Ziya Gökalp



İlk yazımda çöküp yıkılmakta olan Osmanlı Devletinin bu son günlerinin aydınlar üzerindeki etkilerine Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun bakış açısından eğilmiş; Yaşar Kemal’den söz ederken de “Osmanlılık” anlayışına kısaca değinmiştim. İşte, Ziya Gökalp, Osmanlı Devletinin bu güç döneminde aydın çevrelerde belirli bir ölçüde derlenip toparlanma sağlayan, etkileri günümüze değin süren ve “Osmanlılık” kavramına açıklık getiren bir yazarımız. 1

Osmanlılık, İslâmcılık, Türkçülük... Her şeyden önce, Osmanlı Devletinin tümüyle yitip tarih alanından silinmesine değin birbirleriyle sürekli çatışma durumunda bulunan bu üç kavramı gerçek anlamları ile anımsamamız gerekiyor. Bunu yapmazsak Ziya Gökalp’in “aydın”a ilişkin görüşlerini gereğince yerli yerine koyamamış oluruz.

Halkı, çeşitli uluslardan oluşmuş bir devlet: Osmanlı Devleti!
Sanılmış ki, ya da öyle gösterilmiş ki, tüm bu uluslar bir araya gelince, ortaya bir “toplam” değil, yeni bir ulus çıkmış: Osmanlı ulusu!
Osmanlı; Türk demek değil, Slav demek değil, Rum, Ermeni, Yahudi, Arnavut, Arap vb... demek değil, yeni bir ulus.

Daha önceleri de Osmanlılık konusuna değinmiş olan ve örneğin 5 Temmuz 1909 (22 Haziran 1325) günlü Peyman gazetesinde Osmanlı devletinde “efrad-ı güzide”nin (seçkin bireylerin) Türk olarak değil, fakat Osmanlılaştırılarak ve çeşitli uluslardan derlenip toparlanarak yetiştirildiklerini belirten ve yazısını, “Osmanlı demek Türk demek değildir yargısı ile sonuçlandıran 2 Ziya Gökalp en olgun yapıtı olan Türkçülüğün Esasları’nda Osmanlılık anlayışının Türkler için ne anlam taşıdığını şu sözlerle açıklıyor:

İdare eden bütün kozmopolitler Osmanlı sınıfını, idare olunan Türkler de Türk sınıfını teşkil ediyorlardı. Bu iki sınıf birbirini sevmezdi.
Osmanlı sınıfı, kendini milleti hâkime (egemen ulus) suretinde görür, idare ettiği Türkler’e milleti mahkûre (aşağı ulus) nazariyle bakardı...3

Ziya Gökalp, sözlerini şöyle sürdürmüş: Osmanlı daima, Türke eşek Türk derdi. 4


O halde, hemen söylemek gerek, Osmanlı’dan yana olmak, ya tam bir bilinçsizliktir, ya da ulusumuza “ihanet”tir.

Neyse, biz yine konumuza dönelim. Konumuz açısından bu “Osmanlılık” anlayışının ilk etkisini “aydın”ın yetişmesinde görüyoruz. Bir kez aydınların ulusal bir ekinden yoksun olarak yetişmiş bulundukları besbellidir. Öylesine ki, Osmanlı aydını “gayrı-milli” bir kişidir. 5 Bunun yanısıra, Osmanlı Devleti içinde Türklerin ancak “asker ve jandarma” olarak bir yeri olabilmiş, bu da, doğallıkla, onların eğitim, bilim ve ekin alanlarında geri kalmaları ile sonuçlanmıştır.

Gökalp şöyle diyor:Diğer kavimler, Osmanlı camiasından irfanlı, medeniyetli ve zengin bir halde ayrılırken, zavallı Türkler ellerinde kırık bir kılıçla eski bir sapandan başka bir mirasa nail olamadılar. 6

Ama en önemlisi, Osmanlılık anlayışının köklü bir aydın-halk kopukluğuna yol açmış olmasıdır. Çünkü, halk kendi ekinsel yaşamını sürdürürken, aydınlar Osmanlı olarak yetişmişlerdir. Unutmamak gerekir ki, Osmanlı, Ziya Gökalp’in belirttiği gibi, Türk demek değildir, hatta Türk’ün karşısındadır. Kaldı ki aydınlar Osmanlı sarayına kapılanmışlar ve halkın sömürülüp soyulmasında bu çevrelerin ortağı olmuşlardır. O halde, aydınlar ve halk birbirini nasıl olur da sevebilir ve anlayabilirdi? Bu nedenle bu kopukluğun yanı sıra bir de karşılıklı bir sevgisizlik dalbudak sarıp gitmiştir.7

İslâmcılığa gelince; bu anlayışa göre, Osmanlı Devleti bir İslâm devletidir, bu devletin halkı da Müslümanlardan oluşmalı, devlet bir İslâm birliği olmalıdır. Ne var ki, islâm dini “ulus” yerine “ümmet” kavramına dayandığından, Osmanlı Devletinde Türk, Arap, Arnavut vb... ulus ayırımları yapılmamalıdır. Devletin tek bir halkı vardır, o da İslâm ümmetidir. İslâmcılığın doğal sonucu, bir Türk ulusunun, bu nedenle de bir Türk ekininin ve Türk aydınının varlığının yadsınmasıdır.

Oysa Ziya Gökalp diyor ki:
“Karacak” dağından, “Kıpçak” çölünden
Gelen atalarım gibi Türk’üm ben.
Bana yol gösteren benden olmalı,
Olamaz Türk’e baş, Türk’üm demeyen.
Osmanlı kalamaz Türk’ü sevmeyen.8

Ziya Gökalp’e göre, ulus, toplumsal bir gerçekliktir ve ancak gerçekten gelişmiş toplumlar uluslaşmış olanlardır. Şu halde, uygarlık ve din ayrı ayrı kavramlar olduklarına ve bir toplum ancak uluslaşınca gelişmiş sayılabileceğine göre, İslâmcılık anlayışı, Gökalp’in düşünce sisteminde, siyasal ve ekinsel açılardan gerçekçi ve bilimsel nitelikten yoksun olarak değerlendirilmiş oluyor.

Ziya Gökalp, Türkçülükten yana. Türkçülükten ne anladığını ve programının nasıl olması gerektiğini kesin çizgilerle tanımlamış ve anlatmış. İşte bu tanım ve program çerçevesinde Gökalp, aydına önemli görevler yüklüyor ve onun halk ile ilişkisini çeşitli açılardan ele alıyor. Gökalp’e göre, Ulus “vicdan”sa, aydını da onun “şuur”udur.

Ne var ki, halktan kopukluk durumunda aydınlar sağduyudan yoksun kalacaklardır:
Okumuşlar! Bırakınız gururu
Milli harsı öğreniniz milletten!..
O vicdandır, sizse onun şuuru;
Köksüz şuur uzak değil cinnetten...

Kaldı ki, “doğru” değerler, ancak halkın değerleridir:
Doğru sanat, doğru ahlak, doğru din
Hep ondadır halk içine dalınız;
Dâhi gibi her hatâdan pâk, emin
Olmak için feyzi ondan alınız! 12

Aydınların halkla kaynaşmaları Gökalp’in Türkçülüğünün bir gereğidir ve bu kaynaşma ancak Türkçülükle sağlanabilir. Ama, her şeyden önce aydının halkı tanıması, ulusal benliğine kavuşması gerekir. Bu da onun Osmanlılığından, İslâmcılığından, batıya kozmopolit yaklaşımlarından arınması, halkın öz değerlerine dönmesi ile olacaktır.

Gerçekten de:
Dinle, yeni şair! eski ozanı,
Okuyor yürekten Altın Destan’ı...
Deme “Kopuz kırık, yoktur çalanı”
Çalgı gönül sesi, kopuz bir ağaç. diyen Gökalp, sözlerini şöyle sürdürmüş:
Irmağız, her akan sele uymayız,
Şarktan Garpten esen yele uymayız,
El uysun bize, biz ele uymayız,
... 13

Ziya Gökalp’e göre, Türkçülüğün ilk ilkelerinden biri “Halka Doğru” ilkesidir:

Halka doğru gitmek ne demektir? Halka doğru gidecek olan kimlerdir? Bir milletin münevverlerine, mütefekkirlerine ki milletin güzideleri adı verilir. Güzideler yüksek bir tahsil ve terbiye görmüş olmakla halktan ayrılmış olanlardır. İşte halka doğru gitmesi lâzım gelenler bunlardır. 14

İşte Gökalp’in bu sözleri aynı zamanda “aydın”ın da tanımı niteliğinde. Ancak, halka doğru gitmeyi yalnızca halkı aydınlatmak biçiminde anlamamalı. Çünkü aydınların halka doğru gitmesi iki amaçla olacaktır: Bir kez, önce kendileri halktan “harsî bir terbiye” almak için halka gitmelidirler; ikincisi ise, halka uygarlık götürmek için halka gideceklerdir. 15

Bir de, halkla bütünleşmemiş aydın nasıl bir kişiymiş, onu tanıyalım. Gökalp, bu gibi kişilerin birer uyurgezer olarak tanımlanabileceği düşüncesinde. Bunlar, Türk olmalarına karşın kendilerini Osmanlı sanan, uyduruk bir dil kullanan, ta başından beri yitip yok olmaya yazgılı kişilerdir. Gökalp, bu nedenle ve halka bir değer vermemesinden dolayı, Osmanlı aydınından ...ne lisanı, ne vezinleri, ne edebiyatı, ne iktisadiyat, hâsılı birşeysi kalmadı. Türk milleti, bütün bu şeylere yeniden herbirinin elifbasından başlamak mecburiyerinde kaldı diyor. 16

Ama insanın sorası geliyor,bu Osmanlı aydını Türk halkının yaşamından gerçekten çekilip gitti mi? diye.

Çünkü hâlâ:
Güzel dil, Türkçe bize
Başka dil, gece bize. 17 diyemeyenler, ama aydın geçinenler var da!
___________________________________________________________________
(1) Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ziya Gökalp’i şöyle tanıtıyor: “Bu adam, ne şekil, ne ruh itibariyle o güne değin tanıdığımız fikir üstatlarından hiçbirine benzemiyordu: Daima kendi üzerine yığılı duran tıknaz vücuduna muayyen bir yaş vermek mümkün değildi. Çenesinin iki yanından aşağıya doğru sarkan bakımsız bıyıklar ve daima arkaya itili külah biçimindeki fesiyle onu pekâlâ Tanzimattan evvelki Türkler arasına sokabilirdik... Bize sık sık bahsettiği üstat Dürkheim isminde bir frenk alimiydi. O zamana göre Dürkheim cemiyet ilmini, Karl Marx’dan sonra matematiğe belki en çok yaklaştırmış olan bir sosyolog sayılabilirdi. ’İş bölümü’ ve ’mesleki temsil’ sistemleri ahlaki hadiseleri içtimai kanunlarla tarif usulü ve tarihi, Marx’ın ekonomik materyalizmasına muvazi olarak bir nevi sosyolojik determinizma ile tefsir ediş cereyanı, gene sanıyorum ki, bu alimin nazariyeleriyle başlamış bir fikir hareketiydi... ’Fert yok, cemiyet var’. Onca bütün antropolojik hadiselerin izahı ancak bu formülden çıkarılır ve bu formüle irca edilebilirdi.” (Atatürk - Bir Tahlil Denemesi: Birikim Yay., İstanbul, 1981, s. 25-26).
(2) Ziya Gökalp “Türklük ve Osmanlılık”; Makaleler, I, Hazırlayan Şevket Beysanoğlu, Kültür Bakanlığı Yay., İstanbul, 1976, s. 56-57.
(3) Ziya Gökalp: Türkçülüğün Esasları; 3. Basım, Varlık Yay., İstanbul, 1953, s.27.
(4) Aynı yerde.
(5) Aynı yerde, s.33.
(6) Aynı yerde, s 56.
(7) Aynı yerde, s.61.
(8) Ziya Gökalp: “Kavim”. Yeni Hayat, Hazırlayan Müjgan Cunbur, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1976, s. 24.
(9) Türkçülüğün Esasları, s.39.
(10) Aynı yerde, s. 54.
(11) Aynı yerde, s. 58-59.
(12) Ziya Gökalp: “Deha”; Yeni Hayat, s. 23.
(13) Ziya Gökalp: “Sanat”; aynı yerde, s.25-26.
(14) Türkçülüğün Esasları, s. 32-33.
(15) Aynı yerde, s. 33.
(16) Aynı yerde s.36.
(17) Ziya Gökalp: “Lisan”; Yeni Hayat, s. 17.



Çetin Yetkin | sanat olayı - Sayı: 11 - Kasım 1981