Argo Üzerine Düşünceler


ŞÜPHE YOK: Dilin özel bir bölgesidir argo, gündelik, kullanmalık dilin kurallarına bağlıdır önünde sonunda; o dilin yasalarına uygun olarak üretilip tüketilir. Ama argonun önemi, besbelli ki bir azınlık dili olmasından geliyor; daha ötesinde, kendine özgü bir imsel/anlamsal dizge oluşturmasından. Gerçekten de, tarihsel gelişimi içinde izlendiğinde, argonun toplumsal kuruluşun alt sınıfları içinde, yürürlükteki hem törel, hem yasal değer ve ölçütlerin dışına düşmüş/düşürülmüş sınıf ve tabakaları arasında üretildiği, kullanıldığı görülüyor. Ortaçağ simyacılarının “yazısı”nı olduğu kadar tasavvuf içinde özel bir bölge oluşturan hurufilerin “yazısı”nı da yetkin argolar olarak görmemizi engelleyecek hiçbir neden yok. Anadolu ve Rum “abdal”larının dilini de elbet. Burada özellikle vurgulamamız gerekiyor: İdeolojik düzeyde siyasal iktidara ters düşmek, argonun önkoşulu değilse bile zorunlu bir koşulu. Simyacı, hurufi, abdal: Üçü de kendi dönemlerindeki siyasal iktidarın en etkin ideolojik kurumunu, yani “kilise” ile “medrese”yi karşılarına almıyorlar mi? Kanuni’nin abdallığı sona erdirmek için devlet gücünü kullandığını anımsatmakla yetinelim. Yine de bir ayraç gerekli: Lumpen’ tabakanın dili olarak kabullenilen, genellikle hırsızlar, yankesiciler, külhanbeyler, orospular arasında geçerli olduğu varsayılan argo siyasal/ideolojik kökenli bir olgu gibi görünmüyor. Gelgelelim dünkü ve bugünkü toplumsal kuruluşun üretim ilişkileri sonunda oluşan sınıf ve tabakaların, içinde bulundukları koşulların zorlamasıyla özel bir dil ürettiklerin ve o dille eyleyen hırsızların, yankesicilerin, serserilerin de son kertede iktidar gücüne ‘karşı’ olduklarını unutmamak gerekiyor. Bu gözleme eklenmesi gerekeni de söyleyelim hemen: Bu karşı oluşun içeriği ikirciklidir ve yüzde yüz ilerici, devrimci sınıf ve tabakaların içeriği olduğu söylenemez. Daha çok öyle bir sınıfın uygun koşullarda kullanabileceği bir gizilgüçtür.

Soruna bu açıdan yanaşıldığında şunları söylemek olası görünüyor: Toplumsal yaşamın dışına sürülmüş ve kendi aralarında bir birlik oluşturmuşlar için bir ‘savunma aracıdır argo. Çünkü sürenlerin anlamaması gereken bir dildir. Abdal ya da hırsız, fark etmez çözümleme düzleminde; bağımsızlığını bu dille kanıtlar kendi gözünde: "Onlardan değildir. Onlar gibi olmayacaktır da, olamayacaktır. Argosu bu bilinci dışa vurur her gün. Üyelerin kendi aralarında oluşturdukları iletişim/bildirişim dizgesini kavrayamaz ötekiler, dolayısıyla onların niyetlerinden, kararlarından haberdar da olamaz. Örneğin bu dili bilmeyen bir “aynasız” ne olup bittiğini anlayamadan, kovalanan her türlü önlemi almıştır. Mal ya da silah “zula” edilmiştir hemen. Tıpkı hırsız ya da yankesici gibi hurufi de geliştirdiği sayı ve harf argosuyla edindiği her türlü bilgiyi ötekilerden saklamayı, “gizi” yalnızca grup içinde ‘dolaşımdatutmayı becerir.

Gelgelelim, tarihsel gelişimi içinde irdelendiğinde, herhangi bir argo yalnızca üyelerinin saklanmasını sağlayan, sadece ona elveren bir dizge değildir, diye eklemek gerekir. Çünkü her argo, dışında yaşamak zorunda olduğu sınıf ve tabakaların genel geçer değer yargılarının büyük bölümünü de ‘reddeder zorunlulukla. Salt savunma aracı değildir: Karşıtının yücelttiği her şeyi üreteceği tek sözcükle değerden düşürebilir, en kutsal kavramı en bayağı bir sözle dile getirebilir: Yürek ister demez, büzük ister der. Uğruna adam öldürmekten çekinmez ama, bir hırsız “maddi zenginliğin genel temsilcisi” olan ve gücüyle “cennete ruhlar bile sokabilen” parayı küçültmekten, Harpagon’un ya da Koç’un karşısında yer almaktan da çekinmez: “Mangiz”. Bu kadar işte: Gizinden soyulmuştur “güzeli çirkin” eden, aşağılanmıştır. Yasaya uymayan kendi töresini kurduğu gibi kendi yaşama biçiminin dilini de üretir elbet: Karısı ya da sevgilisi değil, “gaco”su vardır onun. Sınırda yaşayan, kullanmalık dil içinde geliştirmesine rağmen argosunu elden geldiğince genişletmeye, ‘bağımsızlaştırmaya büyük özen gösterir. Bu yüzden de argo, bir süre sonra, yukarda da değindiğim gibi yer yer özel bir ‘muhalefet’ dili olup çıkar. Bu muhalefet kendini daha çok ideolojik düzeyde gösterir, siyasal düzeyde değil.

Öne sürmelerin bu noktasında her türlü yanlış anlamayı önlemek amacıyla özellikle vurgulanması gerekiyor: Somut tarihsel/toplumsal koşullarda argo ne bir “gizli dernek” ya da “tarikat” dili, ne de salt “lumpen proletarya”nin jargonudur. Gerçi ilk üretimi ve gelişimi oralarda olmuştur ama epey uzun bir süredir işçi sınıfının içinde de üretilmektedir argo. Toplumsal yaşamın ‘demokratikleşmesi ve bütün saptırıcı çabalara, hatta büyük ölçüde saptırmalara rağmen “halk kültürü”nün soyutlanmışlıktankurtulması’ sürecinde, küçük ve büyük burjuvazi içinde de “işlerlik” kazanmıştır bir bakıma. Özellikle memur ve öğrenci kesimi arasında.

Soruna işçi sınıfı ve halk kültürü kavramları çerçevesinde yanaşıldığında, şunlar söylenebilir sanıyorum:

Günün koşullarında argo yeni bir içerikle dolmaktadır, salt yasa dışı olanların dili değildir artık. Örneğin “küçük esnaf”lığın sınırını bile geçtikleri öne sürülebilecek olan (çünkü çoğu kendi mülkiyetindeki aracı kullanmaktadır) şoförler, özellikle de minibüsçüler ayrı bir argo oluşturmuşlardır. Bu yeni kimliğiyle, argo üst kültür üyelerinin gündelik konuşmasına da işlemiş, orada da dolaşıma girmiştir. Dahası: Yalnızca değerden düşürmeyi amaçlamamaktadır sözcük, yeni bir algılayış ve davranış biçimini öne sürmektedir sanki. İşçi sınıfı ve ona eklemlenebilecek olan öteki sınıf ve tabakalar dolaşıma sürdükleri her yeni sözcükle burjuvazinin yaşama değerlerini dıştalamamakta mıdır? Ya da o değerlerden herhangi birini değişime uğratmakta ve kendi bilinçliliği içinde yansıtmakta değil midir? “Kefeni yırtmak” sözü artık sadece ölümden dönüldüğünü anlatmıyor; şudur asıl açığa vurduğu: Elime para geçti, açlıktan kurtuldum. Burada parasızlığın ölümle eşdeğer kılındığına tanık olmuyor, parasızlığın mülksüzleştirilmişlerin ortak korkusu olarak belirdiğini görmüyor muyuz? Halk kitleleri burjuvazinin dilinden ayrılmış bir dille konuşurken salt ayrılmışlığını algılamamaktadır elbet. Şudur asıl algıladığı: Kendi değerlerimi de ‘üretebilirim’. Yürek kırgınlıkları, umarsızlıklar nerdeyse gerçeküstücü bir deyimde dile gelebilir artık: “Kavanoz dipli dünya.” İşçi sınıfının ve sınıra düşmüş/düşürülmüşlerin dili, yani halk deyimleri ile argo, böylece giderek birbirine kaynamaktadır. Öyle ya, “tuzun kuru” sözü argo deyimin sınır çizgisi üzerinde değil midir? Emekçi ekmeğine katık ettiği ile dile getirmektedir umarsızlığını. Buna benzere söyleyişlerde olsun, belden aşağı kimi sözcüklerde olsun, dilin “sınıfsal” içeriği kendini açığa vurmuyor mu acaba? Hatta küçük ve büyük burjuvazinin argoya başvurması bile dilin sınıfsal yanının bir belirtgesi sayılmamalı mı? Çünkü besbelli: Burjuvazi argoya başvurduğunda kendi ideolojisinin kimi ‘özel’ bölgelerine saldırmakta, onları dıştalamaktadır bilerek ya da bilmeyerek. Bilmeyerek: Kullanılan genel iletişim dizgelerinin akışkanlığı ve ortaklığı, daha da ötesinde geri-besleme (fead back) olgusu kimi zaman perdelemektedir sınıfsal ögeleri. Üstelik burjuvazinin kendi “rationel”ine güveni tamdır. O kadar ki, üst kültürün alt kültürden kimi ögeleri benimsemesi demokratikleşme sürecinin göstergelerinden biri olarak ‘bile’ kullanılabilmektedir dizge tarafından.

Belden aşağı kullanımlarda bile ya da salt o yanıyla bile, argo halk kültürünün kimi değerlerini kendince nesnelleştirme çabasının imi sayılmalıdır diyorum. Bu çaba yeterli, tamamlanmış değildir elbet. Ama sevişme olgusunu “muamele” ya da “düzüşme” sözcükleriyle karşılamak yalnızca belden olmak, cinsel ilişkiyi değerden düşürmek değildir. Bu sözcükler doğal ve tensel olana da gönderiyor aynı zamanda, aşkın son kertede bir “teknik” de gerektirdiğini vurguluyor. Böylece, örneğin söylence dünyasının kişileri de, yazın dünyasının kişileri de ‘buradan’, günlük iş-güç ortamının içinden görülebilmek olanağına kavuşmaktadır. Doğru, tutarlı ve kullanılabilir olmalarının çözümleme düzleminde hiç önemi yok, ama bu sözcüklerin düzgüsel (normatif) bir işlev yüklendiği açık: Bu sözcükleri kullanan aşkı algılayış biçimini olduğu kadar uygulayış biçimini de açığa vurmuyor mu aslında? Yalnızca tenlerimiz kadar ruhlarımız da sonsuz bir hazla birleşti türünden bir cümlenin insanal olabileceğini kim öne sürebilir?

Şuraya geliyorum: Sözcük törelliğinden, daha doğrusu kendisini törelleştiren ‘ideolojik’ bağlamdan sıyrılınca bir kez, argonun da, dolaşımdaki halk dilinin de ‘şiirsel’ bir dil üretebileceği öne sürülebilir. Hatta karşı yazın kavramı içinde geliştirilmesi öngörülebilecek bir şiirin ön koşullarından olabilir geleneksel şiir dili ile köprülerin çoğunu atmış bir halk dili. Burada “şiir dili” dediğimin benzetme, eğretileme, imge ve deyiş düzeylerini birlikte içerdiğini söylemek bile fazla. Çünkü apaçık: Eklemlenme, daha doğru ve yerinde bir sözcükle bütünleşme değil söz konusu ve önemli olan, bağımsızlık ve dıştalayan bir kendini öne sürme.’

Burada Can Yücel’in şiiri yetkin bir örnek olarak gösterilebilir. Argoyu da rahatlıkla özümleyen ve örgütleyen bir ‘halk’ dilidir bu şiirin belkemiği. Bu dil, yürürlükteki ‘estetik ideolojiyi’ yere vurmakta, başta işçi sınıfı olmak üzere bütün emekçi kitlelerin değerler dünyasını öne sürmektedir. Yücel’in dili işçi sınıfını yazından da mülksüzleştirenleri hırpalamaktadır sürekli, son kertede de halk kitleleri adına yazın’a yeniden sahip çıkmaktadır. Düzülmüş bir yaşam, şiir düzmek değil şiiri düzmek istemektedir. Bu, bütün hayatı kaymışların ve yolları kesilmişlerin de haklı isteğidir. Toplumun bir kesiminin zenginliğinin yanı sıra kendi yoksulluklarını da üretenler birgün şiirin de üreticisi olduklarında, varlıklarını dıştalamış bir şiir diliyle hesaplaşmak zorunda kalmayacak mıdır dersiniz? Çünkü epeydir biliniyor: Kültürel miras da, yazınsal gelenek de ikircikli sorunlardır. Şimdiye kadar da genellikle mülksüzleştirenler tarafından, ideolojik amaçla kullanılmışlardır üstelik.

Bitirirken, bütün bu öne sürmelerin bir büyük soru işaretinin belirleyiciliği altında geliştirildiğini ve cevaplandırılması gereken yığınla yan soru ürettiğini eklemek bile fazla.



Ahmet Oktay | sanat olayı - Sayı: 5 - Mayıs 1981