Televizyonda ve sinemada herkesi çeken bir sanat dalı var: Çizgi film.
- Reklâm kuşaklarında,
- hafta sonu eğlencelerinde,
- çocuk programlarında,
- film jeneriklerinde,
- sinemalarda gösterilen filmlerin öncesinde bir çizgi film başladığı zaman gözler daha dikkatle dikiliyor ekrana,
seyirci daha bir keyifle yerine yerleşip izlemeye koyuluyor gösteriyi.
Ülkemizde olduğu gibi, bütün dünyada da gittikçe daha çok seyirci toplayan ve hızla gelişen bu sanat,
izleyicileri başka dünyalara götürürken, akıllarına bazı soruların takılmasına da neden oluyor:
“Acaba bu filmler nasıl ortaya çıkmış?..
Acaba bu filmler nasıl yapılıyor?..”
Genellikle bilinen, her film karesi için bir resim çizildiği ve birbirini ufak farklarla izleyen bu resimlerin tek tek filme alındığı…
Temelde doğru olmakla birlikte, iş bu kadar basit değil.
Bu sanatın nasıl doğduğuna ve geliştiğine kısaca bir göz atmak hem yararlı, hem de eğlenceli olacaktır sanıyorum.
Çizgi Filmin Doğuşu ve Gelişmesi
On dokuzuncu yüzyılın başlarında resimleri hareket ediyormuş gibi gösteren bazı oyuncakları yapanlar,
bu oyuncakların gelecekte çizgi film denilen bir sanatın ataları sayılacağını hiç düşünmemişlerdi herhalde...
Bunların en eskisi “thaumatrope” adı verilen çok basit bir oyuncaktı. İki yüzünde birer resim olan, yanlarından iplere bağlı bir diskti bu.
İpler parmakların arasında çevrildiği zaman, iki resim birbirinin peşisıra gözün önünden geçerek, hareket eden bir tek resimmiş gibi görünüyordu.
1832’de Joseph Plateau adlı bir Fransızın yaptığı araç, aynı temele dayalı, ama biraz daha gelişmiş bir oyuncaktı.
Bu da tahta bir sapa tutturulmuş, üstünde bir dizi resim ve göz deliği bulunan bir tekerlekti.
Bir aynaya yüzünüzü dönüp tekerleği çevirdiğiniz zaman, göz deliklerinden bakarak aynada hareketlenen resimleri izleyebiliyordunuz.
Bu oyuncak, daha sonra başkaları tarafından değişik biçimlerde geliştirildi.
İçlerinde en dikkate değer olanları “zoetrope” ile “praxinascope”du.
“Hayat tekerleği” anlamına gelen “zoetrope”un yaratıcısı Pierre Devignes’di.
Bir kaide üzerinde dönen ve çevresinde eşit aralıklarla açılmış göz delikleri bulunan silindir biçiminde bir araçtı bu.
Seyirci bu deliklerden, bir bant üzerine çizilmiş ve silindirin içine yerleştirilmiş olan resmi izliyordu.
Silindirin çapı ne kadar büyük olursa “film” de o kadar uzun sürüyordu tabii.
Ayrıca aynı aracı değişik resim bantları için kullanmak da mümkündü.
Emile Reynaud’nun yarattığı “praxinascope” ise “zoetrope”un daha gelişmişiydi.
Yalnız göz delikleri yerine, silindirin ortasına bir sıra ayna konulmuştu.
Araç döndüğünde, aynalara bakan seyirci, hareket eden resimleri görüyordu.
Reynaud bu buluşunu bir çeşit projektör ile birleştirerek 1892’de Paris’te dünyanın ilk sinema salonunu açtı:
“Theatre Optique”.
Her biri bir kaç dakika süren gösterilerini burada 1900 yılına kadar sürdürdü.
İlk çizgi film denemelerini 1908’de Fransız Emile Cohl yaptı.
Beyaz kâğıt üstüne siyah renkle çizdiği çöpten adamlarını filme aldı.
Ancak projeksiyonda negatif film kullanarak siyah fon üstünde hareket eden beyaz figürler elde etti.
Bir yıl sonra Amerikalı Windsor MacCay,
“Gertie the Trained Dinosaur - Eğitilmiş Dinozor Gertie” adlı filmiyle onu izledi ve seyircilere çizgi filmi sinemanın bir parçası olarak benimsetti.
1913-1917 yılları arasında yeni sanatçılar, yeni filmler ortaya çıktı.
- Amerikalı Ben Harrison ve Manny Gould’un “Krazy Kat” filmleri,
- Avustralya kökenli Pat Sullivan’ın “Felix the Cat - Kedi Felix” filmi,
- Max Fleischer’in “Koko the Clown - Palyaço Koko” filmi gibi...
Böylece çizgi film on yıl içinde seyircinin merakla incelediği bir “teknik hârika” olmaktan çıkıp keyifle benimsediği yeni bir eğlence türü oldu.
Sanatçıların çizdiği tipler gelişmeye, kişilik kazanmaya başladılar.
Gerçi çizimler basitti ve konuşmalar kahramanların ağızlarından çıkan diyalog balonlarına yazılıyordu,
ama o kadar başarılıydı ki, seyirci onları gerçekmiş gibi kabullendi, sevdi.
Çizgi filmlerin altın dönemi sesli filmlerin yapılmasıyla başladı.
1923’de stüdyosunu kuran Walt Disney,
- 1928’de ilk sesli “Mickey Mouse - Miki Fare” filmlerini,
- arkadan “Donald Duck - Vakvak Kardeş” ve
- “Silly Symphony - Saçma Senfoni” dizilerini ve sonunda
- ilk uzun çizgi film “Snow White and the Seven Dwarfs - Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler”i yaptı.
Bunları bir çok ülkede gösterilen ve büyük başarı kazanan;
- “Pinocchio”,
- “Fantasia”,
- “Dumbo”,
- “Bambi”,
- “Cinderella - Kül Kedisi”,
- “Peter Pan”,
- “101 Dalmatians - 101 Dalmaçyalı”,
- “Lady and the Tramp - Leydinin Aşkı”,
- “Alice in Wonderland - Alice Hârikalar Diyarında” gibi filmler izledi.
Bu yıllarda çizgi film büyük bir aşama yaparak; konusu, müziği, renkleri, desenleri ile çok sevilen bir sanat dalı haline geldi.
Walt Disney’in hayvan tiplerine insan karakteri vererek gerçeğe uygun bir biçimde hareketlendirmesine karşılık,
aynı yıllarda bazı sanatçılar daha stilize tipler, gerçekçi olmayan hareketlendirmeler kullanarak
değişik yorumlar getirmeye ve yeni teknikler aramaya yöneldiler:
- Norman McLaren,
- Alex Alexieff,
- Claire Parker gibi...
Günümüzde çizgi film yapımı çok masraflı olmasına karşın pek çok ülkede hızla yayılmakta ve gelişmekte.
- Durmadan yeni teknikler deneniyor, değişik filmler ortaya çıkıyor.
- Dünyanın çeşitli yerlerinde her yıl bir çok canlandırma film şenlikleri yapılıyor,
- yarışmalar düzenleniyor;
- canlandırma film okulları, üniversitelerde bu konuda eğitim yapan bölümler açılıyor.
- Canlandırma film üstüne bir çok kitap, dergi yayımlanıyor.
Bu filmler artık yalnız eğlence için değil, çok daha başka amaçlarla da yapılıyor.
Örneğin;
- endüstri ve bilimde kullanılan eğitim filmleri,
- ulusal ya da uluslararası kuruluşların propaganda filmleri,
- reklâm filmleri,
- okullarda gösterilen eğitici filmler,
- yalnızca bir sanat ürünü olarak yapılan filmler gibi...
Canlandırma Teknikleri
Canlandırma film sanatında uygulanan bir çok değişik teknik var. Zamanla bunlara yenileri de ekleniyor ve ortaya yepyeni filmler çıkıyor.
Bu tekniklerin her birini teker teker incelemek, derginin kapsamını aşacak bir bir yaz oluşturur.
Onun için, içlerinde en çok kullanılan çizgi film ve çok ilgi çekici bazı canlandırma film tekniklerini kısaca anlatmaya çalışacağım.
- ÇİZGİ FİLM
Canlandırma film sanatında en çok kullanılan teknik bu.
Walt Disney’in ünlü çizgi filmleri, televizyonda izlediğimiz “Heidi”, “Arı Maya”, “Marko” gibi filmler hep bu teknikle hazırlanmış.
Yapımcıya geniş olanaklar veren bu teknik, çok dikkatli bir planlama gerektiren, ayrıntılı, güç, uzun zaman ve emek isteyen bir iş.
Büyük stüdyolarda, kalabalık ekipler tarafından bu teknikle yaratılmış filmlerin yanısıra, bir kaç kişilik ekiplerin yaptığı daha küçük çapta filmler de var.
Büyük bir stüdyoda uzun metrajlı bir çizgi filmin nasıl hazırlandığına ve nasıl bir iş bölümü yapıldığına bir göz atalım.
Elbette bu görevler yerine göre bir ya da bir kaç kişi tarafından yürütülebiliyor.
YAPIMCI:
Filmin tümünden sorumlu olan yöneticidir.
Personel seçimi, finansman, mali işler, dağıtım gibi yönetim konularıyla ilgilenir.
YAZAR:
Konuyu seçer, tipleri yaratır, öyküyü yazar.
STORYBOARD RESSAMI:
Storyboard, filmin ana fikrini “görünür” hale getiren bir dizi resim ve notlardır.
Filmin konusu; tipleriyle, diyaloglarıyla, efektleriyle kâğıt üzerinde bir çeşit resimli roman gibi canlandırılır.
Storyboard ressamı, tiplerin ve onların hareket özelliklerinin ayrıntılı çizimlerini de yapar.
SESLENDİRME:
Bu aşamada;
- yapımcı,
- yönetmen,
- yazar,
- ressamlar,
- animatörler; yani tüm yaratıcı ekip,
- dublaj sanatçıları,
- müzisyenler,
- besteciler ve
- stüdyonun seslendirme uzmanları hep birlikte çalışırlar.
Filmin ses bantı hazırlanır. Özel efektler bu arada ya da daha sonra eklenir.
SES BANTI ANALİZCİSİ:
Kaydedilen ses bantındaki bütün kelimeleri, müziği ve öteki sesleri ayrıntılı bir biçimde enternasyonal bant denilen bantlara işler.
YÖNETMEN:
Daha önceki resim çalışmalarından ve enternasyonal bantlardan yararlanarak bir çekim planı hazırlar.
Filmin her sahnesi,
- resim numaraları,
- her resmin kaç kere çekileceği,
- kamera hareketleri,
- fon numaraları,
- diyaloglar,
- efektler bir zamanlama cetveline yazılır.
FON RESSAMLARI:
Filmde kullanılan tüm fonları resimlerler.
BAŞ ANİMATÖR:
Daha önceki hazırlıkların ışığında, öyküyü çizgileriyle canlandırır. Animasyon masası denilen özel bir masada çalışır.
Masanın üstünde, cam bir bölümü olan ve kendi çevresinde döndürülebilen bir disk vardır.
Cam bölümün bir kenarında üç pim bulunur.
Masa alttan ışıklandırılır.
Çizim için kullanılacak beyaz kâğıtlar önceden bir kenarları pimlere uygun olarak delinip hazırlanmıştır.
Animatör, bu kâğıtlardan bir kaçını masadaki pimlere geçirerek cam bölümün üstüne koyduğu zaman hem onların kaymasını önlemiş olur,
hem de alttan gelen ışıktan ötürü her sayfadaki resimleri aynı anda görebilir.
Böylece, önceki resimlere uygun olarak “uç hareketler”i çizer.
Diyelim ki, bir sahnede kahraman duvardan yere atlıyor.
Duvardaki durum, havadaki hareket ve yerdeki durum “uç hareketler”dir; baş animatör bu hareketleri çizer.
Yüzlerce resmin hepsi bütün olarak tekrar tekrar çizilmez. Bir sahnede hangi bölüm hareket ediyorsa, yalnız o, bütünden ayrılarak çizilir.
Örneğin, üst bölümü hareket etmeden yürüyen bir adam çizilecekse, gövdenin üst bölümü ayrı bir kâğıda çizilir.
Bacakların yürüme hareketi, gereken sayıda ayrı ayrı çizilir.
Film çekiminde gövde resmi değişmez; bacak resimleri onun üstüne konularak ve sırasına göre değiştirilerek filme alınır.
Bu yöntem bazen bir sahnede dört-beş kat resim olmasına yol açar, ama çizim ve zaman açısından avantaj sağlar.
YARDIMCI ANİMATÖRLER:
Baş animatörün çizdiği uç hareketlerin “ara hareket”lerini çizerler. Bunların sayısı, hareketin hızına göre değişir.
Yapılan resimler hemen numaralanır. Bir film için binlerce resim yapıldığını göz önünde tutarsak, bu işin önemi kendiliğinden anlaşılır.
Usta bir animatörün iyi bir çizer olmaktan başka bir takım özelliklere de sahip olması gerekir.
- Tam bir teknik bilgi,
- iyi bir mizansen anlayışı,
- doğada hareket eden her şeye karşı dikkatli bir gözlemci olmak,
- güçlü bir zamanlama duygusuna sahip olmak gibi...
Animatörler çizimi bitirdikleri zaman “pencil test - kalem tesi” denilen bir deneme filmi çekilir.
Bu, kâğıtlardaki çizimin filme alınmasıdır.
Eğer düzeltilmesi gereken bir sahne varsa, o bölüm yeniden çizilir.
KOPİSTLER:
Bunlar, animatörlerin kurşun kalemle çizdikleri resimleri, yine animasyon masalarında,
mürekkeple “asetat” ya da “cel” denilen saydam, plastik sayfalara aynen kopya ederler.
BOYACILAR:
Resimlenen “cel”lerin arka yüzlerini, istenen renklerde, özel boyalar kullanarak boyarlar.
DENETİMCİ:
En az bir kişi, bütün bu işlerin düzenli, yanlışsız yapılmasını, resimlerin doğru olarak numaralandırılmasını denetler.
KAMERAMAN:
Bir kişi ya da bir ekip, çizgi film için yapılmış özel masada filmi çeker.
Bu masaların çok basitten kompüterle komuta edilenine kadar çeşitli teknik düzeyde olanları vardır; ama temel olarak şöyle tanımlanabilir:
Masanın üstü ileri geri ve sağa sola kayacak biçimde yapılmıştır. Üstünde, fonların ve “cel”lerin geçirileceği pimler bulunur.
Filme alınacak resimleri düzgün tutabilmek için üstüne kapanan çerçeveli bir cam vardır.
Masa yanlardan ışıklandırılır.
Çizgi filmin çekimi için teknik olanaklara sahip bir kamera, masanın üstüne bakacak biçimde bir ray üstüne yerleştirilmiştir ve aşağı yukarı kaydırılabilir.
Kameraman ve yardımcıları böyle bir masada, her resmi ya da resim grubunu, çekim planına göre tek kareler halinde filme alırlar.
Bundan sonra filmin laboratuar ve kurgu işleri yapılır.
Filmin bitmesi, işin bitmesi demek değildir. Başka filmler de yapılabilmesi için, gelir getirmesi gerekir.
Stüdyonun öteki elemanları, yani yöneticileri, film dağıtımcıları, reklâmcıları devreye girer ve filmin pazarlaması yapılır.
- KESİM VE SİLÜET TEKNİĞİ
Çok zaman ve emek isteyen çizgi film tekniğiyle karşılaştırınca, daha hızlı ve kolay uygulanabilir bir yöntemdir; ancak olanakları sınırlıdır.
Abartılmış fiziksel harekete dayanan filmler için daha uygundur.
Kesim (“cutout”) tekniğinde, tipler önce bir kâğıda çizilir ve boyanır, sonra çevrelerinden kesilir.
Çekim masasındaki fonlara yerleştirilen bu figürlerin üstü, düzgün durmaları için camla kapatılır.
Animatör, bunlara eliyle yeni hareketler verir ve her küçük hareket kare kare filme çekilir.
Bir figüre daha çok hareket olanağı sağlanmak istenirse; kafası, kolları, bacakları, bazı yüz ifadeleri gibi hareket edecek bölümleri ayrı ayrı kesilir ve iple ya da metal bir tırnakla gövdeye tutturulur.
Silüet tekniği de kesim tekniğine benzer; ancak film çekimi cam bir masada yapılır ve alttan ışıklandırılır.
Filmde her şey siyah ya da gri gölge olarak görünür. Bu türün en tanınmış sanatçısı, Alman Lotte Reiniger’dir.
1923-1926’da silüet tekniğiyle yaptığı uzun metrajlı “Prens Ahmet’in Serüvenleri”, en ünlü filmidir.
- KUKLA FİLMİ
Kukla filmleri bir çok ülkede yapılmakla birlikte, bu alanda Doğu Avrupa ülkeleri, özellikle Çekoslovakya geleneksel kukla tiyatrosundan da yararlanarak artistik ve teknik açıdan üst düzeylere ulaşmışlardır.
Dünyada kukla filminde en çok tanınmış sanatçı ise, kuşkusuz Çek Jiri Trnka’dır.
Konularını genellikle ülkesinin folklorundan, efsanelerinden alan Trnka bugün hayatta değil; ama kurduğu stüdyo aynı çizgiyi sürdürüyor.
Bu tür filmlerde kullanılan kuklalar, kendi başlarına ayakta durabilecek ve her açıdan filme çekilebilecek biçimde yapılır.
Verilen pozda durabilmeleri ve çeşitli hareketleri yapabilmeleri için, oynak eklemlere sahip olmaları gerekir.
Kukla, tahtadan olabileceği gibi, üstü kaplanmış ve giydirilmiş tel ya da metal bir iskeletten de oluşabilir.
Kukla yapımında en yeni yöntem ise, bir metal iskeletin kalıp içine konularak, üstüne kauçuk ya da plastik dökülmesidir.
Dökülen madde katılaşınca kalıptan çıkarılır, rötuşları yapılır ve giydirilir.
Yapılan kuklalar, boylarına göre hazırlanmış dekorların içinde ve ışıklandırılarak yine tek kare sistemiyle filme alınır.
- SERAMİK ÇAMURUYLA CANLANDIRMA
Bu yöntem, çeşitli canlandırma film teknikleri içinde en ilgi çekicilerinden biri.
Çocukların bile uygulayabilecekleri kadar basit olmakla birlikte, fantaziye alabildiğine açık.
Seramik çamuru ya da plasterin gibi maddelerden yapılan çeşitli figürler kamera önünde tek kareler halinde filme alınırken,
kendilerine yeni biçimler verilerek sürekli bir hareket sağlanır.
Bu iş için çeşitli renklerde hamur maddeler ve genellikle basit fonlar kullanılır.
- NESNELERLE CANLANDIRMA
Canlandırma film, “hareket” temeline dayandığına göre, yetenekli bir animatör hayal gücünden yararlanarak
ve akla gelebilecek her türlü küçük eşyayı kullanarak bir film yapabilir: kalem, para, düğme, ev eşyaları, kutular, vb...
Kamera genellikle bir ayağa monte edilerek konunun karşısına ya da tepesine yerleştirilir.
Sert gölgeler vermeyecek biçimde ışıklandırılan basit bir fon üstüne nesneler konur.
Nesnelerin yerlerini her bir kaç karede bir değiştirilerek çekim sürdürülür.
Macar sanatçısı Frenc Varsanyi’nin “Honeymation” filminde oyuncuların hepsi, yüzleri boyalı kurabiyeler!
Çok deneyimli bir animatör olan Ishu Patel, kompüter kontrollü bir kamera ile titiz bir çalışma sonucu yarattığı
“Beadgame - Boncuk Oyunu”nda, malzeme olarak küçük plastik boncuklar kullanmış.
Çocukların oynadığı tahta bloklardan on dört dakikalık güzel bir serüven filmi
“Tchou Tchou”yu yapan sanatçı Co Hoedeman’ın çalışması da güçlü hayal gücüne bir başka örnek.
- KUM VE CAM ÜSTÜNE BOYAMA
Her iki tekniğin de yaratıcısı, genç bir animatör: Caroline Leaf.
Teknik olarak basit, ama başarılı sonuç alabilmek için büyük bir artistik güç ve sabir isteyen yöntemler bunlar.
İkisinde de kamera, bir buzlu cam ya da pleksiglas üstünde kıpırdamadan duracak biçimde yerleştirilir.
Cam, ışık her yanına eşit dağılacak biçimde, alttan aydınlatılır.
Kullanılacak madde canım üstüne konur.
Kompozisyonda küçük değişiklikler yaptıkça bir ya da bir kaç kare film çekilir.
Bunun güç yanı, büyük ölçüde “doğaçtan” (emprovize) bir iş olması ve bir yanlışlık yapıldığı zaman o sahnenin tümüyle yeniden çekilmesi zorunluluğudur.
Birincisinde, camın üstüne serpilen kum elle ya da sivri uçlu bir araçla biçimlendirilerek istenilen kompozisyon yaratılır.
Filmde kumun az serpildiği yerler çok ışık geçireceği için gri tonlar, hiç ışık geçirmeyen kalın tabakalar siyah ve kumsuz alanlar da beyaz renk verir.
Caroline Leaf’in, cam üstüne boyama tekniğiyle yaptığı filmi “The Street - Sokak” ile 1977 de Akademi Ödülü’ne aday gösterilmiştir.
Bu da aynı düzen içinde, yalnız kum yerine renkli mürekkep ya da boya kullanılarak yapılır.
Boyaların saatlerce süren çekim sırasında kurumaması için, içine özel bir madde karıştırılır.
- “PINSCREEN” TEKNİĞİ
Animatör Alexander Alexieff’in yarattığı ve Claire Parker’le birlikte üstünde yıllarca çalışarak geliştirdiği çok değişik bir canlandırma tekniği bu.
“Pinscreen” (“İğne-ekran” diye çevrilebilir) kalın bir çerçevenin içinde beyaz bir levhadır. Levhaya binlerce siyah, çok ince iğneler saplıdır.
İğneler levhaya ne kadar çok sokulursa o kadar açık tonda griler elde edilir. Dibine kadar batırıldığı zaman ise beyaz renk verir.
İğneleri itmek için kullanılan özel araçlarla kompozisyon yapılır.
Küçük ayrımlarla birbirini izleyen sahneler, levhanın karşısına konan bir kamerayla, teker teker filme alınır.
- KOMPÜTERLE CANLANDIRMA
Kompüter kullanarak canlandırma film yapmak için yüksek teknik düzeyde ve pahalı araçlar,
bunları kullanabilmek için de ileri derecede teknik bilgi ya da bir uzmanın yardımı gerekli.
Bu yüzden henüz serbest çalışan animatörler ya da küçük stüdyolar kompüterle film yapamıyorlar.
Ayrıca bu alanda da bir çok değişik teknik var. Hepsinin de uygulanması, verdiği görüntüler ve hareket biçimi farklı.
Örneğin, “digital computer” sisteminde, kompüter verilen programa göre çalışırken, video ekranda beliren görüntüler bir kamera ile tek kare olarak filme alınır.
Sonradan stüdyoda filme renk verilir. Genellikle bu yöntemle soyut görüntüler elde ediliyor; ancak teknik çok yeni ve gelişme döneminde.
“Computer Interpolation” sisteminde ise uç hareketler animatör tarafından çizilir.
Resmin çizgileri bölümlere ayrılır ve kodlanır.
Kompüter buna göre programlanır ve çizgileri hareket ettirerek bir görüntüden ötekine geçer, yani değişik bir biçimde ara hareketleri işler.
Bu ara hareketler videoda belirince filme çekilir.
Türkiye’de Canlandırma Film
Canlandırma film sanatı gittikçe gelişiyor, kullanıldığı alanlar çoğalıyor.
Çok masraflı ve uzun çalışma süreleri gerektiren bu tür filmler,
- Sovyetler Birliği,
- Çekoslovakya,
- Çin Halk Cumhuriyeti gibi ülkelerde devlet desteğiyle yapılıyor ve konuları daha çok folklordan, efsanelerden alınıyor.
- Japonlar kurdukları büyük stüdyolarda, batı kültürüne ait öyküleri film yapıyorlar, onları batıya satıp büyük kazanç sağlıyorlar.
- Batıda ise, daha önce gördüğümüz gibi, çok değişik alanlarda ticari amaçlarla ya da çeşitli kültürel kuruluşların desteğiyle sanat ürünü olarak yapılıyor.
Bu kadar ileri düzeylere erişmiş, bu kadar sevilen ve desteklenen canlandırma film sanatı acaba Türkiye’de ne durumda?
Bakın bu konuda canlandırma film sanatçılarımız neler diyorlar...
ERİM GÖZEN
- Sekiz yıldır televizyonda izlediğimiz Pirelli kedilerini tanımayanınız yoktur herhalde.
30’ar saniyelik sürelerde çeşitli serüvenlerini izlediğimiz bu kedilerin yaratıcısı ve filmlerin çizeri Erim Gözen,
en uzun süreden beri canlandırma film çalışmalarını sürdüren sanatçılarımızdan biri.
16 yıldır sayısız film yapmış.
Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra grafiker olarak çalıştığı sıralarda çizgi film denemelerine başlamış.
Sonunda bu sanatı benimsemiş ve çalışmalarının tümünü bu alana yöneltmiş.
- Mintax’ın dansçı üçlüsü de Gözen’in.
1973’de yapılan bu müzikli, danslı ilk çizgi film o kadar sevilmişti ki, diskolarda bile dansı yapılır olmuştu.
Canlandırma film sanatına yıllardır emek veren sanatçı, oldukça kırgın:
“Dış ülkelerdeki animatörlerin ellerindeki teknik olanakların onda biri bile yok bizde;
ama Türkiye’de, dışarıda yapılan çizgi filmlerin kalitesinden daha aşağı olmayan filmler de yapılıyor.
Bu, şunu açıklar:
Bizdeki sanatçılar biraz desteklenseler, biraz teknik olanaklara kavuşsalar,
dış pazarlara açılabilecek kadar iyi, kaliteli film yapacak düzeydedirler.
Uzun metrajlı çizgi film yapmak büyük finansman ve teknik olanaklar gerektiren bir iştir.
Animatörler bunun altından tek başlarına kalkamazlar.
Bunu ancak devlet yapabilir.
Devletin televizyonu var.
Ancak televizyon, Türk çizgi filminin gelişmesini destekleyeceği yerde,
bize kapılarını kapatıp dışarıdan çoğu kötü, kalitesiz filmler alma yoluna gidiyor.
Neden çok açık tabii.
Bu filmleri yapan ülkeler, filmlerinin kopyalarını dünyadaki bir çok televizyon kurumuna satıyorlar.
Böylece o filmler ucuza alınabiliyor.
Oysa televizyon, yerli sanatçılara film yaptırsa daha pahalıya mal olacak.
İşte bu yüzden ucuza, kalitesiz yabancı çizgi filmleri alıp duruyor.
Televizyon yöneticilerinin üstünde durmadığı iki nokta var.
- Birincisi, bu filmler, çoğu zaman bizim toplumumuza uymayan, ne çocuklarımıza ne büyüklerimize bir şey vermeyen yapıtlar.
Üstelik, halkımızın estetik beğenilerini geliştireceğine geriye götürüyor.
- İkincisi, televizyondaki yetkililer hiç düşünmüyor ki, belki başlangıçta çizgi film yaptırmak pahalıya gelir, ama o iyi pazarlamayla bunları dış ülkelere satsalar hem kâr ederler, hem dışarıda Türkiye’nin propagandasını yapmış olurlar, hem kendi seyircilerine güzel yapıtlar verirler, hem de Türk çizgi filminin gelişmesine katkıda bulunmuş olurlar.
Ayrıca, yerli canlandırma film yapımı maliyet olarak dışarıda yapılanlardan daha ucuz; çünkü sanatçı emeğinin karşılığında az ücret alıyor.
Devlet bu olanakları sağlayamasabile, hiç değilse yapılan iyi filmleri satın alıp televizyonda oynatarak sanatçıları yüreklendirse...
Bugün dünyanın en güzel çizgi filmini yapsanız bile bunu seyirciye ulaştıramazsınız.
Çünkü televizyon, filmin maliyetini bile karşılayacak ücret ödemez.
Bu durumda sanatçılar, reklâm filmlerinin dışında hiç bir film yapamıyorlar.
Türkiye sinema, edebiyat, mimari, müzik alanlarında iyi yapıtlarla dışarıya açıldığında büyük başarılar kazandı.
Canlandırma film sanatında da dünyada kendimizden söz ettirmememiz için hiç bir neden yok aslında.”
DERVİŞ PASİN
Derviş Pasin, 1942 Trabzon doğumlu.
Trabzon Lisesi’ni bitirdikten sonra sinema afişleri yaparak çalışmaya başlamış.
1967’de büyük bir reklâm ajansının açtığı çizgi film ressamlığı yarışmasını kazanarak çalşmalarını bu alana kaydırmış.
Değişik reklâm ajanslarında animatör olarak çalıştıktan sonra 1976 yılında kendi film stüdyosunu kurmuş.
Şimdi ekibiyle çalışmalarını burada sürdürüyor.
Yaptığı reklâm filmlerinden bazılarını sayalım:
- Elmor,
- Ondülin,
- Dandy,
- Ülker Badem,
- Eti Puf,
- Ülker Çubuk,
- Çoko Prens,
- Karga ile Tilki...
Türkiye’de canlandırma film konusunda oldukça öfkeli konuşuyor Derviş Pasin:
“Bugün televizyonda gösterilen çizgi filmlerin çoğundan kat kat iyisini yaparız biz!
Bunu rahatlıkla ileri sürebilirim. Yeter ki gerekli teknik olanaklara ve finansmana sahip olalım.
Bugün 30 saniyelik bir çizgi filmin maliyeti 75.000 lira dolaylarında. Artık düşünün, 1,5 saatlik filmler kaça malolur?
Üstelik başka ülkelerde bir ekibin yaptığı işleri Türkiye’de bir tek kişi yapar.
Yani çoğu zaman;
- konuyu bulur,
- senaryoyu yazar,
- storyboard’u hazırlar,
- filmin çekimini yapar,
- müzik seçer,
- dublaj yönetmenliğini bile üstlenir.
Çoğu zaman da bütün bunları bir hafta gibi kısa bir süreye sığdırmak zorunda kalır.
Bu durumda Türkiye’deki animatörler reklâm filmlerinin dışına çıkamaz pek.
Devlet bizi biraz desteklese, televizyonun satın aldığı çoğu kötü yabancı filmlere gerek kalmaz.
Ülkemizde de canlandırma film sanatı öteki sanat dalları gibi gelişme olanağı bulmuş olur.
Üstelik biz alıcı değil, satıcı ülke durumuna kolaylıkla gelebiliriz.”
ORHAN BÜYÜKDOĞAN
Yıllarca çeşitli sorunlarla savaşmak zorunda kalmasına karşın yılmadan çizgi film yapmayı sürdürecek kadar bu sanata tutkun biri Orhan Büyükdoğan.
1935’de İstanbul’da doğmuş,
1960’da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nü bitirmiş.
Çeşitli reklâm ajanslarında çalışmış.
“1001 Gece Masalları” adlı bir kaç bölümlük bir çizgi roman yazmış ve çizmiş.
Tiyatro ve pandomim çalışmaları da yapmış.
Pandomim sanatçıları tarafından bir çok kere oynanmış “Susuz Adam” adlı bir oyunu var.
Sonraları çizgi filmle ilgilenmeye başlamış ve kendini bütünüyle bu sanata vermiş.
Yirmi yıldır sayısız film yapmış.
Bunların çoğu reklâm filmleri:
- Eti Puf,
- İzocam,
- AEG Emaye,
- Ali Usta ile Cengiz, vb...
Ancak Orhan Büyükdoğan’ın amacı uzun metrajlı çizgi filmler yapmak ve kültürümüzü dünyaya tanıtmak.
Bu konudaki görüşlerini şöyle anlatıyor:
“Bizim çok zengin bir ulusal kültürümüz var; ama gereğince değerlendirilmiyor.
Örneğin, güzelim bir Türk minyatür sanatı var, kitapların içinde hapsolup kalmış.
Bir Müslüman dini kültürü var, bir Yunus Emre var, daha niceleri var.
Bu zenginlikleri tozlu raflardan indirip günümüzün sanat anlayışıyla “yaşar” hale getirmek,
kuşaktan kuşağa aktarmak , dünyaya tanıtmak boynumuzun borcudur bizim.
Bugün her insanın sevdiği bir çizgi film sanatı vardır. Neden Yunus Emre kişiliği, felsefesi, sanatıyla çizgi film olarak işlenmesin?
Neden ulusal destanlarımız, müziği ve danslarıyla folklorumuz, Müslümanlıkta yer alan olaylar, efsaneler çizgi film olmasın?
Ben, çeşitli engellerle karşılaşıyorum; yine de bu alanda çalışmalarımı sürdürüyorum.
Türk minyatür sanatında yer alan bazı konuları, yine minyatür esprisinde çizerek kısa filmler yaptım.
‘1001 Gece Masalları’nı bölümler halinde uzun metrajlı çizgi film olarak hazırlıyorum.
Ama bu tür çalışmaların kişisel çabalarla yürümesi çok güç.
Maliyetler çok yüksek; arka arkaya filmler üretilebilmesi için büyük ekipler halinde çalışmak gerekiyor.
Ayrıca dış ülkelere satabilmek için iyi bir organizasyon ve pazarlama gerekiyor.
Ben bunları gerçekleştirebilmek için TRT’ye bir çok kere başvurdum, bazı büyük işadamlarıyla görüştüm; ancak çabalarım sonuçsuz kaldı.
Oysa böyle bir organizasyona gidilse, hem Türk kültürüne hizmet edilecek,
hem dışarıda ülkemiz için çok etkili bir propaganda yapılacak,
hem de dünyadaki yüzlerce televizyon kanalına satışlardan büyük döviz elde edilecek.”
ATEŞ BENİCE
Ateş Benice, 1947 doğumlu Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nde okumuş.
Okul yıllarında büyük bir reklâm ajansında yardımcı animatör olarak çalışmaya başlamış.
Bir mizah dergisinde yayımlanan karikatür çalışmalarını da sürdürmüş.
1977’de kendi stüdyosunu kurmuş.
Benice reklâm filmerinin yanısıra sanat ürünleri de yaratmaya çalışmakta.
Girdiği bütün yarışmalarda çeşitli dereceler almış.
- 1975 Akşehir Nasrettin Hoca Çizgi Film Yarışması’nda “Koridor” filmiyle üçüncülük,
- 1976’da Boğaziçi Üniversitesi Sinema Kulübü’nün Çizgi Film Yarışması’nda “Hoca Bir Gün” filmiyle ikincilik ödülü almış.
- Bu yıl Zagreb Çizgi Film Yarışması’na “Stereo” adlı 4,5 dakikalık filmiyle katılmış.
(Ne var ki, film yarışmaya sokulmamış. Nedeni çok ilginç:
Yarışma Komitesi tarafından Benice’ye gönderilen yazıda
“canlandırma film geleneği olmayan ülkelerden gelen filmlerin yarışmaya alınmadığı” bildiriliyormuş.
Böylece “stereo” yarışmaya katılmamış, ama yarışma dışı gösterilmiş.)
- Benice bu yapıtıyla Portekiz’de düzenlenen 1980 Espinho Canlandırma Film Yarışması’na katılmak için çağrı almış.
Sanatçı konumuzla ilgili şunları söylüyor:
“Ben reklâm filmlerinin dışında kendi olanaklarımla sanat için filmler de yapıyorum.
3 dakikalık bir çizgi filmi 3-6 ay arası bir sürede tamamlayabiliyorum.
Bu yapıtlarla bazı yarışmalara girdim., dereceler aldım.
Tüm güçlüklere karşın, sanat çalışmalarımı sürdürmek ve çeşitli ülkelerdeki canlandırma film şenliklerine katılmak istiyorum.
Ne tür sorunlarla uğraşmak zorunda kaldığımı düşünemezsiniz.
Kendi mali olanaklarımla yaptığım filmlere bir sanatçı olarak verdiğim emek ve zaman bir yana,
bir de bunları uluslararası yarışmalara sokabilmek için uğraştığım bürokratik engeller var.
Diyelim ki hazırladığınız bir çizgi fimi yurt dışında bir şenliğe göndermek istiyorsunuz.
Türkiye’de yapılan sanat filmleri ulusal servet sayıldığından, yurt dışına çıkarabilmek için özel izin gerekli.
- Önce Maliye Bakanlığı Hazine genel Müdürlüğü’ne bir dilekçe veriliyor.
Bu dilekçeyle filmin bedelsiz ihracat faslından dışarıya yarışmaya gönderilebilmesi için izin isteniyor.
- Sonra Merkez Bankası Kambiyo Müdürlüğü Film Denetleme Kurulu’ndan yasal bir sakınca olmadığına dair belge istiyor.
- Film sansürden geçebilirse gümrüğe geliyor.
Bu işlemler iki aya yakın sürebiliyor. İzni alıp filmi yerine ulaştırıncaya kadar yarışma tarihi geçiyor.
Devlet bu sanatı destekleyici bir şey yapmıyor.
Televizyon son derece ilgisiz. Yalnız maliyetine çizgi filmler yapmayı önerdim, onu bile kabul etmediler.
Bari kendi çabasını sonuna kadar kullanıp Türkiye’nin adını dışarıda duyurmaya kalkışan sanatçılara engel çıkarmasınlar.”
ALİ MURAT ERKORKMAZ
Televizyonda yayımlanan
- “Günaydın” ve
- “Güle Oynaya” programlarının jeneriklerinden,
- “Lobi”,
- “Bay Balon”,
- “Akbank’ın Uğur Böceği” reklâm filmlerinden çizgileriyle tanıdığımız Ali Murat Erkorkmaz, 1948 doğumlu.
- İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’ni bitirmiş.
- Lise yıllarında gönül verdiği animatörlükten başka müzikle de yakından ilgileniyor; filmlerinin çoğunun müziğini kendi yapıyor.
- Bir gitar ve piyano konçertosu bestelemiş.
- Büyük bir gazetede yayımlanmış “Murat Ali” adlı bir çizgi romanı var.
- Bunlardan başka mimarlık ve fiber tekne yapımı ile de ilgilenen sanatçıya bu kadar işi bir arada nasıl yürütebildiğini sorduğumda,
“Çok hızlı çalışırım,” dedi, “ayrıca topa meraklı olmayan bir erkek bir çok işe zaman bulabiliyor."
Bugün dokuz kişilik ekibiyle çalışmalarını sürdürüyor.
Şimdiye kadar;
- 300’ün üstünde reklâm filmi,
- “Esop” ve “Kuka” adlı uzun metrajlı iki film yapmış.
Son yıllarda Arap ülkeleri için de reklâm filmleri yapan sanatçı şunları söylüyor:
“Ben çalışmalarımı bu işe gönül verdiğim için sürdürüyorum; yoksa şimdiye kadar çoktan bırakırdım.
Canlandırma film, yalnız reklâm filmleri demek değil. Eğlendirici ya da öğretici nitelikte güzel filmler yapabiliriz.
Bunu gerçekleştirebilecek düzeyde bir çok arkadaşımız var.
Ancak uzun metrajlı filmlerin hem maliyeti çok yüksek, hem de üstlerinde aylarca, bazen bir kaç yıl çalışmak gerekiyor.
Bu durumda büyük ekip çalışmaları, büyük organizasyon, büyük mali güç gerekli.
Oysa desteklemek şöyle dursun, başta televizyon olmak üzere, sanatçıyı bezdirmek için her şey yapılıyor.
Ben televizyon yöneticilerinin bu konuya ilgilerini çekmek için elimden geleni yaptım ama sonuç alamadım.
Örneğin, kendi olanaklarımla yaptığım 1,5 saatlik “Esop” adlı bir filmim var.
Bu filmi dışarıya çok iyi koşullarla satabilecek durumdayken, televizyon yöneticilerinden gördüğüm biraz ilgi nedeniyle, satmaktan vazgeçtim, kendi ülkemin televizyonunda oynatılsın istedim.
Önce filmi yarımşar saatlik bölümlere ayırmamı istediler; öyle yaptım.
Sonra onar dakikalık bölümler olmasına karar verdiler; yeniden değişiklik yaptım.
Görüşmeler sürüp gitti; sonunda vazgeçtim.
Aradan iki yıl geçti, “Esop” televizyonda hâlâ gösterilmedi.
Yalnız maliyetinin ödenmesi koşuluyla canlandırma filmler yapmayı önerdim; ona da olumlu yanıt alamadım.
Şimdilik reklâm filmleri dışında da çalışmalarımı sürdürüyorum. Bazılarını kendi çabamla dış ülkelere sattım.
Ancak yine de kendi ülkem için film yapmak ve Türkiye’nin dışarıda ‘alıcı’ değil,
‘satıcı’ ülke durumuna gelmesine katkıda bulunmak en büyük dileğim.”
TUNÇ İZBERK
Tunç İzberk 1942 doğumlu.
Gazetecilik Ensitüsü’nde öğrenciyken karikatüre başlamış.
Yapıtları çeşitli gazetelerde yayımlanırken, çizgi filmlerle ilgilenmiş.
1962 yılından bu yana yalnız bu alanda çalışıyor.
Değişik reklâm ajanslarında görev almış.
1973’den beri çalışmalarını serbest olarak sürdürüyor.
İzberk, üç dakikalık “Hoca ile Hırsızlar” filmiyle, Kültür Bakanlığı 1979 Çizgi Film Yarışması’nda birincilik ödülünü almış.
Daha sonra, yine Kültür Bakanlığı için üçer dakikalık iki film yapmış:
- “Hoca ile Eşek”,
- “Kuyuya Düşen Ay”.
Türkiye’de canlandırma filmin durumu konusunda görüşlerini şöyle açıklıyor:
“1979’a kadar ülkemizde çizgi film sanatı, reklâm piyasasının sınırları içinde sıkıştı kaldı.
1960-1970 yılları arasında reklâm ajansları sinema reklâmlarına yöneldiler ve büyük gelir elde ettiler.
Çizgi filmin canlı filme göre daha esprili olabilmesi, ayrıca ülkemizde el emeğinin ucuzluğu nedeniyle,
bu alana gitgide daha yüklenerek, ajanslarında çalışan sanatçılara haftada 3-5 film yaptırır hale geldiler.
Bir saniyede 24 kare film geçtiği göz önünde tutulursa,
animatörün ister istemez işin kolayına kaçmasına ve filmlerin kalitesini düşürmesine şaşmamak gerekir.
Buna bir de işverenin “halk anlamaz” düşüncesi eklenince, Türk çizgi film sanatı,doğumuyla birlikte, tam bir yozlaşma dönemine girdi.
1970’li yıllarda, televizyonun ülkemizde yayılmasıyla ciddi,
tutarlı bazı reklâm ajansları çizgi film sanatçısına gereken önemi verme zorunluluğunu duydu ve kaliteli filmler yapılmaya başlandı.
Görüldüğü gibi, ülkemizde bu sanat, reklâmcılıkla iç içe olmuş, desteklendiği zaman yeşermiş, kösteklendiği zaman da tökezlemiştir.
1979’da devlet ilk kez çizgi film sanatına ilgi gösterdi
ve Kültür Bakanlığı Nasrettin Hoca öykülerini konu alan bir çizgi film yarışması açtı.
Bu yarışmaya 45 milyonluk Türkiye’de yalnız 10 yapıt katıldı.
Ne var ki, bu ülkemizde geçmişi çok kısa olan bir sanat dalında yine de belenenin üstünde bir sayıydı.
Kültür Bakanlığı, derece alanları desteklemek amacıyla beşer film sipariş etti. İşe başladık.
İkinci filmi tamamladığım sırada bir yazı aldım.
Bu yazıda, 1980 bütçesinin bir tasarruf bütçesi olduğu, anlaşması yapılan beş filmin ikiye indirildiği bildiriliyordu.
İkinci filmi tamamlayıp teslim ettim.
Bunların üstünde çalıştığım bir yıl boyunca hep aynı soru takıldı aklıma:
Bakanlık, biz sanatçıları onurlandıracak bir belge vermeyi de mi savurganlık kapsamına almıştı?
Çağımızda sanatçı ancak güvence altında bulunduğu zaman yaratıcı olabiliyor.
Batıda çeşitli kuruluşlar, vakıflar, doğu bloku ülkelerinde ise devlet bu sorumluluğu yüklenmiş.
Bizde ise sanatçıyı destekleyen hiç bir kuruluş yok.
Devlet bu sanata ciddi bir biçimde ilgi göstermeli.
TRT her yıl binlerce dolar döviz ödeyerek satın aldığı yabancı çizgi filmlerin yerine,
yerli sanatçılara kendi kültürümüzü, kendi esprilerimizi içeren filmler ısmarlayıp dış pazarlara satarak ülkemize döviz kazandırabilir.
Bu gerçekleştiği zaman, Türk çizgi film sanatı, karikatürde, edebiyatta, müzikte olduğu gibi, dünyada sesini duyurabilecektir.”
EMRE SENAN
Uygulamalı Endüstri Sanatları Yüksek Okulu Grafik Bölümü’nde asistan Emre Senan...
1954 doğumlu.
İnşaat Mühendisliği öğrenimi yaparken, bırakıp, şimdi çalıştığı okula girmiş.
Grafik Bölümünü bitirdikten sonra elliye yakın reklâm filmi yapmış.
Çeşitli gazetelerde yayımlanan karikatürleri, “Ne Alırsan 12,5” adlı bir de politik çizgi romanı var.
Kültür Bakanlığı’nın 1978’de düzenlediği “İnsan Hakları Yarışması”nın karikatür ve afiş dalında ikincilik ödülü almış.
Aynı yıl asistanlık görevine başlamış ve okulunda canlandırma film atölyesinin kurulmasına katkıda bulunmuş.
Bir yandan yeni sanatçılar yetiştirirken bir yandan da sanat ürünü filmler yapıyor.
Girdiği yarışmalarda kazandığı ödülleri var Senan’ın:
- Boğaziçi Üniversitesi’nin 1976 Canlandırma Film Şenliği’nde “Gergedan” filmiyle birincilik,
- 1977 ve 1978’de yine aynı şenlikte “Tabanca” ile Akşehir Nasrettin hoca Ulusal Çizgi Film Yarışması’nda ikincilik,
- 1978’de Balkan Film Şenliği Jenerik Yarışması’nda ikincilik,
- Kültür Bakanlığı 1979 Nasrettin Hoca Çizgi Film Yarışması’nda “Kısasa Kısas” filmiyle üçüncülük...
Şimdi Nâzım Hikmet’in “Sevdalı Bulut”unu 20 dakikalık bir çizgi film olarak hazırlayan Senan, konumuzla ilgili şunları söylüyor:
“Çizgi film çok masraflı bir iş.
Uzun metrajlı bir çizgi filmi bir animatörün tek başına finanse etmesi çok güç.
Devlet ve televizyon bu konuda ilgisiz.
Ama biz yılmamalı ve kapıları daha çok zorlamalıyız.
Bence canlandırma film sanatçıları, sanat ürünü film yapmak için güçlerini birleştirmeli, ekip çalışması yapmalı ve örgütlenmelidir.
Teknik eksiklikler, birlikte kurulacak bir stüdyo ya da devletin sinemayla ilgili bir kurumunun katkılarıyla giderilebilir.
Reklâma büyük yatırımlar yapan kuruluşlar,
örneğin bankalar, hem reklâmlarını yapmış hem de sanat ürünü canlandırma film yapımını desteklemiş olurlar.
Her sanatçı, ticari amaçların dışında, yılda hiç değilse bir sanat filmi yapmalıdır.
Bu, canlandırma film sanatçılarının duymaları gereken bir sorumluluktur.
Bugün Türkiye’de bir canlandırma şenliği yapılsa, katılacak yerli film sayısı pek azdır.
Bir birikim oluşmalıdır.
Eğitim sorunu da var. Düşünün ki, 45 milyonluk Türkiye’de animatör sayısı 10-15’i geçmez.
Başka ülkelerde yıllardır yeni sanatçılar yetiştiren canlandırma film okulları, üniversitelerde ayrı bölümler, kurslar var.
Bizde ise sanat eğitimi yapan okullara bu ders iki yıl önce kondu. Haftada bir kaç saatlik dersle bu işi öğrenmek çok güç.
Bir animatörün artistik yönden olduğu kadar, teknik bilgi yönünden de güçlü olması gerekir.
Canlandırma film, sanat okullarında ayrı birer bölüm olarak kurulmalı ve bu bölümler gerekli her tür teknik araçla donatılmalıdır.
Belirli kurallar dışında öğrenciler çalışmalarında özgür bırakılmalıdırlar ki, kendi sanatçı kişiliklerini bulabilsinler.
Bir başka konuda pazarlama sorunu.
Uzun metrajlı yerli bir çizgi film yapılsa, yalnız Türkiye’de gösterilmesi maliyeti bile karşılamaz.
Mutlaka dış ülkelere pazarlanması gerekir. Bu, büyük bir organizasyon işi. Televizyon bu işe sahip çıkarsa büyük adımlar atılabilir.
Bazı sanatçılar maliyetine film yapmayı bile önerdikleri halde televizyon ilgi göstermiyor.
Nedeni, dışarıdan daha ucuz, ama çoğu kalitesiz çizgi film alabilmesi.
Oysa televizyon, ulusal kültür üstünde büyük etkisi olan bir yayın organı.
Acaba bu yabancı filmlerin kültürümüze ne gibi bir katkısı oluyor?
Çocuklarımız her akşam bu yabancı kaynaklı filmlerden ne biçimde etkileniyor?
Japonlar bu işi tamamen ticarete dökmüşler. Batının kültürünü batıya satıyorlar.
Biz bunu yapalım demiyorum ama kültürel değerlerimizi canlandırma gibi etkili bir yolla bütün dünyaya tanıtabiliriz.
Bunun için her şeyimiz var aslında; ancak iyi bir organizasyon gerekli.”
Görüldüğü gibi, çizgi film sanatçılarımız bu konuda hayli kırgınlar.
Geçtiğimiz yıllarda bu işi “umutsuz” görerek bırakan çok yetenekli, ünlü sanatçılarımız var.
Kendileriyle konuştuklarım ise, tüm engellerle boğuşarak, pek çok şeyden vazgeçerek sanatlarını hâlâ sürdürmeyi başaran kişilerden bazıları.
Bu sanatçıların görüşleri genellikle aynı noktalarda birleşiyor.
Böylesine zengin kültür kaynaklarımız varken, bu işe kendilerini adamış yetenekli sanatçılarımız varken,
her bakımdan kazanç getireceği kesin olan canlandırma filmin ayakta durmasını, gelişmesini sağlamak akıllıca bir girişim olmaz mı?
Demet Değer İnanç | sanat olayı - Sayı: 4 - Nisan 1981