“Ölüler Genç Kalır”




I. İÇE BAKIŞ

İlhan Erdost, 7 Kasım 1980 günü öldürüldü.

Muzaffer İlhan Erdost’un yayına hazırladığı “İlhan İlhan”, Aralık 1983’de çıktı.

11 Ocak 1984 tarihli “Cumhuriyet”te, “İlhan İlhan”ın ilk baskısının tükendiği yazıldı.

İlhan’ın öldürülüşü üzerine yazmak ve bunu yaparken bu terörü bütün boyutlarıyla yargılamak, sonuçları bakımından bile imkansız değil. Ancak, gerçekliği yazmanın yeterli olmadığı, bunun ötesinde, gerçekliğin sürekli kılınmasının da önem taşıdığı tartışma götürmez. Brecht gerçekliği yazmanın sayısız yolunun bulunduğunu ve yeni gerçeklikleri anlatmak için, yeni yolların yaratılması gerektiğini belirtmiştir.

Brecht’e göre, “Gerçekliği Yazarken Karşılaşılan Beş Zorluk”ta gözönüne alınması gereken noktalar şunlardır:

        1. Gerçekliği yazacak cesarete sahip olmak.
        2. Gerçekliği anlayacak kadar akıllı olmak.
        3. Gerçekliği bir silah olarak kullanılabilir duruma getirme sanatına sahip olmak.
        4. Gerçekliğin, ellerinde etkili olacağa kimseleri seçme yargısını verebilmek.
        5. Gerçekliği birçok kimse arasında yayma becerisini gösterebilmek.

Anlaşılıyor ki, çok yanlı bu sorun,
“kaleme alma”yı izleyecek aşamalar da hesaba katmayı ve ona göre davranmayı, en azından, atılacak adımlar açısından zorunlu kılıyor.

Yukarıdaki satırlar yazarken içimde yine de bir eziklik duymuyor değilim.

Acaba, diyorum, böyle bir “gerekçe” neden düşünülebiliyor?
Bu, kişinin kendi “ben”inden harcamaya başladığının bir işareti mi?
Yoksa, Brecht’e sonuna kadar hak vermek, kesinlikle gerçekçi bir tutum mudur?

“Türkiye Yazıları”nın Temmuz/Ağustos 1982 tarihli sayısında şunları yazmıştım:

Bedrettin Cömert öldürüleli dört yıl oluyor. Katilinin bugüne kadar bulunup bulunmadığı önemli değil. Nasıl olsa Bedrettin Cömert’i hayata döndürecek bir ceza vermek şimdilik mümkün olmayacak. Bu durum, Doğan Öz için de geçerli. Orhan Yavuz ve Necdet Bulut için de geçerli. Ve İlhan Erdost için de geçerli. Bu adların bir başka ortak yanı daha var: Onların maddi olarak artık ‘olmamaları’, hayatımıza durmadan yeni boyutlar kazandırıyor. Bizi hayata, zaman geçtikçe artan bir sıkılıkla bağlıyor. Hayata olan inancımız artıyor. Ve biz ‘öldürülmek’ ve ’ölmek” kelimelerine durmadan yeni anlamlar yüklüyoruz. Bilinç düzeyimiz sürekli yükseliyor. Düşüncelerimiz altüst oluyor, sonra yeniden düzen kuruluyor kafamızda.

İnsanların ölümleri (ya da öldürülmeleri) farklı olabiliyor. Maddî hayatın bir başka biçimde sürmesi, bazen öyle bir noktadan başlıyor ki, ölüm, “doğal” olmanın ötesinde bir anlam kazanıyor. Tabii bu durum, ölüm hakkında düşünebilecek maddi ve mânevi imkânlara sahip olanlar, yani, geride kalanlar için geçerli. “Ölüm anı”, ölen tarafından yaşanmıyor.

“İlhan İlhan”, Türkiye’de birçok insan, yukarıdakine benzer düşünceler içindeyken çıktı geldi. Bu düşüncelerin geliştirilmesine yol açtı.
Birçok “okur-yazar”ın rahatını kaçıracak ve bazılarının rahatsızlığını artıracak kadar kesin bir dönüş bu.
Bence, kitabın bütün ağırlığı, bu noktada toplanıyor.

Muzaffer İ. Erdost,Sunuş için” bölümünde şöyle yazıyor:

Burada, acının doruklaştığı ve öldürümün anlamının açıklandığı yazı ve şiirleri, okura, bir kez de toplu olarak ulaştırırken, amacım/amacımız, okuru acıyla burmak değil; İlhan’ın canıyla simgelediği insan yaşamının değerini, insan onurunun yüceliğini, toplumu ileriye yücelten değerleri ve hepsinden de önemlisi özgürlüğün değerini koruma direncini yığınsal güce dönüştürmektir.

Bu “yığınsal güce dönüşme” sürecinde, “İlhan İlhan”ın elbette katkısı olacaktır; bu katkıyı, gelecekte belki birlikte yaşayacağız. Ancak, İlhan, bugün bütün somutluğuyla aramızdadır. Kitabın kapağındaki fotoğrafında, yüzündeki hafif gülümsemesiyle hesap soran bir bakışı vardır. Hayatta büyük acılar çekmiş, büyük sevinçler yaşamış, bu arada -hepimizin bildiği bir gerçeği reddederek- ölümü de yaşamış ama bütün bunlardan sonra, bir adım geri çekilip hayatı ve telãs içindeki insanları uzaktan gülümseyerek seyretmeyi tercih etmiş bir bilge görünümündedir. Hesap soran bir tavırdır bu. Güçlü olduğu için, hesap sorarken gülümsemektedir. Ama işte yine bundan dolayı, bizleri üşüten bir bakıştır onunki.

İlhan’ın kitabındaki “Diriler ve Ölüler” başlıklı yazısında İlhan Selçuk’un belirttiği gibi:
Ölüler yaşayanlardan güçlüdürler.
Ve soğukturlar.”

Genç kalan ölüler, yaşayanlardan güçlüdürler.


II. DIŞ DÜNYADAKİ BİRİKİM

Antik Çağ, özgürlük mücadelesini sürdüren insanlık için, “özlemle hatırlanan çocukluk yılları olma özelliğini, 20. yüzyılın ikinci yarısında da taşımaktadır. Schiller, “Grek Tanrıları” (1788) başlıklı şiirinde, Hıristiyanlığı eleştirirken, tanrıların insan, insanların da tanrı gibi yaşadığı zamanlara olan özlemini dile getirmişti. “Prometheus” malzemesi, yalnız Aischylos’u Boccaccio’yu, Bacon’ı ve Bruno’yu değil, Rousseau’yu, Goethe’yi ve Marx’ı da ilgilendirmiştir. Camus’nün Prometheus ve Sisyphos’la ilgili denemeleri, bugün hâlâ merakla okunmaktadır ve güncelliklerini kaybetmemişlerdir. Mitoloji, yalnız tanrılarıyla değil, aynı zamanda, “ölümlü” kahramanlarıyla da sanat ve düşünce malzemesidir.Yine mitoloji, yalnız ait olduğu dönemler bakımından değil, insanlık tarihinin daha sonraki aşamaları için de, gerçekliğin bildirilmesinde tükenmez bir kaynak gibidir. Zevklerin, endişelerin, acıların, sevinçlerin, zaferlerin, yenilgilerin bireysel ve toplumsal düzlemde, bilimsel ve sanatsal faaliyet çerçevesinde işlenmesi için, anlamlı bir aracılık işlevi görür.

“İlhan İlhan”ı okurken, aklıma mitolojik efsaneler geldi. Yunan mitolojisini düşündüm. Bununla toplumsal mücadeleler tarihi arasında bulunan benzerliklere güvenerek düşüncelerimi sistemleştirmeye çalıştım. Bu yöntem, gerçekliğin “bozularak yeniden kurulması” ve bu sırada kazanılan mesafe nedeniyle daha eksiksiz değerlendirilebilmesi için denemeye değerdi.

İnsanlığın özgürlük ve demokrasi mücadelesi bağlamında, iki mitolojik örnek, özellikle dikkatimi çekti: Prometheus ve Sisyphos efsaneleri.

Zorunluluk alemi”nden “Özgürlük âlemi”ne geçmek üzere daha kaç zaman Prometheus’lar hayal edilecek?
Özgürlük ve demokrasi mücadelesi, daha kaç zaman bir “Sisyphos işi” olarak görünmeye devam edecek?
Umut, acaba hep Pandora’nın kutusunda kalsaydı, daha mi iyi olurdu?

Yunan mitolojisinde Prometheus’la Sisyphos arasında bir takım benzerlikler vardır. Ikisi de, Zeus’a karşı çıkmıştır. Bu tavırlarıyla, bireysel gücü ve bireyin toplumsal rölünü bize hep hatırlatırlar. İkisi de, tanrıların babasına karşı başkaldırırken hileye başvurmuşlardır. (Burada yine Brecht’in önerilerini düşünmek gerekiyor. Mitolojinin sergilediği çatışmaların gelişmesine itki gücü veren bir eylem olarak aldatma hep vardır.) Ancak, başkaldırma ve hile konusunda, Prometheus’la Sisyphos arasında amaçlar açısından bazı ayrılıkların da olduğunu unutmamak gerekir.

Prometheus efsanesi, insanlığın yaratılışıyla ilgili olarak mitolojiden gelen efsanelerden biridir. Titanlardan İapetos’un oğlu ve tanrısal Uranos’un torunu Prometheus Titanlarla tanrılar arasındaki savaşta, Kronos ve diğer Titanlara karşı, Zeus’un yanında yer alır. Bireysel olarak birşeyler gerçekleştirme arzusunun verdiği huzursuzluk içinde Prometheus, yeryüzüne gider ve orada, tanrıların bedenini örnek alarak kilden insan yapar. Athene’nin yardımıyla insana ruh verir, onu akıl sahibi kılar. İnsan soyuna hayatı, hayatla ilgili gerekli bilgileri ve emek gücünü kullanmayı öğretir. Bu aràda, Olimp’te Zeus, eski tanrıların soyunu (Titanları) yeraltı dünyasının ceza yeri olan Tartaros’a gönderdikten sonra, göğün tek egemeni olmuştur. Prometheus’un yarattığı insan soyu, kısa sürede Olimp’teki tanrıların dikkatini çeker. Tanrılar, insanlardan kendilerine boyun eğmelerini ister; böylece, “ölümlüler”le “ölümsüzler” arasında bir tartışma çıkar. Hesiodos, bu tartışmanın, kesilen kurbanlarda tanrılara ait olan payların saptanmasıyla başladığını söyler. Bu sırada Prometheus’un aklına bir hile gelir, kendisi, tanrıların gücünü ölçmek istemektedir. Çünkü, yarattığı insanların “avukatlığını” üstlenmiştir. İnsanlar adına büyük bir boğayı keser, hayvanı parçalara ayırır ve bu parçaları, iki yığın halinde toplar. Yığınlardan birinde, hayvanın yenebilecek yanları vardır ve üstü, boğanın derisiyle örtülüdür. Diğer yığında, hayvanın kemikleri bulunmaktadır. Daha büyük görünen bu ikinci yığının üstü yağlarla örtülüdür. Zeus, birinci yığını seçerse, tanrıların egemenliği sürecek, ikinci yığını seçerse, kurbanlarda büyük pay, insanların olacaktır. Egemen Zeus, hileyi farkeder, ama anlamamış gibi, kemik yığınını seçer. Kemikler ortaya çıkınca, göstermelik bir öfkeye kapılır ve Prometheus’a, “Gerçek bir Titan olarak sen, aldatma sanatını unutmadın. Bunun cezasını çekeceksin.” der. Zeus önde, diğer tanrılar arkada, büyük bir öfke içinde Olimp’e dönerler. Zeus ilk ceza olarak, daha önce armağan etmeyi düşündüğü ateşi insanlara vermekten vazgeçer. Oysa Prometheus, Zeus’un keyfi kararına boyun eğmeyecektir, ateşi Zeus’tan çalar ve yeryüzüne getirir. İkinci kez yenildiğini anlayan Zeus, acı bir intikam peşindedir. Pandora’yı, içine bütün kötülükleri doldurduğu kutusuyla birlikte yeryüzüne, “ölümlüler”le “ölümsüzler”in birlikte uyum içinde yaşadığı dünyaya gönderir.

Prometheus’un bütün uyarılarına rağmen, saf biri olan kardeşi Epimetheus, Pandora’ya kanar. Kutunun kapağını açan Pandora, bütün kötülüklerin yeryüzüne yayılmasına neden olur. Kutuda yalnızca umut kalmıştır. Pandora, Zeus’un emri üzerine, umut çıkmadan kutunun kapağını kapatır. Pandora’nın kutusundan çıkan kötülüklerin Prometheus’un insanlarına vurduğu en büyük darbe, onların artık “doğal” yolla ölmemeleri, bunun yerine, acılar, hastalıklar, ateşler içinde kıvranarak sonlarını bulmaları olmuştur. Zeus, Prometheus için de özel bir intikam düşünür. Adları Kratos (Zor) ve Bia (Şiddet) olan iki işkenceci uşağına emir verir. İşkenceciler, Prometheus’u Kafkas Dağları’na zincirle bağlarlar. Zeus’un kartalı, her gün gelip Prometheus’un karaciğerini yemektedir. Karaciğer, kartal gittikten sonra, her gün eski haline dönmekte, ertesi gün yeniden parçalanmaktadır. Bu işkence otuz yıl sürer. Otuz yıl sonra, Prometheus, Herakles tarafından kurtarılır, ama kolunda, Kafkas kayalıklarından küçük bir taşın ucuna bağlı olduğu demir bir halkayı hep taşımak zorundadır.

Sisyphos’a gelince: Zeus, ırmak tanrısı Asopos’un güzel kızı Aigina’yı kaçırmıştır. Kızını arayan Asopos, Sisyphos’un kral olduğu Korinth’e gelir ve kendisinden yardım ister. Sisyphos, Aigina’nın nerede olduğunu bilmektedir. Irmak tanrısı, Sisyphos’un kalesinde bir su kaynağı yaratırsa, ona kızının saklı tutulduğu yeri söyleyecektir. Asopos, Sisyphos için bir su kaynağı yaratır ve kızının nerede olduğunu öğrenir. Zeus, yine öfkelenmiştir ve intikam peşindedir. Zeus’u en çok kızdıran, Sisyphos’un bir karşılık bekleyerek yardım etmesi olmuştur. Sisyphos’u cezalandırmak üzere ölüm tanrısı Thanatos’u görevlendirir. Sisyphos, ölüm tanrısını önce yenerse de, Thanatos, savaş tanrısı Ares’in yardımıyla Sisyphos’u yeraltı dünyasına atmayı başarır. Oysa, ölüm tanrısı, Sisyphos’un ne kadar kurnaz olduğunu bilmemektedir. Korinth Kralı, karısına, kendisi için ölüm kurbanı getirmemesini söylemiştir. Yeraltı dünyasında Hades’ten kısa bir süre için Korinth’e gidip karısına kurban konusunu hatırlatmak üzere kendisine izin vermesini rica eder; işi bittikten sonra, hemen yeraltı dünyasına dönecektir. Hades’ten izin koparan Sisyphos, sözünü tutmaz, yeryüzünde kalır ve “sefahat” içinde yaşamaya başlar. Ancak bir gün, ölüm tanrısı, Sisyphos’un hiç beklemediği bir anda çıkar gelir ve onu yeraltı dünyasına gönderir. Hilesinin cezasını çekmek üzere kendisinden büyük bir mermer kayayı dik bir yamaca iterek çıkarması istenmiştir. Mermer kaya, hedefine tam ulaşırken Sisyphos’un ellerinden kaymakta ve aşağıya yuvarlanmaktadır. Sisyphos, her seferinde bu işe yeniden başlamakta ve tam sonuca varırken, kayayı yine aşağıya kaçırmaktadır. Sisyphos’un bu cezadan ne zaman kurtulacağını, kimse hâlâ bilmemektedir.

Prometheus da amacına ulaşmak için hileye başvurmuştur, ancak Sisyphos, baştan beri “ölümlülerin en düzenbazı” olarak tanınmaktadır. Zeus, Sisyphos’un “karşılık bekleyerek yardım etmesi”ne kızmıştır; oysa, kendisi hep bir “karşılık” beklemektedir. Bütün benzerliklere rağmen, Prometheus’la Sisyphos’un hileleri arasında, amaç açısından farklar vardır. Sisyphos, hayatı daha çok zevkler olarak yaşamaktadır, bu anlamda yaşaması engellendiği zaman, hileye başvurmuştur. Prometheus için hile, tek başına kendi başarısı için değil, yarattığı insanların geleceği için gereklidir. Her şeye rağmen Sisyphos’un efsanedeki en belirgin davranışı, tanrıları hafife almasıdır. Neden onun davranışını düzenbazlık değil de, “uyanıklık” olarak değerlendirmeyelim? Bütün bireyselliğine ve “egosantrik” davranışa rağmen, Sisyphos, bilinçli bir kahramandır, hayata bağlıdır, hatta, kendisine ceza olarak verilen mermer kayayı, “kendi nesnesi” yapabilmiştir.

Albert Camus’nün, Sisyphos’u elinden kayayı kaçırdıktan sonraki davranışlarıyla “olurlaması”, günümüzdeki birey-toplum bütünlüğünün karmaşık ve çelişkili oluşu açısından ilginçtir:

Sisyphos bu dönüş, bu duruş sırasında ilgilendirir beni. Böylesine taşlarla baş başa didinen bir yüz, taşın kendisidir şimdiden! Bu adamın ağır ama eşit bir adımla sonunu göremeyeceği sıkıntıya doğru inişi gözlerimin önüne geliyor... Kayasından daha güçlüdür.

Bu söylen ’trajik’ ise, kahraman bilinçli olduğu içindir... Yine Sisyphos’u kayasına dönerken getiriyorum gözlerimin önüne, acı başlangıçtaydı. Yeryüzünün görüntüleri akla fazla takıldığı zaman, mutluluğun çağrısı fazla ağır bastığı zaman, insanın yüreğinde keder yükselir: Kayanın yengisidir bu, kayanın ta kendisidir. Uçsuz bucaksız kederi taşınamayacak kadar ağırdır... Sisyphos’un bütün sessiz sevinci burdadır. Yazgısı kendisinindir. Kayası kendi nesnesidir. (T. Yücel’in çevirisinden aktardım.)

Prometheus, Herakles tarafından kurtarılmasaydı, zinciri kendi nesnesi olmayacak mıydı? Hatta o zincirden bir parça kalmıştır bileğinde. Günümüzün aydını, bireyselliğini tadamadan kitleleştirilmiş insanların suskunluğu karşısında, “Sisyphos işi”ne ömür boyu mahkûm mudur? Diyelim ki, Sisyphos kendisi için başkaldırdı Zeus’a, peki ya Prometheus? Yarattığı insanlar, Herakles’in kahramanlığını gösterecek bilinçten o kadar mı uzaktı? Evet uzaktılar. Ne var ki, Prometheus da, Sisyphos da, insanların düşünce dünyasında ilginç ve güncel olmaya devam ediyorlar. Bunu, Ernst Bloch’un “umut”uyla açıklamak mümkün mü? Ya da: Kim çıkardı umudu Pandora’nın kutusundan? Nereden kaynaklanıyor bu mücadele gücü ve -aynı zamanda- hayata olan bağlılık? Kaldı ki, özgürlük ve demokrasi mücadelesi, hayatı savunmak adına verilmesine rağmen, hayattan kopmuş diyalektik zıtlığını içermektedir.


III. UMUT, UMUTSUZLUĞUN BAŞLADIĞI YERDE VAR

Anna Seghers, “Ölüler Genç Kalır”ı (1949) yazmaya başladığında, kafasında şu soruları taşıyordu:
Nasıl oldu da, ülkesinin ve ulusunun başına bir Nazi felâketi geldi?
Yine bu sorunun devamı olarak: Yakın geçmişten hangi dersler çıkarılmalı ki, gelecek günler güzel olabilsin?

Seghars, trajik olanı Camus gibi “mutlak” görmüyor; somut tarihi bağlam içinde, kişinin ölmesinin (ya da öldürülmesinin), önceden düşünülse bile, varılacağı bilinmeyen hedeflerin ele geçirilmesinde, geleceğin kurulmasında (bütün “trajikliğine” rağmen,) diyalektik kavrayış içinde anlam taşıdığını belirtiyor.

“Ölüler Genç Kalır”, Almanya’da Kasım devriminden İkinci Dünya Savaşı’nın bitimine kadar geçen yirmi beş yıllık tarihî dönemi kendisine malzeme olarak alan bir romandır. Erwin, Kasım devrimi sırasında gerici askerler tarafından öldürülür. Bundan sonraki olaylar, Erwin’in yakınlarının ve katillerinin kaderleriyle ilgilidir. Yazar, bu arada ülkedeki bütün önemli toplumsal sınıf ve tabakaların durumunu ele almakta ve onları, belirleyici tarihî olaylar karşısında gösterdikleri tepkiler içinde anlatmaktadır. Erwin’in oğlu, romanın sonunda bir direnişçi olarak ölmektedir. Katiller bu kez Nazilerdir, ancak, tarihî süreklilik içinde, babayı öldüren toplumsal ve politik güçlerin devamıdır. Romanın sonu Erwin’in henüz doğmamış olan torununun, büyükbabasının ve babasının izinden gideceğini ve yaşanılan yenilgilerin ötesine geçecek kadar güçle mücadeleyi sürdüreceğini vurgulayacak biçimdedir. Kısacası, Seghers’in romanı, bir bütün olarak (savaş sonrasının “Alman gerçekliği” gözönüne alındığında) kendi ülkesinin varoluşuna yönelik bir çağrıdır. Eserin sonu, nesnel gerçeklik tarafından yazılacaktır. Yazar, “Ölüler Genç Kalır”da bir yandan Prusya militarizmiyle Nazileri ve onların ekonomik, politik ve toplumsal dayanaklarını anlatırken, öte yandan da, bireysel gerçekliğin, hemen hemen bütün zayıflıkları ve güçlülükleri içinde ön planda kalmasına dikkat ediyor. Bireysel ve toplumsal bilinç, her seferinde yeni çabalara ve yeni kurbanlara ihtiyaç duyarak gelişiyor.

Herhalde Prometheus ve Sisyphos, her çağda, her tarihî dönemde ve her somut toplumsal gelişme aşamasında yeni biçim ve içerik kazanmak zorundadır. Bu, gerçek hayatın gereğidir, onun belirleyiciliğini gösterir. Ancak, gerçek hayatın bilinçten süzüldükten sonra, örneğin, sanat düzeyinde kazandığı yeni gerçeklik, yaşamın sınırlarını aşar. Belki de, gerçekliği “bozduğu” için, onu kavranılır duruma getirir. Alaattin Bilgi,İlhan İlhan”da “Kitapların Ölümü”nü yazarken, gerçek hayatın imaj yoluyla nasıl anlam değiştirebileceğini gösteriyor. Bilgi’nin yazısını okurken, bir an, biz yaşayanların imajinasyon karşısında seyirci durumuna girdiğini anladım. Oysa, gerçek hayatta öyle mi? Değil tabii. Fuçik, “Gerçek hayatta seyirci yoktur; herkes katılır hayata. diyor. Ama, “gerçek hayata katılmak” da şartsız olmuyor. Bütün çelişkililiğine rağmen, “insanlık onurunu korumak” ve “orta yol tanımamak”, içinde yaşadığımız tarihi dönem içinde, hayatın dayattığı şartlar arasından sıyrılıp öne çıkıyorlar. Hatırlayalım: Prometheus’la Sisyphos da orta yol tanımamışlardı.

Bu efsanelerin bugüne kadar gelmesinde ve böylesine canlı kalmasında rol oynayan bilinç hangisidir?

Bu soruya cevap vermeyi deniyorum: “Hayatımı boşa harcamadım, sonunda da rezil edecek değilim. (Fuçik)

Galiba, yazmak çok önemli bir eylem, yazmak ve yaymak...
Gardiyan Kolinski olmasaydı, Fuçik’in hapishanede tuttuğu notlar, bize nasıl ulaşabilirdi?
“İlhan İlhan”, gelecekte nasıl bir yere sahip olacaktır?

Bunun için, tek güven kaynağı yine hayat, yine insanlar.
O çelişkili hayat, o çelişkili insanlar...

Hayatta şaşırmamayı öğrenmek, kişinin ancak ileri bilinç düzeyinde ulaşabileceği özellikle ilgilidir. Ama şaşırmamak, hayatı dondurmak anlamına da gelmez mi aynı zamanda? Şaşırmamak, aynı zamanda, hayatta acı çekmekten ve sevinç duymaktan da vazgeçmek değil midir? İnsanların gariplikleri, güvenilirlikleri, ihanetleri, suskunlukları, başkaldırmaları, hayatın çelişkileri içinde zaman zaman ne kadar şaşırtıcı olur!

Fuçik soruyor: “İnsanların gözlerini açmaları için kaç yüz yıl gerek?
İleriye giden yolda insanlık kaç bin hapishane hücresi aşındırmış?

Biraz da şaşkınlık yok mu bu sözlerde?

Bugün bile sorabiliriz kendimize: Nazi Almanyasında, toplama kampları hemen herkesin bildiği bir gerçekken, nasıl oldu da, engin bir kültür birikimiyle yaşayagelen Alman ulusunun çoğunluğu buna karşı suskun kalabildi? insanların yapısı ne garip, dayanılmaz şeylere dayanıyorlar.”  İnsanlar, yalnız başkalarının vücudunda yapılan vahşete değil, kendilerine uygulanan vahşete bile dayanabiliyorlar. Ama Fuçik, bu direnci hayata ve geleceğe olan bağlılığa veriyor ve bu direncin, içinde filizlendiği çelişkiyi kavrayabiliyor. Hayatı savunmuş ölülerin genç kalması bundandır muhakkak.

Fuçik “Gelmen epey uzun sürdü ölüm. Bir zamanlar seninle tanışmadan daha çok, pek çok yıl geçeceğini umuyordum. Özgür bir adamın hayatını yaşamayı, çok çalışmayı ve çok sevmeyi, türkü söylemeyi ve dünyayı dolaşmayı umuyordum. Daha yeni olgunluğa eriştim ve çok güçlüydüm. Artık değilim. Yokolup gidiyor gücüm.

Hayatı sevdim ve onun güzelliği uğruna savaş alanlarına koştum.
Sizleri sevdim, insanlar, sevgime karşılık verdiğinizde de mutlu oldum. Beni yanlış anladığınızda acı çektim.

Naziler, Fuçik’i idam ettiler. Fuçik, uğruna öldüğü ülkesinin kurtuluşunu görmedi. Hayata bütün varlığıyla katılmıştı, ölmek üzere yaşamadığının farkında olacak kadar bilinçliydi. Hatta, hayatta gönüllü olarak Pometneus rolünü üstlendiğinin de farkındaydı. Ne var ki, ölümü, hayatın “olağanlığı”ni değiştirmedi. Değiştirmediği gibi, hayatın “olağanüstülüğü”nün, ancak olağanlığı bağlamında düşünülebileceğini kanıtladı. Hayatı ikiye ayırmak mümkün mü? Olağanla olağanüstü o kadar içiçe ki... Tıpkı, bireyle toplumun birlikteliği gibi. Ne kadar zordur, bu durumda toplumu değil de bireyi anlatmak!


IV. BİR SENTEZİN ZORLUĞU

“İlhan İlhan”da Vahap Erdoğdu şöyle yazıyor:

Bu son kırk yıl, pek çok bunalıma tanıklık etmiştir. Ve bu bunalımların en ağır yükünü de, kuşkusuz kırklı kuşak şu ya da bu ölçekte yüklenmek zorunda kalmıştır. İnsanın bilincini onun toplumsal varlığı belirlediğine göre, bu dönem kuşağının bilinci de o ölçüde karmaşık ve gelişkindir. Toplumsal varlığıyla insanın, bilinci ölçüsünde toplumu etkilemesi ve hele de bunalımlı dönemlerde o bunalımın bir etkileyen öğesi olduğu kadar, çözen bir öğesi de olması doğaldır. Birey olarak pek çok insanın aynı toplumsal-tarihsel koşullarda aynı yazgıyı paylaştığını bir kez daha yineleyelim. Ancak bu yazgı benzerliğine karşın, bireylerden biri ötekinden ya da öteki birinden daha çok, bilinçli ya da raslansal olarak simgeleşebilir. Dolayısıyla, belirli bir dönemin bütün özelliklerini yalnızca yaşamlarıyla değil, ölümleriyle de simgeleyen insanlar vardır. İşte İlhan bunlardan biridir. O nedenledir ki İlhan’ı anlatmak zordur.

Ama Erdoğdu, İlhan’ı anlatmayı yine de deniyor:

Otuzaltı yıllık yaşamıyla, belirli bir döneme damgasını vuran bir kuşağın toplumsal tarihsel gelişmesine denk düşen bir dönemin, acısıyla, sancısıyla ve bizzat kendi yaşamıyla noktaladığı bir dönemin, günümüzden yarınımıza uzanan bir simgesidir İlhan.

Anlaşılıyor ki, İlhan’ı anlatabilmek, ölen ve yaşayan insanları anlatabilmek şartıyla mümkün olabiliyor.



Sargut Şölçün | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 90 - 15 Şubat 1984