Veba Sırasında Şölen ve Hamlet


Stockholm canlı bir tiyatro mevsimi yaşıyor. Kısacası “Dramaten” olarak adlandırılan “Kraliyet Dram Tiyatrosu”nun altı sahnesinde İsveçli ve yabancı yazarların eserlerinden oyunlar sergilenirken şehir tiyatroları ve özel tiyatrolar da seyircilere ilginç oyunlar sunuyorlar. Mevsim başında en ilgi toplayan oyun “Dante ve Robespierre” oldu. Şubat ortalarında başlayan “Fareler ve İnsanlar”da eleştirmenlerin övgüsünü aldı.

Mevsimin en ilginç ve başarılı iki oyunu hiç kuşkusuz ünlü Rus tiyatro adamı Yuri Lubimov’un Dramaten’de sahnelediği Puşkin’in “Küçük Tragedyalar”ı ile adı dünyada daha çok sinemacı olarak tanınan İsveçli yönetmen Ingmar Bergman’ın “Hamlet” yorumu oldu. Son filmi “Fanny ve Alexander”den sonra kendini tamamen tiyatroya veren Bergman ile Lubimov Dramaten’in büyük sahnesindeki oyunlarla sanatseverlere bir tiyatro şöleni verdiler.

Mevsimin üzerinde en çok konuşulan ve yazılan bu iki oyunun dışında Macar asıllı genç yönetmen Hilde Hellwig postmodernist anlayışla sahneye koyduğu Heinrich von Kleist’in “Penthesilea”sıyla iki büyük ustanın şölenine renk kattı.


VEBA SIRASINDA ŞÖLEN

Sanat dünyasında ayrı bir yeri olan Moskova “Taganka Tiyatrosu”nun kurucusu ve bu tiyatronun yirmi yıl boyunca sanat yönetmenliğini yapmış olan Yuri Lubimov çalışmalarını dört yıldır değişik ülkelerde konuk sanatçı olarak sürdürüyor. Günümüzün en önde gelen tiyatro adamlarından biri olan Lubimov daha önce İtalya’da sahneye koyduğu Puşkin’in “Küçük Tragedyalar”ını bu mevsim Stockholm’de küçük değişikliklerle sahneledi. Dört kısa tragedyadan oluşan ve adını bunlardan biri olan “Veba Sırasında Şölen”den alan oyun Stockholmlü sanatseverlere unutmayacakları saatler yaşattı.

  • Veba Sırasında Şölen”,
  • “Taştan Konuk”,
  • “Pinti Şövalye”,
  • “Mozart ve Salieri” adlı küçük tragedyaları sahne dekorunu değiştirmeden birbirini tamamlayan parçalar halinde sahneliyor Lubimov.

Oyun “Veba Sırasında Şölen”le başlıyor. Salona giren seyirciler, perdesiz karanlık sahnede sadece üstü aydınlatılmış şölen masasını görüyorlar. Seyirciler yerlerini alınca masayı aydınlatan ışık daha geniş bir alana yayılıyor ve konukların şölen masasının çevresinde yerlerini almış oldukları görülüyor.

Geride gri bir duvar yükseliyor. Duvardaki pencerelerden içeriye kor kırmızısı ışık süzülüyor. Duvarın köşesindeki merdivende bir iskelet asılı duruyor. Masadaki yedi konuk yavaş yavaş şölenin havasına giriyor. Yiyorlar, içiyorlar, şarkı söyleyip şiirler okuyorlar. Bu arada iki uşak ilaç püskürterek etrafı dezenfekte ediyor. Veba şölen masasına kadar ulaşmış. Geri planda sedyelerle cesetler taşınıyor. Bu arada şölen masasının yüzü dantelle örtülü mahcup genç kızı “mezarlar koyun sürüsü gibi diye bir şarkı tutturuyor. Gözleri karanlıkta parlayan bir köpek görünüyor ve kayboluyor. Konuklar eğlencenin doruğuna doğru tırmanıyor.

Vakit ilerledikçe şölen masasında bütün canlılığıyla süren söyleşi de daldan dala atlıyor.
Cinsellik, kıskançlık, dedikodu sohbeti renklendiriyor. Don Juan’dan söz edilmeye başlanıyor.
Gümüş kadehlerdeki punçlar yakılıyor ve Don Juan sahnede beliriyor.

Çapkın Don Juan (Johan Rabaeus) ertesi gün cenaze töreni yapılacak kocasının baş ucunda bekleyen Dona Anna’ya (Bibi Andersson) ateşli sözlerle ilan-ı aşk ediyor. Don Juan’ın kollarına atılmaya hazır Dona Anna kocasının cesedi başında dehşet bir vicdan hesaplaşmasına giriyor. Bibi Andersson ve Johan Rabaeus bu sahnede belleklerden silinmeyecek bir oyun sergiliyorlar. Bu arada diğer oyuncular sahnenin gerisinde karanlıkta olayı izliyorlar.

Oyuncular sahnede oturdukları tekerlekli sandalyelerle hareket ediyorlar. Sahnedeki devinim, pencerelerden süzülen ışığın ve masa örtüsünün kırmızıdan turuncuya, maviden yeşile değişen renkleri, Daniel Bell’in düzenlediği müzik, seyirciyi adeta renkli bir rüya şeklinde yüzdürüyor ve oyun akıp gidiyor.

Lubimov, Puşkin’in “Küçük Tragedyalar”ını sahneye koyarken vebayı günümüzün bir sembolü olarak seçtiğini söylüyor. Günümüzün vebasını da kapımızı çalan nükleer tehlike veya atılan savaş naraları olarak tanımlıyor. Geçmişte şölen masasına kadar ulaşan veba karşılığındaki insanların kayıtsızlığı ile bugün nükleer dehşetin tehdidi altında yaşayan insanların umursamazlığı arasındaki benzerliğe dikkati çekiyor.



HAMLET

İki yıl sonra yetmişi dolduruyorum. O zamana kadar belki daha beş oyun sahneye koyabilirim. Ama Hamlet’i sahneye koymadan da bu işi bırakmak olmaz; ayrıca insanın yaşı ilerledikçe büyük yazarlar ve büyük eserlerle uğraşmak daha zevk verici oluyor. Hamlet bir saldırı gibi insanı sarsan bir eser.

Sinemaya birçok başyapıt armağan etmiş İsveçli ünlü sinema ve tiyatro yönetmeni Oscar ödülü sahibi İngmar Bergman, Shakespeare’in “Hamlet”ini sahneye koymasının kişisel nedenini böyle açıklıyor ve ekliyor:

Şimdi Peter Stormare gibi bir oyuncumuz var; bu fırsatı değerlendirmek gerek.


Otuzlu yaşlarının ilk basamaklarında olan İsveç’in gözde oyuncusu Peter Stormare’i çok seviyor. Eleştirmenlerin bir bölümü Bergman’ın bu sevgisini aralarındaki fiziksel benzerliğe yoruyor. Dahası Bergman’ın altmışlı yıllarda bir film setinde başındaki yün başlığı ve sırtındaki kabanıyla çekilmiş fotoğrafıyla, Hamlet’te Peter Stormare’nin İngiltere’den tekrar Danimarka’ya dönerken giydiği kıyafetin tıpatıp olduğunu görenler Bergman’ın nostaljik duygularını daha iyi anlıyorlar.

Oyun üzerindeki farklı yorumlar ve tartışmalar elbetteki bu benzerlik üzerine kurulmuyor. Tiyatro tarihinin üzerinde en çok tartışılan ve özellikle Hamlet’in karakteri üzerine farklı binlerce görüşün ileri sürüldüğü oyunu, Bergman son derece özgün bir anlayışla sahneye koymuş. Dekorsuz sahnede tarihi ve günümüzü içiçe geçirmiş. Yüzlerce yıl öncesinin kıyafetleriyle sahneye çıkardığı kralın karşısına Hamlet olarak içimizden birini koyuvermiş.

Bergman’ın sofistike yorumu bir kısım eleştirmenlerce eklektik, basit hatta uyduruk gibi yakıştırmalarla eleştirilirken, bir bölümü de sanat yaşamının zirvesinde bulunan bir yönetmenin tekrar tekrar görülmesi gereken günümüze ustalıklı bir uyarlaması olarak değerlendirildi. Oyun İsveç’te böylesine ve yoğun tartışmalara yol açarken İtalya’da özel gösteride dokuz dakika ayakta alkışlandı.


DEKORSUZ SAHNE

Yavaş, yavaş çekilen iki ve hızla çekilen üçüncü perdeden sonra gözlerini merakla sahneye dikmiş olan seyirciler, karşılarında bomboş bir sahne buluyorlar. Bergman’ın geçen mevsim sahnelediği “Kral Lear”i seyretmiş olanlar buna şaşırmıyorlar. Sanatçı o oyunda da dekor kullanmamış, bu görevi oyunculara yüklemişti.

”Hamlet”teki kostümleri hazırlayan Göran Wassbergdekorsuz sahnede oyuncular kendi başlarına kalıyor ve kıyafetler dekor oluyor diyor. Wassberg kostümlerin sadece oyuncuları giydirmek için olmadığını, aynı zamanda onların karakterlerinin aynası olması gerektiğini de söylüyor. Örneğin, oyunun başında, çevirdiği dolaplardan başarıyla çıkan kral, kırmızı kaftanıyla görkemli bir görünüme sahipken, işler sarpa sarmaya başlayınca kendine güveni azalıyor ve kıyafeti de dökülmeye başlıyor. Wassberg, Hamlet için de “Wittenbergli öğrencinin nasıl giyindiğini bilmiyorum, önemli de değil diyor.


HAMLET ANARŞİST Mİ?

Bergman’ın Hamlet’i tepeden tırnağa siyahlar giyinmiş. Siyah güneş gözlükleri, siyah balıkçı yaka kazak ve siyah pantolonu, elinde kitabıyla sahneye arz-ı endam eden Hamlet, entelektüel havası çabuk parlayan, kanı kaynayan, etrafa dalga dalga yayılan isyankâr duygularıyla, iktidar ve otoriteyi reddeden karakteriyle bir anarşist lideri anımsatıyor. Bugün Batı’nın büyük kentlerinde, siyah giysileriyle, dikkatleri çeken, silahlanmaya, toplumsal kurallara, şiddete, otoriteye karşı gelen anarşist gençlik gruplarından birinin üyesi gibi sahnede gördüğümüz Danimarka Prensi, oyunda İngiltere’den tekrar Danimarka’ya dönerken ayağında çamurlu çizmeleri ve başında yün beresi ile karşımıza çıkıveriyor.

Ofelya’ya yakınlaşıp uzaklaşması, Horatio ile arkadaşlığına cinsel dürtülerin karışması,
Hamlet’in yaşadığı karmaşık duygular ve bunalımı gösteriyor.

Sahneyi kalabalık tutan Bergman Hamlet’in babasının yanı sıra, Ofelya öldükten sonra onun ruhunu da sahnede dolaştırıyor. Ofelya’nın ruhu oyunun sonuna kadar sahnede olayları gözlüyor.


GÖRKEMLİ FİNAL

Düello bitmiş Hamlet, Horatio’nun kolları arasında yavaş yavaş ölmektedir. Birden kulakları sağır eden bir disko müziğiyle birlikte Norveç askerleri duvarları yıkarak sahneye dolarlar. Hepsi siyah giyinmiştir. Başlarında Bask kepleri, ellerinde makineli tüfekler vardır. Shakespeare’in olayların tanığı olarak sağ bıraktığı Horatio, Bergman’ın “Hamlet”inde ölüm kusan makineli tüfeklere hedef olur. Norveçli askerler bütün cesetleri mezara atarken Hamlet’in cesedini kucaklayıp götürürler. Askerlerin komutanı olay yerine gelen televizyon muhabirlerine “O bir kahramandı diyerek, Hamlet’e efsanevi bir kişilik kazandırır.


AMAZONLAR KRALİÇESİ PENTHESILEA

”Amazonlar Kraliçesi Penthesilea”, 1777-1811 yılları arasında yaşamış olan ve yaşamına sevgilisiyle birlikte intihar ederek dramatik bir şekilde son veren Alman yazarı Heinrich Von Kleist’in eseri. Amazonlar mitoloji kitaplarına göre Anadolu’da Terme çayının bulunduğu bölgede bugünkü Fatsa ve Ordu dolaylarında yaşamış olan bir kadınlar topluluğu. Savaşçı bir kadın kabilesi olan Amazonlar, Anadolu’nun batı kıyılarına ve Atina’ya kadar seferler yapmışlar. Anadolu efsanelerinin birer uydurma olmadığını belirten Azra Erhat ve Halikarnas Balıkçısı, Amazonların Anadolu’da gerçekten yaşadıklarını, İzmir ve Efes’in de kurucusu olduklarını yazıyorlar (1).


Heinrich Von Kleist şiir biçeminde yazmış olduğu eserinde işte bu savaşçı kabilenin prensesi Penthesilea ile Akilles’in Troya’daki dövüşünü anlatıyor. Erkekleri sadece üremek için kullanan sonra öldüren, doğan çocuklardan erkek olanları kötürüm eden Amazonlar’ın güzel prensesi Penthesilea’nin savaş meydanında yakışıklı Akilles’e gönlünü kaptırışını görüyoruz oyunda.

Macar asıllı genç yönetmen Hilde Hellwig, Kleist’in eserini postmodernist anlayışla sahneye koyuyor. Oyunu değişik zaman dilimlerine kaydırarak sahneye koyan yönetmen, binlerce yıl öncesiyle, Napolyon dönemini, günümüzün modern bir gerilla kampıyla, kırklı yılların Şikago sokakların ve bütün bu dönemlerdeki kadın erkek ilişkilerini, aşkın kaçınılmazlığını ele alıyor.

Troya’da kılıç kılıca savaşan Penthesilea ile Akilles birbirlerine ölümcül darbeler indirirken yüreklerini dizginleyemezler. Yaralı olarak arkadaşlarının yanına gelen Penthesilea’yi kadın savaşçılar affedemez. İlk kez yüreğinde duyduğu sarsıntıyı arkadaşlarına anlatmaya çalışan güzel prensese savaşçı kadınlar deli gömleği giydirirler. Savaştığı kadına aşık olan Akilles de alaya alınır. İki âşık kulaklarını tıkarlar ama birbirlerine indirdikleri darbeler ağırdır. Savaş meydanında birbirlerinin kolları arasında ölürler.
___________________________________________________________________
(1) Azra Erhat, “Mitoloji Sözlüğü”, Remzi Yayınevi.
Halikarnas Balıkçısı, “Anadolu Efsaneleri”, Bilgi Yayınevi



Osman İkiz | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 165 - 1 Nisan 1987