Sibernetik ve Sanat

SİBERNETİK NEDİR?

Sibernetik biliminin kurucusu ve isim babası olan Prof. Norbert Wiener, “Sibernetik ve Toplum - İnsanların, İnsanları Yönetimi” adlı kitabında ...Bu kitabın konusu: bir toplumun, ancak Bilgi İletimi ve bununla ilgili olan Bilgi İletim Araçları üzerindeki çalışma ile anlaşılabileceği gerçeğini belirtmektir. Ve, ileride, Mesajların ve Bilgi İletimi Araçları’nın, İnsanlarla Makineler; Makinelerle-İnsanlar ve Makineler arasında büyük ölçüde gelişerek, önemli bir rol oynayacağını dile getirmektir...1 diyordu. Yaşadığı süre boyunca da, Sibernetik’in, her geçen gün, tüm teknik ve sosyal bilimler arasında ne derecede yaygınlaştığını ve çeşitli sanat alanlarında da ne derecede uygulanmakta olduğunu görebilmek mutluluğuna ermişti.

Nedir Sibernetik?
Ne tür bir sistemdir?
Onu, “Bilimler Arası Disiplin” durumuna getiren etkili gücü nereden kaynaklanmaktadır?
Böyle bir teknik bilimin sanat ile nasıl ilişkisi olabilir ki?

1943 yılında Amerika’da Harvard Üniversitesi profesörlerinden Dr. Cannon’un evinde her ay yapılan yuvarlak masa toplantılarında, “Bilimde Metod” konusu tartışılırken, görüşmeler, “Doğa’da Birtakım Olayların Kendiliğinden ve Bilgi İletimi Yolu İle Meydana Geldiği” üzerinde yoğunlaşmasaydı, Sibernetik Bilimi ortaya çıkmayacaktı. O toplantıda, İkinci Dünya Savaşı’nın en korkutucu silâhı olan bombardıman uçaklarının, uçaksavar topları tarafından fırlatılacak mermilerle nasıl düşürülebileceği, yoğun bir biçimde tartışılıyordu.

Massachusetts Institute of Technology (M.I.T) Matematik Profesörü Norbert Wiener, bir Fizyoloji Profesörü olan Dr. Rosenblueth ve Dr. Bigelow ile “Merminin İzleyeceği Yol” ile birlikte “Pilotun Yapabileceği Davranışlar” üzerinde duruyordu.

Mermi uçağın yanında patladığı anda pilot ne gibi davranışlarda bulunacaktı?
Bu hareketleri ölçüp biçerek mi yapacaktı?
Yoksa kendiliğinden bazı davranışlarda mı bulunacaktı?

Eğer pilotun davranışları, bir “Geri Merkez” tarafından organlara iletilen bir takım “Buyruk”larla oluyorsa, organizmadaki o “Geri Merkez”ler ile organlar arasında, bir “Bilgi Alış-Verişi” var demektir! O zaman, bu durum, bir “Feed Back Sistemi”dir. Yani, “Geri Merkez” ile “Organ”ın durmaksızın haberleşmesi ve iletilen “Buyruk”lara karşılık “Gelen Akımlar”la “Denge Durumu”nun sağlanması ve “Ayarlama”nın yapılarak “Yönetimin Sürdürülmesi” söz konusu oluyor demektir.

Pek farkına varmadınız galiba!.. Ama Sibernetik’in tanımı ortaya çıkıverdi.
“Bilgi İletimi”, “Karşılık Akımları”, “Denge Durumu”, “Ayarlama” ve “Yönetim”.


FEED-BACK

Fizikçiler ve radyo mühendisleri, “Feed-Back” durumunu çok iyi bilmektedirler. Feed-Back denildiği anda, “Geri Bir Merkez”den yayınlanan elektrik ya da radyo dalgaları belirli bir yere vardıktan sonra, oradan “Karşılık Akımları” aynı “Geri Merkez”e getirmektedirler. İletilecek akımın şiddet ve derecesine göre “Geri Merkez” kendisine ulaşan “Karşılık Akımları”nın getirdiği “Bilgi”lere uygun olarak “Ayarlamalar” yapmakta ve “Yeni Buyruklar” göndermektedir.


Eğer pilotun yapacağı davranışlar, “Geri Merkez”den iletilen bir takım “Buyruklar”la kendiliğinden “Ayarlanıp” “Yönetim Sağlanıyor” ise, aynı durum makinelerde niçin kurulmasın?.. Çünkü organizmamızdaki “Sinir Sistemimiz” içinde, bu “Buyruk” ve “Karşılıkları” ileten “Animal Elektrik Akımları”, “Bilgi Alış-Verişi”ni sağlamaktadır. Akım iletisinin dili ise, iki kelimeliktir. “Aç-Kapa” ya da “Evet-Hayır”, kısaca “1-0”.

Aynı durum elektrik akımları ve radyo dalgaları için de sözkonusudur. Eğer devre açık ise akım iletiliyor (ya da dalga gönderiliyor) demektir. Yani durum “1”dir. Kısaca “Evet”tir. Eğer devre kapalı ise, akım iletilmiyor demektir. Yani durum “0”dır. Kısaca “Hayır” demektir. O halde, makinelerde kurulacak olan “Geri Merkez”ler, programlanacak olursa, bu “Geri Merkez”ler, ilettikleri “Buyruklara Karşılık Olan Akımlar”a göre, yeni buyruklar iletebilme ve böylece “Kendiliğinden Yönetimde Bulunabilme” yeteneğine erişebilirler!..

  • İşte bu ana prensip konusunda görüş birliğine vararak çalışmalarına başlayan üç bilgin, (Wiener, Rosanblueth ve Bigelow) Sibernetik Bilimi’nin doğacağını belirten ortak makalelerini 1943 yılında “Davranış, Amaç ve Uzaktan İletim Bilimi” adı ile yayınlamışlardır.2

  • Bu yazıdan bir süre sonra da Wiener, “Sibernetik” adı ile kendi kitabını yayınlamış ve “Karşılıklı Bilgi İletimi Yolu ile Denge Kurma ve Yönetim Bilimi”ni daha ayrıntılı biçimde dile getirmiştir.

Amerika’da bu çalışmalar olurken, İngiltere’de Grey Walter adındaki nöroloji uzmanı, konuyu bir başka yönden ele almış ve “Makinelerin ışık Dalgaları İle Haberleşerek, Kendi Kendine Hareketlerini Düzenleyebilmesi” sistemini kurmuş ve “Işık Kaplumbağası” adını verdiği makinesini yapmıştır. Grey Walter’in “Işık Kaplumbağası” tıpkı ışıkla karnını doyuran bir varlık gibi hareket etmekteydi. Karnı acıkınca, ininden dışarıya çıkarak ışık aramaya başlıyordu. Işık kaynağını bulur bulmaz, oraya doğru yöneliyordu. Fakat tam ışık kaynağına yaklaşacağı zaman, “Geri Merkez”de programlanmış bulunan “Feed-Back” etkisi ile ters yönde harekette bulunarak o ışık kaynağından hızla uzaklaşıyordu. Uzaklaşır uzaklaşmaz, (0-1) sistemi gereği, “Geri Merkez”den bilgi buyrukları yeniden gönderilmeye başlanıyor ve “Işık Kaplumbağası” yeniden ışık aramaya koyuluyordu. Bu “Feed-Back Düzeni” böylece, durmamacasına sürüyordu. Ancak, Grey Walter’in “Işık Kaplumbağası” çok sık ışığa acıktığı için “Işığa Karşı Obur Bir Makine” durumu gösteriyordu.

Bir başka İngiliz bilgini ve Nöroloji Profesörü Dr. Ross Ashby ise “Elektrik Akımları İle Magnetik Alan Akımlarının, Karşılıklı İlettikleri Akım (ya da Bilgi)lerle Makinelerin Kendi Kendilerini Yönetim Sistemi”ni kurmaya çalışıyordu. Prof. Ashby’nin kurduğu sistem, ilk bakışta çok basit olarak gözüküyordu. Dr. Ashby, yarım ay biçiminde yaptığı bir su oluğu içine bir tahta parçası koymuş, bu tahtanın üstüne de madeni bir plak yerleştirmişti. Bu su oluğunun iki yanına - ve + 5 voltluk polarize akım uygulamıştı. Meydana getirdiği sistem çok basit idi. Elektrik akımlarının etkisi ile su yalağı içindeki tahtanın üstünde bulunduğu madeni plak bir yana doğru çekiliyordu. Ancak bu çekilme, madeni plak’ın üstünde bulunan tel çubuğun, temas ettiği mıknatısı ters yönde etkileyerek güçlendirmesi nedeni ile, bu kez, “Magnetik Güç” etkisi yüzünden, madeni plak oluk içinde ters harekete başlıyordu. Karşılıklı bu etkiler (ya da bilgi iletimi) nedeni ile de, su oluğu içinde bulunan tahta ve üstünde bulunan plak, bir yönden bir yöne gidip gelerek denge kurmaya uğraşıyordu.

Prof. Ashby, oluk içinde yüzen bir tek madeni plak ve ibre üzerinde elektrik ve magnetik alan haberleşmesini sağladıktan sonra oluk içindeki ibreleri dörde çıkarmış ve her bir selektörü de ayrı ayrı 25 kondansatöre bağlamıştı. Okuyucu, bir anda, belki farkına varamamıştır! Bu şu demektir: Elektrik akımı ile magnetik alan etkisi altında kalan 4 ibre, şimdi (25 kondansatörün 4 kez birbiri ile çarpımından oluşacak olan) çok büyük bir haberleşme düzeni içinde karşılıklı dengelerini kurabilmek gücüne erişmişlerdir!..

25 sayısının 4 kez birbiri ile çarpımını denediniz mi?

25 x 25 x 25 x 25 = 390.625 etmektedir!..

Yani Dr. Ashby’nin makinesi 390.625 yoldan akım iletimini sağlayarak ibrelerin dengesini kurabilecektir.

Bir başka deyişle, 390.625 Feed-Back Haberleşmesi kurarak kendi kendine yönetimde bulunabilmeye sahip olacaktır!..

Tıpkı insanın çeşitli denge durumları kurarak yaşantısını sürdürebilmesi (Homeostatis) gibi bir durum gösteren makinesine, Prof. Ashby, çok haklı olarak “Homeostat” adını vermişti. Homeostat’ın yapımını (ya da yaratılmasını) sağlayınca, Prof. Ashby, dostlarını, asistan ve öğrencilerini laboratuarına davet etmiş ve makinesi ile istedikleri gibi oynayarak onu parçalamalarını istemişti. Arkadaşları ve öğrencileri, bu istek karşısında önceleri şaşırmışlar sonra da ellerine aldıkları çekiç ve kerpetenlerle akım geçen yolları parçalayıp kesmeye başlamışlardı. Hangi akım geçen yolu tahrip edilmiş olursa olsun, “Homeostat”, yine başka bir yoldan akım iletimini (ya da bilgi alış-verişini) sağlamış ve ibreler arasındaki dengeyi kurmaya çalışmıştı. Makinenin bu çabası, son ibresi parçalanıncaya dek sürmüştü. Tak-tuk sesleri arasında, son akım geçen yol da parçalanınca makine durmuş, Dr. Ashby’nin deyimi ile “Makine ölmüştü!..”

Homeostat’ın yapımı, bir gerçeği ortaya koymuştu:
Makineler de, canlı varlıklar gibi, “Bilgi Alış-Verişi İle Denge Kurmakta ve Yönetimde Bulunmakta”dır.


“Homeostat”ın yapılması, Sibernetik Bilimi’ne büyük bir aşama sağlamış ve önceleri, yalnızca “0 ve 1” üzerine kurulu elektronik hesap makineleri (Calculator) yerine, “0 ve 1” bilgilerini toplayıp değerlendirerek karar verebilen (Computer) makinelerin yapımına geçilmesine de, en büyük etken olmuştu. Bir süre sonra ise Prof. Ashby, makinelerde “Üstün Denge Durumu” (Ultrastability) hakkındaki yeni çalışmalarını kapsayan kitabını bilim evrenine sunmuştu.3


Makinelerde “Üstün Denge Durumu”nun kurulması demek,
bir anlamda, “Makinelerin, İnsanlar İle Daha Yakın Bir İlişki İçinde Olmaları” demek oluyordu!..

Elektrik devreleri, kablolar ve Transistordan oluşan “Maden Parçaları”.. çok yönlü duygusal yapıya sahip bulunan “İnsan” ile nasıl bir yakın ilişki içinde olabilirler ki?.. Sanıyorum ki, Sibernetik hakkında çok kısa olan şu açıklamadan sonra konumuza girme zamanı gelmiştir. Makineler ile insanlar arasında, “Duygusal Yönden Bilgi Alış-Verişi”!


SANATSAL SİBERNETİK

Sanatı sözlükler şöyle tanımlamakta:
Bir duygunun, bir tasarının ya da güzelliğin anlatımında kullanılan yöntemlerin tümü..
 Bu anlatım sonucu ortaya çıkan üstün yaratıcılık..
 Bir şeyi, güzel yapmak için uygulanan kuralların tümü.. vb.4

Sanatın belli başlı uğraşı alanları denilince de, aklımıza hemen şiir, hikâye ve roman çalışmalarını kapsayan edebiyat alanı; tek sesli, çok sesli, (insan sesi ya da enstrüman sesi) çalışmaları kapsayan müzik alanı; çizgi, boya ve design çalışmalarını kapsayan plastik alanı.. vb. gelecektir. Sanatçı da, bu alanlardan biri ya da birkaçında, “Hayal Gücü”nü kullanarak yaratıcılığını ortaya koyan kişidir. Hiç kuşku yok ki sanatçılar, bu tanımlamayı çok kısır ve yetersiz bulacaklar ve sanatı ve sanatçıyı çok daha zengin ve çok daha anlamlı kelimelerle dile getirmeye çalışacaklardır. Çok da haklı olacaklardır. Ancak unutulmaması gereken bir nokta var! O da sanatçının, “Yaratıcı Gücü”nü ortaya koyabilmesi için bir malzemeyi (bir aracı, bir gereci, bir aygıtı, bir enstrümanı) kullanmak zorunda olmasıdır. Ve.. hepsinden önemlisi “Yaratıcı Gücü”nü ortaya koyabilecek olan “Bilgi”ye sahip bulunmasıdır. Duygusal yapısı ne kadar zengin olursa olsun ve “Hayal Gücü” ne kadar geniş bulunursa bulunsun, eğer o kişinin bu konuda yeteri kadar “Bilgi”si yok ise, “Yaratıcılığı”nı, yeteri kadar yansıtamayacaktır. Aynı durum, tam tersi için de söz konusu olacaktır. Elinde ne kadar güçlü araç ve gereç (enstrüman) olursa olsun, o kişinin “Yaratıcı Gücü” yok ise şiir, kitap, tablo, beste.. v.b. herhangi bir eserini (yapıtını) ortaya koyamayacaktır. Kendisini, ne kadar zorlarsa zorlasın, gidiyor.. geliyor.. akıyor.. ya da kolunda.. solunda.. yolunda.. kafiyelerini sıralamaktan oluşan şiir (!) ya da fakir kızın aşkı romanı (!) ya da üç-dört sesten ibaret şarkı ya da armoni (!) v.b. basit anlatımlardan öteye bir şey veremeyecektir. Oysa “Duygusal Yapı”yı harekete getirebilmek için “Bilgi” öylesine önemlidir ki.. Çağımız sanatçıları bu “Teknik Bilgi”yi izleyerek eser verme (yapıtlarını ortaya koyma) yolunu pek benimsemedikleri için, bu işi de yine bilginler zaman zaman yapmaya kalkışmaktadırlar.

Ufak bir örnek vermek üzere Einstein’ın “Relativite Teorisi”ni ele alalım. Einstein, bu teorisi ile evrenin “Sınırsız-Sonlu” bir yapıda olduğunu ve bu evren içinde “Işıktan Daha Hızla” yol alacak bir kimsenin “Zaman Boyutu”nu kısaltacağını ve uzayda kısa bir yolculuk yaptıktan sonra dünyaya döndüğünde, kendi çocuklarını sakalları bir karış uzamış ihtiyarlar olarak bulacağını.. ileri sürmüştü. Kendisinden önce de aynı konuda fizik bilginleri Fitz ve Gerald, uzayda hızla hareket eden cisimlerin büzülmeye uğrayacaklarına ve yuvarlak yapılarının elips bir biçime dönüşeceğini bildirmişlerdi. Bu konuları, “Bir, İki, Üç.. Sonsuz” adlı kitabında, vülgarize ederek sunmaya çalışan ünlü astro-fizik bilgini Prof. George Gamow, bu iki bilimsel olayı, iki ayrı limerik şiirle sunmaya çalışmıştı.

Uzaydaki Fitz-Gerald büzülmesini şöyle dile getirmişti:
                                                      There was a young fellow named Fisk
                                                     Whose fencing was exceedingly brisk.
                                                     So fast was his action,
                                                     The Fitz-Gerald contraction
                                                     Reduced his rapier to a disk.


Türkçe çevirisi ile şöyle:
                                                      Genç bir dost vardı adı Fisk
                                                     Eskrim yapışı öylesine işlek,
                                                     Hareketleri o kadar hızlı idi ki,
                                                     Fitz-Gerald büzülmesi
                                                     Çevirip yaptı kılıcını bir disk.


Einstein’ın “Işıktan Daha Hızlı Uzayda Hareket Edilmesi Halinde Zamanın Önüne Atlayabilme” durumunu da şöyle belirtmeye çalışmıştı:

                                         There was a young girl named Miss Bright,
                                         Who could travel much faster than light.
                                         She departed one day,
                                         In an Einstein way,
                                         And came back on the previous night 5


Bu ilginç şiirin Türkçe çevirisi de şöyle:
                                         Miss Bright (Parlak) adında genç bir kız vardı,
                                         Işıktan fazlaydı hızı,
                                         Bir gün çıktı yola,
                                         Einstein biçimi gitti,
                                         Bir gece önce dönüp geri geldi.

Sanıyorum ki şu iki küçük şiir, bir astro-fizik bilgininin “Bilgisi” ile bir “Sanatçı Gücü”ne ne ölçüde erişebileceğini yeteri kadar göstermektedir. Dilerim ki “Soyut Sanat - Somut Sanat” tartışmaları sınırından seslenen ya da “Toplumsal İçerikli Konular”dan başkasına yönelmeyen, ya da “Sosyo-Ekonomik Olayların Değerlendirilmesine Kendilerini Hasreden” ozanlarımız, biraz da “Bilimsel ve Teknik Gelişmelerden Esinlenerek” şiir yazmaya istek göstersinler: Hiç kuşku yok ki o zaman daha ilginç ve daha çok “Bilgi” ile dolu yapıtlarını vereceklerdir. Bu duruma bu kadar değindikten sonra, konumuza dönelim ve Sibernetik’in Sanat Dalları ile nasıl bir ilişki kurduğunu incelemeye çalışalım.


SİBERNETİK VE MÜZİK

Sibernetikin kolayca girdiği ilk sanat dalı, müzik olmuştur. Daha Sibernetik Bilimi ortaya çıkmadan önce, birçok bilgin “Seslerin Tınıları” ve “Vibrasyonların Çoğaltılması” üzerinde titiz çalışmalara yönelmişlerdi.

  • Amerikalı kimya bilgini Alfred Springer (1854-1946) Heidelberg’de öğrenim yapmış ve “Müzik Aygıtlarının Sesini Yansıtmaya Yarayan Alüminyum” üzerinde durmuştu. Bu konuda bir patent aldıktan sonra da “Invcrease of Segmental Vibration” (Bölünür Titreşimlerin Çoğaltılması) adlı kitabını yayınlamıştı.

  • 1898 yılında Paris’te doğan Ondes Martenot, “Elektrik Dalgalarını Ses Dalgaları Haline Sokan Resonatörler” üzerinde durmuştu. Titreşimlerin uzamasını sağlayacak olan “Stereofonik Bir Ses Arpeji” ve bu arpeje eşlik edecek “Polifonik Uyumlar”ı araştırmıştı.

  • 1929 yılında Polonya’da doğan Boguslaw Schaeffer ise Sibernetik Biliminin ortaya koyduğu “Elektronik Aygıtlar”dan yararlanarak, “Seslerin Tınılarını Değiştirme” ve “Yeni Tınılar Yaratacak Alternatif Akımlarla Armonik Sesler Elde Etme ve Sentez Yapma”ya yönelmişti. Kompüterlerin, “0 ve 1” sistemi üzerine kurulu “Bilgi Toplama Yetenekleri”, karmaşık sesler içinden basit sesleri kolayca yakalayabiliyordu. Bu kompüterlere eklenen elektrik devreleri ise sesleri süzen filtre görevini yapıyor, aynı anda da alternatif akımların şiddetini değiştiriyordu. Boguslaw Schaeffer, uzun çalışmaları sonunda, 1965 yılında “Elektronik Senfoni”sini bestelemişti. Elektronik müziğin yaratılması, çalgılarda da yepyeni değişiklikleri beraberinde getirmiş ve bugün hepimizin çok iyi bildiği elektronik org, elektronik gitar v.b. enstrümanları ortaya çıkarmıştı.

  • Sibernetik biliminin ana yapısı olan, “Geri Merkez İle Feed-Back Haberleşmesi Sistemi”ni ise Amerikalı Robert Moog, kendi icadı olan makinesi üzerinde, çok ilginç bir biçimde uygulamıştı. “Moog Synthesizer” adını verdiği bu yepyeni enstrüman “Ses Tireşimlerini Çok Çeşitli Durumlara Dönüştürebiliyor”du. Audio-Sinyal Endükleme Bobinleri, enstrümandan çıkan her basit sesi, olduğu gibi tutarak uzatırken, aynı anda bu basit seslerin karmaşık tınılarından yepyeni bir sentez yapıyordu. Bir diğer anlamda, yepyeni bir armoni yaratıyordu.

Moog Synthesizer’in bu büyük yeteneği karşısında, Sibernetik Bilginleri Elektronik Teknisyenleri yepyeni bir konu üzerine eğilmişlerdi:

“Kompüter, Kendi Başına Beste Yapabilir mi?”

Kompüterin “Hâfızası”na, harf ve sayıların sembolleri “0,1” digitleri (Elektronik Darbeleri) halinde iletildiğine göre,
bu sembollerin her biri ayrı bir “Ses” ve “Tını” olarak iletilemez mi idi?

Bu konuya eğilen RCA’nın yetkili bir elektronik uzmanı, ünlü besteci Stephen Foster’ın tanınmış kompozisyonlarını analiz ederek bilgi sembolleri halinde bir kompütere iletmişti. Sonuç çok ilginçti! Çünkü, birçok müzik uzmanı kompüterin başına toplanmış ve onun ilettiği müzik parçasını dinliyorlardı. Kompüterin kaydettiği parça, gerçi ünlü besteci Stephen Foster’e ait bir beste idi. Fakat bu parçanın adını bir türlü bulamıyorlardı!.. 6

Bu konuda daha ilginç bir uygulama, yine İngiltere’de yapılmıştı.

...1968 ocağında, Londra’da Queen Elizabeth Hall’de bir kompüter sahneye kondu ve orada ilk kez olarak makine, müziksel bir kompozisyonu oldukça yetkili bir dinleyici topluluğu önünde çaldı...6


SİBERNETİK VE SAHNE SANATI

İlk bakışta, Sibernetik ile sahne sanatı arasındaki ilişki pek kolayca kurulamıyor. “Feed-Back Bilgi Alış-Verişi Sistemi” ya da “Kompüterle Aktör ve Aktrisler Arasında Elektron Darbeleri İle Bağlantı”! Uyum nasıl sağlanır? Ne tür bir bağlantı kurulabilirdi ki?..

  • Bu konudaki çalışmaların öncülüğünü ise Macar asıllı Nicholas Schöffer yapmıştı. Paris Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim ve mimari eğitimi gören Schöffer, 1954 yılında “Devingen Heykeller”i, 1959 yılında “Işık Evler”i yarattıktan sonra 1961 yılında Belçika’nın Liege kentinde, daha ilginç bir sibernetik uygulamaya geçmişti. Liege’de o yıl, “Renk, Işık ve Aynalar arasında Alış-Veriş” üzerine kurulu “Hareket Halindeki Sibernetik Kule”yi meydana getirmişti. Schöffer’in bu çalışmaları, sahne sanatında, ışık ve renklerle Feed-Back Haberleşme Sistemi’nin kurulabileceğinin ilk işaretleri olmuştu. Bir süre sonra ise Nicolas Schöffer, daha büyük bir Sibernetik Uygulama örneğini vermiş ve “Grand Prizm” adını verdiği “Büyük Prizma”yı gerçekleştirmişti. Büyük Prizma çok ilginç bir “Renk-Ses Bilgi Alış-Veriş Sistemi” idi. On metre boyunda cam bir prizma içinde sanki yepyeni dünyalar oluşuyordu. Seyirci bu “Büyük Prizma” gösterisine gittiğinde ışığın prizma içinde yansıyan ve çeşitli renklerden oluşan değişimleri içine giriveriyordu. Üzerindeki elbisenin renk ve desenine göre uyumda bulunan prizma ışınları hemen yeni renklere dönüşüyor, bu dönüşme ise prizma ışın ileticilerinin bağlı bulunduğu komputerdeki ses titreşimlerini harekete geçiriyordu. Özetle; renk, ışık ve dekor öylesine birbiri içine girerek değişim gösteriyordu ki, seyirci, çevresinde durmaksızın dönüşüm ve uyumda bulunan yepyeni bir evren içine girmiş gibi oluyordu.

1963 yılında Berlin’e yaptığım bir gezide, Modern Opera’ya davet edilmiştim. Bildiğiniz gibi, Berlin Opera Binası ve Üniversitesi, Almanya’nın ikiye bölünmesi sonunda Doğu Berlin’de kalmıştı. O nedenle de Batı Berlinliler kendi bölgelerine modern bir opera ile  yeni bir üniversite yapmışlardı. Modern operalarında ise Sibernetik’ten ve Elektronik Teknoloji’den büyük ölçüde yararlanmayı planlamışlardı. Operaya gittiğimizde, sahnedeki perdenin bir kez açıldığını hayretle görmüştüm. Opera sonuna kadar perde bir daha kapanmamıştı! Sahnede tablolar değiştiği, yeni dekorlar ve yeni kişiler ortaya çıktığı halde perde açılıp kapanmıyordu. Tüm sahne ve dekor değişiklikleri sahnede bulunan ve her biri ayrı bir renge uyumda bulunmak üzere hazırlanmış tül perdeler üzerine, çeşitli renk ve şiddette ışık demetleri gönderilmekle sağlanıyordu!

Batı Berlin’den döner dönmez, ilk iş olarak Sibernetik’in sahne sanatına yeni bir uygulama örneğini verebilmek için bir piyes yazmayı planlamıştım. Altı ay süren bir uğraşı sonunda da, “Elektronik Beyin” adlı piyesimi tamamlayabilmiştim. Piyes 1963 yılı sonları ile 1964 yılı başlarında, İstanbul Şehir Tiyatroları’nde temsil edilmişti. Piyesin rejisörlüğünü rahmetli Müfit Kiper yapmıştı. Piyeste, bir “Elektronik Makine” ile bu makineyi yaratan “Bilgin” arasında süre gelen “Bilgi Alış-Verişi” ana tema olarak ele alınmıştı. Makine, bilginin beyninden yayınlanan tüm dalgaları algılayabiliyor ve aldığı (Data) bilgilere göre bilgin’e gerekli mesajları iletiyordu. Piyese biraz hareket vermek ve heyecan katabilmek için sokakta cereyan eden bir olay da hazırlanmıştı. Kapısının önündeki gürültüleri duyan bilgin, saldırıya uğrayan iki gence elektronik makineden aldığı sinyallerle yardım etmeye çalışıyordu... 7 Piyes, temsil edilmişti gerçi. Ancak itiraf ederim, pek başarılı olmamıştı. Sanırım ki bunda benim piyes yazmaktaki acemiliğim kadar, piyeste rol alan sanatçıların da, elektronik makine ile gerekli uyumu sağlayamamaları ve makineden “Replik” alamamalarının büyük etkisi olmuştu. Burada mutlu olan olay, benim “Elektronik Beyin” adlı piyesimin İstanbul’da temsil edilmekte bulunduğunun bir dostum tarafından ünlü Sibernetik bilgini Prof. Ross Ashby’ye bildirilmesi ve Prof. Ross Ashby’den de Ne kadar güzel! İngiltere’de Elektronik Beyin henüz sahneye konulamadı! şeklinde cevap gelmiş olmasıydı.

Oysa, aradan dört yıl geçtikten sonra, İngiltere’de ROSA sahneye çıkmıştı. Üç Silâhşörler piyesinde ROSA, Fransız Kraliçesi rolündeydi. Sahnede bir taraftan bir tarafa yürüyor, “replik”lere uygun olarak konuşuyor ve harekette bulunuyordu. Tam bir Feed-Back Haberleşmesi içinde rolünü sürdürüyordu. 180 cm boyunda olan ROSA “Radio Operated Simulated Actress” kelimelerinin baş harflerinden alınmış olan “Radyo İle İşleyen Benzetilmiş Aktris”ten başka bir şey değildi. ROSA’nın sahneye çıkması, tıpkı bir sahne sanatçısı gibi rol yapması; “replik”leri alınca, ne tür davranışta bulunması gerekiyorsa ona göre harekette bulunması ve aynı “replik”lere uygun karşılıklar vererek konuşması, Sibernetik bilginleri ile kompüter uzmanlarının, sanat alanı içinde nerelere kadar ulaşmış olduklarını yeteri kadar göstermekteydi. Satranç oynayan ve satranç şampiyonlarını yenebilecek kadar büyük bir güçte programlanabilen komputerlerden sonra ROSA’nın tiyatro sahnesinde yer alması, yapay beyinlerin “Hafıza Güçleri” kadar “Yönetim Yetenekler”ini de en güzel bir biçimde sergilemektedir.
_____________________
Kaynaklar:
  1. WIENER Norbert
    THE HUMAN USE OF HUMAN BEINGS (Cybernetics Society) Sphere Books Ltd. London. 1950. Sa: 18.
  2. ROSENBLUETH A. WIENER N. BIGELOW J.
    BEHAVIOUR-PURPOSE AND TELEOLOGY Philiosophy of Science. 1943.
  3. ASHBY W.Ross
    DESIGN FOR A BRAIN Electronic Engineering. 1948.
  4. TÜRK DİL KURUMU
    RESİMLİ TÜRKÇE SÖZLÜK Ankara. 1977. Sa: 491.
  5. GAMOW George
    ONE, TWO, THREE...INFINITY Mentor Books, New York. 1956. Sa: 101, 105.
  6. CROSS Wilbur
    YARATICI KOMPUTERLER Bilim ve Teknik. Cilt 3. Sayı 35. 1970. Sa: 3.
  7. AKMAN Toygar
    ELEKTRONİK BEYİN (Piyes) İstanbul. 1963.



Toygar Akman | sanat olayı - Sayı 15 - Mart 1982