Türkiye’ye bu beşinci gelişiniz, son olarak beş yıl önce gelmiştiniz, ülkemizin bugünkü kültürel yapısını geçmişe göre nasıl buldunuz?
Öncelikle bir hüzün duydum, dostlarımın hepsi artık göremeyeceğim kadar uzaklara gitmiş. Orhan Kemal, Kemal Tahir, Nevzat Üstün, Metin Eloğlu, Edip Cansever yok. Yeni kuşaklarda nitelik bakımından dikkate değer bir şey göremiyorum. Orhan Pamuk dışında henüz bir şahsiyet kazanamadılar. Ayrıca eski tüfekler gibi edebiyata umumi bir şey kazandıramadı yeniler. Türkiye gibi kâğıt kitap satışı az olan bir ülkede yapılan edebiyatın mesajı yok. Yani edebiyat yapıyorlar. Edebiyat bir araçtır, oyun değil. Avrupa’daysa bu güzel bir oyundur. Mesajı yokken edebiyat kimin sesi oluyor. Fakat söylemek zorundayım ki dokuz yıldır yeni gelişmelerden iyice koptum. Daha genç sanatçılar neler yapıyorlar bilemiyorum. Söylediklerim eski bilgilerime dayanıyor.
Edebiyatı kendisinden ayrı bir görevle ele alıyorsunuz, sözünü ettiğiniz mesaj olgusu üzerinde biraz daha açıklama yapar mısınız?
Bence edebiyat her şeyini toplumdan alır, toplumla uğraşmayan edebiyat olamaz kanımca. Mesajsızlık toplumu aksettirmiyor. Zaten toplam olarak Türkiye kültürü dağınık bir düzeyde yine söylemek zorundayım ki edebiyatçılar çok baskı görüyor, kimisinin de kompleksleri var. Bütünde sezinlenen dejenerasyon çok çok önemli tabii ki.

Her şeyden önce çevirmen, yazarın içine giren bir şahıstır. İçine girdiğiniz adamın kendinize yakın olması lazım ki onunla anlaşabilesiniz. Mesela Yaşar Kemal belki çok değerli bir yazar ama benim yazarım değil. Çevirilerim, sizin kalite ölçünüze göre değil benim edebi zevkime göre şekil alır ve biçimlenir. Çevirmen yazarın sırrıdır. Yine kendime göre söylüyorum: Türkiye’de özelliği olan, Avrupa düzeyinden yüksek yazarlar var. Bunlar son kuşak yazarlar değil. Bunlar daha çok Cumhuriyet kuşağı yazarlar, benim ilgim de Türk edebiyatının bu evresine yöneliyor. Bunun dışında Batı züppeliği ve taşralı sürrealistlik de var. Bunları modadan geri kalma korkusu olarak değerlendiriyorum. Bir de Türk egzotizmi var, bu egzotizmi Batı’ya satmak var. Ne güzel ne enteresan. En korkunç şey yarım aydınlık. Atatürk’ün söylediği gibi, “Bu memleket ne çekiyorsa yarım aydınlar yüzünden çekiyor.” Bunu Türk edebiyatı da çekiyor. Gerçekçilik çizgisi dışında kalanlarda ticari bir zihniyet de var. Yeni kuşakları bilmiyorum ama eskiden Ercüment Ekrem, Nazım, Sabahattin, Samim Kocagöz kendi aralarında bir bütünlük, yardımlaşma havasındaydılar. Bu dıştan değil, içten bir bağlanmaydı. Türk edebiyatının bu yönü de önemli, kategorik olarak konuşamıyor.
Son olarak Türkçeye çevrilen “Ben de Halimce Bedrettinem” kitabınızın adı ve içeriği hakkında biraz bilgi verir misiniz?
Kitabın ismi eski bir halk deyişinden gelmektedir. Üzerinde sekiz yıl çalıştım. Şeyh Bedrettin ile ilk kez Nazım’ın destanını çevirirken, 1951’de tanıştım. Romanın içeriği Bedrettin’in hayatı, onun direnişi, iç devrimleriyle ilgili. O adaletli bir devlet kurmak istedi olmadı, yanındakilerle kurmaya kalktığı padişahsız devlet fikri benim çok ilgimi çekti. Millet, din, kadın-erkek ayrımı yapmadan, tüm malların ortaklaşa olduğu bir devlet, tüm bunlar romanın içinden çıkıyor, onun psikolojisini vermek istedim. Romanımda ilerici bir soluk konuşuyor. Çeviriden çok memnunum.
Rusya’da kitap hakkında nasıl eleştiriler yayınlandı?
Çok fazla eleştiri çıkmadı. Yevtuşenko kitabı okuduktan sonra sen ne tuhaf adamsın Rus edebiyatında ilk Türk romanını yazdın dedi. Kanım o ki bu kitap bir günlük bir kitap değil. Okuyuculardan mektuplar geldi. Küfür eden tek bir mektup almadım. Belki gelecekler arasında vardır.

Mevlânâ bir hümanist olarak yobazlığa karşı savaşıyor. Mevlânâ, Yunus Emre seviyesine çıkabilmiş tek şair Nazım’dır. Ama Türkiye’de Mevlânâ, dindar ve dini bir varlık gösteriliyor. Bana göre Mevlânâ büyük diyalektik kavramlara sahip. Hegel bile mükemmel Mevlânâ diye bahsediyor ondan ve kendi diyalektiğini onun eserleriyle doğrulatıyor. Mevlânâ’yı Ahi gibi gördüler zaten Mevlânâ’nin fikirlerini Ahi’ler destekledi. Halkın ona karşı büyük bir sevgisi vardı, bu sevgi görüyorum ki halen sürüyor. Mevlânâ Farsça yazmıştır ama ona şiirlerini yazdırtan Anadolu’dur. Mevlânâ bu toprakların mahsulüdür, bunu özellikle vurgulamak isterim.
Sizce Mevlânâ bir Türk klasiği midir?
Aynı zamanda dünya klasiğidir de. Türk dilinin iki büyük kaynağı vardır zaten. Halk edebiyatı ve divan edebiyatı. Bu iki kökten asırlarca müthiş nehirler aktı Türk şiirine. Zaten Türklük ona dar gelir. “Ben insanım” diyen Mevlânâ’yı böyle tartışmak bile utanç verici. Mevlânâ’yı Almanca’ya Rukkert çevirdi. Bu yıl da Rukkert’in 250. doğum yılı kutlandı. Onun Almanca tercümesi çok çok önemlidir. Ayrıca Mevlânâ Rusya’da da seviliyor. Türk tutucuları Mevlânâ’yı çok tutuyorlar. Almanya’da Hamburg’da Mevlânâ adı verilen camiye gidip Mevlânâ’yı nasıl bildiklerimi sordum yalnızca “Gel, gel” diyorlar başka bir şey bildikleri yok. Onu okumadılar, anlamadılar.
Eskiden Osmanlılar Şeyh Bedrettin’e ve bazı Mevlânâ müritlerine “müşterekçiler” demişlerdir. Müşterekçilik hakkındaki fikirleriniz nelerdir?
Osmanlılar sosyalistlere de “müşterekçiler” demişlerdir. Şeyh Bedrettin de bu anlamda bir müşterekçiydi. Mevlânâ’nın müritleri için söylenip söylenmediğini bilmiyorum ama Türkiye’de solculara hep kökü dışarda dediler ama laflara değil de bilgiye, olaylara dayanarak müşterekçiliğin kökeninin bu ülke olduğunu belirtmek isterim. Kök bu topraklarda, Şeyh Bedrettin bunu gösteriyor. 1416’da Şeyh Bedrettin ölüyor, ondan yüzyıl sonra Thomas Moore ütopik sosyalizmi anlatan “Uthopia”yi yayınladı. Ama Bedrettin yalnız yazmaya bakmadı, gerçekleştirmeye çalıştı, bunu denedi. Onun müritleri tarafından kurulan devlet iki buçuk yıl yaşadı. Yalnız sözle değil, işle de.
Şimdi Konya ili Birinci Şube Müdürlüğü’nde bulunuyoruz. Cami minaresinden fotoğraf çekmeye çalıştık, üstelik siz Sovyetler Birliği vatandaşısınız. Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
Her şeyden önce onlar benim yabancım değildirler. Buraya Mevlânâ’yı gezmeye görmeye geldik ama karşılaştığımız duruma bak. Dönüşte bunları yazmak istiyorum. Mevlânâ ile bir gün, Birinci Şube’de iki saat diye. Durumumuz pek fena sayılmaz. Onlar bizi yanlış anladılar.
Sizin Müslüman olduğunuzu biliyorum bunu bana siz söylemiştiniz, nasıl oldu bu?
1980 yılında solcu çocuklarla İstanbul’u geziyoruz. O zaman pusu kurup vuruyorlar ilerici gençleri. Bir gün bir genç arkadaşım bizi evine davet etti. Önce kendisi girdi, vurulmadığını görünce ardından biz de girdik eve. Gençlerle başbaşa konuşurken annesi ve teyzesi, iki iyi kalpli Müslüman olarak bize hizmet ediyorlar. Politik durumu tartışıyoruz, vedalaşıp ayrılırken bu başı kapalı kadınlardan biri, gümüş bir muska verdi bana. Çok kuvvetlidir sizi korur dedi. Bunu bir Rus gâvuruna verirken hiç çekinmiyordu. Bu muskayı boynuma takmaya başladım. Biliyorsunuz ben aynı zamanda kaptanın ikinci yardımcısı olan denizciyim, bir gün Filipinler’de Davao limanında duruyoruz yük alıyoruz. Mindoneu adasında savaş var. Gümrükte çalışan Müslüman bir gümrükçü benim muskamı görmüş olacak ki bir köşeye çekti beni. “Siz de Müslümansınız ben de, geminin kaptanı et konservesi satıp yerine rom alıyor. Bunu gümrük müdürü duyarsa içeri alınırsınız” dedi. Ben hemen kaptana koştum. Durumu anlattım, kaptan aşçıyı çağırdı ve başladı küfretmeye. Kaçakçılığı aşçıbaşı yapıyormuş. Daha sonra bana döndü “iyi ki Müslüman olmuşsun Radi” dedi. İşte bizim Müslümanlığın öyküsü.
Nazım Hikmet’le uzun yıllar geçirdiniz. Size son olarak onunla ilgili bir şey sormak istiyorum. Onunla çatıştığınız, fikrinizin ayrı olduğu zamanlar oldu mu?
Nazım için söyleyebileceğim çok şey var ama bunu hiç düşünmemiştim. Bunu bir anıyla anlatmak en iyisi. Nazım dostlarına eliyle yemek yapmayı çok severdi. Şiirde bir devrimci olduğu için mutfakta da bunu yapmak istiyordu. Yemekleri bazen başarıyor bazen başaramıyordu. Başaramayınca onunla tartışır onu kızdırmaya çalışırdım ve derdim ki “usta, bu yemektir şiir değil” Böyle ufak tefek şeylerde ayrılırdık onunla. Bunun dışında şimdiye kadar gördüğüm en harikulade insanlardan biriydi.
Nazım için söyleyebileceğim çok şey var ama bunu hiç düşünmemiştim. Bunu bir anıyla anlatmak en iyisi. Nazım dostlarına eliyle yemek yapmayı çok severdi. Şiirde bir devrimci olduğu için mutfakta da bunu yapmak istiyordu. Yemekleri bazen başarıyor bazen başaramıyordu. Başaramayınca onunla tartışır onu kızdırmaya çalışırdım ve derdim ki “usta, bu yemektir şiir değil” Böyle ufak tefek şeylerde ayrılırdık onunla. Bunun dışında şimdiye kadar gördüğüm en harikulade insanlardan biriydi.
Necmi Sönmez | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 204 - 15 Kasım 1988