Yalçın Küçük


Önce bir alıntı:

‘Prens’ Sabahattin çok gerici bir politikacı ve çok gerici ve ‘hevesli’ bir sosyolog olmasının yanında bir sahtekârdır.
Çünkü, Osmanlı hanedanında kurallar çok net ve ‘prens’ unvanı yok.

Kurallar çok net: Erkeklerde ancak taht’a geçenlere ‘sultan’ denebilir ve bu mutlaka isimden önce gelmelidir. Yavuz Sultan Selim, Sultan Mahmut örneklerinde olduğu gibi. Hanedanın kadınlarına da sultan denilebilir; ancak mutlaka isimden sonra gelir. Kösem Sultan, Mihrimah Sultan veya Sultan Mahmut’un şair kızı Adile Sultan örneklerinde olduğu gibi.

Şehzadelere ise sultan veya ‘prens’ kesinlikle denmez, Osmanlı kanununa aykırı.
Murat Efendi, Abdülhamit Efendi, Mecit Efendi örneklerinde olduğu gibi.

Abdülhamit’in yeğeni Sabahattin’in prensliği kendinden menkuldür ve sahte.

Bu alıntıyı Yalçın Küçük’ün son kitabı “Aydın Üzerine Tezler 1830-1980” (*) adlı yapıttan aldık. Tümü üç cilt ve kimbilir kaç bin sayfa tutacak bu ilginç kitabın 703 sayfalık ilk cildinden alınmış bu ufak örnek, ufaklığına ufak ama, Yalçın Küçük’ü tanımayanlara yazarını tanıtacak kadar büyük.

Yalçın Küçük bu işte.

Araştırmalarında, çalışmalarında kılı kırk yaran, zaman zaman en ünlü polis hafiyelerine taş çıkartacak inceliklerin ardında koşup, beklenmeyen yerlerden umulmayan sonuçlar çıkaran, dediklerini açık seçik söyleyen ve yazan, hükümlerinde sert ve acımasız, hatır gönül dinlemez, doğru bildiğinden şaşmaz, gördüğünü söylemekten sakınmaz, hak aramak için gittiği yargıca “Merhaba Kör Kadı” diyecek türde bir Türk aydınıdır Yalçın Küçük.

Seveninden çok sevmeyeni vardır. Merhaba Kör Kadı’cılığı, çok kişiyi tedirgin eder.
Ama Yalçın Küçük, böyle şeylere aldırmaz, bir çalışkan adamdır, bildiğini okur, inandığını yazar, inatçıdır... Uzlaşmacı ise hiç değil...
Bu yanlarıyla, bir ortak dostumuza, Doğan Avcıoğlu’na çok benzer.

Yalçın Küçük, bir iktisatçı. Daha önce de yayınlanmış pek çok yazısı ve kitabı var.

  • Planlama,
  • Kalkınma ve Türkiye,
  • iki ciltlik Türkiye Üzerine Tezler ve
  • Bir Yeni Cumhuriyet İçin adlı kitapları alışılmışın dışında görüşler içeren ekonomi politik ve tarih araştırmaları...

Üzerlerinde uzun uzun konuşulması, tartışılması, eleştirilmesi ve en önemlisi de düşünülmesi gereken bu kitaplar ne kadar yazıktır ki, baskı sayıları ve satışları hayli yüksek olmasına karşılık, ülkemizde yeterince tanınmış ve ses getirmiş değil. Bu, niye böyle? Niye bunca önemli sorunlara bunca kesin ve keskin görüşler, hiç değilse tartışma konuları getiren bu kitaplar, yeterince yankı yaratmadı? Bu sorunun yanıtını, belki biraz da Yalçın Küçük’ün kişiliğinde aramakta yarar var. Yalçın Küçük’ün acımasızlığı, hırçınlığı, unutmazlığı ile kavgacılığı ortaya koyduğu tezlerin tartışılıp, eleştirilmesi konusunda, çok kişide bir çekingenlik yaratıyor denebilir. Ama, bence bir başka şey daha var ki, bu daha ön plana çıkıyor: Türk aydını, alışılmamışı söyleyip, zorlayanı görmezden gelmeyi yeğliyor... Ya da daha kötüsü: Düşündüğünü kâğıda dökmüyor da, eş dost sohbetinde söylemek ve eleştirmek, hatta daha da ilerisi, küçümsemekle kendi uyuzunu kaşıyor.

Tabiî, bunda okuma üşengeçliğinin, yani tembelliğin rolü de var. Yalçın Küçük’ün tezlerine, galiba bir tez de biz ekleyeceğiz: İstisnaları dışında, Türk aydını tembel... okumada da tembel, yazmada da tembel...Bir de içlerinde yüreklisi az... Ya da başka bir şey... Aydın rolünü oynamak, aydın olmaktan daha kolay. Biz de kolaycıyız...

Yalçın Küçük’ün “Aydın Üzerine Tezler”inin ilk cildinin yayınlanışından iki üç ay sonra, böylesi konularla doğrudan ilgili olmaları gerekli iki üç profesör dostun da bulunduğu bir mecliste, bu kitap hakkında ne düşündüklerini sorduğumuzda aldığımız yanıt kan donduracak türdendi... Böyle bir kitabın çıktığından ancak bir ikisinin haberi vardı ama, daha kimseler okumamıştı. Buna karşılık, içlerinden biri, bir tarihçi, okumadığı kitap için görüş de söyledi: Nerden bilirmiş Yalçın Küçük, bilmem ne hocayı? Nerden bilip de yazıyor? o ekonomisiyle uğraşsın!

İşte, bizde aydın biraz da bu. Meslek kıskancı... Üstelik de kolaycı... Fetvayı, konuyu bilmeden de verebiliyor.

Yalçın Küçük’ün, bu mutlaka üstünde durulması gereken kitabını elden geldiğince tanıtmaya geçmezden önce, bir-iki noktaya daha değinmekte yarar var.

Yazar, 1978’de yayınladığı “Türkiye Üzerine Tezler 1908-1978” adlı kitabının ilk cildinin önsözünde şöyle diyordu:

...Burada kullandığım kaynakların, belgelerin, istatistik ve tabloların toptan yanlış olduğu gösterilmedikçe; ileri sürdüğüm tezler, yeni çalışmalarla çürütülmedikçe, Türkiye tarihi üzerine şimdiye kadar söylenmiş ve yazılmış olanların çok büyük.bir bölümünü unutmak gerekecek. Bu yüzden bu çalışmayı, şimdiye kadar kendisine sunulanlardan, rahatsızlık duyanların okumasında yarar var. Piyasadaki klişelerden hoşnut olanlar için, bu çalışmayı okumanın sağlayacağı bir yarar yok.

Yalçın Küçük, bu yeni kitabında da, bundan altı yıl önce yazdığı hava içinde tezlerini ileri sürüyor.
Benim dediğim dediktir” gibi bir havası var.

Bu kez de, kitabına şu sözlerle girmiş: Türk aydınının, kendisiyle ilgili düşüncelerini tersine çevirmeye çalıştım.
Zor olmadı; Türk aydını başıyla yürüyor ve ayağıyla düşünüyordu. Tersti; tersine çevirmeye başladım.

Galiba, Yalçın Küçük’ün Türk aydını üzerine tezlerinin ilki de bu cümle ile, bu girişle başlıyor. Başıyla yürüyen, ayaklarıyla düşünen bir aydın...
Yalçın Küçük de, bu toplumun bir bireyi olduğuna göre, aynı tez, biraz kendisi için de geçerli olabilir.

Yalçın Küçük gene önsözde, yapmayı istediği işleri sıralarken, bir başka çabasından da söz ediyor.
Türk diline, teorik bir anlatım gücü kazandırma çabalarımı, burada da sürdürdüm. Cümleler denedim diyor.

Gerçekten, kitabın dili oldukça değişik, basma kalıplıktan uzak ve dinamik bir dil. Ancak; noktalar, virgüller, noktalı virgüller, yer yer gereğinden fazla harcanmış. Bu, akıcılığı azıcık azaltıyor. Ama anlatış açık seçik ve yalın. Anlamsız süslü püslü cümleler, ucuz edebiyat yok. Ancak, sıradan meraklı okuyucuyu yokuşa sürecek, zora koşacak satırlar da yok değil. Hele yabancı dil bilmeyen, belirli bir yüksek düzey eğitiminden geçmemiş, kendini yetiştirme çabasındaki kişi için örneğin şu cümle, pek bir şey söyler mi, Yalçın Küçük bunu kendi kendisine sormalıdır:

Kemal’in ayrıntılı biyografisi içinde (kendi halinde), Hegel’ci anlamda (in itself) duran, Kemal-Fanon ilişkisini harekete geçirerek (kendi için) Hegel’ci anlamda (for itself), bir vektör niteliğine kavuşturmakla, yalnızca Kemal’in popüler biyografisini tamamlamış olmuyorum.(S. 554)

Kuşkusuz, bu tek örnek değil. Historiografi, faktör, saga, mediocre, Goodness of fit, Tarula Rasa, vektör case, komünite, heliosantrik, sine qua non, periodizatsiya, vb... sözcükler ve deyimler de kitap içinde, yer yer sıradan okuyucuyu ürkütecek ölçülerde kullanılıyor ki, bu, bir aydınlık gösterisi olmaktan öte, kitaba bilimsel bir derinlik veriyor denemez.

Gerçi, Küçük, kitabının bir yerinde, Aydın doğarken filolog doğar, aydın sözcük kullanır" (s.599) diyor ama, aydın illâ da dünyanın tüm dillerini ve sözcüklerini bilir, elinin altında da her türlü sözlük, her an hazır ve nazırdır, aradığını da hemen bulur diye de bir kural olduğunu da sanmıyoruz.

Yalçın Küçük’ün bir yöntemi var. Bazı konuları, hele tez diye saptayıp yazdığı cümleleri kitabında sık sık yineliyor. Bir tür, kafaya bazı cümleleri, bazı görüşleri çivi çakar gibi çakmak diyebilirsiniz buna. Ancak, bu yinelemelerin yer yer de dozu kaçıyor. O zaman da okur ister istemez, “Bu yazar beni ahmak yerine mi koyuyor?” duygusuna kapılabiliyor. Hele kitaptaki, Türk aydınının, Aydın Uzerine Tezler’e kadar Kemal’i anlayabildiğini sanmıyorum. İki nedenle anlamaları imkânsız görünüyor: Birinci neden, ciddiye almamalarından ileri geliyor. Anlamak için, dost ya da düşman olsun, önce ciddiye almak gerekiyor. İkincisi, yöntemleri geçerli bir yöntem olmuyor, (S. 500) ya da Eleştirmek yetmiyor, anlamak da gerek (S.532) türünden çok bilmiş ve dozu kaçmış iddialar, okuyucuyu iten iddialardır dersek, sanırım çok yanılmış olmayız.

Yalçın Küçük’ün, tartışma yaratması gereken görüşleri, tezleri elbette ki, bu kadarla bitmiyor.

Daha yüzlerce örnek gösterilebilir ama, biz bir ikisini daha sıralayalım:

Taşralı olmak demek, aydın olmamak demektir. (S.541)

Aydın başından itibaren, geçimi için çalışmanın ötesinde, zamanı olan kimseler arasından çıkıyor. Rastlantı değil. (S.541)

Aydın, bir üründür. Aydın, üst üste katlanmış, iç içe girmiş bir etkiler dizisinin ürünüdür.
Tarihin, toplumun, eylemin ve hepsinden öte hepsinden yakın örgütünün ürünüdür. Dayandığı sınıf kadar, örgütünü de yansıtır. (S.570)

Yeni Osmanlıları bir burjuva finanse etmiştir.
Yeni Osmanlıların bir burjuva demokrat iz taşımalarında, bu finansmanın önemli rolü vardır. (S.540-541.)

Şimdi, iki kere iki dört eder gibi kesinlikle ortaya konulmuş bu hükümlerden ya da Küçük’ün hoşlandığı deyimle tezlerden birine,
Taşralı olmak demek, aydın olmamak demektire bir bakalım:

Yani ne? Büyük kentlerin, kültür merkezlerinin dışında aydın yetişmez mi demek isteniyor. Taşradan kasıt ne? Ya da taşralılık demekle, ne anlatılmak isteniyor? Hemen akla geliveren iki örnek var: Maksim Gorki ve Panait İstrati... Binlerce örnek gösterilebilir ya, ilk aklımıza gelenler bunlar oldu. Maksim Gorki’nin çağının yadsınamayacak bir aydını olduğunu bilebildiğimize göre, Rusya’nın taşra şehirlerinde ekmek kavgası verirken, yazdıklarıyla ispatladıktan sonra, büyük kültür merkezlerine ulaşmıştır. Bir ölçüde, İstrati de öyle. Yaşamları boyu, köylerinden kasabalarından çıkmadan, oldukları yerde koza örer gibi yapıtlarını vermiş nice düşün ve bilim adamı, aydın adını da saymak olasıdır.

Geçimi için çalışmanın ötesinde zamanı olan kimse... lafı da öyle. Ne demek çalışmanın, geçinmek için çalışmanın ötesinde zamanı olmak? Yani, rantiye olmak mı? Yalçın Küçük’ün bu tezini, pekâlâ böyle anlamak mümkün. Peki, bizim ekmek parası için fabrika ameleliğinden kâtipliğe, memurluktan arzuhalciliğe kadar girip çıkmadığı boya kalmayan, ekmek parası için ömrü boyunca, ama yazı çizi, ama şöyle ya da böyle, çalışa çalışa ölmüş Orhan Kemal’imizi 70 yaşında, kalemiyle ekmek parası kazanma kavgasındaki Aziz Nesin’imizi, ekmek parası peşinde, verem olup ölmüş, kalem işçisi Mahmut Yesari’mizi ve daha bunlar gibi, ömrünce şöyle ya da böyle, ama ölesiye çalışıp, ekmeğini güç kazanmış aydını aydından saymayacak mıyız?

Sonra, örgütle ilgili tez...
Örgütsüz, örgütten kopmuş, ya da katılacak bir örgüt bulamamış, döneminde ve çevresinde örgüt olmayan insan aydın olamaz mı?

Buyurun bir alıntı daha: Aydının hayal kırıklığı, tarihte istisna değil, kuraldır. (S. 17)

Niye kural olsun? Aydın olarak kavgasını verip, amacına ulaşıp ölmüş, hayallerini gerçekleştirmiş hiç mi aydın yok?

“Aydın Üzerine Tezler”de, Yalçın Küçük’ün ileri sürdüğü her biri tartışmaya açık,
ama aynı zamanda üstünde düşünülmesi de gereken, “bu tezdir” dediği, bazı görüşler de şunlar:

Eleştirmek yetmiyor, anlamak da gerek. (S.532)

Aydın, kafasıyla ve inatla mücadele ederek, toplumu değiştirmek isteyen kimsedir.(S.218)

Tanzimat düşmanlığı, bir gericiliktir. (S.307)

Türkiye’nin stratejik önemi, bir ondokuzuncu yüzyıl değerlendirmesidir.(S.264)

Doğru olabilmek için, güçlü olmak gerek. (S.367)

Birer özdeyiş niteliğine büründürülmüş, azıcık paradoksal ya da öyle görünen bu tezler, kuşkusuz salt böyle bir ikişer cümleyle geçiştirilmiyor. Yalçın Küçük, özdeyiş biçimine soktuğu bu görüşleri, kanıtları, tanıklarıyla açıp, uzun uzun anlatıyor. Örnekler vererek neyin niçin böyle olduğunu anlatıyor. Şaşırtıcı ve çarpıcı örnekler bulup sıralıyor.

Örneğin, daha kitabının başlarında diyor ki, Türkiye’de tarih bilimi yoktur.

Sonra açıyor: "Türkiye’de, toplumun gelişme yasalarını çıkarıp ortaya koyma anlamında bir tarih bilimi olmadı.

Bundan sonra da, anlatıyor niçin olmadığını.

Sınıflı toplumlarda tarih, bir çarpıtmanın ve şaşırtmanın en kolay ve güvenilir yolu haline geliyor diyor.

Örnek vermiş. İkinci Dünya Savaşı sonrası, Türkiye ile Yunanistan’ın yarışması sırasında, Batı dünyasında ortaya çıkan ve en çok da Türkiye’de tutulan bir şarkı var: İstanbul not Constaninopol. Bu şarkı diyor, Türk halkına, Batı dünyası istanbul’u Grekçe adıyla değil Türkçe adıyla kabul etmiş oluyor diye takdim edildi. Ulusal onur yükseltilmiş gibi gösterildi. Sonra kanıtla getiriyor ki, İstanbul kelimesi de tıpkı Kostantinya gibi Grekçe kökenli bir sözcüktür, “Constaninopol değil İstanbul” şarkısıyla ulusal onur korunmuş olmaz, olsa olsa kendi kendimizi aldatmış oluruz.

Hemen ardından ekliyor:

Burada önemli olan bu değil. Türkçe’de her gün kullanılan ‘Efendi’ kelimesinin Grekçe ‘sahip’ anlamına gelen ‘Ofendis’ kelimesinden geldiği ve Türkçe’ye ancak, İstanbul’un fethinden sonra girdiği bilindiğine göre, İstanbul kelimesinin de Grekçe’den gelmiş olmasına fazla şaşılmaz. Önemli bir bulgu değeri yok. Burada önemli olan şu: İstanbul kelimesinin Grekçe’den geldiği yeni keşfedilmedi. Çok öncelerden beri biliniyor. Türkiye’de de bunu bilen tarihçiler var. Ancak, Türk ve Yunan halkları Kostantinopol ve İstanbul türünden pek anlamsız bir çekişmenin içine sokulduğunda, tarihçiler susuyor. İslâm Ansiklopedisi’nde İstanbul maddesini yazan tarih profesörü de. (S. 22-23)

Y. Küçük, okul tarihlerinde, resmi tarihlerde pek beğenilerek ele alınan ünlü “Koçi Bey Risalesi”nin, gerçekte Türkler’e aşağılık duygusu veren bir öneri olduğunu ortaya koyuyor. Sened-i İttifak’ı Magna Carta’ya benzeten tarihçileri şiddetle eleştiriyor. Bunların hiçbir benzerlikleri olmadığını, tam tersine bu senedin bir özgürlük başlangıcı sayılmasının yanılgı olduğunu açıklıyor.

Salt halk arasında değil, okumuş-yazmışlar gözünde de şaşmaz gerçekler olarak kabul edilen bazı doğru sanılan görüşleri sarsıyor durmadan.
Örneğin, İstiklâl Marşı’mızdaki, “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım” dizesini ele alıp, yanlış diyor. Çok zaman esir yaşadık diyor.

Türkleri önce Çinliler esir ettiler, Doğu’da; sonra Doğu’ya akın yapan Araplar buldular ve esir ettiler.
Bu, bir sır değil; ya da herkesin bildiği sırdır (S. 77) diye yazıyor.

Yeniçeriliğin, sonlarına doğru, salt bir silahlı kuvvetler örgütü değil, bir esnaf topluluğu, sermaye ile bütünleşmiş bir topluluk olduğunu ortaya koyuyor. Bilinmeyen şeyleri değil, bilinen şeyleri yazıyor ama, yerleşmiş ve kökleşmiş değer yargılarını alt üst edecek biçimde yazıyor. Gerçekler üzerindeki yaldızları kazıyıp, işin iç yüzünü ortaya çıkarmaya çalışıyor.

Osmanlı’nın son dönemlerinde, kahramanlıkları destanlaştırılmış üç paşa vardır diyor. Kanije Kahramanı Tiryaki Hasan Paşa, Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa, Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Paşa... Anafartalar Savaşları sırasında Mustafa Kemal Bey henüz paşa değildir, ama bu bir teferruat... Yalçın Küçük, bu noktada birden ortaya bir çarpıcı, bilinmesi gereken, ama dikkatleri üstüne çekmemiş gerçek atıyor. Bu destanlaştırılmış üç kahramanlık da, savunma savaşları kahramanlığıdır diyor. Şöyle bir düşünürseniz, doğrudur... Bir dip notunda, bir başka gerçek daha söylüyor: Mustafa Kemal Paşa ve Türkiye’nin bir saldırı yengisine gereksinimi vardı. Sonra ekliyor: 19 Mayıs 1919 tarihine kadar Mustafa Kemal, daha sonraki Kemalist Historiyografinin göstermeye çalıştığı ölçüde, başarlı ve parlak bir geçmişe sahip değil. Ayrıca, Çanakkale’nin doğrudan doğruya Mustafa Kemal’e bağlanması, daha sonraki yıllarda oluyor.

Yalçın Küçük, bildiğimizi sandığımız tarihimize ilişkin daha böyle pek çok tez geliştiriyor.

Örneğin diyor ki,Tanzimat aydını, Meşrutiyet aydınına göre daha laikti... Sultan Selim’in reformları salt orduyu yenileştirmeye yönelik değildi. Ekonomik temelliydi ve bu yani daha ağır basıyordu... Laisizm ve kıyafet devrimi, Sultan Mahmut döneminde başladı. Türkiye’ye ilk matbaanın İbrahim Müteferrika tarafından getirildiği yolundaki öğreti yanlıştır... Yeniçerilik, bir kurum olarak bir Osmanlı icadı değildir (S.223)... Türkiye’de yayınlanmaya başlayan ilk Türkçe gazete, Takvim-i Vekayi değil, Mısır’da Mehmet Ali Paşa tarafından çıkartılmaya başlanan al-Vakal al-Mısriye’ dir, 1828’de yayınlanmaya başlamıştır (S.236)... Türkiye’de, özgürlük için diktatörlük gerektiğini, ilk önce Sultan Mahmut yaşadı... (S.155) Her anlamda Kemalist devrim on yıldan daha kısa sürdü... Yunan bağımsızlık savaşı, Türk aydınının doğumunda çok ayrı ve önemli bir yere sahip (S.168) Tanzimat, bir Batı öykünmesi değildir. Tanzimatçıların, kendilerine örnek aldıkları ülke Mısır’dır. Tanzimat Batı’dan gelmedi, aydınları tarafından Batılılara kabul ettirildi (S.196)... Tanzimat, daha Gülhane Hattı Hümayunu’ndan önce, Sultan Mahmut döneminde uygulanmaya konmuştur... (S. 198).

Tüm bunlar, Yalçın Küçük’ün çok hacimli kitabının ilk cildinden rastgele yaptığımız alıntılar ya da aktarmalar.
Sanırız, salt bunlar bile, yazarın ne kadar büyük bir işe kalkıştığını göstermeye yetecektir.

Kabaca özetlersek, Yalçın Küçük Türkiye’de aydınlanma çağının başlangıcı olarak 1826’da yeniçeriliğin kaldırılmasını alıyor.
Türkiye’de, aydınların bundan sonra yetişmeye başladığını ileri sürüyor.
Aydın saydıkları arasında Sultan Selim ve Sultan Mahmut II başta geliyor.
Tanzimatçı Reşit, Ali ve Fuat Paşa’lar, Tanzimat’ın asi çocuklar dediği Namık Kemal, Ziya Paşa ve Şinasi Efendi var...

Ahmet Cevdet Paşa, Ahmet Mithat Efendi ve Ahmet Vefik Paşa, dönemlerinin tutucuları olarak sergileniyor.
Rusçuk Yaranı’nı oluşturanlar, Türk aydınlık tarihinin ilk şehitleri diye sayılıyor.

Kitapta sürekli olarak günümüzle geçmiş arasındaki ilişkiler ve benzerlikler bir bütün olarak sergileniyor. Namık Kemal ve arkadaşlarının biyografik incelemesi şaşırtıcı bir ustalık ve sabırla yapılıyor. Her olay ve kişi yerli yerinde, sapıtmalar düzeltilerek ve değerlendirilmeleri yeniden yapılarak oturtulmak isteniyor.

Yalçın Küçük, Ben tarihi yeni baştan yazıyorum derken, bir yerde yaklaşımını da şu sözlerle dile getiriyor:

Gelişmenin önündeki en küçük engel için, en acımasız kavgalar verilmelidir.
Engel, yaşayanların yanlışlarıdır, en küçük yanlış, en sert eleştiriyi doğurabilmeli.
Ya da engel, geçmişin yolu kapayan ölü elidir; ölü el, yok edilmelidir. (S.210)

Yalçın Küçük, elhak bu dediğini de yapıyor.

Örneğin, Profesör İdris Küçükömer’in, Düzenin Yabancılaşması adlı kitabını, Bir tarih fukaralığı ve mantık curcunası olarak niteledikten sonra, Profesör Küçükömer, kafa karışıklığını kâğıda döküp, bastırma cüretini gösterdi diyor. Prof. Enver Ziya Karal için, "Karal, benim bilgime göre, yalnızca Üçüncü Selim üzerine derinlemesine çalışmış bir tarihçidir (s.137) Enver Ziya Karal’ın tarihçiliğinin son derece yoksul olduğunu söylemek zorundayım. Hiçbir zaman ampirist sayılamaz. Arşivle yakın ve ciddi bir ilgisi olmadığı anlaşılıyor. O kadar öyle ki, kitaplarında dip not kullanmak veya kaynak göstermek zahmetine de pek katlanmıyor. (s.97) diyor.

Yalçın Küçük’ün, Ziya Gökalp ve Fuat Köprülü için getirdiği hükümler de şöyle:

Ziya Bey’i, tüm bilimsel sığlığına, bugüne kadar gelen önemli yanlışların babası olmasına, medeniyet ile hars ayrımıyla Türk gericiliğinin repertuarına önemli bir katkıda bulunmasına rağmen, kişiliğinden, inanmışlığından, politikaya olan saygısından, bilim ile politikayı hep birleştirmek istemesinden, Türkçe’ye ‘Mefkure’ kelimesini, ‘ülkü’ anlamına geliyor, uydurarak kazandırmasından ve daha birçok nedenden dolayı, pekçok önemsiyorum. Bir anlamda, kendi yetiştirmesi olan ve gerçekte Türk biliminin bir ‘harika’ adamı sayılabilecek Köprülüzade Mehmet Fuat Bey’in tersi olarak görüyorum. Köprülüzade Fuat Bey’de bilim var, inanmışlık, güvenilirlik ve kişilik zenginliği yok. (s.117)

Yalçın Küçük’ün, Prof. Orhan Aldıkaçtı için vardığı yargı da şöyle:

Profesör Aldıkaçtı, bir de Anayasa Komisyonu’na başkanlık yaptı, basmakalıp tekerlemeleri bilgi sanan, anayasa hukukçularına prototip oluyor... Aldıkaçtı türünden, bilgisiz üniversite öğretim üyelerinin tekrarlamalarıyla Sened-i İttifak, Türk Magna Charta’sı durumuna yükseliyor. (s.164)

Bu örnekler de gösteriyor ki, Yalçın Küçük acımasız bir eleştirici. Kalemi de çok sivri.

Bir yerde, sözü günümüze getirerek şöyle yazıyor:
Bundan birkaç yıl önce Galatasaray’ın 100. kuruluş yılını kutlayanlar, 12 Eylül’den sonra 500. yılını kutladılar. (s.143)

Saptama, bir bıçak kadar acı veriyor ama, doğru!

Yalçın Küçük, kitabında durmadan bunu yapıyor.
Kendisi de eski bir üniversite öğretim görevlisi olduğu halde, Bazen profesörler arasından da aydın çıkar diyor.

Uzun sözün kısası şu: Yalçın Küçük’ün tüm kitapları gibi, "Aydın Uzerine Tezler" de dikkatle, ibretle ve düşünerek okunacak bir kitap. İlk ciltte, Tanzimat aydınları, 19. yüzyıl aydınları ele alınıyor, herkes ve her şey yerli yerine oturtulmaya çalışılıyor. Yeni ciltlerde, daha yakın tarihlere, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerine gelinecek. O zaman göreceğiz kopacak kıyameti... Bizim ilk ciltten edindiğimiz izlenim bu. ■
________________________________________________________________________________
☆ (Aydın Üzerine Tezler 1830-1980 - Yalçın Küçük/1. Cilt, İstanbul 1984 Tekin Yayınevi, 703 sayfa 1200 TL.)



İlhami Soysal | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 109 - 1 Aralık 1984