S.S.C.B.




Televizyonda güler yüzlü, sıcak bakışlı bir adam çevresindeki işçilerle konuşuyor.

Bu iş yerinde olup bitenleri siz burada çalışanlar mı daha iyi bilecek, yoksa, orada (eliyle tepelerde bir yerleri gösteriyor) masaları başında oturanlar mı?.. Şimdi söyleyin bakalım...

Konuşuyor” dedim ama, aslında bu soru-yanıt biçiminde ilerleyen bir diyalog...

Televizyondaki adam şimdi başka bir işçi topluluğu arasında yine soruyor, yanıt bekliyor ve birden atılıyor:

Sevgili yoldaşlar... Lütfen... partili arkadaşlardan yanıt istemiyorum... Aranızda partili olmayanlar yok mu? (birkaç kişi öne çıkıyor.) Evet siz, siz anlatın bana: Şikâyetlerinizi söyleyin...(Öne çıkanlar, kimi zaman rahat rahat konuşuyor, kimi zaman da gözlerini kameraya dikip susuyor... O zaman güler yüzlü adam, kameralara dönüyor:) Lütfen televizyoncu arkadaşlarım, biliyorum siz de işinizi yapıyorsunuz ama, bakin bu arkadaşım belli ki benimle çok özel bir şey konuşacak bize biraz izin verirseniz...

Ve televizyon ekranı kararıyor.

Başka bir sahne: Güler yüzlü adam öğrencilerle konuşuyor. Konuşmasının sonunda “Biliyor musunuz, şimdi size söylediklerimi bu sabah Bakanlar Kurulu’nda anlattığımda, bakanlar bile alkışladı. Demek ki bu kez fazla bürokratik engellemeyle karşılaşmayabiliriz... Ortalık yeniden alkıştan inliyor.

Televizyonda bir başka sahne: Güler yüzlü adamın çevresini şimdi de kadınlar almış: “Biliyorum bana kızıyorlar, şeytan’ diyorlar, içkiyi yasakladım, kısıtladım diye. Ne yapalım, desinler! Ama siz, siz analar bacılar, bu işe ne diyorsunuz soran yok mu? Ve her yandan yanıtlar geliyor. Kadınlar, eskiden kocalarının nasıl hep sarhoş gezdiklerini, oğulların sabahtan içmeye başladığını anlatmak için yarışıyorlar...

Moskova’dayım. Ve otel odama her dönüşte Sovyet Televizyonu’nu izliyorum.
Rastladığım sahnelerden yalnızca birkaçı bunlar.
Güler yüzlü adam dediğim de, Mikhail Gorbaçov’dan başkası değil.

Sovyet lideri Gorbaçov’un ülkesinde başlattığı reformları ne zamandır yerli ve yabancı basında (Özellikle de Batı kaynaklı ve Batı’nın bakış açısıyla) okuyoruz, izliyoruz. Reformlara karşı duyulan, değişimden yana olan, daha demokratik bir Sovyetler Birliği’ni özleyenlerin olumlu tepkilerini ya da statükodan yana olup, reformlarla çıkarları tehlikeye düşenlerin olumsuz tepkilerini de izliyoruz. Ancak basından izlediğim bütün bu gelişmeleri somutlaştırmam, yaşama geçirilişini kavrayabilmem, yaşanmakta olan, (o eşine ender rastlanan coşkuyu) izleyebilmem için, meğer Sovyetler Birliği’ne gitmem gerekiyormuş.

Gürcistan’da düzenlenen bir tiyatro toplantısında çağrılı olmam bana bu fırsatı verdi. Gerek Gürcistan’da geçirdiğim bir hafta boyunca gerek Gürcistan öncesi ve sonrasındaki Moskova günlerimde, yaşanmakta olan yakından gördüm, duydum, izledim, tanıklık ettim. Zaten bunu yapmak için fazla bir çaba göstermeniz gerekmiyor, çevrenizdeki herkes her an size yapılmakta olan değişikliklerden, yeni uygulamalardan, girişimlerden söz ediyor, içlerindeki heyecanı size aktarıyor.


BASINDA

En büyük değişiklik Sovyet basınında görülüyor. Gorbaçov’un “Glasnost” (açıklık) politikası ve “tarihimizde üstü kapalı geçen tek sayfa olmamalı kararıyla, yalnız uzak geçmişin değil, dünün ve bugünün yanlışları da tüm başında yer alıyor, bunlar tartışılıyor, birbirinden farklı görüşler yanyana yansıtılıyor.

Dün devlet yönetiminin, Politbüro’nun en yüksek kademelerinde görev alanların suiistimallerine ilişkin duruşmalar, naklen televizyondan yayınlanıyor. Bugün alınan bir karar, basında ya da televizyonda kararı savunanlar ve savunmayanlar arasında tartışılıyor.

Sovyetler Birliği’ne gidişimden birkaç gün önce Fransız “Le Figaro” gazetesinde, ülkesini terketmiş birkaç Sovyet bilim adamı ve sanatçısının, oldukça sert dille yazılmış, reformlara inanmayan ve Gorbaçov’u eleştiren bir açık mektubu yayınlanmıştı. Moskova’ya geldiğimde oradaki tüm arkadaşlarım, çevremdekiler bu mektuptan söz ediyorlardı. “Peki siz nereden biliyorsunuz? diye sorduğumda, “Haberini televizyon verdi dediler. Nitekim birkaç gün sonra da mektup Sovyet basınında kesintisiz yayınlandı. (Somut bir örnek olduğu için ve farklı görüşleri dile getirdiği için bu mektubu ve mektuba yanıtı sayfalarımızda yayınlıyoruz.)

Basındaki bu değişimi çevremdekiler şöyle yansıtıyor.
(Çevremdekiler dediğim, daha çok tiyatro çevresinin insanları, yazarlar, çevirmenler, sanatçılar, öğretim üyeleri, öğrenciler).

Ben eskiden hiç gazete okumazdım, şimdi oku oku bitiremiyorum.

Şimdi değer ölçülerimiz değişmeye başladı. Eskiden tiyatroda izlediğimiz bir oyunda, ağızdan ağıza dolaşan bir şarkıda, en ufak bir tartışma, bir eleştirel bakış ya da muhalefete benzer bir şey sezsek, çılgınlar gibi peşinden sürüklenir, o piyesi, ‘sahne olayı’ diyerek, o şarkıyı, ‘müzik olayı’ diyerek alkışlardık. Şimdi bunlara gerek kalmadı. Tartışmanın, eleştirinin muhalefetin dik alası gazetelerde yapılıyor. Biz de tiyatroyu tiyatro ölçüleriyle, şarkıları müzik ölçüleriyle değerlendirmeye başladık... Yani artık kolay alkış, ucuz başarı yok...


YAYINLARDA

Yayın dünyasında bir büyük değişiklik de kitap basımında. Önce Sovyetler Birliği’nin 270 milyonluk nüfusunu, yüzde 90 gibi yüksek bir okuma yazma oranını, ülkede konuşulan 50’yi aşkın dili düşünün ve kimi kitabin 50 dilde birden basıldığını, bir kitabın tirajının binlerle değil, milyonlarla gerçekleştiğini anımsayın... Bugüne dek tüm kitap yayını devletin elindeydi. Bir süreden beri kitap basımı şirketler aracılığıyla da gerçekleşebilir kararı alındı. Yazarlar, yayımcılar bir araya gelip bir şirket kurup, eserlerini öndenetimsiz basabilecekler. Şimdiden özellikle kaliteli sanat kitapları basmak üzere bu tür şirketler kuruldu. 1 Mayıs’tan itibaren ise şirket kurmadan da kişiler kendi başlarına, eserlerini ya da bir eseri bastırabilecekler. Aynı karar dergi çıkarmak için de geçerli.

Kitap ve dergilerin şirketler ya da şahıslarca basılması yolunda devletin özendirici bir tutum içine girmesi gerektiğini vurguluyor konuştuklarım. Çünkü bunlar büyük bir ekonomik güçlükle karşılaşacaklar. Sovyetler’de kitap hep çok ucuza, maliyet fiyatının çok altında satılıyor. Özel yayınlar bu durumda, devletin yayınlarıyla nasıl rekabet edebilecek, başlıca sorun bu...

Bir tiyatro eleştirmeninin görüşü:
Kimi eserlere, kimi tartışmalara aç öyle büyük bir kitle var ki, daha çok ödeyip bu kitapları almaya razı olacaklardır.

Ve herkesten sık sık duyduğum bir cümle:
Yıllardır, çekmecelerde saklanan tüm yazılar, eleştiriler, oyunlar, öyküler, romanlar şimdi gün ışığına çıkıyor.
Göreceksiniz, yazın yaşamımız durağanlıktan sıyrılıp, müthiş renklenecek, zenginleşecek”...

Yayın dünyasından ayrılmadan, önce bir ayrıntı: “Doktor Jivago” dahil olmak üzere Pasternak’ın tüm eserleri, ayrıca Nabokov, Gumilyov gibi Batı’nın çok iyi tanıdığı yazarların cilt cilt eserleri Sovyetler’de devlet tarafından baskıya girdi. Yakında piyasaya çıkacak.

Bir de ilgimi çeken bir durum: Sovyetler’de 1 Ocak 1987’den bu yana Amerikalı yazarlara ait 4.949 eser (öykü, roman) yayınlanmış, bunların toplam tirajı 374 milyon. (Bu açıklamayı “Moscow News” gazetesinde yapan Novosti Press Ajansı’nın yöneticilerinden Valentin Falin, buna karşılık Amerika Birleşik Devletleri’nde Sovyet yazarlarının eserlerinin son 10 yılda ancak beşte bir oranında çevrilip yayınlandığını bildiriyordu.)


TİYATRODA

Şimdi “glasnost”tan başka bir iki tılsımlı sözcüğü öğrenmemiz gerek:
“Perestroika” yani yeniden kurmak, yeniden inşa etmek
ve “Po-novumo” yani yeni baştan, yeni bir biçimde...

Sovyetler Birliği’ndeki tüm tiyatro yaşamı po-novumo bir biçimde hızla perestroika’ya daldı. Şöyle: Bugüne dek bir tiyatronun ışıkçısının kaç para alacağından sanat yönetmeninin kim olacağına; repertuar seçiminden rol dağıtımına aklınıza gelebilecek her şey Sovyet Cumhuriyetlerdeki Kültür Bakanlığı’na bağlıydı.

Şimdi ise üç önemli değişiklik:

  1. Her topluluk, her tiyatro (ışıkçısından oyuncusuna tüm elemanların katılımıyla) genel yönetmenini kendi seçiyor. (Artık işyerlerinde, fabrikalarda, eğitim kurumlarında da yöneticinin devlet tarafından atanarak değil, seçimle işbaşına geldiği gibi.)

  1. Her topluluk, yine tüm elemanların katıldığı bir seçimle “sanat danışmanlar kurulu”nu oluşturuyor. Tiyatronun o mevsim kaç oyun çıkacağına, repertuara, mali duruma, başarılı oyuncunun ücret artışına, beş yıl üst üste başarısız olan elemanın topluluktan ayrılmasına, yeni eleman almaya, yani tiyatronun tüm işlerine, genel yönetmenle birlikte bu kurul karar veriyor.

  1. Tiyatrolardan her tür ön denetim kalktı. (Gerek metin aşamasında, gerek oyun sahneye konduktan sonra.)

Bu üç nokta, tiyatrodan bürokrasiyi kaldırıp, bağımsızlığı sağlamanın yanı sıra, tiyatro yaşamına sonsuz bir heyecan ve dinamizm kattı. (Gürcistan Kültür Bakanı’yla yaptığım konuşmada bu konuya yeniden döneceğiz. [sayfanın devamında])

Bu arada yönetmeninden set işçisine tiyatroda çalışan tüm elemanları kapsayan “Tiyatro Çalışanları Sendikası/Birliği” kuruldu. Birlik, başkanlığa ülkenin yaşlı ve sevilen tiyatrocusu Kirill Yavrov’u, Genel Sekreterliğe ise atılımcı, dinamik yönetmen Oleg Yefremov’u getirdi. Bu birlik tiyatroların bağımsızlıklarını sürdürmeyi garantileyen bir kuruluş niteliğinde.


Bütün bunlar olurken, Sovyetler için çok yeni bir olgu: Ülkenin her yerinde mantar gibi “Deneysel Tiyatro”lar açılıyor. Bir araya gelen bir avuç genç, bir garajı, bir alanı, bir işyerinin kullanılmayan bölümünü “deneysel tiyatro”ya çeviriyor. Ve akşam dokuzdan itibaren bunların önünde kuyruklar oluşuyor.

Bir başka konu: Tartışmalı, sorunlu tiyatroların durumu “kendiliğinden” çözümleniyor. Örneğin: Sovyetler Birliği’nin en köklü sanat kurumlarından Moskova Sanat Tiyatrosu (1898’de Stanislavski ve Nemirovich-Danchenko tarafından kurulmuştu. Çehov oyunlarının “yuvası”), ne zamandır için için kaynıyor. Oyuncuları ikiye ayrılmış durumda. Kimi Oleg Yefremov yönetiminde atılımcı, girişimci bir tiyatro politikasından yana, kimi statükocu. Sorun şöyle sonuçlandı: Moskova Sanat Tiyatrosu, iki bağımsız topluluğu içeren bir kurum oldu. Her ikisi de kendi genel yönetmenlerini seçecekler. (İlki Yefremov’u seçti bile.) ikisinin de eşit, benzer salonları olacak ve kendi yollarını kendileri seçecekler. Sovyetler Birliği Kültür Bakanı Vasily Zakharov her iki gruba da “hodri meydan, haydi kavga edeceğinize birbirinizle yarışın bakalım diyordu. (Moskova Sanat Tiyatrosu’nun şimdiki binası ise “Ulusların Dostluğu Tiyatrosu” olacak ve Sovyetler’deki ya da öteki ulusların sürekli temsil verecekleri bir tiyatroya dönüşecekti.)


Taganka Tiyatrosu, Sovyetler’deki bu en “ilerici”, yenilikçi tiyatro kurucusu, yöneticisi Lubimov’un iki yıl önce Batı’ya geçtiğinden beri kargaşalıktan kurtulamıyor, elemanları sürekli her şeye, özellikle de yönetime getirilen herkese başkaldırıyordu. Sonunda Lubimov’un arkadaşı ve Sovyetler’in çok başarılı tiyatro yönetmeni Anatoli Efros’un Taganka’nın başına atanmasıyla, tiyatro durulur gibi olmuştu. Ama yalnızca “gibi”. içten içe, oyuncuların Efros’a karşı pasif direnişi sürmüş ve birkaç ay önce usta yönetmen Efros kalpten ölmüştü. (Ölümünde hâlâ Taganka’nın oyuncularını ya da tiyatrosuna “ihanet” edip kaçan Lubimov’u suçlayanlar var). Şimdi Taganka Tiyatrosu durulmuş ve şevkle çalışır durumda. Nedeni? Tiyatro yaşamında alınan yeni kararlarla birlikte, Taganka’nın tüm oyuncuları bir araya gelip kendi diledikleri kişiyi, tiyatrolarının başına getirdiler: Nikolai Gubenko’yu. Nikolai Gubenko, Taganka’nın kuruluş yılında bu tiyatroda oynamış, ancak 1968’den beri tiyatrodan uzaklaşıp film yönetmenliği ve oyunculuğu yapan ülkenin sevilen sanatçılarından biri. Topluluk oybirliğiyle onu başa getirdi ve Taganka Tiyatrosu sorunu halloldu.


Hallolması gereken bir başka sorun Bolşoy Tiyatrosu. Kültür Bakanı Vasily Zakharov, ben oradayken yaptığı bir basın toplantısında haykırıyordu:Bolsoy’un kendisine çeki düzen vermesi, yeni atılımcı, girişimci adımlar atması lazım diye. Yıllardır burada egemenlik kuran ve hiçbir şeyin değişmemesinden yana olan kadroların, çok yakında Kültür Bakanı’nın bu çağrısı ve içeriden gelen zorlamayla hızla değişeceğine inanılıyor.




AYDINLARIN TEPKİLERİ

Demindenberi, kâh genel çizgileriyle, kâh ayrıntılara girerek Sovyetler Birliği’nde yaşanmakta olanı aktarmaya çalıştım.
Ancak aktarmakta en güçlük çektiğim şey, yaşanan coşku.

Devrim bu, devrim”...
Bir devrim yaşıyoruz”...

Bunlar en çok duyduğum sözcüklerdi.

Bu demokratikleşme sürecini daha da hızlandırmalıyız”...
Lenin’in sanatçı her şeyden önce özgür olmalıdır sözünü çoktandır unutmuştuk ama artık her şey değişiyor”...
Bunlar yalnızca bir başlangıç, devamı gelecekve benzeri sözler ağızlardan düşmüyor.

Tiyatronun T’sinden tad almayanların “deneysel tiyatroları” görmeye koşmaları, ünlü “rock” orkestrası Zvuki Mu’nun yanı sıra nitelikleri çok tartışılır öteki pop orkestralarının da tüm konserlerinin dolup taşması, bugüne dek pek “istenmeyen” modern resme tüm galerilerin kapılarını açmaları, hatta parklarda bunların sergilenebilmesi için dev çadırların, sergi alanlarının kurulması; bir zamanlar gizliden gizliye söylenen Vladimir Vissotski’nin şarkılarının şimdi her yerde yüksek sesle söylenmesi, çalınması; Sovyetler Birliği’nde yaşayan tüm yabancı gazetecilerin şimdiye dek hiç olmadıkları denli faal olup, habire yazı, haber üreterek bu “coşkulu havaya” kapılmaları; şimdiye dek seyredilemeyen filmleri gösteren sinemaların dolup taşması... Bütün bunlar yalnız aydınları değil, çok daha geniş kitleleri doğrudan ilgilendiren şeylerdi...

Moskova’da Yazarlar Birliği’nde yazar Rady Fish’le karşılaşıyorum (Okurlar onu “Nazım’ın Çilesi” adlı kitaptan tanıyacaklar.) Son gelişmeler üzerinde konuşurken, özellikle yıllardır ortaya çıkarılmayan ama bundan böyle yayınlanacak olan eserlerden heyecan duyuyor. Yapılan reformlara sonuna dek inanıyor.

Bir başka toplantıda iki dosta, Cengiz Aytmatov ve Resul Hamzatov’a rastlıyorum.
Hamzatov hâlâ Türkiye anılarıyla yaşıyor.

Aytmatov,, evet çok önemli değişikliklerin yaşanmakta olduğunu belirtiyor. “Artık her şey ortaya çıkıyor, çıkacak diyor.

Soruyorum: “Yazıp da şimdiye dek ortaya çıkarmadığı eserleri, yazıları var mı? Hayır, yokmuş. Hamzatov’un da öyle...

Kulak misafiri olan bir başkası onlar yanımızdan ayrılınca şöyle diyor:
Biri Kırgızistanlı öteki Dağıstanlı. Oralarda elbet yazarlar. Sıkıysa, tüm dilediklerini Moskova’da yaşayıp yazsalardı...
(Bunu söyleyen kıskanç, yeteneksiz, yazar olamamış biri miydi, yoksa sağduyulu bir vatandaş mı orasını bilemiyorum.)

Konuşmaya bir başkası katılıyor: “Şimdiye dek Sovyet edebiyatı yerel özelliklerin, folklorun vurgulanmasıyla çok renkliydi.
Bundan böyle, düşünce platformunda da çok renkliliği, çok sesliliği yaşayabiliriz.


Bütün bu yaşanana kuşkuyla bakan, “nasılsa sonu gelmez”, “bürokrasi izin vermez”, “Batı izin vermez (evet, evet, bütün bu olanların Batı’nın pek işine geldiği söylenemez) “nasılsa engellenir diye hemen karamsarlığa kapılanlar da var. Bu reformları yalnızca “makyaj değişikliği”,Batı’ya gösteriş diye niteleyenler de... Ancak bunlar azınlıkta.

Bana gelince, Sovyetler Birliği hakkında kadar eksik bilgiye sahibiz ki, şu anda yaşanmakta olanı yargılamaya hakkımız yok diyorum.
Olsa olsa yaşanmakta olanı öğrenmeye, kavramaya, anlamaya çalışabiliriz.



Zeynep Oral | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 167 - 1 Mayıs 1987
__________________________________________________________________________________




Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Kültür Bakanı Assatiani bir buçuk yıldır bu görevde, yani “Glasnost” ve “perestroika” politikaları yürürlüğe girdiğinden beri. Klasik edebiyat eğitimi ve doktorası yaptıktan sonra, partinin kültür birimlerinde çalışan Assatiani, Kültür Bakanı olduğunda 34 yaşındaydı ve “bu yaşta... bu görev... diyenleri şöyle yanıtlıyordu:Gençlik yalnızca geçici bir avantajdır.


Sovyetler Birliği’ndeki son gelişmeleri değerlendirmesini istiyorum Valery Assatiani’den.

İşte söyledikleri:

Artık durdurulamayacak, hızlı bir demokratikleşme gerçekleşti. Demokrasimiz daha da gelişecek.
Kültürümüzün her alanında bunu görüyoruz. Özellikle tiyatroda ve yayında daha da çok.

Tiyatrodaki yeni örgütlenmelerin, reformların somut sonuçları ne oldu?

Her şeyden önce gözle görülür bir nitelik farkı var. Bir yükseliş dönemi başladı. Tiyatrolar, yönetmenler, oyuncular arasında büyük bir yarış, bir rekabet var... Oyuncu artık istemediği rolü geri çevirme hakkına sahip. Ama bu arada bu hızlı tempoya, bu yarış havasına uyamayan oyuncular ya da yıllardır memur gibi maaş alıp da hiçbir şey yapmayan elemanlar kendiliğinden eleniyor. Oyuncuların her beş yılda bir yeniden tiyatronun kendi seçtiği Sanat Kurulunca değerlendirilmesi, gereksiz kişilerin ayrılması, kalanların daha yüksek maaşlarla çalışmalarına yol açıyor... Ekip ortamı güçlenir oldu. Memurluk anlayışı silindi, yerini yaratıcılık aldı... Ayrıca tüm topluluklar yapmak istedikleri her şeyde serbestler. Benden ve bakanlığımdan da bütünüyle bağımsızlar.

Yani tiyatrolara hiç mi karışmıyorusunuz?

Hayır, karışmıyorum. Oyun seçimlerini bile, oyunu gidip görünceye dek bilmiyorum. Denetimi biz değil, kendileri yapıyor.

Desenize sizin hiç işiniz kalmadı...

Pek öyle değil. Gürcistan’da 32 büyük tiyatro var. Bunların ülkenin her yerine hizmet götürmesini sağlamaya çalışıyoruz. Ayrıca son reformlarla yaklaşık 100 kadar deneysel tiyatro kuruldu. Her gün yeni gençlik grupları gelip başkent Tiblisi’de yeni bir tiyatro topluluğu kurmak istediklerini söylüyorlar. Herkes de bu işi burada yapmak istiyor. Oysa onları hiç tiyatrosu olmayan yerlere kanalize etmeye çalışıyorum.

Sonuç?

Kâh onlar beni ikna ediyor, Tiblisi’de hiç benzeri olmayan türde tiyatro yapacaklarını söyleyerek... Peki, açın bakalım tiyatronuzu diyorum... Kâh ben onları ikna ediyorum, başkent dışında kuruyorlar tiyatrolarını... Bir gayretim de, bu “deneysel tiyatro”ların kalıplaşıp yine dogma haline dönüşmemesi...

Şu sıralarda sizi en güç duruma sokan sorunlar nelerdir?

Ahhh... (Yüzüne kocaman bir gülümseme yayıldıktan sonra):Her aydın başlı başına bir sorundur. Şu sırada en büyük güçlük: Herkes sergi açmak istiyor, galeri yetiştiremez olduk. Ama bir de bakıyorum, genç, yepyeni düşüncelerle, yepyeni uygulamalarla gelmiş karşımıza, nasıl hayır, galeri yok ya da sıranı bekle dersiniz. Hemen bir çare bulmaya çalışıyoruz.



Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 167 - 1 Mayıs 1987
__________________________________________________________________________________





Sinemadaki reform nasıl gerçekleşiyor?

Geçtiğimiz yıl, birikmiş sorunların tümünü çözümlemeye yetmedi. Bu nedenle, Sovyet Sinemacılar Birliği’nin son toplantısında, yeni bir sinema modelinin belirlenmesi kararlaştırıldı. Sinemadaki reform, öncelikle stüdyolara, ekonomik ve sanatsal bağımsızlık, yetenekli ve dürüst sanatçılara daha demokratik ve daha elverişli koşullar getiriyor.

Reformun ilkelerini belirlemek, uzun tartışmaları da beraberinde getirdi. Bazıları, modeli iki ya da üç stüdyoya uygulayıp, getireceği sonuçları görmek için bu yüzyılın sonuna değin beklemeyi öneriyordu. Bazıları, temeldeki yapıyı bozmadan, büyük çaplı bir değişiklikten yanaydı. Reform karşıtı tutucu çevreler ise şu mantığı yürütüyorlardı: Devletin sinemacılar üzerindeki baskısı azaldı, Birlik tavrını koydu, filmler, neredeyse denetimsiz oynuyor, öyleyse daha ne istiyoruz?

Sizin kişisel görüşünüz nedir?

Yeni bir modelin oluşturulması kaçınılmazdır. Hepimiz geçmişin etkisinden kurtulmalıyız: Ben kendi içimde her zaman ihtiyatlı bir düzelticinin varlığını duymuşumdur. Şimdi gerçek, özü sözü doğru bir sinema bekleyebiliriz. Bu yeni model, kolayca kimin ne olduğunu gösterecektir.

Stüdyoların ekonomik bağımsızlığı, onların kendi kazandıkları paralarla da var olabileceklerini kanıtlayacaktır. Herkesin şansı eşit. Var olma nedenlerini ve amaçlarını açıklayamayan stüdyolar eriyip gidecektir.

Eğer, önümüzdeki on yıl içinde, seyirci, “hiçbir şey söylemeyen” filmlerin seyircisi olursa, sanatsal değeri yüksek film yapan stüdyolar iflastan nasıl kurtarılacak?

Bu sorun karşısında kendimizi koruyacak araçları iyi düşünmeliyiz. Belki, belirli bir parasal destek olabilir. Bunun için bir fon oluşturmak istiyoruz. Birlik içinde bir stüdyo kurmayı da amaçlıyoruz. Bu stüdyoda deneysel çalışmalar yapılacak, yeni sinema formları yürürlüğe konulacak ve sinema dili geliştirilecek. Ayrıca, gelecekte yapılacak filmlerin proje çalışmaları için de, bir stüdyo kurmayı istiyoruz.

Üzülerek görüyoruz ki, sinema kimi zaman toplumun beğenisini olumsuz yönde geliştiriyor. Nitelikli filmler, büyük kitlelerle buluşamıyor. Bunun için, basın yoluyla, televizyonla, konferans ve toplantılarla bir sinema kültürü oluşturmayı da deneyeceğiz.

Yeni model ne zaman yürürlüğe girecek?

Şu sıralarda, bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Bu, en karmaşık dönem, sinemanın malzeme ve teknik bazı, acınacak durumda. Öncelikle, bu sorun çözülmeli. Filmlerin prodüksiyon sorunu da. Yeni modelin, ancak iki-üç yılda uygulamaya girebileceğini söyleyebilirim. Ama yarının olaylarını şimdiden hazırlamalıyız.

Stüdyoların çalışmaları, ekonomik bağımsızlık ve seçme özgürlüğü üzerine kurulursa, ne gibi yönetsel güçlükler çıkabilir ortaya?

Önce sinema sanatı, daha huzurlu bir şekilde soluk alacak, Bu konuya ilişkin olarak, bir yönetmelik hazırlanıyor. Bu yönetmelikte yeni modelin temel ilkeleri belirlenecek. Bakanlıktaki Komite ile, Sinemacılar Birliği’nin, filmlerin dağıtımından sorumlu merkezlerin, stüdyoların ve bir miktar da bilim adamının ilişkileri saptanacak.

Bir de sanatçının sorunları var. Bu, belki de sorunların en önemlisi. Bu konuda neler düşünüyorsunuz?

Bu sorun politik, ideolojik, psikolojik ve demokratikleşme süreci içinde yaşanacak öteki sorunlardan ayrı tutulamaz. İktidarın, sorunlarımıza, sanatın gelişimine, sanatçıya yardım etmeye arzulu olduğunu bilmek ve buna güvenmek, biz sanatçılar için en güzel şey. Açıklıkla söyleyebilirim, şimdiye değin böylesine dikkatli ve özenli bir yaklaşımı hiç yaşamamıştık.

Bu yıl Moskova Film Festivali yapılacak. Yeni sinema politikasının, festivalin akışında da etkisi olacak mı?

Öncelikle, Moskova Film Festivali, bu yıl, geçmiştekilere oranla daha kısa olacak. Seçim daha ciddi yapılacak. Daha az ödül, daha az halk jürisi olacak. Festival’in ticari yönü değil, yaratıcı yönü ağır basacak. Bu yıl Festival’e öteki ülkelerin sinemalarının önemli ustalarının da katılacağını umuyoruz.



Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 167 - 1 Mayıs 1987
__________________________________________________________________________________





Moskova’dan yağan haberlerin, içeriği tarihimizde bir dönüm noktası niteliğindeydi ve Batı’da olsun, Doğu’da olsun, kamuoyu şaşkınlık içindeydi. Yoksulluğa, baskıya ve uluslararası teröre nokta konulması gündemdeydi. Bu, geçici bir yumuşama mıydı? Yoksa, Lenin’in 1921’de dediği gibi, “saldırıdan önce taktik gereği geri çekilme mi?

Aslında, bazı önemli rejim aleyhtarlarının cezaevlerinden ve kamplardan salıverilmelerini ve sürgünden dönmelerini memnuniyetle gözledik. Ne olursa olsun, bu gerçeklerin ışığında tatmin olsak da, bu af girişimlerinin büyük etki yaratacak biçimde küçük ayrıcalıklar getirdiğini göz ardı edemedik. Eğer Sovyet liderleri iddia ettikleri gibi gerçekten insan hakları konusundaki tutumlarını değiştirdilerse neden tüm fikir suçlularını serbest bırakmadılar da, içlerinden sadece önemli olanlarına azar azar özgürlüklerini verdiler?

Neden, Sovyetler Birliği’nde acımasızca uygulanan bir yöntem olan psikolojik baskı konusunda yayınlanan bir kınama bildirisi duymadık?
Niçin Brejnev’in son döneminde bile müsamaha gören göç konusunda ilerleme sağlanamadı?


GERÇEK GLASNOST İÇİN

Yeni Sovyet “Glasnost” (Açıklık) politikası ve kültürel yumuşama, belki de büyük bir yanlış anlama ve endişeye neden oldu.

Glasnost, bir kamuoyu tartışmasında herkesin korkmadan rahatça fikirlerini açıklayabileceği bir olgudur.

Glasnost, kamuoyunu ilgilendiren bir konuda, herkesin fikrini korkmadan öne sürmesi demektir. Glasnost, bir bilgi alışverişidir ki, ayrı ayrı toplumun hükümet üzerindeki kontrolünü ifade eder. Sovyet liderleri halkın güvenini gerçekten kazanmak istiyorlarsa, partinin kontrolünde olmayan hür yazarların ve yayıncıların boy göstermesine izin vermelidir.

Ölümünden sonra temize çıkan Gumilyov ve Nobakov gibi yazarların kitaplarının halka ulaşmasından memnunluk duyuyoruz. Ama onlar kadar “şanslı” olmayanlar, hâlâ sıralarını bekliyorlar. Bu imtiyaz, artık ağızlarını açıp beklenmedik ya da aykırı hiçbir şey söyleyemeyecek olan ölülere verildi. Yaşarken onlara (örneğin Shalyapin, Tarkovski) ilgi göstermeyen Sovyet yetkilileri, şimdi onlara ilgi gösterir oldu.


EĞER DÖNMEMİZİ İSTİYORLARSA...

Bazı Sovyet temsilcilerin, kültürel kişilikli bazı göçmenlerle görüştüklerini ve “geri dönmeleri” önerisinde bulunduklarını duyduk. Sovyet makamları göçün altındaki gerçek nedeni anlamaktan henüz uzak görünüyorlar. Göçe neden, yanlış anlama ya da anlaşmazlık değil, hür ve yaratıcı çalışmalara saygı duymayan rejimle aradaki derin görüş ayrılığıdır. Geçmiş unutulabilir. Ancak partinin sıkı denetimi nasıl unutulabilir hele bir damlacık özgürlük havası aldıktan sonra? Bu havanın yerini Lenin ödülleri tutamaz.

Kim onları, bizim eserlerimizi basmaktan, filmlerimizi göstermekten, oyunlarımızı sahnelemekten, resimlerimizi ve heykellerimi sergilemekten alıkoyuyor? Bize, istemediğimiz “bağışlanmayı” lütfedeceklerine bunları yapsalardı. Onlardan tek istenilen kenara çekilmeleri ve okurları, izleyicileri, dinleyicileri seçimleriyle başbaşa bırakmaları.

Ancak o zaman Sovyet yetkilileriyle diyaloğa girebiliriz.

Bir an için Gorbaçov’un cesur önerisi olan parti içinde hür seçimin gerçekleştiğini düşünelim.
Bu “ileri adım”, bizleri sadece Güney Afrika’daki siyahların konumuna sokar.
Bizim “beyazlar” en sonunda hür seçimlere kavuşurlar, yani, toplumun yüzde 7’si.


İDEOLOJİ ENGELİ

Eğer Sovyet sisteminde cidden “radikal bir değişim” isteniyorsa, buna ideolojinin gözden geçirilmesiyle başlanmalı. Bu yapılmazsa, hiçbir zaman kalıcı bir değişim Sovyetler Birliği’nde başarılamaz. ideoloji, Sovyet sisteminin çekirdeğini oluşturur ve ülkede fazla esnekliğe izin vermez. Yöneten ideoloji, “sınıf düşmanları” ile barışı reddettikçe, kendi uluslarıyla, burjuva dünyasıyla ve komşularıyla nasıl dost olunabilir? Uluslararası yumuşamayı ele alalım. Eğer “detant”, sınıf mücadelesinin hukuk yoluyla incelenmesi demek değilse, ne barış, ne de savaş olur. Karşımıza sadece “barış için mücadele” çıkar. Bu tarihi mücadele sürdükçe hiçbir şey başarılamaz.

Eğer gerçekten tarihimizde yeni bir sayfa açmak istiyorlarsa, 2. Dünya Savaşı’nda toplumun çektiği eziyetleri propaganda aracı olarak kullanmaktan vazgeçmeliler. Ancak Hitler’in “gençlik eğitimi”ne benzetebileceğimiz, Sovyet okullarında zorunlu askeri ve vatanseverlik eğitimi ile Sovyet halkının askerileştirilmesine son verilmelidir. Sovyet rejiminin işlediği suçlar konusundaki tarihi gerçekler de artık iade edilmeli.


REJİMİN HASTALIĞI

Çekoslovakya’nın 1968’de işgali iktidardaki parti tarafından uluslararası bir suç olarak niçin kınanmıyor?
Bu gibi gösteriler sergilenmedikçe açıklık politikası nasıl ciddiye alınabilir.

Bu sadece bir örnek. Hükümet ile kamuoyunun uzlaşması için, suçsuz yere hapishanelere kapatılmış insanları serbest bırakmak yeterli değildir. Sovyetler Birliği ciddi bir biçimde hastadır. O kadar uzun süreden beri hastadır ki, ülke liderleri 70 yıldan bu yana süre gelen sessizlik geleneğini bozmak zorunda kalmışlardır. Onlar, halkın güvenine, hatta tüm dünyanın güvenine muhtaçtır. Ama her şeyden önce, onlar halka güvenmeyi öğrenmelidirler. Dünyaya güvenmeyi öğrenmelidirler. Bunu başardıktan sonra, Lahey Uluslararası Adalet Divanı ve Strasbourg’daki İnsan Hakları Divanı’ndaki yükümlülüklerini hatırlamalıdırlar. Böylece, özellikle Çernobil faciasında hayatlarını kaybedenlerin yakınları, hiç olmazsa maddi yönden yaralarını sarmak için başvuruda bulunabilirler. 70 yıllık idare, “en ilerici öğretim” yardımıyla, bu dünyanın en zengin ülkesini enkaz haline getirmiştir. Bunu herkes, hatta aptallar bile görüyor. Öğretim hatali idi. Eğer, Gorbaçov’un da kabul ettiği gibi, bu işi Lenin’den sonra yapacak kimse kalmadıysa, neden yeni ve başka bir şey denenmemeli? Sorun budur. Eğer değilse, öyleyse gelecekte neler olacak?


●●●●●




Bir sonbahar akşamı Vasily Aksyonov ve ben, Moskova sokaklarında yürüyor ve konuşuyorduk.
(Çevirmenin notu: Bu bölümde adı geçen isimler, suçlayıcı mektuba imza atanlardır.)

Konuşuyor ve düş kuruyorduk. Neyi mi düşlüyorduk? Şimdi içinde yaşadığımız gibi günlerin gelmesini. O günler geldi ve şimdi Vasily Aksyonov, bu günleri suçluyor. Ernst Neizvestny’nin stüdyosu, Sretenka yakınlarındaki yan sokaktadır. Heykeltıraş, elinin bir hamlesiyle Prometeus’un zincirini kopardığı andaki görüntüsünü yakalamaya çalışıyor. Karl Marx’ın en beğendiği pozunu yıldönümü için çiziyor. Resim, “Zhurnalist” dergisinin kapağını süsleyecek. Neizvestny, bir insanın özgürlüğüne kavuşmasını resmediyordu. Yapıt ortaya çıkıncaya dek, birçok çalışmasını yırtıp, atmıştı. Neizvestny, bugün yurttaşlarının mutluluğunu paylaşabilmekten tamamen uzak. “Perestroika’ya ulaşmak için çok acı çektik biçiminde konuşanları anlamak için geçmişi, Vladimir Maximov ile Strasnoi Caddesi’ndeki buluşmamızı anımsıyorum. O, her zaman “inanç”, “çar” ve “vatan” konusunda bir şeyler homurdanır, Romanovların zamansız ölümünü söyler dururdu. O sıralar, kabul etmeliyim ki, bu durumu kızgın ve rahatsız bir kişinin hastalık derecesindeki alışkanlığına vermiştim. Peki, ya bugün? imzasını Maximov’un yanına koyan Lyubimov’un ta kendisiydi. Zomoskvorechye’de karşılaştığımızda, devrimci tiyatro ile ilgili bir bildiri yazmışlardı. Hayır, Taganka Tiyatrosu henüz gerçekleşmemişti. Ve tiyatroyu kurma fikri Lyubimov’a çok çılgınca geliyordu. “Her şeyden çok uzak. O kadar uzağa gitmeyi kim ister? Ancak, arzuları doğrultusunda benzeri bir tiyatro 1920’lerde kuruldu. Meyerhold’s Tiyatrosu gibi. Bugün, devrimci tiyatronun yaratıcısı, kendisini Maximov ve yazar arkadaşlarının arasında buldu.

Ve hepsi, bir zamanlar toplumumuzda demokrasi için savaşanlar, şimdi aynı demokratikleşmeye iftira ediyor, daha hiçbir şey olmadan öldüğünü ilan ediyorlar. Değişimin gerektiğini kanıtlamak için yüzlerce kelime harcıyor, değişim başlar başlamaz da, bu eylemin yavaşlaması için anlamsız bir çalışma başlatıyorlar.

Yanlışlık neredeydi? Her şey birbirine mi girmişti?
Aksine, her şey apaçık ortadaydı.

Kısa bir süre önce, başka ülkelerde bulunan arkadaşlarımızın döneceklerini sanıyordum. Sadece kendilerine yapılan resmi davetler nedeniyle değil, vicdanlarının sesine kulak vereceklerini düşleyerek umuyordum. Taganka Tiyatrosu oyuncuları, ceplerinden para ödeyerek her akşam ABD’ye telefon ettiler ve Lyubimov’u geri dönmeye ikna etmeye çalıştılar. Tiyatroda ona ihtiyaçları olduğunu söylüyorlardı. O ise cahilce bir tutumla, yüksek bir ücret için pazarlık etmekle yetindi.

Seçme özgürlüğü her kişiyi sınar.
Bu on kişi, karar vermekte özgürdüler ve engelin diğer tarafını tercih ettiler.

Bir ülkeden uzun süre ayrı kalındı mı, artık yurttaşlarıyla aynı görüşleri paylaşmak güçleşir, zaman kavramı kaybedilir.
Mektubun altına imza koyan 10 yazar da zaman kavramını yitirmişler. Bugünü yazmak istemişler ama, her satırı geçmişi yansıtıyor.

Yazarların özgür olmadığından, yayıncıların bağımlı çalıştıklarından şikâyetçi olmuşlar. Sovyet Yazarlar Sendikası, yayınevleri için bir kooperatif kurdu ve geçenlerde biri faaliyete geçti. Bu yolda her türlü yapıcı eleştiri kamuoyuna açıktı ve onlar eğer korkmasaydılar, özgürce bu faaliyetlerde yer alabileceklerdi. Ama hayır. Onlar, uzaktan suçlamalarda bulunmayı daha kolay buldular. Düşündüler ki, mektubun Sovyet basınında yer alması, Glasnost’un kanıtı olacak. Mektup yayınlandı. Ne oldu?

Hiç. Her şey olduğu gibi kaldı. Rus demokrasisinin babası kesilenlere Mihail Gorbaçov’un sık sık yinelediği bir düşünceyi hatırlatmak isteriz: Toplumumuzda hiç kimse veya hiçbir grup gerçeklere sahip çıkamaz. Kalitesi ne olursa olsun, 280 milyon insan bu ülkede yaşamını sürdürüyor. Ama bu insanlar geleceklerini hazırlamakla meşguller. Şimdi uzakta yaşayan bazı kişiler, kendileri için bazı garantiler istiyorlar. Ülkede güvensizlik ortamının doğduğundan söz ediyor, ideolojinin gözden geçirilmesi, Glasnost politikasının nasıl uygulanması gerektiği konusunda fikir ileri sürüyorlar.

Yalnız bir tek şeyi, ülkelerine ve halklarına gidecek yolu nasıl bulacaklarini düşünemiyorlar. Ülkeyi kötü bir zamanda terk ettiler. “Özgürlük havası”nı solumaktan memnun olduklarını belirtirken, Moskova’daki havadan rahatsız olduklarını söylüyorlar. Bazılarına hayat başka bir ülkede daha tatlı gelebilir.

Bir de mektupta dikkatimi bir cümle çekti. “Eğer, tarihimizde yeni bir sayfa açmak istiyorlarsa... Onlar kim? Daha da önemlisi, “bizim tarihimiz” demekle neyi kastediyorlar? Sizin şu andaki durumunuzu göze alırsak, bizim tarihimizin son bölümüyle sizin hiçbir ilginiz yok.

Mektuba imzasını koyanların hepsi, mesleklerinde profesyonel kişilerdir. Ancak, politik konularda çok amatörler ve saf yargılarından utanç duymuyorlar. Afganistan’dan Sovyet birliklerinin neden çekilmediğini merak ediyorlar. Çok basit. Yardım etmeye çalıştığımız değerleri unutun. Yaşayın ve meydana gelebilecek sonuçlar konusunu hiç düşünmeyin. Hayır. Bu iyi bir politika değil... Onların sadece kendilerinden haberi var...

Sonra, her şeyi öbek öbek bir araya getirmişler. Yok El Salvador’daki seçimlermiş, hür seçimler onları Güney Afrika’daki siyahların durumuna sokarmış, okullarda askeri eğitimmiş... Eleştirmen Belinsky, Gogol’a yazdığı mektupta, “Şu büyük bir gerçek ki, eğer bir kişi yalanlar içinde boğuluyorsa, nedenler ve yetenek onu terk eder demekte haklıydı.

Mektubun yazarlarını endişelendiren ne? Onlar, üstünde durdukları, destek aldıkları, tutundukları oluşumun gittikçe küçülmesinden endişeleniyorlar. Sürgünde yaşayan Sakharov’u ele alalım. Sakharov, Moskova’daki ziyaretçilerin sıklığından yeterince çalışamadığını öne sürerek, zaman zaman Gorky’ye seyahat etmek ve bir süre orada kalmak istediğini söyler. Bir zamanlar, yeni akim sanatçılarının hevesleri kırılmıştı ve sizler ciğerleriniz patlarcasına şikâyet ettiniz. Ama onlar şimdi sahnede. Böylece bazı kişilerin (Batı’da yaşayanlar) işlerini kaybetmesi kaçınılmaz.

Elem Klimov, ne kadar çok enerji ve özellikle zaman harcadı. Filmlerinin gösterilmesi için çok zaman geçti. Şu anda film yapmanın tam sırası gibi görünüyordu. Ama tersine, o tüm zamanını başkanı seçildiği Film Yapımcıları Sendikası’nda geçiriyordu. Bir keresinde muhabirimize, “Sinemamıza nefes almayı ve daha özgür çalışmalar sağlayacak, yeni şartları meşru kılacak, yeni kurallardan söz ediyorum demişti.

Nikolai Gubenko, son zamanlarda yaptığı filmlerle ünlü olmuştu. O film yapmayı sürdüreceğine, aktörler tarafından seçildiği Taganka Tiyatrosu başyönetmenlik görevini sürdürdü. Gubenko, “MN” ile gerçekleştirdiği bir söyleşide “Ben, sahne yönetmeni olmadığımı biliyorum. Ancak, Taganka’nın son zamanlarda yitirdiği bazı kıymetlerin belirlenebilmesi için, beni bağlayıcı ve saygın bir kişi olarak görevlendirdiler diyordu.

Geçmişin acı hatıralarını anımsamaya gereksinim duyuyor muyuz?
Eğer unutursak, hiçbir yere varamayız.

Her insanın hayatını kaplayan tarihi bir bileşim vardır.
Ve bu da, kişiyi bazı arzularından vazgeçmeye zorlar ki, kişinin toplum için daha yararlı isteklerinin gerçekleşmesi mümkün olsun.

Bu sözlerin yazarı, bir zamanlar çok önemli görevlerde bulunan, daha sonra ise 20 yıl sürgüne mahkûm edilen filozof Çernişevski’dir.
Ama mektubu yazanlar, bu sözleri hatırlamayacaklardır, çünkü o devrimci demokrat Çernişevski’dir.



Çeviriler: Seyhan TEKELİOĞLU | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 167 - 1 Mayıs 1987
__________________________________________________________________________________




Sovyetler Birliği’nde iki yıl önce yaşamın tüm alanlarını kapsayan yeniden yapılanma (restructuration) hareketi Sovyet toplumunu olduğu gibi, sonuçları itibariyle tüm dünyayı derinlemesine etkilemeye devam etmektedir.

Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Mikhail Gorbaçov’un işbaşına geldiği 11 Mart 1985’ten başlayarak kısa sürede rayına oturan büyük değişim Sovyet toplumunu 2000 yılına kadar endüstri ötesi döneme hazırlamayı amaçlamaktadır. Açıklık politikası -glasnost- ekonominin gereklerini eksiksiz yerine getirme, tüm sosyo-ekonomik etkinliklerde insanın rolünün yeniden değerlendirilmesi, dış politikada nükleer barışın gerçekleştirilmesi yönünde çaba harcanması, eğitim ve sağlık hizmetlerinde sürekliliğin sağlanması sözü edilen değişimin ana çizgileri arasında sayılabilir.

Sosyo-ekonomik alanlardaki önceliklerin başında yaşam düzeyinin yükseltilmesi gelmektedir.
2000 yılına kadar olan sürede Sovyet insanının yaşam düzeyinin kişi başına 1.6 ila 1.8 oranında artırılması öngörülmektedir.
Bu, hemen hemen, mutlak değer olarak, son kırk yılda gerçekleşen artışa eşit bir gelişmeyi ifade etmektedir.

Sovyet toplum yapısını oluşturan tüm kurumlar ve bu kurumların işleyişlerinde kullanılan yöntemler yeni bir düşüncenin ışığı altında -novaya myşl- birer birer ve bütün olarak elden geçirilerek -prestroika- üst düzeyde etkinlik ve verimlilik kazandırılmaya çalışılmaktadır. Bu çabalar şimdiden bazı meyvelerini vermiş görünmektedir. Kooperatif mağazalarının sayılarında özellikle son aylarda artışlar olmuş, sunulan tüketim mallarının kalitesinde belirli düzelmeler gözlenmiştir. Bürokrasi, görev suiistimali, yetersizlik, rüşvet, alkolizm gibi gelişmeyi yavaşlatan engeller de basının da etkin yardımıyla en aza indirilmeye çalışılmaktadır.

Kısaca, Sovyet toplumu Büyük Ekim Devrimi’nin 70. yılında tüm varlığıyla 2000 yılını hedef alan kapsamlı bir hamlenin sancılarını yaşamaktadır. Geleneksel yapıyı A’dan Z’ye kadar yeniden düzenleyerek sosyo-ekonomik ve kültürel gelişmeye yeni bir hayatiyet kazandıran bu toparlanma demokratikleşme ve dünyayı 2000 yılına kadar nükleer silahlardan arındırma gibi iki temel ögeyi de içermektedir.

Sovyet lideri Mikhail Gorbaçov, “Sovyetler Birliği’nin dış politikasını şimdi her zamankinden çok iç politika belirlemektedir derken, diş politikanın ülkenin iç politikasının ihtiyaçlarına cevap verecek biçimde oluşturulması zorunluluğunu dile getiriyordu. 2000 yılını hedefleyen hamle içerde insan ögesinin yeniden değerlendirilmesine, yani demokratikleşmeye, dışarda ise barışa ve uluslar arasında işbirliğine ihtiyaç gösteriyordu. İki yıldan bu yana her iki temel konuda da önemli adımlar atılmış görünmektedir. Ünlü bilim adamı Sakharov’un özgürlüğüne kavuşarak toplum içinde yerini alması, çok sayıda “muhalifin” serbest bırakılması, devlet yapısının çeşitli görev kademeleri için yapılan seçimlerde birden fazla adayın gösterilebilmesi, başına gittikçe artan özgürlüklerin tanınması demokratikleşme sürecinin somut kazanımları arasında sayılabilir.

Bütün bu gelişmelerden, kuşkusuz, edebiyat ve sanat da nasibini almaktadır. Edebiyatta, sanatta, sinema ve tiyatroda, yaratıcılığın önüne dikilen bürokratik engeller kaldırılma yolunda görünmektedir. Toplumun marjına itilmiş bazı yazarlar ve eserleri yeniden gün ışığına çıkmaya başlamışlardır. Yapıtlarının yayınlanmasına uzun yıllardır izin verilmeyen Boris Pasternak’ın ünlü yapıtı Dr. Jivago’nun önümüzdeki yıl yayınlanacağı haber verilmektedir. Muhalif şarkıcı ve ozan Vladimir Vissotski Sovyetler Birliği’nin en büyük kültür ödülü Lenin Ödülü’ne aday gösterilmiştir. Tiyatro ve sinemada toplumsal eleştiriye yer veren, sorunları cesaretle irdeleyen yapıtlara gittikçe artan oranlarda sahip çıkılmaktadır. Aynı demokratikleşme sürecinin sosyalist topluluğun diğer üyeleri tarafından da izleneceğinin açık belirtileri mevcuttur. Değişimin sınırları ise bu konu da hiçbir spekülasyona şans tanımayacak ölçüde açık bir biçimde belirlenmiştir. Sovyet lideri “başarılarını da yanlışlarını da bir başka ölçüyle değil, sosyalist ölçüyle değerlendireceklerini önemle vurgulamıştır.

Sovyet toplumu, 2000 yılının eşiğinde, çok daha iyi bir yaşam ve dünya için olgunluk sınavı vermektedir. Sınavdan başarılı çıkması, salt Sovyet toplumu için değil, dünya barışı, uluslararası güvenlik ve işbirliğinin gelişmesi açısından da yaşamsal ölçüde önemlidir.
Hüseyin BAŞ

●●●●●




Gorbaçov’un ardı ardına başlattığı reformlar, Batı’nın gözünü boyamak veya Batı’nın hoşuna gitsin diye ortaya atılmıyor.
Olaya bu şekilde bakmak çok yanıltıcı olur.

Tam aksine, ülkenin büyük gereksinmesini karşılayabilmek ve çağın gerisinde kalmaya başlayan bir toplumu, harekete geçirebilmeyi amaçlıyor.

Hele gerçekleştirebilirse, Gorbaçov herhalde Sovyetler Birliği tarihinde önemli bir yer alacak.

Sorulan soru, acaba ne kadarını gerçekleştirebileceği yönünde.

Reformları üçe ayırırsak (ekonomik, politik, kültürel) bunların içinde en hızla gelişenin kültür ve sanat dallarındakiler olduğu görülüyor.

Ekonomik ve politik reformlara, özellikle orta tabakadan gelen direnme (veya pasiflik) henüz aşılabilmiş değil.
Ekonominin çarkları beklendiği veya istendiği gibi, değişiklik isteklerine uygun şekilde döndürülebilmiş değil.

Aynı şekilde politik reformlar konusunda da, henüz gidilecek uzun yol var.
Parti kadroları, getirilen değişiklik önerilerini henüz benimseyebilmiş görünmüyorlar.

Bütün bunlara karşın, sanat-kültür dalında şaşkınlık yaratıcı bir canlılık, hatta daha da ileri gitme isteği var.
Tiyatrosundan müziğine, edebiyatından resme kadar bütün dallardaki hareketlenme, çizilen çizgileri dahi zorluyor.

Bunun başlıca nedeni de, sanat-kültür alanında reformlara diğerlerinden çok daha hazırlıklı olmaları.
Kısıtlı tutulmasına rağmen, dünya ile ilişkilerini sürdürmüş ve bu atılıma susamış kadrolardan oluşmaları.

Ne kadar hızlı giderlerse gitsinler, Gorbaçov’un bu kesimi, ülkenin koşulları çerçevesinde mümkün olduğunca rahatlatma istemesinin başlıca nedeni de, entelektüelleri yanına almak istemesi, onların desteğini sağlamayı hedeflemesi. Hiçbir reformun, ülkenin düşünürleri tarafından desteklenmediği takdirde tam bir başarıya ulaşamayacağı inancı.

Zaten bu nedenle de, Musevi veya diğer muhaliflerini dahi, daha bir hoşgörüyle karşılıyor.

Sanat-kültür dalındaki reformlarla, diğerleri de bir bütün oluşturuyor. Eğer ekonomik ve politik reformlar yürümezse, sanat alanındaki reformlarda da bir gerileme söz konusu olabilir. Şimdiki durumda, Sovyetler Birliği’ndeki gelişmeler, Stalin döneminden bu yana ilk defa “sürprizlerle dolu” geçiyor ve daha uzunca bir süre de bu şekilde devam edeceğe benziyor.
M. Ali Birand

●●●●●




Sinema Günleri’nin sonunda, bu yıl İstanbul’un iyice geciken ilkyazını kendini nazlı nazlı bir gösterip, bir sakladığı bir pazar, Boğaz’ın her geçen gün biraz daha az yaşam taşıyan, barındıran, gri-yeşil ve mavi arasında bir türlü karar kılamayan sularının üstünden karşı kıyıya, Yuşa Tepesi’nin yeşiline italyan sinema eleştirmeni gazeteci Umberto Rossi, Altın Lale’yi kazanan “Tılsımım Koru Beni” için “Bu, pek Brejnevyen bir film diyordu. Yanımızdaki sanatçı arkadaşlarımızdan biri, bu gözlemi biraz şaşkınlık, biraz da eleştiri, hatta hafif bir öfkeyle karşılayınca, sinema kadar, politikanın sorunlarını da bilen Rossi, açıklama gereğini duydu:

Brejnev döneminde filmcilerden birinin bir yapıtı sansüre takıldı mı başına tüm sanat yaşamı boyunca olmadık işler gelirdi. Onun için de, böyle bir duruma düşmemek amacıyla onlar da sanatın kendisini, soyut konuları ele alan filmler yaparlardı. İşte, ‘Tılsımım Koru Beni’ de tipik o yapıtlardan biri diye yanıtladı ve ekledi: “Artık Sovyet sinemasında bu dönem geçti. Şimdi her şey çok değişik.

Sovyetler Birliği’ne ya da Brejnev dönemine oldukça eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşan bu İtalyan gazetecisinin Gorbaçov dönemine ve onun sinemaya yaklaşımına böylesine inanan ve olumlu bir biçimde bakması ülkemizde bazılarına şaşırtıcı gelebilir. Gerçekten, Batı’da Gorbaçov’un girişimlerini, kuşkuyla, hatta kaygıyla karşılayan çevrelerin sesi bizim kamuoyunda daha çok duyuluyor. Bu durum belki de, ülkemizin içinde yaşadığı siyasal konjonktürün sonucu.

Oysa, olaylara biraz dikkatle bakanlar, Sovyetler Birliği’nin Gorbaçov’un yeni girişimleriyle, Lenin’den bu yana en önemli, en çarpıcı dönemi ve en büyük değişikliği yaşamakta olduğunu kolaylıkla görebileceklerdir.

Hemen belirtmek gerek. Gorbaçov’u bu yola iten neden, kendisi iş başına geldiğinde Sovyet toplumundaki acil reform gereksinimi olmuştur. Sovyet ekonomisinde üretkenliğin hızla azalması, üretimin düşmesi, büyümenin yavaşlayıp durması, Sovyetler’in doğal gaz ve petrol dışındaki dış satımlarının neredeyse hiç düzeyine inmesi, Kremlin’i ciddi ve acil reformların zorunluğuna inandırmış bulunuyordu. Ancak, ekonomik alanda Sovyetler Birliği içinde ya da aynı yönetim biçiminin egemen olduğu öbür Avrupa ülkelerinde daha önce denenmiş olan reformlardan farklı olarak, Gorbaçov kendi uygulamasında insan faktörüne önem vermiş, toplum içinde açıklığın, çok sesliliğin belirli bir düzeye gelmiş bir toplumdaki zorunluğunu görüş ve ekonomik reformların ancak bu çerçeve içine oturtulabileceğini kavramıştır. İşte, Gorbaçov’u ilginç ve kendinden öncekilerden farklı kılan, onu belki de Sovyet toplumunda ve sisteminde Lenin’den bu yana en büyük değişikliğin öncüsü kılacak olan da bu yanıdır.

Yerimizin sınırlarını zorlamamak için, fazla ayrıntıya girmeden, hemen kuşkulara geçelim.
Olaya art niyetsiz yaklaşanların iki büyük kuşkuları var.

Bunlardan birincisi, Gorbaçov’un reformlarında nereye kadar varacağı, içtenlikle çoğulcu bir toplum yaratmayı isteyip istemediği. Bu konuda görüş ileri sürenlerin çoğu zaman yanıldıkları nokta, Gorbaçov’un kurmaya çalıştığı modeldir. Bu modelin Batı toplumu modeliyle aynı olmadığı, Marksist toplumun kendi gerekçelerinden yola çıktığını unutmamak gerek. Kısacası, Gorbaçov, içtenlikle ve başarıyla politikasını sonuna kadar uygulasa bile, bir Batı demokrasisi yaratmayacak, yalnızca sistemin kendi içinde tutarlı bir demokrasiye yönelecektir.

Gorbaçov konusunda ikinci kuşku ise, onun politikasını uygulamasına partinin ne ölçüde izin vereceğidir. Sovyet önderinin reformlarının birçok yöneticiyi ve önde gelen kişiyi eski alışkanlıklarından, hatta ayrıcalıklarında vazgeçmeye zorlayacağı için belli bir direnişle karşılaşması şaşırtıcı değildir. Ancak unutmamak gerekir ki, Gorbaçov, bulunduğu yere tepeden zembille inmemiş, parti içinde basamakları birer birer yükselip, bulunduğu yere seçilmiş, politikasını partiye onaylatarak uygulamaya koymuştur. Genellikle nedense, Gorbaçov’a, dışardan gelen yabancı bir nesne gözüyle bakılmakta, onun partinin bir ürünü olduğu unutulmaktadır.
Ali Sirmen



Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 167 - 1 Mayıs 1987
__________________________________________________________________________________




Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti: 70 bin kilometre karelik bir alana yayılmış, bir yanını Karadeniz’e, öte yanını Kafkas dağlarına yaslamış, sarp dağlar yüksek platolarla kaplı topraklarında 6 milyon insanı barındıran, doğudaki sınır komşumuz. Ancak burada sınır geçit vermediğinden, yani sınıra geçit verdirilmediğinden, hemen yanıbaşımızdaki Gürcistan’a gitmek için önce taaa kuzeye Moskova’ya gitmek, oradan yine taa güneye inmek zorundasınız. Ben de öyle yaptım...

Gürcistan’ın başkenti Tiflis’de... (Cümleyi bitirmeden bir açıklama: Daha vizemi alma aşamasından başlayarak, Gürcistan yolculuğunun sonuna dek her “Tiflis” deyişimde Sovyet yetkililer ve Sovyet arkadaşlarım, kibarca uyarıyorlardı: “Amman sakın, Tiflis değil, Tiblisi” diyerek. Devrimden sonra kente yine en eski adı Tiblisi verilmiş. Dilim döndüğünce Türk dilinde bu kentin adının hep Tiflis olduğunu, Tiblisi dersem, okurlarımın hiçbir şey anlamayacaklarını anlatmaya çalıştım. Sonunda Sovyet türkologlar imdadıma yetişti: Evet, Türkçe’de Tiblisi’ye Tiflis denilebilirdi.)

Gürcistan’ın başkenti Tiflis’te dünyanın sayılı tiyatro okullarından biri, “Rustaveli Tiyatro Enstitüsü” var. Tiyatro alanının her dalında eleman yetiştiren bu enstitünün düzenlediği bir tiyatro toplantısına İTİ (Uluslararası Tiyatro Enstitüsü) ve AİCT (Uluslararası Tiyatro Eleştirmenleri Birliği) adına,Türkiye’den Refik Erduran ve ben çağrılıydık.

İşte altı günde öğrendiklerim, yaşadıklarım ve altı günden izlenimlerim:

Ama tiyatroyu yaşam olgusundan soyutlayamayacağımıza göre önce biraz yaşam:

Gürcistan, yeraltı kaynaklarını çook önceden (İ.Ö. 7. yüzyılda) sanat eserine çevirmiş, demir, bakır, bronz işlemeciliğinde harikalar yaratmış: Bunun en mükemmel örneklerini müzelerde görüyorum, dapdar sokaklardaki atölyelerde demiri, bakırı işleyen ustalara hayran oluyorum... Hristiyanlığı seçtikten sonra (337 yılında) topraklarını mimari şaheserlerle donatmış; bundan da önce geliştirdiği alfabesiyle, yazılı dil edinmiş ve bu tarihlerde şehir planlamacılığına girişerek günümüze dek koruduğu kentler kurmuş. Ortaçağ’daki başkent Miskheta bunlardan yalnızca biri. Burayı gördüğümde, dar sokaklarında, yalın ama görkemli manastırlarında, yapıların içlerini dışlarını donatan fresklerinde egemen olan estetiği kavradığımda, Lermontov’un en güzel şiirlerini buradan yazdığına, Puşkin’in habire buraya döndüğüne şaşmıyorum... Yunanlılar, Romalılar, Bizans, Araplar, Persler, Cengiz Han, Timurlenk ya da Osmanlılara karşı bağımsızlık savaşları vermiş, bunlara karşı kültür mirasını sıkı sıkıya korumuş; 19. yüzyılda kendi isteğiyle Rus İmparatorluğu’na katılmış; günümüz Sovyet Cumhuriyetleri içinde bir kültür merkezi olma niteliğini korumuş bir ülke. Bütün bu özetlemeye çalıştıklarımın, müthiş bilincinde olan bir halkı var.

Bunlara ekleyebileceğim: Bu halkın, tanrının verdiği yeteneği (güzel sesi ve şarkı söylemeyi), eğitimle daha da geliştirdiği; uçsuz bucaksız bağlarından edindiği enfes şaraplarını sonuna dek değerlendirdiği; gülen güzel kara gözlerle, güzelim seslerle, şarkı söylemediği zaman hep konuşan dillerle, yerel özelliklere olduğu kadar yaratıcılığa verdiği gönülle, ama en çok en çok içten gelen sonsuz bir neşeyle, ülkelerine her geleni eşsiz bir konukseverlikle bastığıdır...

Bu paragrafı yazabilmem biraz da Gürcistan’ın tek tiyatro dergisini çıkaran, aynı zamanda Nazım Hikmet’i, Sabahattin Ali’yi, Orhan Veli’yi, Haldun Taner’i ve Aziz Nesin’i, Gürcü diline çevirmiş olan Türkçe konuşmaktan sonsuz tad alan Guram Batiasvili sayesinde oldu.

Teşekkürlerimle Guram Batiasvili!

Artık tiyatroya geçebilirim...

Türkiye’nin neredeyse onda biri kadar nüfusu olan ülkede 34 yerleşik, profesyonel tiyatro, yüzlerce de amatör gençlik tiyatrosu var...


RUSTAVELİ OKULU

Gürcistan’da, başarısı dillere destan olmuş, ünü ülke sınırlarını çoktan aşmış sanatçı ya da sanat kurumlarının başında gelenlerin biri ressam Pirosmani’yse (onu önümüzdeki sayıya bırakıyorum), öteki de Rustaveli Tiyatrosu’dur. Bu tiyatroyu var eden ise Rustaveli Tiyatro Okulu.

(Doğu’nun Homeros’u sayılan Şota Rustaveli 12. yüzyılda yaşayan Gürcü ozan.
Sayısız destanlarıyla olduğu kadar Gürcistan Kraliçesi Tamar’a duyduğu umutsuz aşkla da ünlü.)

Rustaveli Tiyatro Enstitüsü (kuruluşu 1923), adına bakmayın yalnız tiyatro değil, aynı zamanda sinema elemanı da yetiştiren bir okul. Ve bu alanların her ama aklınıza gelebilecek her dalına eleman yetiştiriyor. Yüksek eğitim düzeyinde 5 yıllık bu okul diyelim sinema alanında, belgesel sinema, sanatsal sinema, çizgi film, senaryo yazımı, sinema tarihi, televizyon filmi gibi uzmanlık dalları öneriyorsa tiyatro dalında da dekorcudan ışıkçıya, oyuncudan, yönetmenden oyun yazarına ve tiyatro eleştirmenine dek uzmanlar yetiştiriyor. Bu beş yıllık eğitim sürecinin başlıca özelliği daha ilk andan kuramsal eğitimle uygulamalı eğitimin her uzmanlık dalında, şaşırtıcı bir biçimde iç içe yürümesi... Okulun rektörü Ereri Gougouchvili’den bu bilgileri aldıktan sonra bir öğrenci temsili görmek istedim. Dördüncü ve beşinci sınıf öğrencileriyle yeni mezun olmuş oyuncular, “Samanichvili’nin Evlenmesi” adlı bir oyun sunuyorlardı. Yazarı da yönetmeni de profesyonel.) izlediğim olay profesyonel birçok tiyatroya taş çıkaracak nitelikteydi. Daha çok çocuk sahibi olmasın diye evlenmek isteyen yaşlı babalarına kısır bir kadın arayan çocukların, akrabaların öyküsü aslında güncel bir konuyu irdeliyordu: Toprağı az olan bir köylü ailenin ekonomik sorunlarıyla, farklı yaşam biçimleri, nesil çelişkileri arasında sıkışıp kalmışlığı... Müziğin (bir piyano ve gitar) şarkıyla, dansla, koreografiyle iç içe olduğu; bir yakarışın ağıta, ağıtın türküye, türkünün şiire ve söze, sözün harekete, gözyaşının kahkahaya, sevince dönüştüğü; birinin nerede başlayıp, ötekinin nerede bittiği belli olmayan; ve bütün bunların çok disiplinli bir oyunculukla, başarılı bir stilizasyonla, izleyiciye aktarıldığı bir temsildi.


RUSTAVELİ TİYATROSU

Şimdi okuldan çıktık. Rustaveli Tiyatrosu’ndayız: Bu kurumun adını bunca yaygınlaştıran, günümüzde adı, dünyadaki sayılı tiyatro yönetmenleri arasında geçen bir yönetmen var. Robert Sturua. Dikkatli tiyatro okurları anımsayacaklar: 1978’de onun “Kafkas Tebeşir Dairesi”ni Belgarad’daki Bitef Festivali’nde izledikten sonra onu sizlere tanıtmıştım. Brecht’in oyununu Gürcistan’ın göbeğine oturtan yönetmen, ülkesinin, yöresinin tüm tarihsel ve güncel özelliklerini, renklerini ve halkının duyarlılığını katmıştı oyuna... Sturua’nın, dünyanın belli başlı merkezleri dolaşan bir başka ünlü yorumu da “3. Richard”dı. Bu kez de yönetmen, Shakespeare’in, 15. yüzyıl kahramanını, kralı, 20. yüzyılın politik bir manyağı, bir diktatör olarak yorumlamıştı.

Şimdi Robert Sturua yine bir Shakespeare oyunu üzerine çalışıyordu: “Kral Lear”. Üç yıl önce “aklını ve gönlünü taktiği”, o günden beri üzerinde çalıştığı oyunu, dört aydır öteki tiyatro elemanlarıyla sahne üzerinde çalışıyordu. Ne var ki, çalışması henüz bitmemişti. Ondan beş perdelik oyunun ancak 3 perdesini seyredebilecektik. Öyle yaptık...

Önce, perdenin açılmasıyla göze görünen: İçinde oturduğumuz Rustaveli Tiyatrosu’nun (yani yapının) devamı (koltukları, balkonu, localarıyla, sırma kaplı kabartmalarıyla) sahnede (eş ölçekte maket halinde) yer almıştı. Sahnedeki Rustaveli Tiyatrosu’nun devamı ise bir başka tiyatro, o başka tiyatro da Shakespeare’in Globe Tiyatrosu gibi sürüp gidiyordu. Oyun boyunca, oyun kahramanları tiyatronun seyircileri ve oyuncuları olacaklardı. Ama daha oyunun ilk anlarında gelip balkonda (sahnedeki balkonda) yerini alan bir yaşlı adam (maket olduğunu anlayacaktık) vardı ki, o, oyun boyunca yerinden kıpırdamayacak ve sürekli aşağıdaki “arenayı” bizler gibi izleyecekti. (Oyunun sonunda o adamı ne yaptı Sturua çok merak ediyorum!)


Görsel ayrıntılara daha çok takılmadan (kendimi zor tutuyorum), öze geçiyorum:

Robert Sturua, Lear’i alışılmışın dışında, sert, nemrut, aksi, bencil, en önemlisi de sadist diyebileceğimiz bir baba olarak yorumlamıştı. (Oh, içim, bu oyunda ilk kez rahat etti: Çünkü şimdiye dek, o iki kötü kızın Goneril ve Regan’ın babalarına onca kötülüğü onca acıyı nasıl çektirdiklerini aklım almazdı. Şimdi hiç olmazsa daha açıklanabilir oluyor.) Kral Lear’in kızlarına şımarık bir çocuk edasıyla açtığı sınavı (beni ne kadar seviyorsanız, topraklarımı ona göre pay edeceğim) yönetmen, bir aile sorunu gibi sahneye getiriyor, ancak oyun ilerledikçe bu “aile sorunu bir iktidar sorununa, toplumsal soruna dönüşüyor... Dikkati çeken bir başka özellik: Tüm oyun kişilerini, yönetmen giysileriyle, makyajlarıyla değil de davranış biçimleriyle günümüz insanları ve kişilikleri olarak sunuyor. Özdeki bu yorumu sahne üzerinde sonsuz bir estetik bütünlük, anlamları yoğunlaştıran, kişilikleri vurgulayan ince ayrıntılar tamamlıyor. (Çok hassas, çok “inceden inceye”, çok belli belirsiz güncelleştirme, davranış yorumları arasında ansızın pop müzik ve rock gibi müzikler kullanılarak yapılan “sıçramalar” izlediğim bölümlerde beni tedirgin eden tek şeydi.)

“Kral Lear” de, Kral Lear’i, daha önce Azdak’ta izlediğim, (3. Richard’da da Kral Richard’ı oynayan) Gürcistan’ın ünlü oyuncusu Ramaz Chkidvadze’nin her anın hakkını veren başarılı oyunculuğuyla izlediğimi belirteyim.


Yalnız bir bölümünü izlediğiniz bir oyun üzerine konuşmak çok zor. Ancak Robert Sturua’nın perdenin açılışından izlediğimiz yere kadar “Kral Lear”i, bir “pişmanlık trajedyası” olarak düşünülüp, özümleyip, yorumlayıp sahneye getirmesi, kanımca müthiş bir olaydı.



VE ÖTEKİLER

Gürcistan’da, Gürcü dilinde oyunlar seyrediyoruz ya, oyuna girerken elimize bir kâğıt tutuşturuyorlar. Birkaç satırlık özet çeviri.

“Pakula’nın Domuzları”: Komşusu Pakula’nın domuzları, girip bahçesini mahvetti diye Galaktion ve karısı gider yetkililere şikâyet ederler. Buna cesaretleri vardır çünkü yeğenleri Şasa o ilgili ve yetkili müdürlükte çalışmaktadır. Yetkililere şöyle esaslı bir ziyafet çekerlerse, işlerinin hallolacağını yani Pakula’nın ve domuzlarının cezalandırılacağını öğrenirler.

İşte David Klahaşvili’nin Gürcü edebiyatının bir klasiği olmuş “Pakula’nın Domuzları” (1912’de yazılmış) eseri hakkında elimize verilen bilgi, şu yukarıdaki paragraf kadardı.


Kentin göbeğindeki minicik Stüdyo Tiyatrosu’na girdik ve birbuçuk saat boyunca (oyun, tek perde) kahkahalarla gülerek, sahnede olup bitenin her anına (yetkililerin huzuruna çıkmaktan, ziyafetin hazırlanışına, her ana ve her şeye) katılarak, tek sözcük anlamadığımız Gürcü dilinde amansız bir taşlamayı, olağanüstü bir eleştiriyi ve sonsuz tad alınan bir tiyatro olayını yaşadık.

Yönetmen Tumanishvili ve adlarını sıralayamayacağım olağan üstü disiplinli oyuncular, yarattıkları tiplerle, o tiplerin tüm özelliklerini, benliklerini, inceliklerini her an vurgulayarak, onlara sonuna dek sahip çıkarak, çok dinamik, çok hızlı bir oyunla bize halkla yönetici ilişkilerini, rüşvet mekanizmasını, kimi zaman her şeyimizi “yemeye” hazır olan yöneticilerin, bahçemize giren domuzlardan daha da tehlikeli olabileceklerini göstermişlerdi.

Çok ilginç bir başka tiyatro olayını, Gürcistan’ın yine en köklü tiyatrolarından biri olan Mardjanichvili Tiyatrosu’nda izledim. “Toprak Kayması” ya da “Erozyon” diye adlandırabileceğimiz oyun, bir Gürcü klasiği Djavakhichvili’nin romanından oyunlaştırılmıştı. (Devrimden hemen sonra yazılan bu romanın yazarı 1935’te vurulmuştu. Kimin tarafından diye sorduğumda Sovyet arkadaşlarım yüzüme gülerek baktılar: “O dönemde kimin kimi vurduğu belli miydi?”) Romanı oyunlaştıran Timur Tchkheidze aynı zamanda (T. Goderdzichvili’yle birlikte) sahneye de koymuştu.


Oyun, çevresinden yardımını hiç esirgememiş soylunun, devrim sonrasında yanında çalışan bir köylü tarafından soyulup soğana çevrilmesini, köylünün mal mülkle yetinmeyip, soylunun karısını da alması, karı kocayı köleleştirmesini dile getiriyor. Bu, kaba çizgilerle anlattığım konu, her şeyden önce şimdiye dek alışık olduğumuz “kötü aristokrat”, “cici köylü”, “cici işçi” imajlarını kişileri çok yönlü ele alarak, altüst ettiği için çok ilgi çekiciydi. (Hele Sovyetlerde)

Oyunun ilginç bir başka yanı tiyatrosu, sahneye konuluşuydu. Bir anlatıcı aracılığıyla sonsuz zaman ve mekân ekonomisi sağlanmıştı. Görsel ve işitsel tüm öğeler (ışık, renk, hareket, dekor öğeleri, müzik, dans oyuncuların bedenleri, sesleri, davranışları, tavırları ve aklınıza gelebilecek tüm görsel ve işitsel öğeler) sonsuz bir sembolizm içinde kullanılıyordu. Bir kadın oyuncunun, soylunun karısını oynayan N. Tchikvinidze’nin sivrildiği oyunda en “hassas” konular (örneğin ırza geçme, cinayet, şiddet, aşk, vb) bile sahnede estetik bir bütünlük içinde verilebiliyor ve sonsuz bir yoğunlukta seyirciye iletilebiliyordu.

Başkent Tiflis’in tadına ve tiyatrolarına daha doyamamıştık ki, ev sahiplerimiz bizi kilometrelerce ötede (otobüsle 4 saat) bir başka kente Telavi’ye, iki manastır ve bir oyun göstermeye götürdüler. Manastırlar, Tiflis’in çevresindekilerden farklı değildi. Oyun ise “vatan, millet, sakarya” diyordu.

Telavi Tiyatrosu’nun sunduğu 1930’ların “toplumsal gerçekçilik” adına tiyatroda kullanılan ne kadar klişesi varsa, onları tekrarlayan, tiyatroya ilişkin pek bir duyarlılığı olmayan “Vatanımdan Sesler” seyircilerin sabrını sınıyordu. Ben bu sınavı, Vladimir Visotski’nin (altı yıl önce ölen, Sovyetlerin biraz “muhalif” şarkıcısı, Taganka’nın unutulmaz oyuncusu) yardımıyla verdim. Çünkü oyunda yer yer bu sanatçının şarkıları kullanılıyordu.

Gürcistan’da gördüğüm oyunlar bu kadar:

6 milyon nüfuslu bir ülkede 34 profesyonel nitelikli, dev kadrolu, dev olanaklı (hepsinin tüm bütçesinin yüzde 60’ını Kültür Bakanlığı sağlıyor) tiyatroların bulunmasını, yaygın tiyatro etkinliklerini kıskanmadım değil.

Ama asıl kıskandığım bu tiyatrolarda izlediğim, yetenek, eğitim, disiplin ve bunun sonucu sağlanan çok sesli, çok renkli, nitelikli prodüksiyonlarla, yürekli atılımlar, girişimler ve arayışlardı.



Zeynep Oral | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 167 - 1 Mayıs 1987
__________________________________________________________________________________




Geçen ay, Sibirya’nın, Çin ve Moğol sınırıyla birleştiği bölgede “Gorno-Altaysk” - “Dağlık Altay” yöresine bir yolculuğa çıktım.

Kırsal yaşamın egemen olduğu, halkının iki bin beş yüz metre yüksekliğe ulaşan dağ başlarında yaşadığı 180 bin nüfuslu bu bölgede,
  • günlük toplam tirajı 31 bin olan (Rusça ve Altayca) iki gazetenin yayınlandığını,
  • çobanların dahi Nazım Hikmet’i ezbere bildiğini, yalnız Nazım’ı değil, Dağlarca’yı, Orhan Veli’yi, Oktay Rifat’ı, Melih Cevdet Anday’ı, Aziz Nesin’i, Yaşar Kemal’i tanıdıklarını ve eserlerini okuduklarını,
  • her köyde bir kültür merkezi, çoğu köyde müzik okulu olduğunu;
  • ”Kerem Gibi”nin, üç beş değişik bestesi yapıldığını;
  • Gorno Altaysk’ta her mevsim yedi oyun sunan Rusça ve Altayca temsiller veren bir tiyatro olduğunu,
  • yörede Yazarlar Birliği’ne bağlı 23 yazar bulunduğunu vb. öğrenmek, izlemek, benim için şaşırtıcı oldu.

”Dağlık Altay”dan izlenimleri, Milliyet’e yazdığım için yeniden bunlara dönmüyorum.
Ancak yolculuğun başında ve sonunda Moskova vardı!

Sovyetler Birliği, Gorbaçov yönetiminde “perestroika” (yeniden yapılanma) ve “glasnost” (açıklık) politikasıyla büyük bir değişim yaşamakta. Bu değişimin kültür ve sanat yaşamına nasıl yansıdığını 1 Mayıs 1987 tarihli Sanat Dergisi’nde geniş bir biçimde sunmuştuk. Bugün, bu değişimin, perestroika ve glasnostun neredeyse bir simgesi haline gelmiş, “Sovyetler Birliği’nin nabzı” diye nitelendirilen bir dergisi var Moskova’nın: Adı, “Ogonyok” (Kıvılcım, küçük ateş demek.)


Moskova’da esen havayı kavramak için “Ogonyok”u tanımak gerek.
İşte bunun sizleri bu dergiyle tanıştırmak istedim.

“Ogonyok”, yılların kazandırdığı birikime, perestroika ve glastnostu belki de Gorbaçov’dan önce başlatmış olmasıyla, iki milyonluk tirajıyla (kâğıt sıkıntısı olduğundan iki milyon... sekiz milyon kişi abone olmak için sıra bekliyor!) bugün ülkenin kuşkusuz en yürekli, ama aynı zamanda en etkili haftalık dergisi. Bu nitelikleri nedeniyle de ülkede sonsuz düşmanı olan bir dergi... Moskova’da malum, kuyruklar bitmiyor. Ama en uzun kuyruk, “Ogonyok”un çıktığı günler, gazete satıcılarının önünde...

Derginin Genel Yayın Müdürü Vitali Korotiç, neredeyse efsanevi bir kişilik kazanmış. Bir zamanlar Birleşmiş Milletler’de Ukrayna Sovyet Cumhuriyeti’nin temsilcisi olan, birkaç dil konuşan Korotiç, parti toplantılarında yaptığı radikal konuşmalarla, beklenmedik çıkışlarla sürekli gündemde.

Vitali Korotiç, Japonya’dan yeni dönmüştü.
Binbir güçlükle ancak derginin Yazı İşleri Müdürü Vladimir Nikolaev’den randevu alabildim.

“Ogonyok”un 1923 yılından beri çıktığını, ancak 1966’ya dek “rahat, huzurlu, sessiz sakin bir aile dergisi olduğunu, yaptığı işe tutkun olduğu her halinden belli olan, coşkusunu, keyfini ya da öfkesini gizleyemeyen, konuşurken, ağzından dilinden çok, ellerini, gözlerini ve yüreğini kullanan Vladimir Nikolaev’den öğreniyorum.

Biz, dergide, perestroikayı 1966’dan sonra minik minik başlattık. Hatırlarsanız, 20. Kongre’de Kruşçev, Stalin eleştirisini hafiften başlatmıştı. O yumuşama döneminde biz atak yaptık. Elbet istenilen, özlenen bir eleştiri ve açıklık değildi ama yine de bir yumuşama... Ufak da olsa bir adım, kazanılmış bir alan, zaptedilmiş bir toprak değil, kazanılmış haklar, kazanılmış insanlar... Sonra bu yumuşama, ülkede zayıfladı ve durdu. Ama biz kazanılan bu haklar, bir kez kazanılmıştır, geri verilmez, dedik, sürdürmeye çalıştık. O yumuşama dönemi olmasaydı, bugün perestroika olamazdı!...



PERESTROIKADAN HOŞLANMAYANLAR

Daha somut konuşmasını rica ediyorum:

1966’da da bugün de amacımız, okurları perestroikaya inandırmak. Koskoca devletimizin bir çıkmaza girdiğini ispatlamaya çalışıyoruz. Böyle giderse yok olacağımızı açıklamaya çalışıyoruz. Okur, niye bu hale geldik diye soruyor, biz de bunu yanıtlamaya çalışıyoruz.

Vlademir Nikolaev, örnekler veriyor:

Bugün en güç durum tarımda. Gorbaçov’un da defalarca açıkladığı gibi, tarımın idari makamlarını 18 milyon bürokrat ele geçirmiş. Masa başında oturmuş 18 milyon yüksek memur! Çok fazla! Her köylünün çok şefi var! Bu 18 milyonun 4. 5 kişilik ailesi, yakını olduğunu düşünün. 90 milyon eder. İşte perestoika bu doksan milyonun işine gelmez.

Bir anda 18 milyonu işsiz bırakamayız. Aralarında gerekli olanlar da var. Ama böyle devam etmez.

Bugün Sovyetler Birliği’nin, Amerika Birleşik Devletleri’nden alt katı daha çok traktör, iki kat daha çok gübre ürettiği ama mahsulün Amerika’nınkinin dörtte biri olduğunu belirten Vladimir NikolaevÖrnekleri çoğaltabiliriz” diyor.: “Sanayide de en az üretim gücü Sovyetler’de, çünkü yalnız sanayi alanında yüz küsur bakanlık var... Bilim deseniz o da parlak değil: Dünya elektronik beyin dönemini yaşıyor, biz henüz başlamadık bile. Çünkü halkın babası Stalin kompütür burjuva bilimidir diye buyurmuştu!

Hemen toparlanıp ekliyor:
Ama tüm yanlışların nedenini de Stalin’e bağlamak, işin kolayına kaçmak oluyor.
İşte biz dergimizde tek suçlu o mu sorusunu sık sık gündeme getiriyoruz, okurlarımızla birlikte yanıt arıyoruz.

Dergi, yeniden yapılanmayı önce kendi bünyesinde gerçekleştirmiş,
Eskiden sporun başında, 79 yaşında bir bey vardı. Şimdi tüm çalışanların yaş ortalaması 30.

“Ogonyok” dergisinin bir yarısı politik, öteki yarısı kültürel ve sanatsal konulara ayrılıyor. Vladimir Nikolaev’e göre, ülkenin “küçülmesine”, “yozlaşmasına” neden olan “yönetici kadrolardaki totaliter sistem”, kültür ve sanat yaşamına da egemendi.

Edebiyat, müzik, tiyatro, plastik sanatlar... Her alanda sırf bu idare ve yönetim kadrolarından birine girebildiği için, o basamakları, o ilişkileri teker teker kullanarak yükselen, ve bu sistem içinde kendine bir yer edinen sayısız sanatçımız, yazarımız var. Kendileri çok önemli sayılıyor, ama yaptıkları işin, ortaya koydukları ürünün hiçbir önemi olmadığını herkes biliyor. İşte şimdi böyleleri de perestroikaya karşı... Karşılar, çünkü perestroikanın kültür ve sanatta da profesyonelliği, niteliği savunduğunu anladılar. Yerlerini koruma telaşında, elbetteki dergimize de düşmanlar...


GENÇLİK SORUNLARI

Önümdeki “Ogonyok” dergisinin sayfalarını çeviriyorum. Bu kez kapak konusu gençlerin tartışmaları. Dergi çeşitli akımların (”punk”, “heavy metalci” vb. diye belirtiyor Nikolaev) temsilcisi gençlerle, polis müdürlerini bir araya getirip tartıştırmış. (Polisler kılıklarını değiştirip, yani sivil gelmişlerdi, gençler nasıllarsa öyle gelmişlerdi diyor.) Tartışmada bugün tüm Moskova gençliğinin baş sorunu olan evlenmeden önce aileden ayrı yaşayamamaktan (çünkü konut sorunu çok büyük boyutlu. Evlenince ayrı konuta çıkanlar şanslı sayılıyor!) iş bulmaya, narkotik sorunlardan fahişeliğe her konu ele alınmış. Ve saatler süren tartışma yayınlanmış.

Bir başka sayfada, bir emekli generalin dergiye ateş püsküren bir yanıtı...
Bir sayı önce, yine dokunulmazlığı olan bir başka konuya, Kızıl Ordu’ya dokunmuştuk da... diyor Vladimir Nikolaev.

Bir başka sayfada dış politika ilişkileri tartışılıyor.

Her hafta bir sayfa Yevtuşenko’ya ayrılmış. Burada Yevtuşenko, her sayı, Sovyetler’de bir türlü gün ışığına çıkamamış (yasaklanmış, öldürülmüş, sürgün edilmiş) ozanları tanıtıp, ürünlerinden örnekler veriyor.

Bir başka sayfada, Leningrad-Moskova demir yolundaki korkunç tren kazası. “Biliyorsunuz, iki yıl öncesine dek bizde ne tren, ne uçak, ne trafik kazası olurdu deyip gülüyor Nikolaev. (Elbet olurdu da, yazılmazdı.)

Etnik sorunlar? Onlar da önemli bir yer tutuyor dergide.

Dışardan bakılıp da büyütüldüğü kadar önemli bir sorun olarak görmüyorum, etnik güçlükleri diyor Nikolaev. “En azından tarımdaki kadar tehlikeli değil. Etnik sorunlar elbetteki tartışılacak. Niye Karabağ Azerbeycan’a bağlanmış? Belli değil. Bugüne dek sormak da kimsenin aklına gelmemiş. Ama şimdi soruluyor işte. Baltık Cumhuriyetleri Sovyetler’e bağlandığında, yapılan haksızlıklar şimdiye dek hiç konuşulmamış. Şimdi elbette’ki konuşulacak!

36 sayfalık derginin sonlarına geliyordum ki, kapı açıldı içeri hızla Vitali Korotiç girdi. Çabuk bir tanışma... Kısa bir süre önce yine partiyi birbirine katacak çok önemli bir konuşma yapmıştı. O konuşmadan söz edecek oldum. “Bırakın o önemsizdi. Asıl önemli olan... diye anlatmaya başladı:

Eskiden, daha kimsenin bilmediği, tanımadığı, gepegenç bir şair adayıyken, yazdığı şiirler orada burada yayınlanırdı. Bunların bir, ikisini rastlantı sonucu okuyan ve “derhal bu genci bulun, bu gençte çok iş var diye onu ortaya çıkaran “Hocam, öğretmenim, yol göstericim, dostum... Beni ortaya çıkaran kimdi biliyor musunuz, biliyor musunuz?.. Nazım Hikmet deyip öyküsünü bitirdi.


ARBAT SOKAĞI

“Ogonyok”tan ayrılırken, içimden iyi ki böyle dergiler var, diyordum. Sanki perestroikanın garantisi gibi...
Yine de dayanamadım. Vladimir Nikolaev’e, perestroikanın devamına ne kadar şans tanıdığını sordum.
Yanıtı pek iç açıcı değildi: “Yüzde elli, yüzde elli.

“Ogonyok” dergisi, yayın dünyasında perestroikanın bir simgesiyse, Moskova sokakları arasında Arbat Sokağı da güncel yaşamın bir simgesini oluşturuyor.

İşte yine Arbat Sokağı’ndayım. Bir yanda ressamlar ya da ressam adayları, tablolarını satıyorlar. Üstelik önceden izin almadan, eserlerini denetimden geçirmeden. Hele hele, aracısız,  yani Ressamlar Birliği’ne, ne de başka bir örgüte, komiteye, yönetim kurullarına falan başvurmadan!


En güzeli, Arbat Sokağı’nda şiir satılması. Sayfa sayfa daktiloyla yazılmış şiirler, yol boyunca uzayan duvarlara asılmış. Millet duvara asılı beyaz sayfaların önünde durmuş şiirleri okuyor. Beğendiği şiiri satın alıyor. Bundan böyle kendini her şair sanan ya da sayanın bir şiir kitabı bastırmasına gerek yok.


Gençlerle yaşlılar, ev kadınlarıyla polisler, subaylar Arbat Sokağı’nda tartışıyor.
Dinleyiciler, hemen çevrelerinde birikiveriyor.

Her köşede orkestralar ya da pandomim gösterisi yapanlar.
Seyretmek bedava değil. Gençler cep parasını böyle çıkarıyor.


Arbat Sokağı, gece, gündüz, yeniden yeniden dolaşırken, Anatoli Ribakov’un “Arbat Çocukları” (Cem Yayınları) kitabını anımsamadan edemiyorum. (Hâlâ okumadınızsa, mutlak okuyun bu kitabı.) Ne diyordu orada biri: “Eğer bir ülkede gençler gülüyorsa, işler yolunda demektir. Tanrı’ya şükür!



Zeynep Oral | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 203 - 1 Kasım 1988
__________________________________________________________________________________




Moskova izlenimlerini sürdürüyorum: Arbat Sokağında, resmin, şiirin, müziğin en iyisinden en kötüsüne, en güzelinden en çirkinine, bol çeşni, gelen geçenlere, en çok da turistlere sunulurken, dikenlerle gülleri birbirinden ayırmak gerekiyor. Bu ayıklama sırasında en ilginç “kitch” örnekleri ne rastlayabileceğiniz gibi, gelmiş geçmiş tüm sanat akımlarının biraz gecikmiş kopyalarıyla burun buruna gelmek de mümkün. Şimdilik, Moskovalılar bu bol sesliliğin, çok renkliliğin tadını çıkarıyorlar: Biraz, hani okulu asıp, tatile çıkmış çocuklar gibi...

Kaçamak yapan çocuklar havası tiyatro alanında da var. Glasnost’tan beri, Moskova’da, mantar gibi “Stüdyo Tiyatroları” bitiyor... Bunların büyük bir bölümünün açılmasıyla kapanması bir oluyor. Dayananlar, dayanabilenler, etkinliklerini sürdürebilenler, dünden bugüne mantar gibi bitenler değil de, önceki birikimlerini değerlendirebilenler...

Bugün sayıları yalnız Moskova’da yüze yaklaşan “Stüdyo Tiyatroları”nın tek desteği ve geçim kaynağı, seyircileri. Seyirciye satılan bilet parasıyla diledikleri ya da gönüllerinde yatan prodüksiyonları gerçekleştirmek çoğu kez olanaksız olduğundan, önce bol bol ödün veriyorlar, sonra masrafları kısıyorlar... Kimi bilet gelirini çoğaltmak için günde iki temsil verip, çalışmaya hiç zaman ayıramazken, kimi ancak toplu bilet satışı gerçekleştirdiğinde temsil vermeyi yeğliyor... Yerleri, yurtları, ne zaman, nerede temsil verecekleri belli olmadığından Stüdyo Tiyatrolar’ın temsillerini izlemek daha doğrusu bu temsillerden haberdar olmak çok güç... Bütün bu söylediklerime bakıp, profesyonel ya da amatör sanatçıların bir araya gelip kurdukları Stüdyo Tiyatroları için karamsar olmak doğru değil. En azından şimdilik, Moskovalı tiyatro uzmanları, eleştirmenler ve Stüdyo Tiyatrolar’da çalışanlar değil. Gerçekten “iki kalas ve bolca heves”e dayanan bu tür tiyatroların, zamanla ayıklanıp, iyi olanların kalacağı, bu çok renklilikten, çok seslilikten yeni kıvılcımların doğabileceğine inanıyorlar.

Sibirya-Altay Dağları yolculuğu öncesi ve sonrasında, Moskova’daki birkaç günümün her birini “Stüdyo Tiyatroları”na ayırmak kararım ve çabam boşa çıktı. Ancak birinin izini yakalayabilecek, Oleg Kisseliov’un topluluğunu izleyebilecek, öteki tiyatro akşamlarımı yine “baba”lara, yani Taganka’ya, Bolsoy’a, (Moskova Sanat Tiyatrosu Paris’te turnedeydi) ayırmak zorunda kalacaktım.


DOĞAÇLAMA TİYATROSU

Oleg Kisseliov’un “Doğaçlama Tiyatrosu”, Puşkin Alanı’ndaki tiyatro salonlarından birinde, “Gluk” adlı bir oyun sunuyordu. (Hiçbir anlamı olmayan bu sözcük, Rusça argoda kimi kez çaresizlik nidası olarak kullanılırmış.) Oleg Kisseliov’un iki yıllık bu genç topluluğunu oluşturan sanatçılar en az dört-beş yıl oyunculuk, müzik, şan, akrobasi, dans ve mim eğitimi görmüş gençler...


Ağzına dek dolu ve gişesinin önünde kuyrukların uzadığı salona girerken elime tutuşturulan program dergisinde oyun kişilerini ve rol dağılımını okurken, kiracı-şair; ev sahibi-düş gücü, kapıcı (elbet yeryüzünün kiracısı, ev sahibi ya da kapıcısı) gibi oyun kişilerini kimlerin oynayacağını ve bu arada, yine başrollerde bir lambanın “Lamba”yı; bir tuğlanın “Tuğla”yı; bir şapkanın “Şapka”yı canlandıracağını öğrendim.

Oleg Kisseliov’un yazıp yönettiği.oyun, yanılmıyorsam bir şairin kendisiyle ve çevresiyle hesaplaşması ve arayışları üzerineydi: Sahnede iki saat boyunca ise; tepeden damlamayan sular, olmayan sular altında insanların ıslanması; şapkaların kişilerden lambaların ışıktan bağımsız olarak uçuşması; şairin korkularının geçmişten (yani eski bir sandıktan), zenci görünümünde çıkması, tutkularının ise bir buzdolabından tüketici olarak hortlaması; Humphrey Bogart’tan, Pembe Panter’e, “Genç Werther’in Acıları”ndan, Ruslarla Tatarların ringdeki boks maçına dönüşen savaşına, aklınıza ne gelirse vardı. Anlamadığım bir dilde ve baştan sona sözcük oyunlarına dayanan bu oyundan geriye bende kalan şu oldu: Birbirinden yetenekli, tepeden tırnağa oyuncu, mimci, akrobat kesilmiş altı genç insanın, günlük yaşantımızın her anına ilişkin çeşitli komik anları yakalayıp, bunu tiyatro diline çevirip, “havalandırmaları”, “uçurmaları”ydi. Oleg Kisseliov’un yapmak istediği, yüzyılın başında Rusya’da çok popüler olan ve sonradan tümden unutulan “kabare” türünü canlandırmaktı. İzleyicinin her repliğe gösterdiği tepkiyi göz önüne aldığımda, amacına ulaştığını anlayabiliyordum.



BÜLBÜL YA DA ŞAİR

Moskova’da yıllardır ününü koruyan “Genç Seyirci Tiyatrosu” geride bıraktığımız İstanbul Festivali’nde, Bulgakov’un “Köpek Kalbi” adlı oyununu sunmuştu. Topluluk, mevsim başından beri, repertuarına bir oyun daha aldı. Yönetmen Henrietta Yanovskaya’nın Andersen’in aynı adlı ünlü masalından oluşturduğu “Bülbül”.

Masalı bilmeyenlere kısa bir açıklama: Çok uzak bir ülkede (Çin İmparatorluğu’nda) çok eskiden imparatorun ve dolayısıyla imparatorun kölesi olan halkın en değerli varlığı bir bülbüldür. Kaçmasın diye bülbül, altın kafese kapatıldığında susacaktır. İmparatora yaranmak isteyenler, bülbülün bir kopyasını yapsalar bile, kopya -mekanik- bülbül, yalnız imparatorun istediği telden ötse bile aslının yerini tutamayacak ve halkı mutlu edemeyecektir.

Bu on sayfalık metni, Henrietta Yanovskaya, iki saatlik bir oyuna dönüştürürken akıllıca bir buluşla, bülbülü şair yapmış. Yönetmen, oyunun ilk anından bizi o uzak masal dünyasına götürüyor. Tüm halkın, imparatorun sözlerini tekrarlayarak konuştuğu, herkesin bir “bülbül, bülbül lafının peşine takılıp, her şeyin ne güzel, herkesin ne mutlu olduğunu sayıkladığı ülkede, gerçekten bülbülün ne olduğunu bilen yalnızca bir çocuktur. Çocuk, “bülbülü” yani şairi bulup herkese sunduğunda, imparator onu önce ödüller, nişanlar, madalyalar, sonra demir parmaklıklarla denetimine almaya çalışacak, şair hepten sustuğunda (susturulduğunda) kopyası imal edilecektir. Bülbülün belki, ama şairin hiç kopyası ya da sahtesi olabilir mi?

Mayakovski, Puşkin, Pasternak, Ahmatova ve daha birçok şairin şiirleriyle ilerleyen oyun, sahne üzerinde bir masal dünyasını yaratırken (Barkin Sergei’nin dekorları ve Yukulov”un müziğinin katkısıyla da), şairlerini tutsak eden toplumların zavallılığını ve çaresizliğini ortaya koyuyordu.



TAGANKA TİYATROSU

İşte dönüp dolaşıp yine Taganka Tiyatrosu’ndayım. Kurulduğu 1964’ten beri, kurucusu ve yöneticisi Yuri Lubimov’un önderliğinde, resmi ideolojiye meydan okuyan, (örneğin, Stanislavsky’nin resmi temsilciliğine halel gelmesin diye Brecht’in yok sayıldığı Moskova’da Brecht oyunları sergileyen); oyun seçiminden, sahneleme yöntemlerine, oyuncularını kullanışına, “akademik” kalıpları yıkan ve ortaya koyduğu eserlerle, seyircisiyle olağanüstü bir biçimde bütünleşen, kısacası yaşamı iç içe yoğuran bir topluluk. Lubimov, birkaç yıl öne Sovyetler Birliği’ni terk edince, bu Taganka Tiyatrosu’nun da sonu olacak sanıldı. Hayır olmadı. Belki artık, yeni prodüksiyonlar ortaya konmuyor ama, Lubimov’un bıraktığı mirasla, Taganka Tiyatrosu hâlâ her gece özellikle yetişen yeni genç kuşaklarla dolup taşıyor. Ekim ayında, Taganka Tiyatrosu’nun repertuarında dört oyun vardı. Üçü yönetmen Lubimov’un, biri de Lubimov’un yerini alan, ancak geçen yıl ölen Anatoli Efros’un imzasını taşıyor. (Efros’un sahnelediği, “Ayak Takımı Arasında”yı, Sanat Dergisi okurları anımsayacaklar.)

Lubimov’un sahnelediği, repertuardaki üç oyun ise 1977 yapımı Bulgakov’un “Usta ve Margarit”i; 1969 yapımı Gorki’nin “Ana”sı ve Taganka’nın usta oyuncusu, şair, besteci, şarkıcı Vladimir Visotski’nin 1980’de ölümü üzerine, Lubimov’un oluşturduğu “Vladimir Visotski” adlı müzikli oyun. (Bu sonuncusu, Glasnost’a dek yasaklanmıştı, daha doğrusu, yılda bir kez temsil ederek, seyirciye ulaşması önlenmişti. Geçen Mayıs ayında, Lubimov, ülkesini ziyaret etti ve bu oyunu yeniden sahneledi.)


Taganka Tiyatrosu’na ayırabildiğim iki akşam da şansıma “Ana” ve “Vladimir Visotski” düştü.

Taganka Tiyatrosu’ndan “Ana”yı, bundan on yıl önce Doğu Berlin’de “Brecht Diyaloğu”nda izlemiştim (Üstelik Pavel rolünde Vladimir Visntski oynuyordu.) (On yıl öncesinden okurlarımız, belki bunu da anımsıyordur.) ilk sahnelenişinin üzerinden yirmi yıl, benim izlediğimden bu yana on yıl geçmişken, soluğumu yine tutarak, gözyaşlarım her an akmaya hazır, dudaklarımdan kahkaha her an kopmaya hazır, gözlerimden şaşkınlık hiç eksilmeden ve yüreğim her an pır pır izledim “Ana”yı yeniden. Oyuncular değişmişti ama oyun gücünden, etkisinden olağanüstülüğünden hiç ama hiçbir şey yitirmemişti.

Sahneden bir an olsun eksik olmayan ve hep “emir ve komuta zinciri” içinde hareket eden askerler, bir anda sahnenin önüne “iniveren” ışık duvarı ya da ışık perdesi; oyuncuların bu ışık perdesini kullanışları; sahnedeki sokakların bir anda hapishaneye, fabrikaya, fabrikanın işgücüne dönüşmesi (iş yorucu olunca şarkı kaçınılmazdır); Pavel’in annesine,ana ben sosyalistim dediği an ana oğul arasındaki sanki gözlerimizle gördüğümüz, ellerimizle tuttuğumuz o kılıçtan keskin, kıldan ince gerilimli ilişki; ananın elindeki beyaz bildiri kâğıtlarının tüm oğullarının kanıyla kırmızıya dönüşmesi; bir, iki kişiyle başlayıp sanki binlerce kişinin katılımıyla süren o Bir Mayıs yürüyüşü, sahnedeki o binlerce kişinin, emir komuta zinciri içindekileri aşıp, salondaki onbinlere (evet sanki biz de salon koltuklarında oturan seyirci değil, sokaklardaki on binlerce insanız) ulaşmaya çalışması ve onlarla kenetlenmesi; oyuncuların devinimleriyle, ışıkla, sesle, mekânı yeniden oluşturarak, Lubimov’un sahnede on kişiyi bin, yirmi kişiyi ise halk yığınlarına çevirebilme yeteneği, tümü karşımdaydı işte.

Ve Vladimir Visotski:
Bu ülkede kokuşmuş bir şeyler var diyen Hamlet’in sesini hemen tanıdı Sovyet seyirci.
Bu, en ünlü Hamlet oyuncularından birinin, Vladimir Visotski’nin sesiydi.

Taganka Tiyatrosu’nun gözbebeği, usta oyuncu Vladimir Visotski, özellikle müziğini ve sözlerini kendi yazdığı şarkılarla, Sovyetler Birliği’nde “Protest müziğin” belki de tek temsilcisiydi. Ve gençliğin ilahiydi. Plaklarının yasaklanması, şiirlerinin elden ele çoğaltılıp yayılmasını önlemediyse de sanatçıyı her geçen gün biraz daha alkole itti. 1980’de öldüğünde 40’ını yeni aşmıştı, yanılmıyorsam.

Sahnede izlediğim “Vladimir Visotski”, bir oyundan çok, sanatçının kendi sesinin ve müziğinin kullanıldığı (tüm seyirci bu şarkıları, bu şiirleri ezbere biliyordu, şarkılara katılıyor, şiirlerde gözyaşlarını tutamıyorlardı); zaman zaman canlandırdığı ünlü oyun kişilerinin sözleriyle ilerleyen (Yine Hamlet: “Ne eşsiz bir yaratıktır insan! Yetenekleri ne denli sonsuz? (...) Oysa özü tozdan başka bir şey olmayan varlık...) gevşek bir kurgusu olan, oyundan çok bir sanatçıya saygı gösterisiydi. Sahne üzerine damgasını vuran öge, on kadın, on erkek oyuncudan oluşan ve her an başka başka kişiliklere girip çıkan, 20 sanatçının, yaptıkları işten aldıkları taddı. Temsilin bir anı ise aklımdan ve yüreğimden hiç çıkmayacak: Yirmi oyuncu sahnede, bir oyuncunun onun yerini boş bırakmışlardı. Salonda da bir koltuk boştu. (Lubimov’un provalarda oturduğu koltuk.) Ve şimdi sahnede ve salonda bulunmayan bu iki insan arasında spot ışığı gidip gelirken Lubimov’un sesini duyuyoruz: İlk kez hazırladığı bir oyunda, böyle konuştuğunu söyledikten sonra, pek çok şeyi ve Visotski’yi ne denli özlediğini belirtiyor. Onu kurtarabilir miydik diye soruyor. “Şairler zaten çok yaşamaz diyor...Hele buralarda diye ekliyor... Sustuktan sonra da o ışık, karanlığı delip, gelip gitmeyi sürdürüyor... Bir sahneye, bir salona, bir sahneye, bir salona... Saatin tik takları gibi... Akıp giden zaman gibi...



Zeynep Oral | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 204 - 15 Kasım 1988
__________________________________________________________________________________









7 Ocak 1938’de, Meyerhold Tiyatrosu (GOSTIM) kapatıldı ve topluluk dağıldı. Opera Tiyatrosu’nun yöneticisi Stanislavski, topluluktan kovulan sanatçıları, kendi tiyatrosunda topladı. Yaşlı ustanın ölümünden sonra, 1938 Ekim’inde, Meyerhold, topluluğun başyönetmenliğine getirildi ve Stanislavski’nin başlamış olduğu “Rigoletto”yu tamamladı. Birçok projesi vardı. 15 Haziran 1939’da, akademi üyesi, Sovyetler Birliği’nin yılmaz savunucusu ve o yıllarda politik davaların seyrinde önemli bir rol oynamaya başlayan A. Visinski’nin de katılımıyla düzenlenen Doğu Bloku ülkelerinin tiyatro yönetmenlerinin katıldığı Pan-Rus Konferansı’nda, Meyerhold, artık işin içine tümüyle girmişti. Bu konferansta yaptığı ve daha sonraları birçok yanlı-yanlış versiyonlarının ortaya sürüldüğü konuşma, son konuşması oldu.

Meyerhold suçunu kabullendi, hatalarını, özellikle şekilci ve doğalcı yanlışlarını açıkladı, Stalin’i onurlandırdı, Stalin dönemini yeni bir “Rönesans” olarak nitelendirdi, hatta. “Dünyada tek” olan ve kendisine, Şostakoviç’e, Ayzenştayn’a, çalışmaları sürecinde hatalarını gözden geçirme ve düzeltme olanağını sağlayan bu ülkenin varlığından duyduğu mutluluğu dile getirdi. Ayrıca, çokça saldırıya uğrayan tiyatro yönetmenlerinin işlevlerini de savundu. Bu konuşmasıyla da çok alkışlandı.

Aynı akşam, Meyerhold Moskova’yı terk ederek Leningrad’a gitti. Leningrad’da, tüm Sovyetler Birliği’nden gelecek delegelerin katılacağı büyük bir sportif gösteri çerçevesinde gerçekleştirilecek olan Lesgaft Beden Eğitimi Enstitüsü öğrencilerinin, Prokofiyev’in müziği eşliğindeki gösterilerini tiyatrolaştıracaktı. 20 Haziran’da tutuklandı. Gösteri, 6 Temmuz’da Kış Sarayı Meydanı’nda gerçekleştirildi.

O günden, 1955 yılı Kasım ayına değin geçen olaylar üzerine çok az bilgi edinilebildi, ya hiçbir şey açıklanmadı ya da ufak, önemsiz bilgi kırıntıları. Arkadij Vaksberg’in “La Literatournaia Gazeta”da yayınlanan bir yazısında, Sovyetler üzerine açılan tartışmalar ve olayın ayrıntıları, tüm açıklığıyla yer aldı.


İŞKENCE VE İTİRAFLAR

Söz konusu yazıyı olduğu gibi aktarıyorum:

Sorgulama yedi ay sürdü. Önceleri, Meyerhold, İngiliz ve Japon casusu olduğunu itiraf etti. 1923’ten sonra koyu bir Troçki yanlısı olduğunu, 1930 yılında, sanat alanındaki tüm Sovyet karşıtı unsurlar birleştiren Sol Sınır adlı anti-Sovyet bir tiyatro topluluğunu yönettiğini itiraf etti. Meyerhold, ayrıca, 1933 yılında, kendisine tiyatro alanında daha etkin bir rol oynama güvenini veren Rikov, Bukarin, Radek gibi kişilerle bağlantıyı kurma görevini üstlendiğini, üç yıl sonraya Ehrenbourg’un Troçkist bir organizasyon üstlenmesi için kendisiyle ilişki kurduğunu, Letonya eyaletinin temsilcisi ve ünlü bir ozan olan J. Baltrusaitis’in, onu bir ingiliz casusu olarak kullandığını da açıkladı.

Meyerhold, aynı sorgulama süresinde, tüm bu saçmalık ları reddedecek gücü ve yüksekliliği de bulmuştu.

Yargılamadan üç hafta önce, 13 Ocak 1940’ta, Visinski’ye gönderdiği bir mektupta şöyle diyordu:

...Beni, yüzüm yere dönük olarak, döşemeye yatırdılar. Ayaklarımın altına ve sırtıma, jopla vurdular; bazen de oturtup, aynı nesneyle bacaklarıma vuruyorlardı. Bunu izleyen günlerde, ödemler oluşan, kızaran, moraran, sararan bölgelere yeniden vuruyorlardı, hassas bölgelerdeki acının dayanılmazlığını hissediyordum (acıdan bağırıyor, hatta ağlıyordum); bu arada bedenimin bazı bölümlerine kaynar su döküyorlardı. Elleriyle, yüzüme de vuruyorlardı... Sorgu yargıçları, durmaksızın tehdit yağdırıyorlardı: “Eğer imzalamazsan, yeniden başlayacağız vurmaya ve başın ile sağ elinin dışındaki tüm uzuvların şekilsiz ve kanlı parçacıklara dönüşecekler: 16 Kasım 1939’da, tümünü imzalamıştım.”

Meyerhold, aynı açıklamayı Sovyetler Birliği Halk Komiserleri Konseyi (SOVNARKOM) Başkanı V. Molotov’a da yollamıştı. Ancak, hiçbir yanıt alamadı. Ya da, yanıtını adaletten aldı.

Yargılama, 1 Şubat’ta Lefortovo Hapisanesi’nde yapıldı. Sadece yirmi dakika sürdü.

Ertesi gün, 2 Şubat 1940’da, Meyerhold, Pravda gazetesinin yazı işleri sorumlularından olan ve kendisinden bir saat önce Alman, Fransız, Amerikan casusu, Troçki yanlısı ve terörist gibi suçlamalarla yargılanan gazeteci, bilim adamı Mikhail Koltsov ile birlikte kurşuna dizildi. Koltsov da, mahkemeye itiraflar ile gelmiş ve o da, tüm itiraflarını işkence altında imzalamıştı.


Üçüncü bir kişi, Isaac Babel ise 16 Mayıs 1939’de tutuklandı ve 27 Ocak 1940’da kurşuna dizildi. Yazar, 1939 Ekim’inde, hemen hemen aynı suçlardan yargılanmıştı: Troçki yanlısı ve terörist bir örgüte üye olmak ve Kataiev, Leonov, Colesa, Ayzenştayn, Aleksandrov gibi adlarla ilişkisi bulunmak. Vaksberg, “Yazarlar ve sanatçıların katılacağı, büyük bir kutlama düzenlenmesi eğiliminin olduğunu, ancak Meyerhold, Koltsov ve Babel’in, tehdit ve işkenceye karşın itiraflarına reddetmelerinin, bu projeyi yok ettiğini de yazıyor. Kurşuna dizilenlerin ailelerine, “haberleşme izni verilmeyen uzak bir kampta on yıllık mahkûmiyet en söz edildi. Oysa mahkeme kararında “kurşuna dizilme” cezası yazıyordu. Bu korkunç örtmecenin ardından, çok gürültüler koptu, kurbanlarla mitik karşılaşmalar, olayın uzun süre gündemde kalmasını sağladı.

Daha bitmedi: Meyerhold’un tutuklanmasından üç hafta sonra, tiyatro sanatçısı olan karısı Zinalda Raikh hunharca öldürüldü, gözleri oyularak.
İlk karısı S. Essinne’den olan ve Meyerhold’la birlikte yaşayan çocukları ise, vatan haini gibi, yaşadıkları evden atıldılar.

1923’lerde, Moskova garnizonunun onur bekçisi olduğu günlerde, Meyerhold, bir gün özel olarak kurulmuş askeri bir mahkeme karşısında yargılanacağını kuşkusuz düşleyemezdi. Yirmili yılların sonlarında, eleştirmenlerin, kendisi ve oyunlarıyla ilgili yazılarında “dokunulmadık yer” bırakmamalarından yakınan Meyerhold, yazgısının bu denli trajik gerçekleşeceğini de düşünemezdi, herhalde.



Türkçesi: Bülent BERKMAN | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 205 - 1 Aralık 1988
__________________________________________________________________________________




1973 yılı, yerli, yabancı en değerli bazı sanatçıları aramızdan alıp götürdüğü gibi, doğum yıldönümü olarak pek çok sanatçının anılmasına sebep oldu. Büyük tiyatro adamı Vserolod Meyerhold’un 1873’te mi yoksa 1874’te mi doğduğu kesinlikle bilinmiyor. Aslını ararsanız, ölüm tarihini ve şeklini de kesinlikle bilmiyoruz. 15 Haziran 1939’da tutuklandığı günden bugüne kadar kendisinden haber alan çıkmadı. Yıllarca, kendi ülkesi, sanki o adda bir insan hiç yaşamamış gibi davrandı. Sonunda, 1958 tarihli Sovyet ansiklopedisinde Meyerhold’un ölüm tarihi 17 Mart 1942 olarak bildirildi.

Çağımızın en büyük ve etkili tiyatro adamlarından biri olan Meyerhold olmasaydı,
ne Bertolt Brecht, ne Jerzy Grotowski, ne de Peter Brook olabilirdi.

Meyerhold, Alman asıllı bir babayla türlü bir Rus annenin sekiz çocuğundan biridir. Rusya’da doğdu. İlk eğitimini annesinden gördü... Piyano öğrendi, sanatla ilgilenmeye başladı. Yaşadığı kente gezginci, ünlü tiyatrolar geliyordu. On sekiz yaşındayken oyuncu olarak tiyatroya girdi. Bir ara Moskova Üniversitesi’nde hukuk çalıştıysa da yarıda bırakarak Nemiroviç - Dançenko ve Stanislavski’den tiyatro dersleri almaya başladı. Kurs bitince yeni kurulmakta olan Moskova Sanat Tiyatrosu’na girdi. Stanislavski onu -kişiliğine bakarak- deneysel stüdyonun başına getirdi. Ama Stanislavski gerçekçilik üzerinde ısrarla duruyordu. Meyerhold kendi özel tiyatrosunu kurarak Ibsen, Hauptmann, Çehov, Ostrovski, Maeterlinck gibi yazarların oyunlarını gerçekçilik dışında bir anlayışla sahneledi. Başarısı, Rusya’nın Eleonora Duse’si diye tanınan tiyatro oyuncusu Komiserskaya’nın dikkatini çekti. Onun çağrısı üzerine sahneye koyduğu Sologub’un “Ölümün Zaferi” adlı oyun -daha doğrusu bu oyunun sunuluş biçimi- tiyatro sanatında bir çığır açtı. Sahne tabanındaki, oyuncuların çene ve burun altlarında acayip gölgeler yapan Işıklar gitmiş, perde bütün bütün kaldırılmış, sahne önü seyircinin içine doğru uzatılmış, Yunan ve Elizabeth çağı tiyatrosunda olduğu gibi seyirciyle yakın bir alışveriş sağlanmış ve oyuna stilize bir sunuş biçimi getirilmişti. Gerçekçi tiyatroda alışılagelen “dördüncü duvarın kaldırılması” anlayışı kıyıya itilmiş, benzetmeci tiyatrodan uzaklaşılmış, sonradan Brecht’in geliştirerek yaygın duruma getireceği “yabancılaştırma” tekniğine başvurulmuş, ritmik, stilize, “bio-mekanik” oyun biçimi uygulanmıştı. Çok geçmeden Madam Komiserskaya ile de anlaşmazlık patlak verdi. Komiserskaya, Mayerhold’un, oyuncuları, Gordon Craig’in “süper marionet” anlayışıyla kuklaya çevirdiğini iddia ediyordu.

Çarlık Rusyası devlet tiyatrolarının başında bulunan Teliakovski, Meyerhold’u yanına aldı. O zamanki adıyla Sen Petersburg’da Meyerhold’un deneysel temsilleri birbirini kovaladı. Oyunlar perdesiz oynanıyor, Japon ve Çin tiyatrosunda olduğu gibi, aksesuar işlerine bakanlar, seyircinin önünde aksesuarı ve dekor parçalarını değiştiriyor, aralar, gümüş bir zil çalınarak bildiriliyor, oyuncularla seyirciler o tarihe kadar görülmedik biçimde kaynaşıyordu.

Meyerhold’un opera eserlerini sahneleyişi de gerçekçilikten uzak ve devrimciydi.
Örneğin, Gluck’un “Orpheus” operasını Gluck’un çağdaşı olan ressamların “Antique” üslubundan esinlenerek sahnelemişti.


Büyük İhtilal’den az sonra, 1918’de, Meyerhold Komünist Partisi’ne girdi ve tiyatroyu propagandaya araç kıldı. Klasikleri kökünden değiştiriyor, onlardan sosyal taşlama olarak yararlanıyor, oyun sırasında seyircilerle sorulu cevaplı ilişkiler sağlıyordu. Ama durmadan yenilik arayan Meyerhold, tiyatronun yalnız propaganda aracı olarak kullanılmasından bıktı. Hatta Sovyet sistemini eleştirici nitelikte oyunlar sahnelemeye başladı. Bunlardan birisi Mayakovski’nin Sovyet bürokrasisini alaya alan “Tahtakurusu” adlı oyunuydu. Bürokratlar bu eleştiriyi hazmedemeyip saldırıya geçtiler. Buna dayanamayan Mayakovski kendini öldürdü.


Bürokratlarla arasında zaman zaman çıkan çatışmalara rağmen, Meyerhold, gözde bir sanatçı “devlet sanatçısı” olarak görevini sürdürüyordu. Hatta devlet ona istediği biçimde bir tiyatro yaptırmayı bile kabul etmişti; bütün planlar hazırdı. Derken 1938 Ocak’ında bürokratlar büyük saldırıya geçti. Sanatçıları kökten temizleme hareketi başlamıştı. “Pravda” Meyerhold’u “burjuva kafalı”, “toplum düşmanı” ve “biçimci” diye damgalayarak veryansın ediyordu. Oysa, Meyerhold biçime “biçimcilik” olsun diye önem vermemiş, seçtiği eserlerin ruhuna uygun biçimler arayarak eserle sunuş arasında organik bir bütün sağlamıştı. Meyerhold’un tiyatrosunu kapattılar. Yalnız yaşlı Stanislavski ona Moskova Sanat Tiyatrosu’nun kapılarını açmak yürekliliğini gösterebildi.



Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 205 - 1 Aralık 1988
__________________________________________________________________________________





Sovyet yazını, günümüzde en ilginç dönemlerden birini yaşıyor. İlk kez bu denli çok seslilik, çok yönlülük egemen. Yalnız kitap yayınları değil, gazete ve dergiler de bu çoksesliliğin nimetlerinden yararlanıyor. Anti-Stalinizm belgelerini yayınlamakta dergiler birbirleriyle yarışırlarken, bir yandan da Vladimir Makanine, Anatoly Kim, Youlian Semenov gibi, mitolojiyi olsun gerçeküstücülüğü olsun yücelten yazarların eserlerine yer vermekten geri kalmıyorlar. Kruşçev döneminde bile suskunluğa mahkûm edilenler, artık konuşabiliyor, yazabiliyor.

Youri Mamleiev, bir Sovyet yazarı, şöyle demekten kendini alamıyor:

60-70 yıllarında Moskova’da yaşayan bir yazar olarak, bürokrasinin dogmatik tutumunu, politikadan çok uzak konularda bile nasıl sürdüğünü görmüş olanlardan biriyim. Bu dogmatizm neredeyse mistik bir boyuta ulaşıyordu. Örneğin, bir öyküde, bir romanda ölüm teması üzerine düşünmek bile yasaklanmıştı. Bu yasağı kim, nasıl açıklayabilir?

Yasaklanmış pek çok eser, bugün önce aylık dergilerde tefrika ediliyor, sonra kitap olarak yayınlanıyor. Aytmatov, Rasbutin, Astafiev gibi ünleri yaygın yazarların yanı sıra bugüne dek adları Sovyetler Birliği’nin dışında duyulmamış olanlar da, yeni eserlerle isimlerini duyuruyorlar.

Bugüne dek yalnız Batı ülkelerinde yayınlanmış olan Andrei Bitov’un “Puşkin Evi” adlı eseri şimdi Sovyetler Birliği’nde de yayınlanabiliyor. Bu eserin baş kahramanı Lev Odoevstev, biraz Pasternak’ın Doktor Jivago’su gibi, Leningradlı bir aydındır, devrim öncesi Rus inteligensia’sinin mirasçısıdır. Yazar, roman kişilerini “Avantgard” diyebileceğimiz bir biçem içinde ele almaktadır.

Son günlerin gözde iki kitabı, iki anti-Stalinist kitap toplumsal içerikleriyle dikkati çekmekte: Anatoli Ribakov’un “Arbat Çocukları” ve Dudintsev’in “Beyaz Giysiler” adlı romanı. “Arbat Çocukları” dünyanın çeşitli ülkelerinde satış rekorları kırmakta. Dudintsev’in romanı ise Stalin döneminde, bilim adamlarına yöneltilen baskıyı ele alıyor. “Resmi biyoloji” karşısında, düşüncelerinden, inançlarından, bulgularından ödün vermek istemeyen bir genetik araştırmacısının trajik yaşamını dile getiriyor.


Ünlü yazar Yuri Trifonov’un “Yokoluş” adlı romanı da anti-Stalinist eserlerden biri. Romanın ön-sözünün ilk satırları Dostoyevski’den alınmış: “Size bir sır açıklayacağım: Belki de bütün bunlar bir düş değildir. Nitekim 30’lu yılların Moskova’sında, o kitlesel tutuklamalar kâbus değil gerçekti! Yazar, bu romanda, o yılların aydınlarını, bu korkunç olayların nedenini, nasılını kavrayamayan aydınları sorguluyor.


Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 205 - 1 Aralık 1988
__________________________________________________________________________________




Bu açıklık döneminde, öyle sanıyorum ki hiçbir yazın türü tiyatro denli kötü bir durumda değil. Brejnev’li yıllarda, durgunluk zamanlarında oyun yazarları, handiyse tümden kendi kabuklarına çekilmişlikleriyle kurumlu, düşüncenin çelişik kişiliğini üstleniyorlardı - oyun yazarlığı bir çatışma sanatı olduğu için başka bir çözüm yolu da pek yoktu. Sanatlarının bütünlüğünü, doğruluğunu korumak bakımından, başka yazarların pasif davranmayı yeğledikleri yerde onlar toplumsal ve özel yaşamın gerginliğini, gerilimini ortaya çıkarmak zorunda kalmışlardır.

Burada amacımız hiçbir romanın, şiirin ya da gazete yazarlığı yapıtının yazılmadığını söylemek değil elbet; ama şöyle düşünülebilir ki 60-70 yıllarında toplumsal bilincin kaygılarını ve tasalarını daha güçlü ve daha öfkeli biçimde dile getiren tiyatro olmuştur. Bu dönemde, çağdaş olanın çözümlenmesinde özgün estetik örnekçeler / modeller öneren iki belirli çizgi açıkça ortaya çıkmıştır. Birinci örneğin özelliğini durgunluk döneminde bile kafaları kurcalayan, izlediklerini / temalarını ekonomik ve toplumsal sorunlardan alan katışıksız bir “toplumsallaştırma” oluşturuyordu. Toplumsal ve ekonomik nitelikli bir olgunun itkisiyle -60’lı yılların ikinci yarısında başarısızlığa uğrayan düzeltim- bu yazın akımı resmi düşünlerin epeyce sert bir yön değiştirmesiyle yolundan saptırılmış, yasaklanmıştır: Gerçekliğin eleştirel yaklaşımı yerini uyuşturucu bir söylenceye, güven verici bir ütopyaya bırakmıştır. Bir yazarlar öbeği -İ. Dvoretski, A. Guelman, A. Mişarin, R. İbrahimbekof,...- ülkenin siyasal değişikliklerini daha iyi anlatmak için ekonomiye başvurmuşlardır. “Üretimin oyun-yazarlığı” diye adlandırılan bu yazarlar -sansürcü kaleminin çizdiği sınırlar içinde bile- siyasal yaşam sorunlarına, yalana ve bürokrasiye karşı savaşım sorunlarına değiniyorlardı. Kuşkusuz bundan dolayı İ. Dvoretski’nin Toplum dışı / Marjinal, Guelman’ın Parti Kurulu Toplantısı, A. Mişarin’in Fransa’nın Dört Katı Kadar, vb. gibi Bakanlar Kurulu’nun girişimi ya da toplantısı bildirilerinin uzantısı sayılabilecek oyunlar çok büyük bir başarıya erişmişlerdir.

Yetenekler katar katar yolculuk ederler: Bu şiirsel görüş, handiyse aynı zamanda Moskova ile Leningrad’da ortaya çıkan iki öbek genç yazarlarca doğrulanmıştır; birincilerin ustası en yaşlı yazar olan Aleksi Arbuzof’tu, ikincilerinkiyse İ. Dvoretski. Bununla birlikte, her iki yazarlar öbeğinin baş tacı ettikleri yazar Aleksandr Vampilof’tu: 70’li yılların başında Baykal Gölü’nde boğularak 35 yaşında ölen Sibiryalı yazar. Ondan bize Çehof yazısının geleneğini canlandıran Ördek Avı, Çulimsk’de Geçen Yaz gibi birkaç oyun kalmıştır.

Bu oyunlar başka bir tarihsel dönemi canlandırıyordu. Ama bu dönem çok güçlü bir biçimde duyurmuştur kendini. Vampilof, içinde büyük toplumsal çatışmaların yankılarını duyduğu bireylerin özel yaşamını anlamak uğrunda çabalamıştır. Nöbet değiştirme küçücük devinimler, yaşamın “ufak tefek” şeyleri sayılabilecek, ama gerçekte ortak mutsuzluklarımızı dile getiren şeylere kulak vermesiyle kendini açıkça belli ediyordu. “Yeni Dalga” diye adlandırılan genç yazarlar pek tutarlı biçimde karşılanmadılar. Yeni dehaların gelişini kutlamaya hazır kimi eleştirmenler göklere çıkardılar onları. Düşmanlığın sınırında bulunan başka eleştirmenler onların yapıtlarına “izleklerin çapsızlığı” ve “iğrençlik” etiketlerini yapıştırmışlardır: “Büyük işler kotarıldı da, sizler artık küçük ayrıntılarla oyalanıyorsunuz demek istiyorlardı. Onlara göre bu “ayrıntıların insan ruhunun, varoluşun törel öngerçekleri olmasının pek bir önemi yoktu. Milyonlarca insandan kopmuş eleştirel düşünceye karşı birey ilgisizdi. “Kültür servisleri” Liudmila Petrusevskaya’nın, Simon Zlotnikof’un, Aleksandr Galin’in, Aleksi Kazantsef’in, Vladimir Arro’nun ya da Viktor Slavkin’in... -daha uzatılabilir bu dizelge- oyunlarını pek yüreklendirmemişlerdi. Bu oyunlar kendilerine bir yol açmakta zorluk çekiyorlardı, sahneye koyucuların ya da gazetecilerin çabaları sayesinde yol açabildiklerinde de olay ayrıksı bir havaya bürünüyordu. Üstelik yasak bir gösterime gitmiş olmak gibi bir izlenim de yaratılıyordu. Bu, bir kez daha estetik sorunlardan daha çok, ideolojik çatışmayla yüz yüze gelen “eleştirel bakışı” da biraz saptırıyordu. O zaman büyük sorun şunu belirlemekti: (70’li yıllarda basının sevgili deyimine gore “doyuma erişmenin derin duygusu”nun başarı döneminde gelirlerinden, toplumsal durumlarından, tek sözcükle, yaşamlarından mutlu insanlar var mı, yok mu? Bunun da kuramsal bir yanı yoktu hiç: Moskova Leninci Komsomol Tiyatrosu’nun, Petruşevskaya’nın Mavili Üç Genç Kız adlı oyunundan sahneye çıkardığı gösterim provalardan sonra ancak iki yılda izleyicilere ulaşabilmiştir: Sansür izni vermekle yükümlü görevlilere o üç kadının yaşamı çok mutsuz gibi görünüyordu.

Bu görevliler “dünyanın erişemeyeceği nice gözyaşlarını” ortaya döken özel bir yaşamla ilgili konular üstünde durmuyorlardı. Kazanılması umulan şey dünyayı düşünme özgürlüğü ve bu dünyadaki insandı. M. Satrof’un Büyük Toplumcu Devrim’in tarihini inceleyen oyunlarının 60-70 yıllarında öylesine karmaşık bir yazgıyla karşılaşması da bir raslantı değildi; Sovyet Devleti’nin kuruluşunun -destansı- ilk yıllarındaki soluk kesici, diri gerçekliğinin içine işleyen yazarın düşüncesi beklenilen şemalara ve bilmezlikten gelmelere tosluyordu durmamacasına.

60-70 yıllarında tüm tiyatro yaşamının öldüğünü sanmak yanlış olur. Tersine, bürokratik engelleri devirmek istediği bir çeşit yazı gözüpekliğini doğuruyor ve canlı sözleri, kızgın deyişleri özenle işliyordu. Dram sanki kendine karşın, izleyicilerin bilincini değişikliklerin gereğine hazırladı ve toplumsal yaşamın demokratikleşmesinin kaçınılmazlığını adım adım gösterdi.

Bütün aydınlar gibi, oyun yazarları da 1985’in Nisan’ıyla kişisel olarak ilgilenmek zorunluluğunu duydular. 85-86 mevsimi tiyatro sanatının yenileşmesi umutlarını veren yeni başlıkların ortaya çıktığını gördü. Sanat Tiyatrosu’nda, sonra da on kadar salonda sahneye konan Yirmibeşinci Evlilik Yıldönümü’nün ardından tartışma toplumculuğun bozulmasında yerel yöneticilerin sorumluluğuna kaydı. Leninci Komsomol Tiyatrosu’nda M. Zakarof’un sahneye koyduğu M. Şatrof’un Bilinç Diktatörlüğü’nden sonra bu mevsimde toplumun buyurgan ve bürokratik yönetim yöntemlerinden kendini koruması için kendine ne gibi güvenceleri vermesi sorunu çözümlendi; daha sonra Ermolova Tiyatrosu’nda VIeri Fokin’in seçtiği A. Burovski’nin Konuş! adlı oyunu toplumun ekonomik-toplumsal demokratikleşmesi sorununu ortaya atti... Genel görünümü değiştirmeyecek daha başka örnekler sayılabilir. 1985-1986 mevsiminde bağımlı oyun (”siyasal” konu) egemen oldu: Yazarlar bu oyunlarda daha önceki on yıllarda kafalarını kurcalayan şeyleri, sessizlikle geçiştirdikleri ya da Ezop diliyle anlattıkları şeyleri artık yüksek sesle söylemeye çalışıyorlardı... 1987’den bu yana, onların hepsi bu yapıtların yeni çevrenler açmaktan daha çok, önceki dönemin bilançosunu yaptıkları konusunda anlaşıyorlardı.

60’lı yıllardan 80’li yılların ilk yarısına değin tiyatro yargılarının, düşüncelerinin ataklığıyla halk yığınlarının önünde gidiyorduysa da (hem de nasıl), kısa bir sürede durum tepe taklak oldu. Bir tek örnek vereyim: Yazın dergisi Novy Mir (Yeni Dünya) 1988’de bir milyon üçyüz bin abone kaydetti: Dergi B. Pasternak’ın Doktor Jivago romanını yayımlayacağını bildirmişti. Ama okurlar o romana değil de, süreli yayınların çözümlenmesini ele alan Andre Nuykin’in toplumbilimsel incelemesine büyük ilgi duymuşlardır. Bu olay halkın beğenilerinin evrimine tanıklık etmektedir. Yazılar, yayınlar, deyişlerinin özgürlüğüyle, değişken bir gerçekliğe çabucak ayak uydurmasıyla birkaç tiyatronun başarısını sağlayan (”topludurumlar sonrası”) ufak tefek firsatçı işlerden daha çok izlenmiştir. Yazarların onuru uğruna şunu da belirtmek gerekir ki, sayıları azdı onların. Ne var ki, bu işi uğraş edinmiş bir sürü kişi 1987-1988’de yazılı tiyatro oyunlarının kaygı verici durumundan, yeni oyunlar yazılmadığından, bu apaçık eksiklikten -yazarları dürtüklemek, kışkırtmak amacıyla- yakınıp durmuşlardır. Bu boşluk uyarlamalarla ve yabancı yapıtlarla doldurulmuştur.

Okuyup üflemeler ve korkular için daha vaktin erken olduğu kanısına vardım. Toplumsal yaşamın olağanüstü hızlanışını, büyük haberler dalgasını özümsemek zamanını kendilerine tanıyarak oyun yazarları daha uzağı görmeye, gazetecilerden daha çok derinliğe inmeye çabalıyorlar. Güncel şeylerin ortalığı kaplamasına karşın yazının direnmesi zordur bugün, ama bunun kendisi için kaçınılmaz bir şey olduğunu kim söylemiştir?

Fazıl İskender’in Denizde Bir Kahve adli yergisel güldürüsünde ya da Vladimir Gurbaref’in Stalin’in Kır Evi adlı dramında ulusal basın başyazılarının yankıları algılanıyor, ama birine Abkazi’nin bir kentinde “gölge ekonomisi”ni ve öbürüne Stalin’in eski konutu, bir bakanlık dinlenme evindeki bir olayı sunan bu yazarlar insan ve ülke yaşamı üstüne bir düşünceye ulaşıyorlar elbet, ama heyecanlar ve daha derin düşünceler arayarak dolaysız bir tepkiye başvurmuyorlar. Genç Biyelorus yazarı Aleksi Dudaref Boşalım adlı oyununda Gorki’nin Ayaktakımı Arasında’sının bir çeşit özgün “dolaylama” yapmıştır; bu oyunda yakin geçmişimizin Büyük Evreni’ni içine alan karmaşık yazgılar birbirine dolaşıyor -bu oyunun ülkemizin birçok tiyatrosunda oynanacağını düşünmek istiyorum.

Günümüzde herhangi bir toplumsal konudan söz edilebilir (ne yasak bölge vardır, ne de yasak izlekler); böylelikle Aleksandr Galin’in Sabah Gökyüzünde Yıldızlar’ı gibi başarılı.bir dizi oyun ortaya çıkmıştır. Bu oyundaki kahramanlar kibarca “toplumsal yapının kurbanları” diye adlandırılan kadınlardır.

Bu demokratikleşme ve açıklık dönemi M. Şatrof’a yeni güçler kazandırmıştır.
Daha Öteye... Daha Öteye... adlı dramı çelişkili toplumsal akımların çatıştığı sert bir tartışmaya yol açmıştır.

Öyle sanılır ki, yazarlar yeniden -başarısızlıklar için kullanılan dille- “yetenek, nitelik” kazanmışlardır. Ne ki, söze şu uyarma ile başlamam bir raslantı değildir: Açıklık zamanında tiyatro oyunu yazmak zordur. Bürokrat “yayındüzenciler” de redaktörler de, tutucu eleştirmenlerin kesin kalıplara bağlı saldırıları da korkulacak şeyler değildir artık. Tehlike dışarıdan gelmiyor artık. Geçmiş zaman ya da şimdiki zaman aralığından gelecek zamanı sezinlemek için yazarlar en büyük gözüpeklikle, en aşırı sakınmazlıkla donanmalıdırlar. Yüreklilik ile özveri gerektiren bir çalışma.



Türkçesi: Teoman AKTÜREL | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 205 - 1 Aralık 1988
__________________________________________________________________________________




Avlu, Moskova’nın herhangi bir büyük bir caddesinde açılan, herhangi bir avludan farksızdı: Ortada koca bir çınar ağacı, çevresinde apartman girişleri... Ötekilerden farksız bir kapının önünde duruyoruz. Kapının anahtarı kimsede yok. Kapıdaki kilidi açmak için de şifreyi bilmek gerekiyor.

Şifreyi bilen var mı, diye sordum.

Hayır, yokmuş.

Endişelenme nasılsa gireriz, buralara biryerlere, mutlak birileri şifreyi yazmıştır dedi ya Yuri ya da Sergei...

Kapının çevresinde renkli tebeşirlerle yazılmış bir sürü sözcük, bir sürü sayı arasından seçtiklerini denemeye başladılar.

Sonunda, galiba üç, yedi, yedi, bir sayılı düğmelere bastıklarında kapı ardına dek açılıverdi.

İçeri girdik. İşte Sovyet yazar Bulgakov’un yaşayıp öldüğü apartmandayım. Üçüncü kattaki onun dairesine çıkıncaya dek, merdivenlerin iki yanını baştan aşağı kaplamış duvar yazılarına, resimlerine bakıyorum: Gördüğüm en renkli, en cümbüşlü Graffitti örneği... Üç kat boyunca rengârenk boyalarla, tebeşirlerle, spreylerle duvarlara çizilmiş, Bulgakov’un öykülerinden oyunlarından görüntüler, resimler, eserlerden bir kaç tümce ve en çok da yazarın kendisine seslenişler: “Bulgakov geri gel, “Bulgakov yüreğimizdesin vb sözler...


Üç kat merdivenleri, sağımda solumda yazılanları, çizilenleri anlamaya, değerlendirmeye çalışarak çıktım.
Önümde yine bir kapı. Bu kez zili çaldık. Kapı açıldı.

Üç odalı bir dairede buldum kendimi, içeride gençler kâh badana yapıyor, akan tavanı tamir ediyor, kâh bir sürü belgeler, kitaplar, dergiler arasında kayboluyorlardı.

Açıkladılar: Burayı gençler, tamir edip, içine Bulgakov’la ilgili ne toplayabilirlerse toplayıp bir “Bulgakov Müzesi”ne dönüştüreceklerdi. “Ama resmi bir müze değil, bizim müzemiz olacak bu diyorlar. Henüz hazırlıkları bitmediği için, bu daireye şimdilik kimseleri almıyorlar...

Ama isteyenler, Bulgakov’u sevenler, yalnız şimdi değil, yalnız bugün değil, dün de onu sevenler, nasıl olsa şu ya da bu yolla alt kapının şifresini çözüp, apartmana giriyorlar... Ve merdiven boyunca... Gördünüz işte... Düşüncelerini duygularını duvarlara aktarıyorlar...

İçlerinden bir başkası ekledi: “Duvardaki her sözcük, her resim, Stalin’le bir hesaplaşmadır.” “Stalin’le hesaplaşma”...

Ne çok duydum bu sözü Moskova’da ve Sovyetler’de gittiğim her yerde...

Bulgakov, Stalin’in hışmına uğrayan ne ilk ne de son yazardı. Bugün eserleri yeniden yayınlanırken, oyunları Sovyet sahnelerinde tekrar tekrar sahnelenirken, işte bu gençler de Bulgakov’un yaşadığı ve öldüğü bir mekândaki her çizgiyi, her rengi sıkı sıkıya koruyorlardı.

Moskova’da bir başka sokaktayım.

Adını, büyük bir Rus tiyatro sanatçısından alan Yermelova Müzesi’nin önünde, günlerdir gördüğüm kuyrukların en uzunu var...
Yanımdaki, ya Sergei ya da Yuri’ydi, “kuyruğun bunca uzamasına şaşmamalı... Herkes Stalin’le hesaplaşma peşinde diye mırıldandı.

Uzayıp giden kuyruğu bir yerinden yakaladım. Neden sonra içeri girebildiğimde, Peter Belov’un eserleri beni bekliyordu.

Peter Belov...

Bu adı resim sanatıyla ilgili olanların duymuş olacağını
sanmıyorum...
Tiyatroyla ilgili olanlar, belki...

Peter Belov, bir tiyatro tasarımcısıdır. Ününü, hangi tiyatrodaki dekorlarına borçludur bilir misiniz? Sovyet Kızıl Ordu Tiyatrosu’ndaki dekorlarına... Evet gençliğinde Gogol Tiyatrosu’nda da çalışmışlığı var. Ama dillere desten Dostoyevski’nin “Budala”si, Sofokles’in “Kral Oidipus” Gogol ve Gorki oyunlarının dekorlarını 1974’ten beri çalıştığı Sovyet Ordu Tiyatrosu’nda gerçekleştirdi.


Peter Belov 1988’in Ocak ayında, 59 yaşında öldü. Ve ne olduysa ondan sonra oldu.

Peter Belov’un bugüne dek kimsenin haberdar bile olmadığı bir şey “keşfettiler”: Babalarının yağlıboya resim de yaptığını.

İşte bugün Yermelova Müzesi’nin önündeki bu upuzun kuyruk Belov’un tablolarını görmek isteyenlerin oluşturduğu kuyruk.

Resim yalnızca resmi anlatır... Resim öykü anlatmaz... Tamam bunlar iyi de, ben Belov’un resimlerine baktığımda, resim değil, yalnız ve yalnız dramatik bir yapı gördüm. Bu, “tiyatro”dan gelmiş olmaktan kaynaklanan değil, belki de bedelini fazlasıyla ödeyerek yaşamaktan kaynaklanan bir dramatik yapıydı.

İşte Belov’un, ölümünden sonra, izleyicilere sunduğu portreler galerisindeyim. Karşımda Meyerhold. Resmi ideolojiye ters düştüğü için işkence göreceğini, öldürüleceğini kimse bilmiyordu. Bütün bunlar olup bittikten sonra da kimse bilmedi. Bir süre önce o mektuplar yayınlanıncaya dek, hep herkes sustu. Belov’un “Meyerhold” adlı eserine bakıyorum.

Gerçekle yanılsama nasıl da çelişkili... Kimlik kartında “2 Şubat 1940’a dek geçerlidir sözlerinden belli, daha çok yaşatılmayacağı. Ve Pasternak: Bir duvarın tuğlaları arasında dondurulmak istenmiş. ...Daha çok sıva, daha çok kireç, daha çok sağırlık, daha çok suskunluk, daha çok kalıplaşma... Daha çok, daha çok yok etme. Duvarın tuğlaları, harçları arasında tutsaktır Pasternak. Duvarın dibinde şu duvar örme işinden arda kalan yayıntı... Bir başka portre: Bulgakov ya da “Buzlar Çözülürken”... Henüz çok yeni buzların çözülmesi: Şimdilik eriyen buzların gerisinden Bulgakov’un yüzü beliriyor sularda, ama daha kimler çıkacak karşımıza, buzlar çözüldükçe, duvarlar yıkıldıkça, yollar açıldıkça, gerçekler gizlenemez, önlenemez olunca.


İşte ötede Moskova Nehri’nin sularında genç ozan, şarkıcı, oyuncu Vladimir Visotski’yi görüyorum, genç öldüğü için hep öyle genç kalacak biliyorum. Hemen yanı başında Marina Svetyova, 1942’de Stalin’in hışmıyla susmasaydı, intihar etmeseydi, kimbilir daha ne şiirler yazacaktı. Her kentte akarsular, ölülerinden ve ozanlarından izler taşır gibime geliyor. Ama Moskova Nehri’nde “gibi” değil, mutlak öyle...


Portreler galerisinden uzaklaşıyorum...

Adsız kahramanlara, suda balık, havada kuş kadar çokturlar dediklerimize geçiyorum:
Onlar şimdi gelinciklerde ya da papatyalarda açmış birer yüzdürler, henüz bir çizme altında ezilmemiş...


Onlar şimdi birer sürgündür. Diyelim Belamurkanal denilen kampa sürülmüş. Belamurkanal kampında sürgünler gece gündüz sigara fabrikasında çalışır ve Belamurkanal sigarasını üretir. Büyük kentlerde, büyük insanlar Belamurkanal sigarası içerler. İçerlerken bilmezler o tütünü saran ellerin acısını, o ellerin gördüğü işkenceyi, bilmezler o ellerin sahibi sürgünü... Belov’un “Belamurkanal” adı tablosunda, binlerce sürgün o sigara paketinin içinde kaybolur...


Onlar, şimdi bir kol darbesiyle denize, ya da çöle, ateşe ya da ölüme atılacak, fırlatılacak, sürüklenecek olandır...


Onlar Stalin’in kum saatinde kum zerrecikleridir...


Onlar...

Belov’un eserlerinde onlar saymakla bitecek gibi değil.

Stalin’le hesaplaşma” diyorlar...
Peter Belov, “hesaplaşmayı”, resim yaparak, renkle, çizgiyle, resimlerinde öykü anlatarak, gerçeğin öyküsünü anlatarak sürdürenlerden biri...



Zeynep Oral | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 205 - 1 Aralık 1988
__________________________________________________________________________________



“Arbat Çocukları”: Stalin dönemine açıklık...

Glasnost politikasıyla, üzerindeki yirmi yıllık yasak kalkan “Arbat Çocukları”, yalnız şimdiye değin 2 milyonun üzerinde sattığı Sovyetler Birliğin’de kalmayıp, tüm dünyada bir best-seller olma yolunda ilerliyor. Ribakov’un, 30’lu yıllarda Stalin dönemine tanıklık eden “Arbat Çocukları” adlı bu oylumlu kitabın, bu denli ilgi görmesinin ana nedenlerinden biri, kitabın yayınına izin veren Gorbaçov iktidarının, bir bakıma, bu kararıyla aynı dönem üzerindeki görüşleri yolunda ipuçları vermesi olarak yorumlanabilir.

Ribakov, “Arbat Çocukları”nda 1933-1934 sonbaharları arasında kalan zaman diliminde, Sovyet halkının ve yönetimde bulunanların yaşamını eleştirel bir dille anlatıyor. Genellikle gerçek olaylardan ve kişilerden yola çıkılarak örülen ağın odak noktası, kuşkusuz Stalin ve dönemi. Bu özelliğiyle, politik olduğu kadar, belgesel bir yapıya da sahip olan romanın geçtiği Arbat, geçmişi 600 yıla dayanan eski bir Moskova sokağı. Uzun yıllar, Moskova aristokrasisinin beşiği olmuş bu sokak, devrimi izleyen yıllarda üzerindeki zengin evlerine partililerin, işçi ailelerinin ve yoksulların yerleştirilmesiyle kimlik değiştirmiş, ancak sinemaları, tiyatroları, aydınların devam ettiği restoranları, kulüpleriyle bugün bile Moskova’da sanat/kültür yaşamının canlı kesitlerinden biri olmayı sürdürmüş bir mekân.


Romanın ilk bölümlerinin odak kişisi, Arbat Sokağı’nda annesiyle birlikte yaşayan bir üniversite öğrencisi olan Şaşa’dır. Bir yandan Şaşa’nın okuldaki etkin ve eylemci kişiliği, öte yandan yakin bir akrabasının Sovyet yönetiminin üst kademeleriyle olan ilişkileri, olayın iki yönlü bir panoramasını çizmeye olanak tanıyor. Partiye, parti yönetimine ve Stalin’in politikasına güveni tam olan Şaşa, olayların akışıyla yanıldığını anlıyor. Eleştirmen Atilla Özkırımlı, Ribakov’un Stalin’e ve o dönemdeki bireysel çıkışlara bakışını şöyle değerlendiriyor:

Arbat Çocukları’nda olaylar belirli kişilerin çevresinde birbirine koşut olarak gelişmektedir. Şaşa, Yura, Sarok, Varya gibi Arbatlı gençlerin bireysel serüvenleri toplumsal ve siyasal gelişmelerle bağlantılı olarak aktarılırken, Stalin’in yönetime bütünüyle egemen olması ve kendi liderliğini pekiştirmesi bir roman kişisinin serüveni olarak öykülenmektedir. Ribakov’un Stalin’i hem gerçek bir kişidir, hem de bir roman kişisi. Kimi zaman üçüncü kişi anlatımıyla dışardan anlatır Stalin’i Ribakov; kimi zaman da birinci kişi anlatımıyla içerde. Kimi zaman gözlemlerini sıralayan, olup biteni yorumlayan bir romancıdır, kimi zamansa anlattığı kişinin kimliğine bürünüp onun ağzından konuşan bir roman kişisi.

Herald Tribune’de yayımlanan bir söyleşide romanındaki Stalin gerçeğini,
roman kişisi olarak Stalin’e yaklaşımını şu sözlerle açıklıyor Anatoli Ribakov:

“Romanımda, Stalin’in yoluna çıkan her şey sağa sola savruldu. Roman ilerledikçe, Stalin öyküye egemen oldu. Nerden mi tanıyordum Stalin’i? Ben bir yazarım. Bir yazar yazdığı şeylerle ilgili her şeyi bilmek zorundadır. Bütün gazeteleri, Stalin’in bütün söylevlerini, katıldığı bütün toplantıların tutanaklarını okudum. Stalin’i tanıyan ya da yakınında bulunmuş olan birçok insanla konuştum. Stalin gibi konuşabilir, Stalin gibi düşünebilirim. Onun kendini nasıl ifade ettiğini, hangi deyimleri kullandığını biliyorum. Onu uzun bir süre inceledim, kendimi onun yerine koydum.”

Bu açıdan bakıldığında romanın baş kişisi Stalin’dir.
Romandaki olayların gelişimini, roman kişilerinin alınyazısını belirleyen de Stalin’in varlığıdır.

Stalin, kendi görüşlerini ve politikasını en iyi biçimde örgütlediği 17. Kongre’den sonra, karşıtlarını yok etmek ya da etkisiz kılmak için harekete geçmişti. Anatoli Ribakov, Stalin’in parti örgütünü bütünüyle kendisine bağımlı kılmak, iktidarını pekiştirmek için attığı adımları öykülerken hem onun olaylara bakış biçimini, hem de iç dünyasını irdelemeye çalışır. Ribakov’un çizdiği Stalin, yalnız kendi doğrularına inanan ve bunların eleştirilmesine katlanamayan, kuşkucu, çevresindeki hiç kimseye güvenemeyen, yoğun bir yalnızlık duygusuna kapılmış, acımasız bir kişidir. Yine Ribakov’a göre, Stalin’deki bu güvensizlik ve yalnızlık duygusu, onun çocukluk yıllarının, yetişme biçiminin, aile ilişkilerinin bir sonucudur. Örneğin, Stalin, Charlie Chaplin’in “Şehir Işıkları” filmini seyrederken ağlar, çünkü Chaplin, ona babasını anımsatır.


“Arbat Çocukları”nın ortaya attığı savlardan biri de, Parti’nin Leningrad örgütünün şefi durumundaki Kirov’un öldürülmesi olayında Stalin’in parmağının bulunması. Ribakov, bu konuda daha ileri giderek,.bunun bir sav değil, bir gerçek olduğunu belirtiyor. Kitabın çevirmeni Uğur Büke’ye, Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan söyleşi için verdiği yanıt da bunu doğruluyor:

Kirov’un Stalin tarafından öldürüldüğünden eminim. Yoksa yazmazdım. Kirov’u, Stalin değil, Nikolayev diye biri öldürdü. Hiç kimse geride doküman bırakmaz. Görgü tanıkları da 1934 Aralık-1935 Ocak aylarında kurşuna dizildiler. O halde neye dayanıyorum? Mantığa.

Bu ölümün kime yararı vardı? Yalnızca Stalin’e, Politbüro’nun öteki üyelerini, örneğin Kosior’u, Potsişev’i, Rudzutak’ı, Eyh’i, Sertsev’i, Tuhaçevski’yi, Yegor’u ve daha birçoklarını öldürtüyor da, Kirov’u niye öldürtmesin? Ülkenin bütün ileri gelenlerini kurşuna dizdirdi. Politik olarak Kirov’un ölmesi gerekliydi. Çünkü Stalin ülkede korkunun egemen olmasını istiyordu.

Stalin’deki en önemli eğilim, kendi egemenliğiydi. İktidar, Stalin için en önemli şeydi. Devrimi gerçekleştiren Lenin içinse iktidar bir araçtı. Ülkülerini gerçekleştirebilmek için bir araç. Ülkülerinin doğruluğu tartışılabilir. Lenin, bu ülküler için bir araç olarak görüyordu iktidarı. Stalin içinse, iktidar her şeyden önce geliyordu. Geri kalanlar yalnızca araçtı. Her şey pankartlarda, lafta kalıyordu. Tek amaç, kendi iktidarını sağlamlaştırmaktı.

Yalnız parti örgütünün değil, halkın da sevdiği bir lider olan Kirov, yakın geçmişte Troçki’ye karşı Stalin’i desteklemişti, ancak Leningrad örgütündeki muhaliflerin cezalandırılmalarına karşı çıkması, hatta onları koruması nedeniyle, daha sonraları ters düştüğü de olmuştu. Romanda, Stalin’in, muhaliflerinin kendisinin yerine Kirov’u geçirmek istediklerinden duyduğu kuşku ve korku açık biçimde görülüyor.


“Arbat Çocukları”, görüldüğü gibi, Sovyet halkının yaşadığı tüm acıları, Stalin’in kişiliğiyle açıklayan, sınırlarını onun yanlışlarıyla çizen bir roman. Bu yapısıyla, Gorbaçov’un glasnost politikasına da çok uygun düşen bir yapıt. Ancak, kitabı aklayan olay, bundan yirmi yılı aşkın süre önce yazılmış olması ve o yıllarda Novi Mir dergisinde yayınlanacağı duyulmasına karşın, sonraları buna izin verilmemesi. Yani, 50’li yıllarda yapıldığı gibi, iktidarın ısmarlamasıyla gün yüzüne çıkan bir yapıt değil, kuşkusuz.

“Arbat Çocukları” ile ortaya çıkan bir başka tartışma ise, Stalin’in kişiliğinde eğer Sovyet rejiminin iflası açıklanıyorsa, sosyalizmin, değişik kültürlerdeki onca ülkede, Çin’de, Küba’da, Etiyopya’da, Vietnam’da, Madagaskar’da, Kamboçya’da, Angola’da, Birmanya’da, Romanya’da benimsenmesi, bir intihar olarak mı tanımlanmalıydı? Ya da, herkes kendi Stalin’ini kendi seçsin, deyip kestirip atmalı mı?


“Arbat Çocukları”, Sovyetler’de değişen bir sistemin belirleyicilerinden biri olmak açısından önemli. Tıpkı 1964 yılında siyasi suçtan 5 yıllık çalışma kampı cezasına mahkûm edilen, daha sonra 1987 Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Brodski’nin aklanması gibi. Eğer glasnost varsa, özgürlük var. Fransız yazarı Jean-François Revel’in de söylediği gibi, “Sistemi değiştirmek için glasnost’u aşmayı aramak gerekecek, belki de.



Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 205 - 1 Aralık 1988
__________________________________________________________________________________




Tarihsel bir romanın ozelliklerini taşıdığını söylemek zor Arbat Çocukları’nın. Belirli tarihsel olaylar çevresinde dönmesine, bir yığan gerçek kişinin adının geçmesine rağmen böyle bu. Çünkü olay örgüsü, söz konusu edilen dönemin oluşum koşullarını yeterince dile getiremiyor. Tarih, adeta bir nokta’dan itibaren başlıyor. Dolayısıyla toplumsal formasyondaki çelişkileri, o çelişkilerden türeyen siyasal/kültürel sorunları gelişme süreçleri içinde izleyemiyoruz.

“Arbat Çocukları”, ağır sanayie geçiş yıllarını işleyen (daha doğrusu iki yılı) anti-Stalinist bir kitap. Ama, sadece bu kadar. Dolayısıyla da bana geç kalmış ve önemsiz bir kitap olarak görünüyor. Bu gecikme, elbette ki Anatoli Ribakov’un değil. Baskı altındaki yazarların kaderi bu. Gelgelelim bu tür talihsiz gecikmeleri aşmanın tek yolu, gerçeği anlatmak değil, gerçeği yazınsal gerçek biçiminde yeniden kurmaktır. Yazınsal açıdan “Arbat Çocukları” bırakın Pasternak’ın “Doktor Jivago”sunu, Soljenitzin’in düşmanca duygularla yazılmış “İlk Çember” ve “Kanser Koğuşu” adlı romanlarının bile düzeyine ulaşamıyor. (Soljenitzin’in yazınsal açıdan önemli tek kitabı “İvan Denisoviç’in Bir Günü”dür bana göre). Kitabın ne kurgusunda ne anlatımında hiçbir yazınsal değer göremedim ben. Gazeteci biçemiyle anlatılan bir sürü olay Pasternak’ın bireysel ve kültürel sorunların içinde oluştuğu toplumsal/siyasal ortamı betimleyişindeki kavrayış gücünü de felsefi derinliği de bu kitapta bulmanın olanağı yok.

Kruşçev’in büyük çıkışını yaptığı 20. Kongre’den sonra Stalin dönemini yermenin de fazla bir önemi kaldığını sanmıyorum. Stalin zalimdi. İyi ama bu, en azından Sovyet toplumunca da Sovyetler kayıtsız şartsız yandaşı olmuş kişilerce de 1956’dan beri biliniyor. Bir kitap, ne yazık ki, gerçek olayları anlattığı için roman olamıyor.

Ribakov, kitabını şu sözlerle bitiriyor:

Binlerce suçsuz insanın geri döndüğü ve yaşama dönmeleri mümkün olmayanlara dürüst adlarının geri verildiği 1956 yılına, yirminci kongreye kadar getirmek istiyorum.

Bence, güncellik söz konusu ise burada, asıl 1956’dan sonrasını, Kruşçev’den Brejnev’e geçiş sürecini yazmak ilginç olurdu. Çünkü ancak bu sayede Sovyetler Birliği’nde baskı’yı doğuran olguları daha yakından görebilirdik. Hiç kuşkusuz, Ribakov yazınsal açıdan yine de “Arbat Çocukları” gibi bir kitap ortaya çıkarabilirdi. Ama hiç değilse daha az bilinen olaylar düzleminde belgesel olabilirdi.

“Sovyet Roman” adlı ilginç bir başvuru kitabı bulunan A. Mümtaz İdil, bitirirken şu kanıyı dile getiriyor:
Toplumcu gerçekçi sanat, Maksim Gorki’den bu yana büyük bir gelişim sıkıntısı içindedir.

Ribakov, bir toplumcu gerçekçi olmamasına rağmen, bu gelişim sıkıntısını kitabında apaçık görmek mümkün.

Şu soruyu da sormak gerekir belgesel roman nitemi dolayısıyla: Sorunlar (ekonomik, politik, ideolojik) bu tür bir yapıtta gerçek boyutlarıyla nesnelleşebilirler mi? “Arbat Çocukları”nda anlatılan, anlatılmak istenen sorunların bilgisine Deutscher’in o kapsamlı “Stalin” adlı kitabında çok daha yetkin biçimde sahip olabiliriz. Bu türden sorunlar, yazınsal düzeyi yetersiz belgesel romanlarla açımlanamaz.

“Arbat Çocukları”nın Amerika’da ve Avrupa’da yüz binlerce satmasının (Yayınevi arka kapakta böyle yazıyor) nedeni açık: Avrupa uzun süredir anti-Sovyetik olan her şeye sarılmaktadır. Gorbaçov kapitalist ülkelerde sosyalizmin çökeceği yolunda yeni umutlar beslenmesine yol açan bir dizi uygulama başlattı. Reel sosyalizmin alacağı yeni biçimler hakkında fikir yürütmek için henüz çok erkendir. “Arbat Çocukları”nın alelacele Türkçeye de çevrilmesinde satış kaygısının başlıca rolü oynadığı açıktır. “Doktor Jivago”nun yeni bir baskısı daha yararlı olurdu sanıyorum. Yeri gelmişken, yayını tıpkı Ribakov’un kitabı gibi geciken Zamyatin’in “Biz” adlı romanının, olumsuz ütopyalar bağlamında ilgiyle okunabilen bir yapıt olduğunu söylemek isterim.



Ahmet Oktay | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 205 - 1 Aralık 1988