Söylemeyi değil söyleşmeyi yeğleyen biri olarak, bana yeniden açılan bu kapıdan girerken, MERHABA diyorum.
Diyorum ki başlangıçta konu saptaması yapmayalım. Gün neyi getirirse, neyi dilersek söyleşilerimiz onun üstüne olsun.
Olsun. İyi. Bir var ki bu belirsizliğin de tuzağı hazır; çekildiğimiz alanda tartışmalara girmek.
İşte size sıcağı sıcağına bir konu: Folklor Sanata Düşman mı? Soru biçiminde sunulduğuna bakılmasın.
Kapsamını da genişleterek yirmi yedi yıl önce Cemal Süreya’nın yazdığı bir yazının başlığını yineliyorlar. “Folklor Şiire Düşmandır.”
O günün şiirlerine bakıldığında, belli noktalarda doğruyu bile kapsayan yazının başlığına bugün bir slogan niteliği yakıştırıp kullanan Demirtaş Ceyhun bence, önce kendisine sonra Cemal Süreya’ya haksızlık etmiş. Cemal Süreya, ozanlığının değeri kadar zekâsının düzeyiyle de övebileceğimiz bir ozanımızdır. Demirtaş Ceyhun’sa, değerli öykülerin romanların sahibi, üstüne üstlük toplumcu gerçekçi sanat anlayışını benimsemesi dolayısıyla payda ortaklığı yaptığımız bir sanatçı.
Öyleyse nedir bu olan biten?
Niye bu flaş yaklaşımlarla bu üç noktalara çekiliyoruz?
“Folklor Şiire ya da Sanata Düşmandır”a bencileyin katılmayanlar, bizler niçin tam karşıda bir noktadan dövüşe katılmaya zorlanıyoruz?
Tuzak dediğimiz budur işte. Hem de yandaş olabilecek kişiler öne çıkarılarak kurulduğu için, kör döğüşü başlatacak bir tuzak. Seçeneğimiz, tek seçeneğimiz de birlikte sunulmaktadır. Bize rol dağıtımında besbelli “Divan Edebiyatı şiire Düşmandır” yani uygun görülmüş. Ya çıkışımızı burdan yapacağız, ya da eklektik düşünmekle suçlanacağız.
Hayır. Hiçbir üç noktadan saldırı bizi karşı uç noktaya itmemeli. Biz, başkalarınca belirlenmiş bu yanlış alanda dövüşmeyeceğiz. Çünkü, bu öncelikle eytişimsel düşünmeye aykırı gelir. İçeriğinde doğruları da yanlışları da taşıyan bir önerinin karşılanması ancak bu doğruları yanlışlardan ayırmakla olur. Bir önermede ana eğilim yanlışlarda bastırıyorsa elbet onların karşısında oluruz. Kendi doğrumuzun yöresindeki sakıncaları da belirterek yanlışları göstererek.
İşte, yöntemimizi açık seçik söyledik. Doğru saydığımız başat çizgiyi de.
Şimdi iki yandaki doğruları yanlışları, ya da birleştiğimiz, karşı olduğumuz noktaları, “niçin?” dedirtmemeye çalışarak ortaya koyalım.
Folklor gereçlerinin kullanımı ya da kaynaklığı sorunu toplumcu gerçekçi yazının bir temel sorunudur. İşlev söz konusu olduğunda da yaşamsal bir değer kazanır. Bu tür saldırılar işte o yüzden yapılmaktadır. Saldırı folklor gereçlerine basarak toplumcu gerçekçi yazına yönelmektedir. İşte o yüzden bunca tepkiyi almıştır. Özellikle genç uzmanlardan.
Ben Demirtaş Ceyhun’un bir yanlışlık yaptığına inanıyorum.
Yanılgısına biraz fazlaca bastırmış, o kadar.
Cemal Süreya’nınsa, yirmi yedi yıl önce yazdığı bir yazı başlığını bugün dayanak diye kullanmak nasıl haksızlık oluşturuyorsa, ona bugünün koşullarında yanıt vermek de ucuzuna bir haksızlıktır. Buna düşmeyeceğim. Üstelik, hem onun hem Ceyhun’un yazılarında belirtilen, folklor gereçlerinin eski, işlevsiz, sakıncalı olanları üstünde çeşitli yazılarımda ben de durmuştum. Söyleşilerimde titiz bir seçme yapmanın gerekliliğini savunmuştum. (Şiiri Düzde Kuşatmak s. 183, 219 v.b.)
Folklor ürünlerinden yararlanmayı salt biçimin sorunu saymak,
halk şiirimizin iç ve dış kalıplarıyla çalışmak çağdaş şiirimizi kurmanın bir yolu olamaz.
“Bir kısım genç ozan, içi güncel özle doldurulmamış halk şiiri kalıplarıyla yazıyor.
Mekanik, şematik, işlevsiz ürünler çıkıyor ortaya.”
Çağdaş şiire yeni bir soluk getirmede geleneksel halk şiirimizin biçimlerinden yararlanılamaz mı? Elbet yararlanılır. Halkımızın kültür yapısında folklor gereçleri hâlâ bütün diriliğiyle kendini sürdürürken, halk için yazdığını savunan bir ozan için elbette bir olanaktır bu. Ne zaman? Çağdaş özleri onunla iletebildiği zaman. Halkın yaşamını değiştirmede yükseltmede katkı sağlayabildiği zaman.
Ne yazık ki, şimdiye değin bu yolu izleyenler çoğunluk, işlevsel amaca ters yararlanmalarla manzumeci, kolay şiirler yazmışlardır. Bu eğilim bugün de kıyıda köşede sürmektedir. Ama bizim savımıza, çağdaş şiirimizin içeriğini ve yapısını kurmada folklor gereçlerimizin kaynaklık edebileceği savına geldiğimizde biraz duralım.
Çağımız toplumcu gerçekçi sanatının en önemli özelliği hep söylediğimiz gibi, işlevselliğidir. Sanat, hayattan çıkıp yeniden oraya dönmek, yükselmek ve yükseltmek amaç elde tutularak üretilir. Bunun için, kullanılacak her gösterge, her nesne, dilde olsun biçimde içerikte olsun yabancılaşmayı aşmamızı sağlayacak olandan, halkın hayatında diri kalandan seçilmelidir. Seçilenler sanatsal yapılar içinde çağdaşlaşamadan, değiştirilemeden, yükseltilemeden yinelenirse yapılanın adı “Popülizm”dir. Ama seçilip alınan nitelikçe yükseltiliyorsa, sanatsal ürün halka döndüğünde işlevsel yerini alıyorsa, işte bu, sanat olur o zaman.
Bir çocuk görmüştüm onüçünde ya da ondördünde.
Çankaya’dan aşağıya yürüyüp iniyordu. Bir de türkü söylüyordu.
Başın öne eğilmesin
Aldırma gönül aldırma
İçe işleyen bir sesi vardı. Yalnız kendi değil, dinleyen de kapılıp gidiyordu.
Sözlerinin Sabahattin Ali’nin bir şiiri olduğunu, şiirin adının hapishane şarkısı olduğunu bilir miydi çocuk?
Dinleyenler, sorsanız bilirler miydi?
Kaçı?
Açın antolojileri bulursunuz onu.
Okuyup bakın ne has şiirdir.
Bir de biçimsel etkilenme olmasa da halkın geleneksel kültür değerlerini bilinçle şiirin içeriğine sindirmiş ozanları, Ahmed Arif’i, Enver Gökçe’yi, başkalarını okuyun. Ceyhun A. Kansu’nun bazı şiirlerini, “Kızamuk Ağıdı”nı okuyun. Onlar, bile isteye folklor gereçlerinden, onların kaynaklığından desteklenmiş olanlar.
Türk şiirinin hemen tümünde kendiliğinden dokuyan karışmış nice geleneksel üründen de söz etmeliyiz.
Cemal Süreya’nın güzelim şiirlerinden de.
Onun “Sevda Sözleri”ne bakın bir. (Papirüs, 32.1969)
Yunus ki sütdişiyle türkçenin
Ne güzel biçmişti gök ekinini diye başlar.
Niye mi koşarsın böyle ufka doğru
Pir Sultan mı ısmarladı seni
Kızılırmaktan öte Sivasa doğru
Yeryüzü gökyüzü ve sabah vakti
Bilece uçarsınız hastanız ulu
Alnında göğsünde parmak uçlarında
Kan pıhtısının ısrarlı bakışı
Siyaset meydanı hıncahınç dolu
....
Nice şair nice duyarlık elçisi
Zehir kazak zıkkım Gedayi
Bir buğday yüzlü zülfü dolaşığın
Özlemiyle karmış doğanın buyruğunu... diye sürer.
Bitişiyse şöyledir:
Sen işte bunlarla bildin türkçeyi
Bunlarla
Gelen giden obayı [başkalarını] sevdi.
Görülüyor ki, eti tırnaktan ayırmak ne denli zorsa,
şiirimizi geleneksel halk şiirimizin, sanatımızı geleneksel halk sanatımızın ürünleri etkisinden ayırmak o kadar zor.
Şimdi gelelim Divan şiiri yanına diyecektim ya, yerim dar.
Bir başka yazıda bu konuyu sürdürmek üzere sevgiyle.
Gülten Akın | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 88 - 15 Ocak 1984