşılmasıdır. Çünkü, üretim ilişkilerinin değişmesi (mülkiyetin el değiştirmesi anlamında okumak gerek), bireylerin kendi aralarındaki ilişkilerin değişmesini gerektirmez. Nitekim “varolan hiçbir sosyalist toplumda kadın, erkeğin eşiti olmamıştır” der Beauvoir.

Bütün bir yüzyılı katetmiş, yetmişine merdiven dayamış Simone, biraz buruk bir tonda, “yeni feministler, benim yaptığım gibi geleceğe güven duymuyorlar. Kendi kaderlerini bugünden ele almaya kararlılar. Ben de bu noktada değiştim. Onlara hak veriyorum”, sonucuna varır.


Bu noktada yanıtlanması gereken iki soru daha var:

Bu son tavrıyla Simone de Beauvoir’ın eski düşüncesini yadsıdığı sonucuna varabilir miyiz?

Yeni-feministlere yakınlaşan de Beauvoir, onların bütün tezlerine katılmakta mıdır?

İlk sorunun yanıtını, bir ölçüde yazarın kendisinden almak mümkün.

Hesap Kitap Tamam’da Simone,

“II. Cins’te savunduğum, temel görüş olan ‘kadın doğulmaz, kadın olunur’ görüşünü bugün de benimsiyorum” diyor.

Ona göre feminizmin en önemli ayıracı, kadınla erkek arasında toplumsal olarak görülen farkların, aralarındaki genetik farktan doğmadığını kabul etmektir. Çünkü “feminité” (kadınlık) doğal bir veri değil, kültürel bir oluşumdur. Son yapıtında yakın dönemde yapılmış psikoloji araştırmalarının bulgularına yaslanarak, kadınla arasındaki davranış farklarının oluşumunda en belirleyici etmenin, 4 yaşına kadar kız ve erkek çocuklara verilen farklı eğitim olduğunu savunur. Onlar arasında yetenek ve mizaç farkı olarak gördüğümüz şeyleri, annenin, daha ilk doğduğu günden başlayarak çocuğa karşı takındığı tavır belirler. Bu anlamda Simone de Beauvoir, II. Cins’te savunduğu görüşlerin bugün de geçerli olduğunu, hatta “militanca bir kitap olmasa da feministlere yarar sağlayabileceğine” inanmaktadır. Sosyalizmle feminizmin bağdaştırılmasında da aynı ölçüde iyimserdir. Ona göre ne sosyalizm, ne de feminizm tek başlarına insanın özgürleşme umuduna yanıt vermeye yeterlidir.

“Kapitalist sistem, hem erkekleri hem de kadınları ezer. Ayrıca erkekleri, kadınları ezmeye yöneltir; ama her erkek bunu kendi adına üstlendiği ve içselleştirdiği için sistem değişse bile erkekler, kadınlara ilişkin önyargılarını ve iddialarını koruyacaktır.”

Öbür yandan, “1968’lerde gençlerin isyanının tek başına devrime yol açamayacağının görüldüğü gibi, kadınların isyanının da üretim düzeyini altüst etmeyeceğinin görülmesi gerekir.”

Varolan sosyalizmlerin sınırları bellidir, ama “gerçekten eşitlikçi bir sosyalizm kadınların kurtuluşunu gerçekleştiremez mi?”

Bu soruya da Simone de Beauvoir, “bugün için bu bir ütopyadır” diye yanıt verir.

O zaman da Beauvoir’a göre tek çıkar yol, kadınların, başkalarınca bir ütopya kurulmasını beklemeden “eşitlikçi bir sosyalizm” için mücadeleye girmesi, yani, feminizmle sosyalizmin somutta bağdaştırılmasının denenmesidir. Burada her kadına tek tek sorumluluk düşmektedir. Dolayısıyla, 1949’dan 1972’ye Simone de Beauvoir’ın düşüncesinde izlenen değişikliklere karşın, bu düşüncenin bir bütün oluşturduğu söylenebilir.

Yeni-feministlerin, kendi aralarında görüş birliğine varmaktan uzak oldukları kimi sorunlardaki görüşlerine gelince:

Bunlardan onun feminizmini tanımlamada kritik bir rol oynayanlar, aile, kadın-erkek ilişkileri, cinsellik ve kadın kültür ilişkileri hakkındaki düşünceleridir.

Simone de Beauvoir, aile konusunda, Shulamith Firestone ile birlikte, bu kurumun çocuklar gibi kadınları da köleliğe mahkûm ettiğini düşünmektedir. Ama ailenin ortadan kaldırılması gerektiği savını, yerine ne konulacağı bilinemediği sürece geçersiz-ütopik bulur.

1970’lerde gündeme gelen ve çok sayıda çocuğun ortak sorumluluğunun çok sayıda yetişkin kadın ve erkek tarafından üstlenildiği “yeni aile” ya da “komün” türü deneylerin ise bir model oluşturmak için yeterli sayıda olmadığı kanısındadır.

Kadın-erke ilişkileri, aşk ve cinsellik konularında, “bu konuların yeniden ele alınıp, kadınların gözünden tanımlanmaları gereği” yönünden çoğu feministle birleşmekle birlikte, Simone de Beauvoir, bazı feministlerin “erkeğin, kadın yaşamında, cinsellik dahil oynayabileceği bir rol olmadığı” görüşüne katılmaz. “Kadını bir kadınlar gettosuna kapatmak düşüncesi bana son derece itici geliyor” der.

Kadının cinsel yaşamıyla ilgili olarak da kimi feministin, Masters ve Johnson’un ünlü araştırmasından yola çıkarak benimsediği ve Freud’un tezini altüst eden, “tek gerçek orgazm, klitoridyen orgazmdır” görüşünü benimsemez. Laboratuar deneyleri, karmaşık bir insan ilişkisi olan cinselliği çözümlemeye yetmez. Ona göre önemli olan, kadının cinsel haz hakkının tanınmasıdır. Bu hakka kavuşan her kadın, nasıl bir haz aradığını kendi somut yaşantısında, özgürce tanımlayabilmelidir.

Simone de Beauvoir, feminizmi erkek düşmanlığına dönüştüren ve erkeklere duydukları nefreti, onlara atfettikleri “erkeksi model” denilen her şeyi reddetme noktasına götüren kadınlarla da aynı görüşte değildir.

“Salt kadına özgü birtakım yeteneklerin, değerlerin, yaşam tarzlarının bulunduğuna inanmıyorum. Bu, ayrı bir kadın doğası olduğunu kabullenmek, kadınları ezilen konumda tutmak için erkeklerin icat ettiği bir miti benimsemek olur. Kadınların hedefi, kendilerini kadın olarak gerçekleştirmek değil, eksiksiz insanlar olabilmektir der.

Kimi feministin “erkeksi model”in reddini öneren görüşü, bugüne değin evrensel kültür, sanat, bilim ve teknikleri yaratan erkekler olduğu için, kültürü yadsımak ve kendini bilgisizliğe mahkûm etmek sonucunu doğurur.

“Kuşkusuz, evrensellik iddiasıyla erkeklerin kurduğu uygarlık onların maşizmini de yansıtır...

Dolayısıyla, sahiplenilmesi gereken zenginlikler içinde gerçekten evrensel olanla erkekliğin damgasını taşıyan öğeleri ayıklamak gerekir” uyarısını yapan de Beauvoir, kadınlara daha önce benzer bir sorunla karşılaşmış olan proleteryanın örneğini verir:

“Kadınların önündeki seçenek, geçmişin mirasını kendi açısından gözden geçirip evrensel kültüre sahip çıkan ve bunu bir mücadele aracına dönüştüren proleteryanınkinden farklı değildir.”

Günümüzde feministler arasında çok tartışılan kimi sorunlar hakkındaki bu görüşlerinden giderek, Simone de Beauvoir’ın feminizmi “hümanist-feminizm” olarak nitelemekle çok büyük bir yanılgıya düştüğünü sanmıyorum.

İnsan yeteneklerinin hiçbirinin köreltilmesine razı olmayan Simone de Beauvoir’ın feminizmden beklediği, kadınların kendilerinde varolan tüm yetenek ve potansiyellerini sonuna dek geliştirebilecekleri, eksiksiz insanlar olabilecekleri bir ortamın hazırlanmasına çalışmasıdır. Bunu gerçekleştirmede birinci sorumululuğun, tek tek ya da birlikte, öncelikle kadınlara düştüğü göz önüne alınırsa, bu açıdan da Simone de Beauvoir’ın II. Cins’te oluşturduğu teorik sorunsalın çok dışına çıktığı söylenemez.

Simone de Beauvoir, “Yıkılmış Kadın”ın önsözünden. (Kaynak Yayınları, 1983).

_________________________
(1) Fransa’da FKP’ye üye olmaksızın, birçok önemli sorunda onlarla birlikte hareket edenlere verilen addır.



Şirin Tekeli | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi 143 - 1 Mayıs 1986
_______________________________________________________



Simone de Beauvoir:
Ölümden hayata bir iç gezi


“Neyse ki yeryüzünde öyle yalnız değildir insan, tek başına değildir: Başkalarıyla biraradadır.”

Bir denemesinde böyle söylüyor Simone de Beauvoir. Bütün bir sevgi yaşamını paylaştığı Sartre’ın o ünlü sözünü hatırlıyoruz ister istemez:

“Başkaları cehennemdir”

Beauvoir’ın görüşüyle Sartre’ınki çelişiyor mu?

Ama belki de iki değerlendirmeyi, saptayımı birleştirmek gerekiyor; belki de en doğrusu bu.

1908 yılında Paris’te doğan Simone de Beauvoir kimi anlatılarından öğrendiğimiz gibi dış görünümüyle hiç de öyle yürek yakıcı bir çocukluk sürmemiştir. İlkgençliğinide Sorbonne öğrencisidir. O sıralarda Jean Paul Sartre’la tanışır.

Sartre çok ünlü bir yazar ve düşünürdür; güdümsüz, sivil politikada daha o zamanlar söz sahibidir. Beauvoir’la ikisinin arkadaşlıkları handiyse efsanevi bir nitelik kazanır çok geçmeden. Birliktedirler, fakat evlenmezler. Bu, bir bakıma evlilik kurumuna bir tavır alıştır.

1943’te Konuk Kız romanını yayımlar Beauvoir.

Daha önceleri bir süre felsefe öğretmenliği yapmıştır.

Konuk Kız’la birlikte büyük ilgi devşirir.

Daha çok “düşünce”nin ağırlık kazandığı bir dizi anlatı/roman, denemeler, yaşam-ölüm-yaşlılık üçgeni çevresinde felsefelik yanı ağır öne çıkan denemeler, Sartre’la ilgili anıları, uzun edebiyat konuşmaları yazarlığının bellibaşlı verimleri.

1986 Nisan’ında “sessiz bir ölüm”le bu dünyadan göçüyor.

İşin aslı aranırsa Sessiz Bir Ölüm, Simone de Beauvoir’ı tanımak isteyen okur için, belki de ilk başvurulacak kitap. Bilge Karasu’nun yetkin bir çeviriyle dilimize kazandırdığı bu yapıtında, yazar, annesinin ölüme doğru usul usul yol alışını anlatır. Öteki yapıtlarında “mesafeli” olmayı yeğlemişken, Sessiz Bir Ölüm, konusunun getirdiği duyarlılıkla mesafeyi ortadan kaldırır ve yazarı insani portresiyle betimler. Burada artık ne felsefenin dinginlik, bilgelik kaygısı göze çarpar, ne de romancının zorunlu gizli mimarlığı.

Hayat olduğu gibi karşımızdadır; yazı sanatı kendi isterlerini hayata yansıtamamıştır:

“Çiçek demetleriyle saksılarını tekerlekli masanın üzerine dizdirdi:

‘Küçük kırmızı güller Meyrignac’tan geldi. Meyrignac’ta güller açıyor hâlâ.’

Pencereyi örten perdeyi kaldırmamızı istedi, camın altındaki ağaçların altın renkli yapraklarına baktı:

‘Güzel bu! Benim evden bunu göremezdim’

Gülümsüyordu. Kız kardeşimle ben aynı şeyi düşünmüşüz o zaman: Minicik çocuklarken gözlerimizi kamaştıran gülümseyişi, genç bir kadının ışıl ışıl gülümseyişini görüyorduk gene. Araya giren yıllarda ne olmuştu bu gülümseyişe?”

Kabul etmek gerekiyor: Konuk Kız da, Bir Genç Kızın Anıları da Simone de Beauvoir’ın kendi yaşantısından kotardığı kitaplardır.

Evlilik kurumuna yaklaşırken de, kendi geçmişinin pervasız deneyimlerinden alabildiğine yaralanır ve sözü, o kadar savunduğu bireylik özgürlüğüne getirir, evlilik karşısında.

Ne var ki daima bir “yazar” vardır satır arasında; düşüncesini açıklamayı amaçladığını daima hissederiz. Oysa Sessiz Bir Ölüm aynı yazarın, handiyse “yazar olmak” istemeksizin kaleme aldığı bir metindir. Şu yukarıdaki alıntı bile, yapaylık aradan çekilir çekilmez, sözcüklerin nasıl canlılık kazandığına işaret etmeye yetip artıyor. Aynı yazarın da, tıpkı ölen anne gibi, araya giren yılların sildiği bir gülümseyişi özlediği düşünülemez mi?

Simone de Beauvoir bireyin serüveniyle o kadar ilgiliyken, toplumsal sarsıntıların arka arkaya sökün ettiği bir dünyada yaşamıştır öte yandan. Hastanedeki odasından gördüğü manzaraya avunup, evinin özlemini unutmak isteyen ölüm eşiğindeki annesinin acısı; insan tek’inin bu amansız yapayalnızlık öyküsü, belki o toplumsal sarsıntılar nedeniyle zaman zaman ikinci plana itilmiştir.

Sözgelimi Başkalarının Kanı öne çıkmıştır. Sartre’ın Özgürlüğün Yolları, Altona Mahpusları gibi kimi yapıtlarında irdelediği savaş ve ölüm, var olmak ve yitmek sorunları, Başkalarının Kanı’nda hayli farklı bir görüngeden saptanır.

Sartre-Beauvoir ilişkisi, ikincisinin gölgelenmesine yol açmıştır bir yerde. Beauvoir’ın Satre’dan etkilendiği söylenegelmiştir hep. Kuşkusuz etki de sözkonusudur. Bununla birlikte Başkalarının Kanı’nı okuduğumuzda, Beauvoir’daki sahicilik arayışını açık seçik farkederiz. Soyutlamanın yerine somut bir dünya. Hatta entrika öğesine bile hak tanıyor, yapıtın yazarı, salt o somutlama çabasını gene nitelikli okura da ulaştırabilmek için.

İki büyük savaş, dünyanın politik çehresindeki büyük değişmeler, iktidarlar arası soğuk mücadele, Fransa’nın özel tarihi dört bir yandan kuşatıyordu bu ilginç, kişisel görüşlerini tartışmayı seven yazarı. Bir yanda Başkalarının Kanı hüküm sürerken; bir yanda da toplumsal yapı en küçük birimine indirgeniyor ve burjuvalık/küçük-burjuvalık olgusuyla ödeşiliyor;

“Candide’in Bahçesi”nden:

“Bir çocuk gördüm, ağlıyordu.
Çünkü evlerinin kapıcısının oğlu ölmüştü.
Ana-babası önce bıraktılar ağlasın, sonra sıkıldılar bundan.

‘Niye ağlıyorsun?’ dediler.
‘Senin kardeşin değil ki o!’

Çocuk gözyaşlarını sildi.
Korkunç bir şey öğrenmişti:

Demek ki, yabancı bir çocuk için ağlamak gereksizdi!
Peki ama, kardeşi için niye ağlayacaktı?
Onun için de ağlamayabilirdi.” (Asım Bezirci çevirisi)

Bu anlayışın dalga dalga yoğunluk kazanarak, “başkalarının kanı” uğruna üzülmenin, savaşmanın anlamsızlığı gibisinden ürkünç bir nitelik edindiği ancak bu denli öz bir ifadeyle dile getirilebilir. Başkalarının olduğu dünya, ne yazık ki, biraz da bu dünyadır. Daha çocuklukta acımamak gerektiği öğretilir. Sonunda “sessiz bir ölüm” önümüze dikildiğinde her şey gecikmiş olarak billûrlaşır. Beauvoir ölüm döşeğindeki annesinin yanıbaşındadır:

“Ne kadar yalnızdı!
Ona dokunuyordum, onunla konuşuyordum ama acısına sokulabilmek olanaksızdı.”

Varoluşumuzun koşullarıyla ilgilenmiş yazarlar, dünya görüşlerini ilk açımladıklarında çeşitli tepkilerle karşılaşmışlardır. Simone de Beauvoir da “derdini” kolay kolay anlatamamış kişiler arasında sayılabilir.

Belli birtakım çevrelerin insanı olmayı seçmemiştir her şeyden önce. (O kadar ki, Veda Töreni adlı yapıtında Sartre’ın egemenliğini de yadsımayı göze almıştır, biraz şaşırtıcı, irkiltici bir benmerkezcilikle.)

Küçük saltanatların bir üyesi olmadığı gibi, bireyselliğini ne pahasına olursa olsun, sonuna kadar savunmayı bir ilke kabul etmiştir. Yalnız kendi bireyselliğini değil, doğrudan doğruya bireyselliği.

Bu bireysellik önemseyişi, zorunlulukla bizi Hegel’e, Nietzsche’ye, çömezlerine çekecektir. Varoluşumuzun koşullarına farklı bir görüngeden eğilmek isteyen yazarlar karşılarında iki ayrı öcü bulmuşlardı:

Muhafazakârlar toplumcu yanı ağır basan öğretilerden sonra, bir de, “varoluşçuluk”la mı mücadele edileceğinin huzursuzluğunu yaşıyorlardı; dogmatik sol ise “varoluşçuluk”ta sadece bir bunalım sabuklaması saptıyordu.

Sartre’ın “üçüncü bir yol” arayışı birçok dolambaçlı sokaktan geçerek kendini kabul ettirebilecekti.

Simone de Beauvoir, yalın bir anlatımla tepkileri yanıtlamıştır. O, düşüncelerimizin bir kez başkalarının eline geçti mi nasıl çığrından çıkmış bir dünyaya saptırılabileceğini vurguluyordu.

İnsanoğlu yaptıklarının sonuçlarıyla amaçladıkları arasındaki uçurumu algılayarak trajik bir itiraza başvurmak konumundaki kişiydi ona göre.

Bu yüzden kuramdan çok kılgıyla, kılgının görüntüleriyle uğraşmıştır.

Nobel örneğini veriyordu:

Nobel’in bilim için çalıştığını, ama giderek bu “için”in amaç olmaktan çıkarak bir “sanı”ya dönüştüğünü vurguluyordu...

Nietzsche’nin şiiriyle Nietzsche’ciler arasında en küçük bir bağ kuramayacağımız gibi tıpkı...

“Tarihin gelgitleri”, diyor bu “reçetesiz” yazar,

“insan elinden çıkan her şeyi alıp götürür, her dakika yeniden düzenler, biçimine sokar ve yöresinde öncesinden kestirilemeyen bir bir-çeşit dalgalar, girdaplar meydana getirir.”

Burada umutsuzluk sözkonusu değil. Beauvoir, Gide’in el ayak çekiş fikrine de, Camus’nün dünyaya yabancı kalış savına da az buçuk dudak bükmüştür. Öznel yöneliş, bizi birtakım hendeklerden geçtikten, atladıktan sonra varoluşumuzun bilinemez sanılan gizine nasılsa eriştirecektir.

Bu öznellik savunusunda edilgenlik de sözkonusu değil.

“Öznelliğim beni varlığa doğru iter. Bu yüzden, varlaşmak için savaşırım. Şu oyuncağı, şu mücevheri elde etmek, şu yolculuğu yapmak, şu yemişi tatmak, şu evi kurmak için savaşırım.

Gelgelelim, iş bununla bitmez. Çünkü insanlar arasında yaşarım, isanlar arasında süslenir, insanlar arasında yolculuğa çıkar, ev yaparım.

Fildişi kuleye kapanarak yaşayamam. ‘Sanat için sanat’ kuramına benzer kuramların yanılgısı da buradan gelir:

Onlar, bir şiirin ya da resmin kendine yeten ve insancıl olmayan bir şey olduğunu sanırlar.

Oysa, şiir de resim de ‘insan eliyle ve insan için’ yapılmış bir şeydir.”

Simone de Beauvoir’ı mutlak bir “üçüncü yol arayıcısı” olarak görmek, kuşkusuz aşırı bir tavır. Çünkü öznelliğin ve bireyliğin bunca öne çıktığı bir verimde, herhangi bir “başka” düşünceye, başkasının düşüncesine gözü kapalı bağlanmak da ister istemez olasızlaşıyor.

Ne var ki, Pyrrhus ile Cinéas yazarı da, çağımızın yargı mekanizmasını yenen çağ olmasını dileyenler arasında. Ölümün ürperti verici yalnızlığından yola çıkıyor, yeniden hayata dönüyor, sımsıkı sarılıyor hayata ve bir inancı barındırıyor:

“Kafka’nın Dava’sında belirttiği anlamlardan biri de budur:

Hiçbir yargı, yolu sona erdiremez.”

Başkaları...

Başkaları cehennem kalmayabilir.

“Seven, hareket eden, isteyen bir varlığım.

Kendiliğinden bir varlık.

Seçen bir varlık.

Evet, ‘bu çocuk benim kardeşim değil’.

Ama kendisi için ağlarsam bir yabancı olmaktan çıkar.”



Selim İleri | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi 143 - 1 Mayıs 1986
_______________________________________________________



Son Konuşma

Beauvoir soruyor, Sartre yanıtlıyor


S.de B. - Bir dahi olduğunuz düşüncesine Paris’te mi vardınız?

J. -P.S. - Hayır, bu düşünce daha önceleri oluştu.

S.de B. - Daha önceleri mi?

J. -P.S. - Evet, evet. Dehanın kaynağı zekâ değildir. Deha, dörtbaşı mamur bir edebi yapıtı ortaya koyabilme olanağına sahip olmaktır.

S.de B. - Sizde yazma isteğine bağlı olan, deha düşüncesinin aslı astarı nedir?

J. -P.S. - Burada önemli olan, iyi bir şey ortaya koymak için yazmaktır: İnsanın, kendi içinden, kendini tanımlayan ve bir değeri olan bir şeyler ortaya çıkarması. O insanı, kitabının içinde bulabilirsiniz. Proust’u örneğin, ne ben tanırım, ne de siz. Ama ona karşı, kitaplarından gelen bir sempati ya da antipati duyabiliriz. Öyleyse, insan kitabının içindedir ve değerini yapıtına göre alır.

S.de B. - Bu, genelde Kantçı ideolojinin yansıması: Madem yapabiliyorsun, zorunlusun. Siz iyi bir kitap yapmalısınız, bu sizin bağımlılığınız, sizin seçiminiz: büyük bir yapıt vermeye zorunlusunuz. Madem yapabiliyorsunuz.

J. -P.S. - Bu çok açık seçik. Madem yapabiliyorsun, zorunlusun. Ben, bir yapıt verme yolunu seçmiştim, yani yaptığım işi bilerek yapmıştım.

S.de B. - Siz edebiyat yaparken, aynı zamanda dünyaya felsefî bakışınızdan da ipuçları verdiniz. Bu konuda çok da başarılı oldunuz. Ama deha sorununa yeniden döndüğümüzde, nasıl bir değişim izlediniz kimliğinizde? Bugüne değin düşündüklerinizi, şu anki düşüncelerinizi yeniden aramayı deneyin.

J. -P.S. - Şimdi, biçemin yazarın kendisi için değil ama başkaları için güzel cümleler yazması olduğunu düşünüyorum. On altı yaşında bir çocuk, “başka insanlar” kavramını edinmeden, yalnızca yazmayı düşündüğünde, başlı başına bir sorun oluyor bu.

S.de B. - Okur üzerinde etkili olabilecek sözleri nasıl ayırt edebiliriz? Boşluğa güvenmek mi gerekir?

J. -P.S. - Evet, riske girmek. Chateaubriand’ın bazı cümleleri vardır ki, cesaret ister. Ama iyi ki, cesaret etmiştir.

S.de B. -  Size göre, yapıt yaşanan anı aşan bir gerçeklik içermeli, mutlak değerleri olmalı.

J. -P.S. - “Kelebek Arayan Soylu Ailelerin Üyeleri”ni yazarken, mutlak olan bir şeyler yazıyordum, sonuçta yazdıklarım “ben”di. Kendimi sonu olmayan bir yaşama taşımıştım. Bir sanat yapıtı, çağın ilerisinde yaşar, eğer ben yaratmışsam o yapıtı, ben de çağın ilerisinde yaşarım, Hıristiyanlıktaki ölümsüzlük düşüncesi gibi: Ölümlü yaşamdan, ölümsüz bir yaşam sonrasına geçiş.

S.de B. - Bunu nereye kadar düşündünüz, savaşa kadar mı?

J. -P.S. - Evet, biraz ironiyle, “Bulantı”yı yazdığım döneme kadar.

S.de B. - Buna karşın, “Ölümsüz bir yapıt yarattım, öyleyse ben de ölümsüzleştim” diyen insanlardan değilsiniz. Sizde hiç rastlamadım böyle bir duyguya.

J. -P.S. - Bu, biraz karmaşık. Ölümsüz olmak, ölümsüz yapıt yaratmak, öyle görülmemiş şeyler değil. Çok örneği oldu. Şimdi, olmayan bir şeyi yaratmak duygusuna sahip olmak gerekir. Yaşanan zamanın bir yerlerine tutunmalı. Öyleyse, göz ucundan öteye, ölümsüzlüğü düşünmemek, yaşamla hesaplaşmak daha iyi. Ben yaşıyorum, yaşayanlar için yazıyorum. Eğer başardımsa, ölümümden sonra da okunur yapıtım.

S.de B. - Yaşam sonrasında hangisiyle anılmak istersiniz: Edebiyat mı, felsefe mi? İnsanların edebiyatınızı mı, felsefenizi mi sevmelerini istersiniz, ya da ikisini birden?

J. -P.S. - Tabii ki, ikisini de. Ama bir hiyerarşi var, felsefe ikinci, edebiyat birinci sırada. Ölümsüzlüğe edebiyatla varmak isterim, felsefe bu yolda bir araç olmalı. Ancak, felsefenin, benim gözümde mutlak bir değeri yok, çünkü yeni eğilimler, felsefi kavramlarda değişiklikler getirecektir. Felsefe yaşanılan günde geçerli değildir, çağdaşlar için yazılmış bir şey değildir, zamansız gerçekliklerde dolanır, bugünkü kişisel bakış açımızın çok uzağından geçer. Edebiyat, tersine, günü yaşatır, okurlar arasında karşılıklı ilişkiler, tutkular, geziler arasında yakalananların iletişimini kurar. Felsefe daha ileriye gider, örneğin bugünün tutkularının, geçmişte hiç yaşanmamış yeni tutkular olduğunu söyler, aşk gibi.

S.de B. - Sizin için, edebiyatın mutlak bir yapısı olduğunu, felsefeninse tarihsel akışta değişimlere uğradığını görüyoruz. Peki, Descartes’ta, ya da Kant’ta mutlak bir şeyler yok mu?

J. -P.S. - Edebiyatta, mutlaklık dolaysızdır. Rabelais’i seven insanlar, onu yapıtlarını sanki dün yazılmış gibi okurlar. Cervantés ve Shakespeare günümüz yazarları gibidirler; “Romeo ve Juliettte”, “Hamlet” dün yazılmıştır sanki.

S.de B. - Onuru, ünü düşünür müydünüz? 18-20 yaşlarınızdan söz ediyorum.

J. -P.S. - Beni anlayabilecek, sınırlı bir elit kesim olacağını sanıyordum.

S.de B. - Stendhal’in çok sevdiğiniz bir tanımlaması: Mutlu bir azınlık.

J. -P.S. - Bu okurlar beni tanımalı ve sevmeli. Önce on beş bin kişi okumalı, on beş bin kişiyi etkilemeliyim. Sonra yeni bir on beş bin.

S.de B. - Ve sonra, istediğiniz geleceğe kalmaktı. Spinoza gibi, Stenhal gibi çağa imzasını atmak ve gelecek çağlarda da okunmak. 20 yaşındayken düşündüğünüz bu muydu?

J. -P.S. - Evet, 20 yaşındayken. Yani sizi tanıdığımda.

S.de B. - Şu sözü ilke almıştınız: “Benim değerimde kimseye henüz rastlamadım.”

J. -P.S. - Bir deftere yazmıştım bunu.

S.de B. - Yaşamınızda nasıl duydunuz ünü, onuru?

J. -P.S. - Aslında, bu çok yalın: Yazıyorsunuz ve ünlü oluyorsunuz. Ama bu gerçek çağın bazı düşünceleriyle bulandırıldı.

S.de B. - Şimdi “Bulantı”ya geliyorum: Kendinizi henüz tanınmak olanağını bulamamış bir dahi gibi hissettiğiniz oldu mu?

J. -P.S. - “Bulantı”nın iyi bir kitap olduğunu, ama edebiyat tarihinde tüm iyi kitapların başına geldiği gibi, reddedileceğini düşünüyordum. Bir kitap yazıyorsunuz, tanıtıyorsunuz; ama o, çok sonra bir başyapıt olacaktır.

S.de B. - Daha önce Proust’a olduğu gibi,

J. -P.S. - Ben olayları hep böyle görüyorum. Bir dahi gibi düşünmeyi sürdürüyorum, ama bu, gelecek zaman içinde anlaşılacaktır.

S.de B. - “Bulantı”dan sonra, birlikte Chamonix’teydik. Çok üzgündünüz ve iki damla yaş süzülmüştü gözlerinizden. Bu yaşları sonra pek görmedim. Sizin için gerçek bir darbeydi bu.

J. -P.S. - Evet ama, kitabın iyi olduğu için reddedildiğini biliyordum.

S.de B. - Ben çok tutmuştum kitabı. Çok güzel buluyordum.

J. -P.S. - Bunu biliyordum. Ama yalnızlık anlarımda, üzüldüğüm de oluyordu ve şöyle diyordum kendi kendime: Bu yanlış bir kitap, yeniden başlamalıyım. Ama dahilik düşüncesi izin vermiyordu buna.

S.de B. - Kitap kabul edildiğinde ve daha sonra hemen yayınlanan yeni denemeler yazdığınızda mutluluğunuz hemen hissediliyordu. Çok neşeli mektuplar yazıyordunuz bana. Nasıl kabul edildiğini, ne gibi değişiklikler istediklerini anlatıyordunuz. Brice Parrain, sizden halkçı yönünüzden biraz vazgeçmenizi istemişti. Siz de hiçbir uyarıya kulak asmayan dahilerden değildiniz ya!

Birgün şöyle demiştiniz bana, ki hâlâ doğru bulurum:

“Zekânın temelinde, istek vardır.”

Yani düşünce çabukluğundan çok, durmamak, yetinmemek, ileriye daha ileriye gitmek isteği. Bu isteğin sizde, diğerlerinde olduğundan fazla zorladığını düşünüyorum. Bir yandan gençliğinizde kendinizi bir dahi olarak gördüğünüzü söylüyorsunuz, öte yandan insanların her zaman eşit olduğunu savunuyorsunuz. Bu eşitlik duygusundan ötürü mü, bugüne değin size yönelik onurlandırmaları hep reddettiniz?

J. -P.S. - Biraz ona bağlı, ancak daha sonra benim derin gerekçilik düşüncemin tüm onurlardan üstün olduğuna bağlı. Çünkü bu onurları, birtakım insanlar başkalarına veriyor, ama bu insanlar, bu onurları  -ister Nobel olsun, ister Legion d’Honneur-  vermek için gerekli niteliklere sahip değiller. Bugün hiçkimsenin Kant için, Descartes için, Goethe için biz edebiyatı sınıflandırdık, siz bu sınıflamada şurada yer alıyorsunuz, demeye hakkı olamaz. Bunu, yapabilme olanağına sahip olduğunu sanan herkesi ve her ödülü reddediyorum.

S.de B. - Bu, Nobel’i reddedişinizi açıklıyor. Bir de Legion d’Honneur var, savaş sonrasında.

J. -P.S. - Evet, 1945’te. Londralı insanların Paris’e yerleşmeye geldiklerinde.

S.de B. - Londralı insanlar... De Gaulle’den söz ediyor olmalısınız.

J. -P.S. - De Gaulle, evet. André Malraux Kültür Bakanı’ydı. Raymon Aron dostum da yardımcısı. Ve birlikte onur dağıtmaya başladılar. Bu arada Zuorro adlı bir başka dostum, beni daha çok çileden çıkarmak için bu onur nişanının bana verilmesini önermiş.

S.de B. - Ama genelde, yönetim bize sempatiyle bakıyordu. İçlerinde çok yakın dostumuz olan insanlar vardı. Hatta Camus’ya bile bir görev önerilmişti. Bu ödülü kabul etmek için, bence en elverişli zamandı.

J. -P.S. - Koşullar iyi de olsa, bir terslik var. Bir süslemeyi kabullenmek benim için düşlenemez bir olay.



Türkçesi: Bülent Berkman | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi 143 - 1 Mayıs 1986