Sikke, yani metal paraların üstlerinde yeralan süs, nakış ve işlemeler, her çağda ve her toplumda, özel ve ayrı bir sanat dalı olarak, günümüze değin varlığını ve gelişimini sürdürebilmiştir. Bugünkü metal paraların üstünde yer alan ve özel bir grafikal düzenlemeyi gerektiren yazılarla, tarih ve resimler konusundaki çalışmalar çok eskilere, antik çağlara değin iner. Sikkelerin pek ilkel yöntemlerle basıldıkları (darbedildikleri) o çağlarda, sikkenin modelini (dizaynını) hazırlayan gravürcülerle, bu modeli demir ya da çelik kalıplara geçiren “sikkegân”lar, tekniğin geri olmasına karşılık, desenleme konusunda pek ustaydılar. Bu sanatçıların resimleri, bu resimlerin çelik kalıplara geçirilmesi, ustalığı bakımından, çağın ilkel teknolojisine pek ters düşmekteydi. “Primitif” adını verdiğimiz sanat türündeki (üslubundaki) gizil güzellik de, biraz bu çelişik durumdan ileri gelmektedir. Eğer böyle olmasaydı, bir “Kizikos” sikkesindeki duru, yalın anlatımla, bir ilkel Afrika maskındaki estetik büyüyü nasıl açıklayabilirdik?
Sikke süsleme sanatı, antik çağlarda o denli önemseniyordu ki, çelik kalıbı hazırlayan sikkegânın adı ya da inisyali, sikkeyi bastıran imparatorun adı ile birlikte paranın üstünde yer alabiliyordu. Bu nedenle günümüzde 2400 yıl önce yaşamış gravürcülerin adları, antik Yunan dünyasını süsleyen mimar ve yontucuların adlarından daha sağlıklı bir biçimde günümüze değin gelebilmişlerdir.
SANAT DiNSEL YASAK TANIMIYOR
İslamiyetin resme ve figüratif desene pek itibar etmemesi; bunun yerine, çok özel bir takım grafikal çalışmaları kapsayan yazı ile “insan sureti” dışındaki desen ve figürlerle süslemeyi önplana alması, bütün ortaçağ ve yeniçağ İslam sikkeleri üstünde, yeryüzünde bir eşi daha olmayan, çok değişik tarzda bir “sikke süsleme sanatı”nin doğmasına neden olmuştur. Gerçi, İranlıların etkisiyle bir Selçuk dirhemi üstünde “Şir-i Hurşid” resmi, bir Selçuki etkisiyle de Fatih Sultan Mehmet’in bazı sikkeleri üstünde acemice hakkedilmiş “arslan”, “ejder” gibi tasvirlere rastlanmıştır ama bu tür figüratif süslemeler, Osmanlı sikkeleri üstünde tutmamış, sanatın dinsel yasak tanımama savaşı, dinde özakideciliğe (orthodox’luğa) yenilmiştir. Bu arada, Moğol İmparatoru Cihangir Han’ın (1014 AH) bir “altın mohur” üstüne elinde şarap kadehi tutarken tasvirini bastırmasını, bu alanda bir devrimden de öte, belki de bir başkaldırı biçiminde düşünmeliyiz.
“Numismatic” açıdan islam dünyası sikkeleri, bugün bile üstleri henüz bütünüyle anlaşılamamış, çözülememiş birtakım sayısal ve alfabetik şifreler ve simgelerle doludur. İslam mitolojisindeki “sayı mistisizmi”ne uygun bir yolda darbedildiğini sandığımız bu işaretler, şaşılası bir uyum ve düzen içindedirler. Sanat tarihiyle azbuçuk ünsiyeti olanların, bu simge ve şifrelerin dizilişindeki uyuma ve özel sıralamaya bakarak bunların birşeyleri, birtakım gizleri anlatmakta oldukları yargısına varmaları zor birşey değildir.
Osmanlı sikke sanatı ve tekniğinde, hat sanatının bütün incelik ve ustalıkları kullanılarak, şaşırtıcı bir estetik uyumun yaratıldığı sikkeler, özellikle gümüşten basılır ve “saadet düğümleri” çiçek motifleri, birtakım geometrik biçimler (özellikle bakır sikkelerde) ve okunmaları bugün de ayrı bir uzmanlık gerektiren tuğra ya da tuğraya benzer yazı ve desenlerle süslenirdi. Arap-islam sikkelerinde özellikle hat sanatına ağırlık verilmişken, Moğol-islam sikkeleri resme, desene yönelmiş gibi görünür. Sâsânî ve Selçukî sikkelerinde, “Kûfi yazı tarzı”nın özel bir biçimi ile birlikte, bu eğilimi iyice belirginleşir. Yine de Anadolu islam sikke sanatında bir “islamiyete ve özüne bağlılık” göze çarpar. Sincar Atabeyi Kutbettin Muhammet’in 596 Hicrî yılında bir hıristiyan kralla ortaklaşa bastırdığı bakır sikke ve benzerleri, birer istisna olarak kalır. Bu tür sikkeler, komşu hıristiyan ülkelerle ticari ilişkileri geliştirmek ve kolaylaştırmak amacıyla basılmıştır. Sikkelerin bir yüzünde hıristiyan kralın ya da hıristiyan mitolojisiyle ilgili bir resmin bulunmasına karşılık, öbür yüzünde “kelime-i tevhid” ile başlayan dua ve ibarelere rasgelinir. Fatih Sultan Mehmet de, İstanbul’un alınmasından sonra, buna benzer, bir yüzünde Rumca yazılar yer alan bir bakır sikke darbettirmiştir.
Osmanlı sikkelerinde ise bambaşka bir estetik eğilim başgöstermiştir. Bu sikkelerde resim ya da insanı anımsatacak hiçbir figür yoktur. Buna karşılık, Anadolu kilim ve heybelerindekileri uzaktan da olsa anımsatacak soyut ve geometrik biçimlere raslanır. Bütün bu soyut ve non-figüratif desenlerin üstünde, hat sanatı, içindeki gizil estetleriyle bir başına yükselir. Yazılar, bir anlamı yansıttıkları, belli bir mesaj ilettikleri için ilk elde dikkati çeken ve okunmaları, çağdaşları için hiç de zor olmayan, sikkenin süslemeleridir. Hat sanatı, duvar yazılarında, çeşme taşları, mezartaşları, vakfiye kitabeleri, ve levhalarda olduğu gibi, iki yönlü bir işlevi yerine getirirler. Hem bir desen, bir nakış ve süsdürler, hem de bir anlamı dile getirir, bir mesajı yansıtırlar. Nitekim, sikkelerin üstünde de, bu böyle olmuş, hat sanatı bu çifte işlevini, sikkeler üstünde de başarıyla yerine getirmiştir. Yazılardaki anlam, güzelliklerindeki duyusal titreşimlerle birlikte algılandıktan sonra, göz, bu kez de “yazı olmayan” nakış ve süslemelere kayar. Ancak, bu nakış ve süslemelerin, “süslü yazı” gibi, kesin bir anlamı, belirli bir mesajı yansıtması beklenemez. Bu nakış ve süsler, salt duygulandırmaya, imparatorluğun ihtişamıyla sultanın büyüklüğünü sezdirmeye yöneliktir. Tuğralardan beklenen görev de bir bakıma budur: Devletin yüceliğini, sultanın adaletini sezdirmek... Tuğra, hem sultanın imza ve mührü hem de devletin simgesi olduğuna göre, ille de okunması gerekmiyordur. Zaten her tuğranın içinde ne yazılı olduğunu halk biliyordur: “Ahmed Bin Mehmed Han. Elmuzafferů dai-elü.” Bu kalıp, adların dışında hiçbir zaman değişmez.
Ancak, bu ezbere bilinen, tuğraya bakınca anımsanan anlamın dışında, halk şöyle dursun, hat sanatının inceliklerini bilmeyen bir aydın kişi bu tuğraları okuyamaz. Okuyabilmesi için, önceden desenli bir yazı gibi değil de bir resim biçiminde algılaması gerekir. Bu yüzden Osmanlı sikkeleri dışındaki tuğralı islam sikkelerini okumak, kime ait olduğunu anlamak, ayrı bir uzmanlık gerektirir.
Osmanlı sikkeleri, (birer jileti andıran akçeleri bir yana bırakıyoruz) gerek irilikleri ve ağırlıkları bakımından, gerekse süsleme sanatı açısından, bugün büyük bir plastik değer taşıyan ve batılı araştırmacılar tarafından çoğu kez büyüleyici denecek denli güzel’ olarak nitelendirilen sikkelerdir.
“ZOLTA”LARIN GİZEMLİ GÜZELLİKLERİ
Osmanlı sikkelerinde süsleme sanatı konusunu incelerken, Fatih Sultan Mehmet’ten itibaren basımına başlanan altın sikkeleri ilgimiz dışında bırakıyoruz. Çünkü, bize göre Osmanlı sikke süsleme sanatı, Osmanlı altınlarından çok, gümüş kuruşlar ve özellikle de adına “zolta” denilen “otuz paralık”larla “çifte zolta” denilen “altmış paralık”lar üstünde kendini belli eder. Zoltalar da kuruşlar gibi, gümüşten basılırdı. Ancak, zoltaların ayarı, gümüş kuruşlara göre düşük tutulmuş ve bunlar 600 ayar dolayında yapılmışlardır.
Konuya salt estetik açıdan yaklaşacak olursak, bu noktada, gümüşün kendine özgü pırıltısını, aradan geçen yüzyılların, sikke üstünde oluşturduğu “patina” ya da “tarnish”in, yazı ve nakışlara çok uygun ve estetik oluşuma katkıda bulunabilecek bir zemin yarattığını dikkate almalıyız. Altın, bilindiği gibi “aqua regia - kral suyu” adı verilen özel bir asit karışımının dışında hiçbir şeyden etkilenmez. Bu yüzden, altın sikke üstündeki rölyefler, aradan yüzyıllar geçse de her zaman pırıl pırıl ve gölge vermeyecek bir niteliktedir. Oysa gümüş, havadaki sülfür dioksitten etkilenerek, çok kısa bir süre içinde kendine özgü bir pas tabakası (tarnish) edinir. Bu ince tabaka metali dış etmenlerden koruduğu gibi, rölyeflere de bir derinlik, bir canlılık ve bir anlam katar. Yazı ve nakışlar, çok yakından bakılmadığı sürece birer “yüksek kabartma” gibi görünürler. Metalin yüzeyindeki ton farklılıkları, sikkenin ışık alma durumuna göre değişkenlik göstereceğinden, biçimler çok belirgin ve üç boyutludur. Bu açıdan, yani estetik bir duyum sözkonusu olunca, gümüş süsleme sanatında her zaman altına üstün gelmiştir. Tabii, bu biraz da o estetikçinin, o sanatçının yaklaşım açısına bağlı bir olaydır.
Nitekim, bu olgunun farkında olan hakkak ya da gravürcü, sözkonusu altın sikkenin kalıbıysa, “günün geçerli estetleri” üstüne yükselme konusunda bir çaba göstermezken, gümüş sikke kalıbı söz konusu olunca, hat sanatının bütün hünerlerini ortaya döktükten başka, kendisi de çabalarına kişisel bir üslup, kişisel bir özellik getirme eğilimi içindedir.
Osmanlı sikke tarihinde, altın sikke kalıbıyla gümüş sikkeler basılması, çok sık görülen bir olaydır. Çoğu altın sikkelerin, bir bakıma “kendinden ötede” bir güzelliğin titreşimlerini taşıması bu yüzdendir. Ancak, burda mali ve ekonomik bir zorlamayla estetiğin yasaları aşılmış, “ulûfe” ya da “cülûs” bahşişi gibi ani zorlamalar yüzünden, ya da bozulan maliyeyi palyatif tedbirlerle düzeltmeye yönelme zorunluğundan dolayı ilginç bir olay ortaya çıkmıştır. Bazı bakır mangırlar ise, gümüş sikke kalıplarıyla basılmıştır. Bu tutum ise, bakırın sanatsal işçiliğinin estetik anlamda yok olması değilse bile, karışması ya da “tutarsızlaşması” anlamına gelmektedir. Plastik nesnelere “eleştirel-estetik” bir açıdan bakmasını bilen bir göz, bu sikkelerdeki dış biçimsel yapı ile “öz” arasındaki uyumsuzluğu farketmekte gecikmez.
Altın sikkeler ve sultanların yalnız yakınlarıyla, fermanların doğrultusunda yok yere sayıları çoğaltılan paşalara armağan edilmek amacıyla bastırılmış madalyonlar ise, Osmanlı yüksek sınıfı ile kapıkullarının zevksizliğini, beğenisizliğini taşır. Bu noktada önemli olan, altın sikkenin estetik değerinden çok, ağırlığı (vezni) ve ayarıdır. Altın sikkeler konusunda uzman olduğumuz söylenemez ama, “numismatic” araştırmalarımız sırasında, istemeden karşılaştığımız birçok Osmanlı altın sikkesinin bizde bıraktığı izlenim budur.
OSMANLI GÜMÜŞ SİKKELERİNDEKi BÜYÜ
Bize göre, Osmanlı sikke süslemeciliği, özgün dönemini II. Sultan Süleyman’dan itibaren yaşamaya başlamıştır. II. Süleyman, (1099-1102 AH / 1687-1691 AD) ilk kez Avrupa gümüş sikkeleri ayarında ve vezninde gümüş kuruşlar bastıran sultandır. Sikkelerin desen ve süslemeleri, II. Mustafa (1106-1115 AH) çağında gelişimini sürdürerek, III. Ahmet çağında en olgun ve en özgün noktasına erişir. Sultan III. Ahmet hat sanatına düşkün olup, kendisi de çağın önde gelen, önemli hattatlarından biridir. Damadı İbrahim Paşa ise, Osmanlı tarihinde “Lale Devri” adıyla anılan, ünlü çağın açılmasına neden olmuş, sanatsever bir vezirdir. Bu yüzden III. Ahmet çağı, birçok sanat dalları alanında olduğu gibi, sikke süslemeciliği alanında da yenilikler ve tazeliklerle dolu bir çağdır.
Nuri Pere, Osmanlılarda Madeni Paralar adlı kataloğunun 191. sayfasında bu konuyla ilgili olarak şunları yazmıştır:
“Ahmet III’ün güzel yazı meraklısı ve hattat olması, damadı İbrahim Paşanın ‘lale’ devrini yaratan şahsiyeti, sikkeler üzerinde de tesirini göstermiş ve Türk zevkine uygun güzel lâle motifleri ile süslü çok zarif ve sade paralar basılmıştır.”
III. Ahmet çağı sikkelerinde ilk göze çarpan, paralar üstündeki çiçek ve desen bolluğunun yanı sıra, yazıların bundan önceki çağlara göre çok daha dikkatli ve özenli yazılmasından başka, kendine özgü bir yazı üslubunun gözetilmiş olmasıdır. Yine ilk kez bu çağ sikkelerinde “saadet düğümleri” ile çiçek motiflerinin birleştirilerek, yeni bir süsleme öğesinin elde edilmiş olduğunu görürüz. Başaşağı çizilmiş oklar, hemen her harf başına bir tane düşecek kadar çok sayıdadır. Osmanlıca ve Arapçada bir harfi iki kez okutan “şedde”lerin (w) sayısı da çoğaltılmış ve bunlar hiç bir gramer gereği olmaksızın, oklarla birlikte birer süs ögesi olarak, geleneksel ibarelerin arasına, sikkenin orasına burasına adeta rasgele serpiştirilmiştir.
Osmanlı Darphanesinde (Darphane-i Amire) iki ayrı sanat etkinliği içiçe geçmiş durumdadır. Bu iki ayrı sanat etkinliği, yani sikkelerin üstüne çıkarılması düşünülen resim, süs ve yazıların düzeninin hazırlanması, görev olarak iki ayrı sanatçı kişide toplanır. Osmanlılar, bu sanatçılara “sikkegân” ve “hakkak” adlarını vermişlerdir. Osmanlı müslüman kültüründe resim sanatı olmadığı için “ressam” sözcüğü de yoktur. Resim sanatına yakın olan kabartma (relief), hüsn-ü hat (kaligrafi), süsleme ve minyatür yapımcıları için "hakkâk", “nakkaş”, “hattat”, “tezhipçi” ve “kalemkâr” gibi birbirinden değişik sanatsal işlevleri içeren sanatçı adları kullanılır. Darphanelerde çalışan ve sikkelerin ilk genel dizaynını hazırlayan grafikerlere, çoğu kez modeli hazırlamak ve kalıbı kazımak görevi de birlikte verildiği için, “hakkâk” ile “sikkegân” çok yerde aynı sanatçılardır. Bununla birlikte, bazı dönemlerde iki ayrı sanatçının, bu sanatsal işlevleri ayrı ayrı yerine getirdikleri de düşünülebilir. Osmanlı sikkegânları, arkaik ve antik çağda yaşamış meslektaşları gibi kalıplara imza ya da inisyallerini kazımazlardı. Bu yüzden, bugün büyük birer plastik değer ifade eden sikkeler üstündeki süsleme ve hattatlığın kimler tarafından gerçekleştirildiğini pek bilmiyoruz.
Osmanlı sikkelerinde rasladığımız bu olgun güzellik, ufak tefek dalgalanmalarla, Sultan Mahmudû Adlî çağına değin sürer. II. Mahmut çağında, ansızın sikke süsleme sanatında bir değişiklik, bir devrim olur. Osmanlı sikkeleri yavaş yavaş İslam kültür dünyası karakteristiğinden uzaklaşarak Avrupa sikkelerinin etkisi altına girmeye başlarlar. Tanzimat hareketi, Osmanlının eski dünyasını yenileşmeye zorlamakta, geleneksel üstyapı ise bu zorlamaya dayanamayıp, estetiğiyle birlikte parçalanmaktadır. Sultan Mahmud-û Adlî sikkeleri, Avrupa sikkelerinin öykünme izlerini açıktan açığa taşımamakla birlikte, bu etkiyi sezmek, zor değildir. Avrupa’dan ilk kez İstanbul’a para basım makinelerinin getirilmesi de bu çağa rastlar. Yine de sikkeler dış görünüşleri yönünden, sanat terminolojisiyle ifade etmek istersek “dış biçimsel yapı”larıyla, Avrupa sikkelerine benzemekle birlikte, içerikte onlardan çok uzak, alabildiğine “Osmanlı”dır. Sikke lere, doğu dünyasına özgü bir süsleme ve tezyinat havası ve anlayışı egemendir. Bazı sikkelerin, tuğrayı ve ibareleri içe alacak biçimde çelenkle süslenmesi, genel havayı değiştirememiştir. Laleler, çiçekli sular, tuğraların sağında ya da solunda yer alan karanfiller, fındık habbelerine benzetilen zincirler, saadet düğümleri ve okların hem sayısında, hem de türlerinde bir çoğalma olmuştur. Bu çoğalma ve çeşitlilik, bir yandan Sultan Mahmud-û Adli’nin uzun süren saltanatı (31 yıl), öbür yandan da Osmanlı ülkesinde yapılan büyük ölçüde yenileşme hareketleri nedeniyle niceliksel bir önemi, sikkecilik alanında vurgulamaktadır.
Bununla birlikte, sikke tezyinatçıları ve sikkegânlar, yine de eski, geleneksel kalıplardan pek uzaklaşmak istemezler. Başka kurumlardaki kesin devrim hareketleri, sikke süslemeciliği sözkonusu olunca “mütereddid” bir karakter gösterir. Bu yüzden II. Mahmut çağı, sikke çeşitliliği (bu çeşitlilik yalnız sikkelerin ağırlık, çap, metal türü, alaşım farkları gibi konularda değil, ifade ettikleri nominal değerler konusunda da çoktur) ve tezyinat farkları bakımından pek karışıktır. Ve bugüne değin (bu pek de uzak bir tarih olmamakla birlikte) bu dönemin sikkeleri, tarihimizde bir “iyice bilinmeyen” olarak kalmıştır.
OSMANLININ KÜLTÜR MiRASI
Osmanlı sikkelerinde süsleme sanatı konusu, çok daha derinlemesine araştırmayı ve incelemeyi gerektiren bir konudur. Bize göre nasıl bir “Türk” ve “İran minyatürleri” konusu var ve bu konular da sanat tarihi açısından nasıl son derece ilginç ve önemli alanlar ise, Osmanlı sikke süslemeciliği de o denli önemli ve ilginç bir konudur. Çünkü Osmanlı sikke süslemeciliği Avrupa da dahil olmak üzere, çağı içinde bütün ülkelerin bu alandaki sanatsal etkinliklerinden (son derece kısıtlayıcı ilkelerle sınırlı olmasına karşılık,) büyük bir farklılık göstermekte ve bu farklılık da islam dünyası sanatında belli ve olgun bir aşamayı işaret etmektedir. Bu sikkelere eleştirel inceleyici bir açıdan yaklaşmamız, bizlere bütün bir çağın estetik beğenisiyle birlikte, o çağa egemen olan toplumsal, ekonomik ve mali etmenleri daha derinlemesine tanıtacak ipuçları verebilir. Nitekim, bu böyle olmuş ve araştırmacı Cüneyt Ölçer, yalnız ‘Fetret Devri’nin sikkelerini incelemekle, tarihsel yönden çok önemli bazı gerçekleri gün ışığına çıkarmış bazı kuşkulu gerçekler hakkında da nesnel kanıtlar bulabilmiştir.
Moğol sikkelerini inceleyen ünlü İngiliz nümismatı Richard Plant, Moğolların sikke dizaynı konusunda vardıkları aşamayı belirtmek amacıyla bir incelemesine şu adı yakıştırmıştı: The Magnificent Moghuls - Muhteşem Moğollar. Eğer sayın Plant aynı incelemeyi Osmanlı meskûkatı konusunda yapma girişiminde bulunsaydı, acaba yazısına nasıl bir başlık seçerdi diye hep merak ederiz. İngilizcede sanatsal ve maddî zenginliği bir arada ifade edecek daha yetkin bir sözcük bulunmadığına ve Osmanlıların da hiç bir imparatorluğun tarihinde görülmeyen “Sürre Alayı” geleneği bulunduğuna göre...
“Selim” zevkli atalarımızın kültür mirasını yirminci yüzyılda, bilgisayarlı, uzay gemili, renkli TV’li ve yürek plantasyonlu bir çağda eleştirel bir perspektifle yeniden gözden geçirmemiz, bizlere yeni yeni oluşmakta bulunan genç ve taze kültürümüz için şaşırtıcı zenginlikler kazandıracaktır. Osmanlı sikkelerinin bizlere anlattığı masalsı ve büyüleyici “estetik öykü” henüz sona ermiş değildir.
Zühtü Bayar | sanat olayı - Sayı: 15 - Mart 1982