Zeybekler'in sizce önemi, özellikleri neler?
Bilindiği gibi, bir halk türküleri albümü hazırlıyordum. Bu albümün içinde zeybek türkülerinden oluşan bir uzuncaların da bulunmasını uygun görmüştüm. Zeybekler bu amaçla çıktı. Bu çalışmalarım sırasında, gerek zeybek türküleri hakkında bilgimizin çok eksik olduğunu, gerekse de varolan bilgilerin hiçbir bilimsel temele dayanmadığını görerek üzüldüğümü belirtmeliyim. Zeybekliğin kökeni hakkında açıklayıcı, bilimsel kaynaklardan tümüyle yoksunuz. Bütün bildiğimiz, tanıyabildiğimiz, görebildiğimiz yaşlı zeybeklerden ve zeybek olaylarından yansıyanlardır. Bu kurum vaktiyle nasılmış, nasıl bir amaçla kurulmuş, bugün bilinmiyor. Bildiğimiz dönem içindeki zeybekliğin tüm görüntüsü dağlarda, yasa dışı, silahlı bir yaşam
süren insanlar olduklarıdır.
süren insanlar olduklarıdır.
Zeybeklik hakkındaki yüzeysel bilgilerimiz, bu kurumun Ege dolaylarına özgü olduğu kanısını uyandırır. Gerçekten böyle mi?
Böyle bir kanı vardır ama, ortada başka olgular da var. Eskişehir ve Konya'nın Kaşıklı zeybekleri, Kastamonu'nun Sepetçioğlu zeybeği, Ankara zeybeği gibi örnekler, zeybekliğin Anadolu'da Ege'nin dışına taşmış bir olay olarak geliştiğini gösteriyor. Ama ben plakta genellikle Ege bölgesi zeybekleri üzerine yoğunlaşan bir çalışma yaptım.
Zeybekliği Ahilerden Dyonisos ayinlerine ve o zamanın dağlardaki av törenlerine kadar götürenler var. Tüm bunların hiçbir kanıtı, belgesi yok. Yalnızca söylenti. Bugün ise zeybeklik o yasa dışı biçimiyle bile tümüyle tarihe karışmış görünüyor. Yakın tarihimizden ve tanıyabildiğimiz ünlü efelerimizden öğrendiklerimize gelince, zeybeklik kendine özgü töreleri, giysileri, rütbeleri ve oyunlarıyla adeta dinsel bir niteliği de bulunan yasa dışı, silahlı, örgütsel bir kurum, başlangıçta belki bir meslek örgütü, belki -Akşehir'in sıra yârenlerinde olduğu gibi- bir dostluk ve yiğitlik kuruluşu, belki de yerel bir güvenlik gücüydü. Sonra yavaş yavaş yozlaştı, bildiğimiz yasa dışı sürece girdi. Bu süreç içinde bir kısmı bireysel eşkıyalığa düşecek kadar çaresiz kaldı. Bir kısmı da Yörük Ali Efe ve Demirci Mehmet Efe'de olduğu gibi, örgütleriyle birlikte Kurtuluş Savaşı'na katılarak yüze çıktı ve yasal olan yaşama döndü. Böylece de bugün kala kala folklorumuzun güzel Zeybek oyunlarıyla türküler kaldı sadece.
Müzik türü olarak zeybeğin özellikleri neler?
Halk türkülerimizin bir devamı sayılır. Tür sözcüğünün içine girmesinin nedeni, zeybek sözcüğü altında anılmasından ileri gelir. Yoksa, içerik olarak bir olay çevresinde yine halkın acılarını, sevinçlerini, özlemlerini yansıtmakta, diğer türkülerimiz gibidir. Yaratıcısı da yine halktır. Bir özelliği vardır: Genellikle ritmleri dokuz vuruşludur. Ama bu dokuz vuruşluluk yalnız zeybeklere özgü bir ritm biçimi de değildir. Bazıları yalnızca ağıt biçimindedir, oyunu yoktur. Bazıları ise ağıdıyla birlikte oyun halindedir. Kimilerinin türküsü yoktur, yalnız oyun biçimindedir. Türkülü ve yalnızca çalgılı olanları vardır.
Anadolu'nun çeşitli bölgelerinden derlediğinizi söylediğinize göre, bu bölgelere özgü yöresel özellikleri konusunda farklarını nasıl belirlediniz?
Yerel özellikler gösteriyorlar ama tümü de anonim. Belli bir olay ya da kişi üzerine yakılmış da olsalar, yine anonim nitelik taşıyorlar.
Müzik çalışmalarınız kapsamında, belirli halk müziği türleri üzerine derinlemesine araştırmalar oldukça yoğun bir yer alıyor. Bu çalışmalarınız ne alanlarda oldu, bundan sonra ne tür araştırmalar ve derlemeler yapmayı düşünüyorsunuz?
Müzikle kırk yıldan beri uğraşıyorum. 17 yıldan beri de plak çalışmaları yapıyorum. Halk müziği türleri ve halk ozanlarıyla ilgili, Yunus Emre, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal, Köroğlu gibi ozanları, Semahlar gibi, halk türküsü biçimini ele aldım. Şimdi de bunlara Zeybekler katılmış oldu. Genel türkülerden de, büyük olaylar çerçevesinde oluşmuş El Kapıları, Şiirler ve Türküler gibi uzunçalarlar ortaya çıktı. Tabii tüm bunlar halk kültürünün bütünlüğü içinde, yerel halk topluluklarında oluşmuş türkü biçimleridir. Adeta söz söylemeyi kolaylaştırma yollarıdır. Tümü halk kültürünün öğeleridir. Gelecek yıllarda da ozanlar ve türkü biçimleri üzerine bu tür çalışmaları sürdürmeyi umuyorum.
Türkiye'deki müziğin varlığı üzerine düşüncelerinizi özetleyebilir misiniz?
Müziği olmayan bir toplum düşünemiyorum. Türk toplumunun da her zaman bir müziği olmuştur. Sorun, bu müziğin nasıl olduğu sorunudur. Tek ses üzerine çok gelişmiş bir müziğimizin olduğunu biliyoruz. Şimdi bizim sorunumuz teksesli müziğimizin çoksesliliğe yöneltilmesi sorunudur. Bu sorun her ne kadar Cumhuriyet döneminde çok yoğun bir çalışmayla ele alınmışsa da, aslında 150-200 yıla varan bir geçmişe sahiptir. Biz aşağı yukarı 150-200 yıldan beri müziğimizi gelişmiş olan ve örnek aldığımız batı müziğine uygun bir biçime sokmaya çalışmaktayız. Tek aksadığımız şey, batı müziğini bugünkü anlamda çok sesliliğe getiren olgunun batıdaki bilimin, sanatın, tekniğin gelişmesi sonucunda meydana geldiğini gözden kaçırmak oluyor. Tabii bilimin, sanatın, tekniğin gelişmesi sonucu halkın da içinde bulunduğu kültür düzeyi değişiyor. Bizim zorluğumuz burada.
Zeynep Karabey | sanat olayı - Sayı: 14 - Şubat 1982
________________________________________________________________________________________________
Bir insanın yaşamında kaç kez olur böylesi, bilemiyorum. Hani, öylesine yoğun bir an yaşarsınız ki, sanki o anı yaşamamış olsanız, eksik, yarım, kolu kanadı kırık, yoksul kalacağınızı bilirsiniz, duyumsarsınız. O yoğun anı yaratan bir görüntü, bir ses, bir söz, bir sessizlik, bir bakış, bir davranış ya da ne bileyim, herhangi bir şey olabilir. Ben böyle bir anı, geçen yıl yaşadım. Üstelik tek başıma ya da bir iki değil, bin kişiyle birlikte yaşadım. 1983 Şubatıydı. Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Haftası’ndaydı. Şan Tiyatrosu’nun koca sahnesinde, o, elinde sazı öylece duruyordu. Ve alkışlar bitmiyordu. Daha ne sazının bir teline dokunmuş, ne bir ses vermişti. Adı söylenmiş miydi yoksa söylenmemiş miydi, şimdi anımsamıyorum,ama alkışlar bitmiyordu. O, öylece duruyor, kah çarpan ellere, yüreklere bakıyor, kah başını eğiyor, alkışların bitmesini bekliyordu. Oysa sanki alkışlar hiç bitmeyecekti... Sonunda, baktı ki bu çarpan, çırpınan yüreklerin durulacağı yok, davrandı. O anda bin kişi soluğunu tuttu. (O güne dek ben böyle bir sessizlik duymamıştım). Neden sonra sahneden gelen ses, oradakilerin sesi soluğu oldu.
O, Ruhi Su’ydu.
Salonu dolduran insanlar, o gece, o alkış ve alkışın ardından gelen sessizliğin yoğunluğunu, içlerindeki özlemle hasretle bütünlediler.
Özlem, hasret...
Çünkü üç yıldır Ruhi Su konser veremiyordu, sahnelere çıkamıyordu.
Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Haftası’ndaki o yirmi dakikalık özlem gidermeyi saymazsak, dört yıldır, dinleyicileriyle yüz yüze, karşı karşıya gelemiyor Ruhi Su. Ama sesi, türküleri her zamankinden çok içimizde, aramızda. (Plakları, kasetleri her zamankinden çok satılıyor şimdilerde.) Ankara’da, Evrensel Kitabevi’nde plaklarını imzaladığı gün, yanında olmak, onu izlemek, plak, kaset, hatta korsan kasetleri imzalatmaya gelen gençleri izlemek olanağını buldum. Belki bugüne dek onu sahnede hiç dinlememişlerdi, hiçbir konserine gitmemişlerdi. (Öyle ya, içlerinde çoğu 18 yaşındaydı.) Ama onu tanıyorlar, biliyorlardı. Ruhi Su’nun önünden.yüzlercesi geçiyor, bir imza alma, bir iki sözcük söyleyebilme süresini elden geldiğince uzatmaya çalışıyorlardı. Gözlerinde sonsuz sevgiyi, saygıyı görüyordum. Ruhi Su’nun yanında, yakınında olabilmekten duydukları sevinçle, yüzlerinin nasıl güldüğünü görüyordum. Hepsi sayısız soru sormak için yanıp tutuşur gibiydiler, O gençlerin ağzı, dili olmaya çalıştım bu “konuşa - konuşa”da. Akıllarından geçen her soruyu, (özellikle günümüze ilişkin olanları ya da falanca, filanca sanatçıyı illaki etiketlemek peşinde olan soruları), irdeleyemedikse, bağışlasınlar.
ÇOCUKLUKTA
Ruhi Su’nun evindeyiz. Kitaplar, resimler, kilimler arasında, söylenenler, söylenebilenler, söylenemeyenler arasında.
Çok gerilerden başladık. Çocukluktan. “Bunları şimdiye dek pek kimselere anlatmadım” dediklerinden.
“Anlatmadım... Çünkü...” (en iyisi baştan başlayalım. Çünküleri siz kendiniz de bulabilirsiniz.)
1912’de Van’da doğdu Mehmet.
Anasını, babasını hiç tanımadı, bilmedi.
Kendi deyişiyle “Birinci Düya Savaşı’nın ortada bıraktığı çocuklardan”dı.
Çook küçüktü Van’dan Adana’ya bir ailenin yanına geldiğinde.
Aile çok yoksul bir aileydi. “Amca” diyor, “amca” biliyordu erkeği. 6 yaşına geldiğinde Adana İngiliz ve Fransız işgali altındaydı. İşgalin getirdiği sorunlara dayanamayıp Toroslara kaçtılar, Toroslara sığındılar, oradan göçtüler. “Kaç kaç” deniliyordu bu olaya. Kurtuluş Savaşı’nın sonunda Adana’ya döndüler. Zaman içinde “Amca”nın gerçek amcası olmadığını öğrenmişti bile. Ama anasız, babasız, amcasız, teyzesiz öyle çok çocuk vardı ki o sıralar, hiç önemsemedi. Çocuk, olmayı önemsemediği gibi.
“Adana’ya döndüğümüzde on yaşındaydım. Hüseyin adında bir mahalle arkadaşım vardı. Annesi beni çok severdi.
Bir gün ‘gel oğlum seni de Hüseyin’in okuluna yatırayım, daha rahat edersin’ dedi. Hüseyin’in okulu dediği Öksüz Yurdu - Darül Eytam’dı.”
O zamanlar Adana’da Suphi Paşa derler, soylu aileden, nüfuzlu bir paşa vardı. “Köyden geldi, kimsesizdir” diye bir mektup yazıp, “al bunu öksüz yurdu müdürüne ver” dedi. Cebinde mektup öksüzler yurduna vardı Mehmet. Müdür “Banyo yapsın, çocuğa elbise verin” dediğinde, okula alındığını anlamıştı. “Amca”ların bu olup bitenden haberi bile olmamıştı.
“O günden sonra hep yatılı okudum” diyor Ruhi Su.
“Oyun diye bir şey varmış, onu öğrendim. Öksüzler yurdunda çocukluğumu yaşamaya başladım.”
Ve öksüzler yurdunda müzik yaşamı başladı.
“Önce, sesimin farkına vardılar. Marşlar, şarkılar söyleyerek taburun önünde yürüyen gruba aldılar beni...
Zaten önceden, konu komşu hep beni çağırır türkü söyletirlerdi.”
Yaşı büyüktü, sınıf atlatıp, 3. sınıfa aldılar.
Bir yıl sonra öksüzler yurdunun müzik öğretmeni Mehmet Tahir, yurda bir keman aldıracak ve Mehmet, kemana başlayacaktı.
Yıl 1925. Ankara’da Müzik Öğretmen Okulu kurulmuştur. Türkiye’deki tüm öksüz yurtlarına bir bildiri yollanmıştır. “Müziğe hevesi olan, istidatlı çocukları bize yollayın.” Bu amaçla sınavlar açılmaktadır. Adana öksüz yurdundan 4. sınıftan Mehmetve 5. sınıftan Şaban sınava girer. Mehmet kazanır, Şaban kazanamaz. Okul müdürü, Mehmet’i çağırır, “Sen bir yıl daha bu okulda okuyabilirsin, ama Şaban açıkta kalır. Bu yıl onu kazanmış gösterelim, sen seneye nasılsa yine sınava girersin” der. “Peki” der Mehmet.
“O anda bana çok doğal geldi” diyor Ruhi Su.
“Yoo, hiç içimde ukde kalmadı. Müdür doğru söylüyordu. Böylelikle hem Şaban da açıkta kalmayacaktı.
Nasılsa, bir yıl sonra sınavı kazanacağımdan emindim. Hiç üzülmedim.”
Bir yıl sonra, beşinci sınıflar Suphi ve Mehmet girdi aynı sınava. İkisi de kazandı. Kayıt işlemleri için dosyaları Ankara’ya gitti. Aynı anda Ankara’dan devrin Savunma Bakanı Recep Peker’den, Türkiye’deki tüm öksüz yurtlarına bir başka tamim yola çıkmıştı: “Okulu bitiren tüm çocuklar zorunlu olarak askeri okullara girecek.”
“Bu karar okula gelince, bizim müzik sınavı sayılmadı.
Suphi de ben de çok üzüldük ama çaresiz İstanbul’a Halıcıoğlu Askeri Lisesi’ne geldik...”
Hayır, o zaman da “keşke geçen yıl hakkımı Şaban’a vermeseydim” diye içinden geçirmemiş Ruhi Su,
ama o andan sonra tek amaç, ne yapıp yapıp Ankara’daki Müzik Öğretmen Okulu’na girmek olmuş.
Sürdürüyor anlatmayı:
“Adana’dan ayrılmadan önce bizi muayene eden askeri doktorlar, isimlerimizi duydukça gülümsüyordu: Ökkeş, Cumali, Ali Merdan, Durmuş vb. Sonunda bize dediler ki: ‘Çocuklar siz bu isimlerinizin yanına bir de kibar, güzel isimler koyun, sonra, İstanbul’da size gülerler.’ Biz de öyle yaptık. Cumali, Ali Ulvi oldu. Suphi, Suphi Nijat oldu. Ben de Mehmet Ruhi oldum. Ruhi’yi ekledim adıma. Böylece kibar adlarımızla çıktık yola.”
Ve istanbul’a geldiler:
“İstanbul bir masal ülkesi gibiydi. Haliç’ten denize girilirdi. İnsanlara bakıyoruz, yapılara bakıyoruz. Askerî Lisede herkes herkes dayanışma içine girdi. Yazdı geldiğimizde. İstanbul öksüz yurtlular bize yol gösterdi. Beni, kendi yurtlarındaki müzik öğretmeni Ahmet Muhtar Bey’le tanıştırdılar. Akşamları kantinde toplaşırdık. Ağabeyler, hadi Ruhi çal derler, keman çaldırırlardı.”
Akşamlardan bir akşam Ruhi (artık Mehmet unutulacak, Su soyadını alıncaya dek Ruhi olacaktı) yine kantinde ağabeylere keman çalarken, okul komutanı içeri girdi. “Ne bu rezalet” diye haykırdı. Kemanı kaptığı gibi kurması bir oldu. Keman onun bile değil, Adana’dan arkadaşı İsmail’indi.
“Bir kaç gün sonra okul komutanı beni çağırıp, kemanin parasını ödemek istedi ama ben kabul etmedim” diyor Ruhi Su. “Çok ağrıma gitmiş, çok üzülmüştüm. Askeri Lise’den ayrılma yolları arıyordum. Aklım fikrim Müzik Öğretmen Okulu’na girmekteydi. Bir gün Ahmet Muhtar Bey ‘Ankara’ya gelebilirsen iyi olur, gelebilir misin?’ dediğinde, hiç düşünmeden gelirim dedim.”
Bilinç altında düşünmüştü bile. Askerî Lise’den kaçacaktı. Kimliği bile müdüriyetteydi. Ama bir arkadaşanın iki kimliği vardı. Onu verdi Ruhi’ye.
Öteki arkadaşlar yol parasını topladılar. Ve bir akşam elinde bavulu, cebinde sahte kimlik okuldan kaçtığı gibi kendini trende buldu.
“O zaman trenlerde sıkı kontrol vardı. Tam Polatlı’ya yanaşırken, polisler geldi, her zamanki soruları sordular. Nereden geliyorsun?.. Nereye gidiyorsun, nerede kalacaksın?.. Cevaplarımı tutmadılar ki, kimliği alıp, yarın merkezden alırsın dediler... Ankara’da istasyonda indim. Sırtımda koca bavul sora sora Ulus’a yürüdüm, oradan Cebeci’ye yürüdüm, Müzik Okulu’nun önüne geldim. Müzik Öğretmen Okulu’nda Ahmet Muhtar Bey’i buldum. Kaçıp geldiğimi söyleyince, bir “eyvah” çekip, beni doğru Askeri Liseler Umum Müdürlüğü’ne yolladı. Oraya gidip diplomamı ve kimliğimi isteyecektim. Sırtımdan bavulu indirmeden oraya gittim. Karşıma çıkan ilk yetkiliye durumumu anlatmaya başladım. Yanılmıyorsam masada bir albay oturuyordu. Hikayeyi ta Adana’dan başladım anlatmaya. Başlamamla beraber gözlerimden yaş boşandı. Bir taraftan anlatıyor, bir taraftan ağlıyordum.”
(Ey okur, Ruhi Su’nun hâlâ çocukluğundayız, niye bunca ayrıntı deme sakın. Bir insanın ne istediğini çok iyi bilip, o uğurdaki amansız çabasının, azminin, var olabilme mücadelesinin ilk adımlarıdır bunlar. Üstelik Van’dan, Ankara’nın Müzik Okulu’na uzanan yol, uzun mu uzun, engebeli bir yoldur. Sabırsızlanma, biz yolun henüz başındayız.)
Yetkilinin yanıtı şöyle oldu:
“Senin gözyaşlarına kanıp peki dersem herkes askeri liseden kaçar...
Sen şimdi İstanbul’a okuluna dön. Oradan bize dilekçeyle başvur.”
Cebinde sahte kimlik, yüreğinde sonsuz bir sevinç ve umutla gittiği yolu, yanında iki inzibatla geri döndü o akşam. Ne raylar, ne vagonlar, ne de karanlık, bir gece öncekine benzemiyordu. Onca yıkılmışlığın içinde yine de yoldan ayva alıp arkadaşlarına götürmeyi ihmal etmedi. Okulda arkadaşlarından önce nöbetçiyi gördü. Kaçtığı için derhal hapsedildi. Orada kaldığı iki gün içinde daha da bilendi. Artık biliyordu. Birgün mutlaka Müzik Öğretmen Okulu’na girecekti...
Şimdi askeri liselere başvuruların çoğaldığı günlerdeyiz.
“Öksüz yurdundan gelen çocukları grup grup Gülhane Hastanesi’ne gönderip sağlık muayenesi yaptırıyorlardı. Çürük çıkanları başka okullara yolluyorlardı. Okul komutanına çıkıp, beni muayeneye yollamalarını istedim. ‘Oğlum sen demir gibisin bir şeyin yok’ dedi. Ben ısrar edince, ‘Peki git bakalım’ dedi. Herkes askeri liseye girmek isterken benim böyle müzik öğretmen okulu diye tutturmama şaşıyordu. ‘Oğlum ben burada müzik kısmı da açacağım, seni başına şef yaparım’ diye yumuşak sözlerle beni kandırmaya çalışıyordu. Göz muayenesinde bütün harfleri, ters ve yanlış okudum. Ama doktorlar öksüzüm diye bana acıyıp sağlamdır diye rapor verdiler. Kulak muayenesine girdim. Oradaki doktora durumumu, isteğimi anlatıp yalvardım beni çürük çıkarsın diye. İyi adammış, hiç unutmam ‘iltihab-ı uzeniyesinden dolayı mektebe devam edemez’ diye rapor verdi.”
Siz, “Çürük çıkan” Ruhi Su’nun sevincini görecektiniz.
Ağabeyler, arkadaşlar hemen bir dilekçe yazdı, müzik okuluna girebilmesi için, yine aralarında para toplayacaklardı ki, dilekçeye yanıt geldi:
“Mektebimize ek bina yapıldığından, yerimiz yok, alamayız.”
Çürüğe çıktığı için Halıcıoğlu Askerî Lisesi’yle ilişkisi kesilen Ruhi Su, Adana öksüz yurduna geri yollanır.
Lanet olsun!..
Şu yukarıdaki satırı ben söyledim, Ruhi Su değil. Peki, o hiç lanet etmedi mi. Öfkeden çıldırmadı mi, kahrolmadı mı!.. isyan etmedi mi!.. Soru değil bunlar. Sormuyorum. Şimdi karşımda her zamanki gibi sakin, kendinden emin, sıcak, hoşgörülü, inançlı, bilinçli gülümseyen yüzüne bakıyorum ve sormuyorum. Yanıtı biliyorum çünkü: Hayır Ruhi Su öfkeden çıldırmadı, kahrolmadı, lanet etmedi, isyan etmedi. Çünkü birgün o okula mutlak gireceğini biliyordu.
Adana Lisesi. Parasız yatılıdır, Ruhi Su.
Oradan Adana Öğretmen Okulu’na 15 dakikalık teneffüslerde keman çalışıyor.
Çünkü nasılsa bir gün Ankara’daki o tek müzik okuluna girecek.
Batı Müziği’ni ilk o dönemde tanıdı, Adana’da sessiz filmler oynatan sinemada bir de küçük orkestra vardı. Filmdeki sahnelere göre orkestra müzik yapıyordu. Orkestradaki Avusturyalı kemancı Erwin, Adana Öğretmen Okulu’nun keman hocasıydı. Ruhi Su, klasik batı müziği parçalarını ilk ondan öğrenecekti.
Yaz geldi mi, evi olan evine, evi olmayan Konya’da bir okula yollanıyor. O, evi olmayanlardan. Konya’dadır. Ankara Müzik Öğretmen Okulu’nun öksüz öğrencileri de, yazın Konya’ya aynı okula gönderilir. “Orada o çocuklar beni dinleyince şaşırdılar, çalmamı çok iyi buldular. Mutlaka Ankara’ya gelmeye bak dediler.”
Yine arkadaşlar para topladı.
Ruhi Su yine Ankara’ya Müzik Öğretmen Okulu’na gitti.
Aylardan eylül. Bir ay sonra giriş sınavı var.
“Ne çalarsın?” diye sordu öğretmenler. Ben de birtakım morsolar (morceau: Fransızca parçalar demek) dedim. O zaman öyle derdik. Konçerto falan çalmıyor musun dediklerinde çok şaşırdım. İlk kez duyuyordum bu sözü. Armoni, müzik imlası sözlerini de... Öğretmenlerden biri sınava hazırlanmam için bir konçerto verdi. Vivaldi. Sol major keman konçertosu. Birinden bir keman ödünç alıp, bir otel odasında gece-gündüz çalıştım.
Sınav günü geldi çattı. Girdiği her dersin sınavını başarıyla verdi.
Ulvi Cemal Erkin’in “son sınıfa girerse zorlanır, bir sınıf aşağı girsin” önerisine tüm öğretmenler katıldı.
Ve Ruhi Su Ankara Müzik Öğretmen Okulu’na girdi.
Oh!... En sonunda oldu işte! demeyin sakın.
Ve sıkı durun: Sınavı kazanıp okula alındığına ilişkin belgeye bir de not eklemişti: “Şimdilik gündüzlü, başarılı olursa, yatılı olmak üzere” diye...
Hasan Ali Yücel, Orta Eğitim Müdürü, Ruhi Su’yu çağırıp, “gündüzlü nasıl okursun?” diye sordu.
“Arkadaşlar yardım edecek”...”Arkadaşların yardımıyla olur mu, sen en iyisi Konya’ya git” dedi Hasan Ali.
Talim Terbiye Dairesi üyesi Kazım Nabi Duru (hepsinin hocasıydı) Ruhi Su’yu teselli etti,
“üzülme, masraflarını ben üzerime alıyorum derim. Sen kal” dedi ve onu Çocuk Esirgeme Kurumu’na yolladı.
Çocuk Esirgeme’de “Sen her öğlen kabıni al gel, biz yemek verelim sana” dediler.
Müzik Okulu Müdürü Müderris İsmail Hikmet Bey, “Oradaki yemekle olmaz, sen gel bizim misafirimiz ol” dedi.
Bütün bu gel git’ler, dedi demedi’leri duyan Hasan Ali çok kızdı. “Neden bu çocuk hâlâ Konya’ya dönmedi?” diye sordu.
İsmail Hikmet Bey, “Çocuk hasta, revirde yatıyor” diye idare etti.
İdare edile edile, birinci yılı başarıyla tamamladı ve yatılı olmaya hak kazandı Ruhi Su.
(Okula girdiği yıl, güzel, sade, söylenmesi kolay ve çok sevdiği için Su soyadını almıştı.)
1935-36: Ankara’da Reisicumhur Orkestrası yenilendi. Müzik Öğretmen Okulu’ndan orkestraya seçilen öğrenciler arasında Ruhi Su da vardı. “Ben öğretmen olacağım diye kararlıydım ama provalara da katılıyordum. Ankara’da konservatuvar kurulduğunda, bizim ülkemizde hiç geçmişi olmadığından opera bölümüne kimse girmek istemiyordu. Hindemith, Carl Ebert gibi hocalarımız, başlarına vurur, ‘niye bunlar opera istemiyor, opera güzel meslek. Sonunda eviniz, arabanız olacak’ derlerdi. Sonunda bana da ‘siz yine öğretmen olun ama opera bölümüne de girin’ dediler.”
1936-1942: Ruhi Su konservatuvarın opera bölümündedir. Şan hocası Prof. Hay, “Sesinin bazı tonlarının zayıf çıkmasın istiyorsan, kemanı daha az çalış” dediğinde kemanı daha az çalışamayacağından tümüyle bıraktı Ruhi Su. Konservatuvarı bitirince Devlet Operası’na girdi (1942-52). Ancak 1945’de Opera Kanunu çıkınca, öğretmenliği bırakacaktı. Opera yıllarına geçmeden bir geriye dönüş: Müzik Öğretmen Okulu’na girmeden önce evlenmiş, bir oğlu olmuştu Ruhi Su’nun: “22 yaşında evlendim... Evet, çok genç. Ama kararımı vermiştim. Madem bir türlü müzik okuluna giremiyorum, öğretmen olacaktım, sevdiğim hanım ebe hemşireydi. Hayat benim için tamamdı. Yolum çizilmişti...” Müzik Öğretmen Okulu’na girdikten iki üç yıl sonra, eşi de Ankara’ya gelecek, Ankara Numune Hastanesi’ne girecek, ancak bu evlilik uzun sürmeyecekti.
TÜRKÜLERDE
Opera’da roller de 1952’ye dek birbirini izledi Ruhi Su için.
“Bastien-Bastienne”,
“Madam Butterfly”,
“Fidelio”,
“Satılmış Nişanlı”,
“Figaro’nun Düğünü”,
“Maskeli Balo”.
“Opera’dan büyük tad alıyordum. Ama türkü söylemekten de geri kalmıyordum. Benim türküleri dinleyen Avusturyalı çalıştırıcımız Markoviç, ‘ilk defa Türk Müziği’nin bu kadar güzel olduğunu görüyorum’ dedikten sonra, o zaman Radyo Müdürü olan Vedat Nedim Tör’e benden söz etmiş. Her gün bir saat radyoda program teklif ettiler. Ben 15 günde bir olsun dedim.”
1943-1945 arasında, iki haftada bir pazar basbariton Ruhi Su radyoda türkülerimizi söylüyordu.
“Müzik eğitimim, müzikteki gelişmem, dünyaya bakış açımdaki gelişmemin, türkülere eğilmeme çok yararı oldu. Batı’nın lied’leri gibi bizim türkülerimiz de çeşitli konulardaydı. Her konunun kendine özgü yorumu olduğunu, olması gerektiğini anlıyordum. Klasik Türk Musikisi’nde konu tekti, hep aşktı. Oysa halk türkülere korkusunu, yangınını, sevincini, pireden rahatsız oluşunu, kısaca dışarıya duyurmak istediği ne varsa, hepsini koymuştu... Türküye eğilişim, gördüğüm eğitim sonucu farklıydı. Hem sesimi kullanıyordum hem yorumumu.” O güne dek türkücünün eğitimi ‘şarkı geçmek’ti. Ses formları, bilgi, müzik kültürü yoktu.
Radyodaki programları sonsuz tutuluyordu. Söylediği türkülerden sonra hiç görmediği, bilmediği, tanımadığı insanlar telefon ediyor, “bir çorbamızı içmeye bize gelmez misiniz” diyorlardı... Kimi çevreler de bunların halk türküleri olduğuna bir türlü inanmak istemiyordu. “Halkın böyle güzel şeyler düşünebileceğini düşünmek istemiyorlardı.
Örneğin, Aşık Ali İzzet’in,
Bir Allahı tanıyalım
Ayrı gayrı bu din nedir
Senlik benliği nidelim
Bu kavga, döğüş, kin nedir bunlardan biriydi... Sonra söylentiler aldı yürüdü.”
![]() |
[Dergideki bilgiler ışığında evimize girmiş bir kaynak | 27 Nisan 1986 - İskenderun] |
Ve bir gün, 1945’deydi, Mesut Cemil, söylentilerden söz edip, “Ruhi’cim seni harcamayalım, biraz ara verelim” dedi. Ruhi Su, “Ben bu yolda harcanmaya hazırım” dediyse de, Mesut Cemil “Senin için şöyle şöyle diyorlar” diye diretti ve Radyo’daki görevi bitti Ruhi Su’nun. Ruhi Su’nun biyografisinde “1952’de elinde olmayan nedenlerle operadan ayrılmak zorunda kaldı” yazılı. Doğrusu bu ya, hem mapusta olup, hem operada aryalar söylemesi elinde değildi.
1952-1957: Beş yıl tutuklu kaldı. Mapusta nişanlandı, mapusta evlendi, kendi gibi tutuklu olan Sıdıka Hanım’la. O gün bu gün eşi olan insanı evliliğin ilk yıllarında haftada on dakika gördü. Tahliye olduklarında eşi Ankara’ya, kendi Konya’nın Cumra kasabasına yollandı, 20 aylık emniyet gözetimi için. Sonra... Sonra, işsizlik, iş arama, işsizlik, ayrılıklar, göçmeler, yine söylentiler, yine işsizlik ve hep türküler. (Hiç unutmaz Cumra’nın o güzelim insanlarını. Fırında çalışan arkadaşları bir gün gelip, “Biz arkadaşlarla düşündük, sizi bir fırına alacağız, fırından çıkan ekmekleri sayın, ayda bir kaç yüz lira verebiliriz” demişlerdi.) Sonra “Karacaoğlan”, “Barbaros”, “Lale Devri” filmlerinde türkü söyledi. Sonra işsizlik, emniyet gözetimi bittikten sonra Ankara’da yine işsizlik, sonunda eşini çocuğunu alıp (ikinci oğlu olmuştu) İstanbul’a geldi.
Yıl 1960. Ruhi Su, Taksim Belediye Gazinosu’nda gecesi 100 liradan (büyük para) türkü söylemeye başladı.
Bu tarihten sonra sürdürecekti kulüplerde türkü söylemeyi.
“27 Mayıs Devrimi, o güne dek kulüplere egemen olan yabancı toplulukları engellemiş,
gece kulüpleri yerli sanatçılara, yerli orkestralara, açılmıştı.”
ALEYHTE KAMPANYA
![]() |
[Serdari'nin de yer aldığı bir "güldeste" | 10 Ocak 1987 - İskenderun] |
Bu arada Yapı ve Kredi Bankası’ndan bir teklif alır Ruhi Su. Bu banka her yıl halk oyunları şenlikleri düzenliyordur. Ruhi Su, şenliğe katılan tüm ekiplerin müziklerini banda, notaya alacak ve bir arşiv oluşturacaktır. Çalışmaya başladı. (Ayda bin liraya). Arşivin tohumlarını attı.
Çalışmalar dolu dizgin ilerliyordu ki, “Bitmeyen Yol” adlı filmde bir türkü söyledi.
Hani “Serdari halimiz böyle n’olacak
Kısa çöp, uzundan hakkını alacak” türküsü.
Dünya gazetesinin o dönem fıkra yazarı öyle öfkelenecekti ki türküye, ertesi gün Ruhi Su aleyhine bir kampanya başlatacaktı.
“Bir süre sonra bankadan bana çok nazik bir biçimde, ‘sen artık bütün aletleri, notaları, bandları alıp evinde çalışsan, buraya uğramasan da olur’ dediler. Ben de ‘peki, anladım’ deyip, oradan da ayrıldım” diyor Ruhi Su.
Şu yukarıdaki gibi sayısız örnek verebiliriz ama gereği yok. Yaşamı boyunca yılmadı, sesiyle, sazıyla, türküleriyle yaşadı Ruhi Su. “Halkımın bir desteğini gördüğüm için sürdürdüm ve hep bu işle yaşadım. İşimin hiçbir zaman furyası olmadı ama sevenler ciddi biçimde sevdiler, derinden bağlandılar. Çünkü halk işime ciddiyetle eğildiğimi biliyor, seziyor ve ileriye dönük olanı benimsiyor.”
Genç yaşlardan başlayarak Ruhi Su’nun dünyaya bakış açısı sanatını sanatçı duyarlılığı da dünyaya bakışını geliştirdi, biçimlendirdi, güçlendirdi.
Ve bu süreç içinde kendi deyişiyle “sanatın ölçüleri dışına çıkmadı”.
“Müziğimiz içinde ileriye açık yeni bir ses getirdiğime inanıyorum. Hiç olmazsa, çok sesli batu ses müziğinin içinde, bize özgü bir üslubun gerekliliğine inandırdım insanları. Yalnız besteciler açısından değil, tüm yorumcular açısından da türkülerimizin, şarkılarımızın Türk toplumuna özgü bir rengi olmalı. Ben sesimle böyle bir kişilik, bir renk getirdiğime inanıyorum...”
Bugüne dek binlerce türkü derledi Ruhi Su. Bunlardan ancak bir kaç yüzünü söyleyebildi.
Çünkü onunki bir “sanat işi”ydi. Eğitimle, bilgiyle, kültürle, bilinçle bütünlenmiş bir söyleyişti.
Türküleri seçiminde dünyaya bakış açısı önemli bir etken oldu:
“Sözü ve ezgisiyle halkı en iyi anlatabilen türküleri aldım. Zaten ilk şimşekleri radyoda bu yüzden çektim ya!..
Bunları seslendirirken, halkın söyleyişinden çok yararlandım ama halkın ağzına öykünmekten, taklitten, özenmekten kaçındım...
Bir şeyler getirmiyor, ileriye doğru bir şey değiştirmiyorsa, yaşıyor sayılmaz bir sanat. Gelenekler bile yaşayanla zenginleşir.
Yaptığımız iş, hem halkın özlemlerini gerçekleştirmeli, hem de halkın özlemlerini geliştirmeli.”
Ruhi Su, dört yıldır işini, sanatını, plaklarda, kasette sürdürüyor.
(Bu konuşmada müziğe, türküye, daha geniş yer ayırmıyorum, çünkü bu konulardaki tüm düşüncelerini plak kapaklarında kendi yazmış, açıklamış.)
Aşk duygusu içinde söyledi tüm türkülerini, aşk duygusu içinde yaşadı her yaşadığını.
“Bu duyguyu hiç yitirmemeli, her yaşta duyabilmeli insan...
İnsanı yaşatan, güçlendiren, hayatı sevdiren bir duygu bu...”
“Hayır, hiç bir zaman yaşlılığı duymadım. Ancak bazı organların işlevleri güçleşti. Ağırlaştım.
Güncel yaşamda değil, örneğin saz çalarken: Parmaklarıma istediğim ritmi, hareketi verememek gibi. Bunlar bana yaşlılığı anımsattı...”
Birkaç ay önce parmaklarında bir ağırlaşma duydu Ruhi Su. Uzun çabalar sonucu teşhis konuldu. (Saz çalmasaydı, parmakları onca duyarlı olmasaydı, bunca erken devresinde asla konulamayacak bir teşhis): Parkinson hastalığı. Şimdi gerekli ilacı alıyor. Hastalığın ilerlemesi önlendi ve sağlığına kavuştu. “Şimdi mutluyum. Saz çalabiliyorum. İşimi yapmak konusunda yeniden umutlara düştüm” diyor.
(Nerdeyse beş saattir hiç aralıksız o anlatıyor ve hiçbir yorgunluk izi yok.)
“Demin o anlattıklarımı kimselere anlatmadım. Öksüz olduğumu çok kimseye söyleyemedim.
Toplumumuzda hâlâ aşiret anlayışı var. İlk iş ‘kimlerdensiniz’ derler. Kendini yetiştirmiş olmanın önemi hâlâ anlaşılamadı...”
Bu sözleri, tam ayrılmak üzereyken söyledi Ruhi Su!
İçimden kahkahalarla gülmek geliyor: Ruhi Su öksüz öyle mi!..
Hadi canım siz de, alay mı ediyorsunuz!
Hiç mi türküsünü dinlemediniz, şu Anadolu topraklarında yaşayan anasının, babasının, kardeşlerinin, halkının sesini hiç mi duymadınız!
Bundan böyle “Ruhi Su kimlerdendir?” diye soran bir “aşiret reisiyle” karşılaşırsanız, siz siz olun, “hayatı ve insanları kucaklayanlardandır” deyin.
Zeynep Oral | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 95 - 1 Mayıs 1984
________________________________________________________________________________________________
20 Eylül sabahı ajanslardan, telekslerden gelen, hep o üç sözcükle, “Ruhi Su öldü...” sözcükleriyle başlayan haber,
uzun süren bir hastalığın ardından sanatçının aramızdan ayrıldığını bildiriyordu.
20 Eylül’ü izleyen günlerde, Ruhi Su üzerine basında çeşitli yazılar yer aldı.
Yazılanlardan, söylenenlerden kısa alıntıları aşağıda bulacaksınız.
Oktay Akbal: “Ruhi Su gerçek bir müzik adamıydı, öğrenimiyle, bilgisiyle, sürekli geliştirdiği kültürüyle Türk müziğini etkileyen bir sanatçıydı. (...) Ruhi Su güncel bir kişi değildir; ölüp gitmekle unutulacak, silinecek, anısı belleklerden yavaş yavaş yok olacak biri değildir.”
⚫
Filiz Ali: “Ruhi Su, kadir kıymet bilmez bir toplumun önde ve arkada gelenlerinin, ona yıllardır çektirdikleri eziyetlerden kurtuldu artık. Anonim halk ozanlığı geleneğiyle bireysel sanatçı özgünlüğünü, sesi, sazı, sözü ve yüreğiyle, ödün vermeksizin bir kuyumcu gibi işleyerek, araştırarak, titizlenerek bir kapta kaynaştırmasını bildi o. Müzik tüccarlarının köküne kezzap döktükleri Anadolu folkloru hazineleri, Ruhi Su müzesinde yaşayacaktır hiç kuşkusuz. Nur içinde yatsın.”
⚫
Çetin Altan: “Ruhi ister maaşlı, ister piyasa kazançlı olsun, hiçbir kolaylığa yaslanmadan kendi sanatında boğayı boynuzlarından yakalama soyluluğunun yalnızlığıyla, bu tür çabaları değerlendirme alışkanlığından yoksun bir arenada, bir eski zaman dervişinin içten ışıklı sabrını uzattı gökler katına...
Ruhi Su, benim sevdiğim ve saydığım dostlarımdan biriydi.
Ölümü, bir dostu yitirmenin ötesinde, bir yığın acılı çıngırak çaldı yüreğimde.
Türk ve dünya sanat tarihiyle ilgilenmeden, sanat ve sanatçıyı sevip anlamadan, demokrasiyi sevip almamanın pek de mümkün olamadığını düşündüm.”
⚫
İsmail Cem: “Ruhi Su’nun sazı ve sesi, bir yandan, şairlerimizin mısralarına müziğin dinamizmini getirdi. Öte yandan, yüzlerce yıllık türküleri çağımız insanlarının farklı beğenilerine uygun özelliklerle onlara ulaşmasını sağladı. Yabancı kalabilecekleri bir güzellikler dünyasını genç insanlara getirdi ve sevdirdi.”
⚫
Muzaffer İlhan Erdost: “Anadolu halkının acısını dindirdiği, sevincini gönendirdiği türkülerini, bin yıllık tarihinden günümüze yeni bir duyarlıkla taşıyan doygun ve duru bir sesti Ruhi Su. Sesine döktüğü türkülerin otantik değerini korudu, türkünün evrensel değerini, eskil kırsal alanın yaşamını, çağdaş kentsel yaşamın öğesi yükseltti. Halk ile aydın arasında karşıtlaşan kültürü, birbiri üstüne yükselen tek kültürde bütünleyen öncü usta oldu.”
⚫
Doğan Hızlan: “Ruhi Su, müziğin, insanın, dünya görüşünün, kültürünün ve beğenisinin en önemli kıstası olduğunu ispatladı. Bence birçok aydın, türküyü onunla sevdi ve bir türkünün ardında yatan gerçekleri onun yorumundan öğrendi. Hiç kuşkusuz bu tavrı, onun Batı müziği öğrenimi yapmış olmasından ileri geldi. Zengin bir içeriğe, gelişkin bir tekniğin bezediği bir dünya görüşüyle bakmasını bildi.”
⚫
Altan Öymen: “Türk Halk Müziği’nin büyük sesi, yorumcusu, bestecisi... Yurt dışında halk sanatımızı yabancılara tanıtmanın, sevdirmenin en etkin araçlarından biri, onun plaklarıydı. Kendisini ise, hastalığının tedavisi için bile yıllarca sınır dışına bırakmadık.”
⚫
İlhan Selçuk: “Kendinden öncesi yoktur Ruhi’nin; varoluşu, özbenliğini keşfetmek için okyanusların bilinmeyen ufuklarına yelken açan insanoğlunun öyküsüne benzer. Kendinden önce kimsenin düşünemediği bir yolculuğu göze almıştı Ruhi Su, ya yok olup gidecekti, ya da dünyamıza yeni bir dünya katacaktı. (...) Başardı. Dünyamızdan çekip giderken Ruhi Su, dünyamıza yeni bir dünya katmıştı.”
Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 129 - 1 Ekim 1985
________________________________________________________________________________________________
![]() |
[Sanatçının ölümünden sonra basında yer alan yazıları içeren bir kitap | 4 Şubat 1987 - İskenderun] |
________________________________________________________________________________________________
Tarihi 1985 yıl önce İsa’nın doğumuyla mı başlatıyoruz?
Yoksa dört bin yıl önce yazının bulunuşuyla mı?
Yoksa on bin yıl önceki insanin mağara resimleriyle mi?
İnsanlık tarihi kaç on bin yıllık olursa olsun tarihin hiçbir zamanında ve dünyanın beş anakarasının hiçbir yerinde ve bugün de dünyanın 160 küsur ülkesinde insanlar milletvekili sıkıntısı çekmemişlerdir ve bakan sıkıntısı çekmemişlerdir ve başbakan sıkıntısı çekmemişlerdir ve devlet başkanı sıkıntısı hiç çekmemişlerdir.Niçin? Çünkü bunlar tarihin her döneminde ve coğrafyanın her yerinde, her zaman istenilenden, gereksinilenden daha çok olmuşlardır. Değil bir tek dünyaya, yüzlerce dünyaya yetecek kertede vardır bunlardan. Ama tarihin her döneminde ve dünyanın her yerinde her zaman Ruhi Su’lar yoktur. Ruhi çok değil gereğince bile bulunmazlar. Ve Ruhi Su’lar bir gelir bir giderler.
İşte tarihin her zamanında ve dünyanın her yerinde gereğinden çok bulunanlar, dünyaya pek seyrek gelen (Ne mutlu bize ki yurdumuza gelen) Ruhi Su’ya tedavisi amacıyla yurt dışına çıkması için hiçbir neden de olmadan, hiçbir bahane de uydurulamadan pasaportunu vermediler. Uygar ülkelerin sanatçılar, bilimcileri, aydınları, Türkiye’nin her zaman gereğinden pek çok bulunan yetkililerini Ruhi Su’ya pasaport verilmesi için başvuru yağmuruna tuttuktan sonradır ki Ruhi’ye pasaportunun verilmesi zorunda kalındığında Ruhi Su ölüm yolculuğuna, dönüşü olmayan göçe hazırlanıyordu. Artık hiç kullanmadığı ve kullanamayacağı pasaportu ile öldü. O kullanılamayan pasaport özenilerek saklansın. Çünkü bizden sonraki kuşaklar bugünü öğrenmek ve anlamak için kullanılamayan pasaportu müzede görmelidirler.
Her sanat dalında yeni bir okul kuran öncülerin, o okulun en iyi yapıtlarını verdikleri pek seyrek görülmüştür. Ruhi Su, Türk halk müziğinde hem yeni bir okul kurdu, hem okulun en güzel yapıtlarını yarattı. Bugün onun kurduğu okulun aramızda övündüğümüz pek çok ustaları var. Elbette Ruhi’yi ölümsüzleştiren salt sesinin biricikliği ve güzelliği değildir. Onun büyük değeri Türk halk müziğini çağdaşlaştırarak yenileştirmesi, yeni üretimlere yol açması, böylece Türk sesini dünya sesi yapabilmiş olmasıdır.
Sesi güzel, işi güzel, kendi güzel, içi güzel, bir insanı yitirdik. Kendisinden geriye dünyamızda durmadan su gibi akacak güzellikler kaldı. Şeyh Galip’in Nefi için söylediği (Eyvah ki, bir çorak vadide akıp gitmişsin) dizesindeki gibi Ruhi Su da çorak yönetimlerin çölünde akıp gitti. Ama gönüllerimizde yerini alarak. Bütün bir Türk halkının, hepimizin sesi olduğu için dünyanın da sesi olmuştu. Türk halkının başı sağ olsun, hepimizin başı sağ olsun, dünyanın başı sağ olsun.
Aziz Nesin | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 129 - 1 Ekim 1985
________________________________________________________________________________________________
“Ruhi Su öldü.”
Şu üç sözcükle başlayan teleksten çıkma ajans haberi gazeteye geldiğinde, masamın üzerinde o günkü (20 Eylül) gazetelerin manşetlerine bakıyordum: “Herkese bedava ev/otomobil/teyp/televizyon”; “ABD, Özal’ı destekliyor”, “Türk işadamı 3 prensesi 18 milyon harcayıp misafir etti”, “Nilüfer, dünya dönüyor, dedi”, “Başbakan, af için ‘aceleye gerek yok’ dedi” ve “Kral takım: Fenerbahçe...”,
“Ruhi Su öldü...”
(Artık tüm “ah”lar için çok geç... çok sakin olmalıyım, çok sakin olmalıyım:)
”Ah”lar için zaman çok geç...
Gözyaşları, zamanla dindirilebilir... Ama öfke... Öfke zaman maman dinlemiyor.
Direniyor, zamana karşı, diriliyor öfke, zamanla daha da güçleniyor öfke!
Türkiye Cumhuriyeti Hükümetleri Ruhi Su’yu cezaevlerinde, demir parmaklıklar ardında tuttular! Yetmedi, emniyet gözetimine sürgüne yolladılar! Yetmedi, Opera’dan, radyoevlerinden kovdular! Yetmedi, çalıştığı özel kuruluşlardan kovdurttular! Yetmedi, plaklarını yasakladılar! Yetmedi, konserlerini yasakladılar! Yetmedi, yurtdışından aldığı konser tekliflerini, hocalık tekliflerini engellemek, tedavi olmasını önlemek için yurtdışına çıkmasını yasakladılar! Bütün bunları yaparlarken, onu açlığa, susuzluğa, soluksuzluğa, karanlığa mahkûm ettiklerini sandılar! (Sesinden, sazından, türkülerinden ve koskoca yüreğinden başka hiçbir şeyi olmayan; ne emlakçilik, ne yapsatçılık, ne başka “iş”ler çeviremeyecek olan Ruhi Su'yu belki açlığa evet, ama soluksuzluğa mahkûm edemediler.) Hayır, kimi ülkelerdeki gibi saza vuran parmaklarını satırla doğramadılar. Daha kötüsünü yaptılar: Hiçbir şey yapmadılar. Yok saydılar, görmezlikten duymazlıktan geldiler: Yasaklamak, önlemek, engellemek dışında yok saydılar!
(Hayır öfkeyi büyütmemeliyim diyorum kendi kendime. Olmuyor.
O müthiş güzel anlar düşünmeliyim:)
O müthiş an...
o müthiş an...
Hangisinden başlamalı...
Yasaklar dönemiydi. Yasaklar arasında Ruhi Su’ya konser yasağı da vardı. Ama işte Şan Sineması’nda “Abdi İpekçi Dostluk ve Barış Haftası” yapılıyordu. (1983 Şubat’ı) program yoğundu. Ruhi Su’nun birkaç türküyle programa katılıp katılamayacağı belli değildi. İzin sorunu kesin değildi... sakıncası belli değildi... son anda yasaklayacakları tutabilirdi... Belirsizlikler arasında O, elinde sazı koca sahnede göründü. Öylece duruyordu. Alkışlar sanki orada bin kişinin alkışı değil, on bin kişinin alkışıydı. O, öylece duruyordu. Alkışlar bitmiyordu. Adı söylenmiş miydi söylenmemiş miydi, şimdi anımsamıyorum, ama alkışlar bitmiyordu. O, öylece duruyor, gülümsüyor, heyecandan titriyordu... Onca yasak, onca hasret, onca özlem, alkışlarla kanatlanıyor, kanatlanıyor ve hiç bitmiyordu. Sanki hiç bitmeyecekti öylece durdu, durdu, durdu, bekledi, baktı ki çarpan, çırpınan yüreklerin durulacağı yok, sazına davrandı. O anda bin kişi soluğunu tuttu. (Ben böyle yoğun bir sessizlik daha hiç duymamıştım.) ve sahneden gelen Ruhi Su’nun sesi, oradakilerin sesi soluğu oldu: “Bu memleket bizim / Bizim dostlar bizim” diyen o gür ses hepimizin oldu.
(Öfkenin sesini bastırmak için sakin olmalıyım... Geriye, çok gerilere dönebilmek için sakin olmalıyım:)
1912’de Van’da doğdu. Birinci Dünya Savaşı’nın ortada bıraktığı çocuklardandı. Anasız, babasız... Van’dan Adana’ya yollandığında yanına yerleştirildiği yoksul ailenin kendi ailesi olmadığını “amca” diye bellediğinin amcası olmadığını sonradan öğrenecekti; Adana İngiliz ve Fransız işgalindeyken ve o “amca”yla birlikte Toros’lara kaçıp, Toros’lara sığındığında (O günlerini bana anlatırken şöyle demişti Ruhi Su: “öksüz olduğumu pek kimseye söyleyemedim, anlatamadım... Toplumumuzda hâlâ aşiret anlayışı var. İlk iş ‘kimlerdensiniz’ derler. Kendini yetiştirmiş olmanın önemi hâlâ anlaşılamadı da...”
Daha geçen yıldı. Ve ben gülerek şöyle eklemiştim:
Ruhi Su, öksüz öyle mi?
Hiç mi türküsünü dinlemediniz?
Şu Anadolu topraklarında yaşayan anasının, babasının, kardeşlerinin, ağabeylerinin sesini hiç mi duymadınız!
Bundan böyle ‘Ruhi Su kimlerdendir?’ diye soran bir ‘aşiret reisiyle’ karşılaşırsanız, siz siz olun, “hayatı ve insanları kucaklayanlardandır” deyin!)
Adana’da Öksüzler Yurdu Darül Eytam’da çocukluğunu yaşamaya ve müziğe başladı o zamanki adıyla Mehmet.
Sesi gür diye marşları, şarkıları hep o söyleyecek, okula alınan kemanı müzik hocası dışında o kullanacaktı.
Yıl 1925. Ankara’da Müzik Öğretmen Okulu kurulmuştur. 11 yaşındaki Mehmet’in Öksüzler Yurdu’ndan çıkıp bu okula girmesi yalnız ve yalnız inadın, azmin, direnişin, inancın, dinmeyen bir kavganın, müthiş bir gücün öyküsü ve serüvenidir ki, şuradaki birkaç satıra sağdırılamaz.
Özetliyorum: ilk sınavı kazanacak, hakkını, kendi dileğiyle son fırsatı olan bir arkadaşına verecek... Bir yıl sonra yine kazanacak bu kez yeni yasa gereği, Öksüzler Okulu’nu bitiren tüm çocuklarla askeri okullara yollanacak. İstanbul Halıcıoğlu Askeri Lisesi’ne... (Askeri okulda herkese “kibar” isimler verilirken, onun adı da Mehmet Ruhi olacak) askeri okuldan kaçıp Ankara’ya Müzik Öğretmen Okulu’na gitmeye çalışacak, yakalanacak, yeniden kaçacak, Ankara’ya varacak, bu kez “geri dön, dilekçeyle başvur” yanıtını alacak...Dilekçeyle başvuracak, yanıt almayacak... Sonunda kendini askeri okulda “çürüğe çıkartacak Tamam çürük çıktı, artık ver elini Ankara Müzik Öğretmen Okulu. Hayır yanıt gelir: Mektebimize ek bina yapıldığından yerimiz yok, alamayız. Ve gerisin geriye Adana Öksüzler Yurdu!
Lanet olsun!
(Hayır bunu o değil, ben diyorum. O hiç lanet etmedi. Öfkeden çıldırmadı, kahrolmadı, isyan etmedi.
Bilinçle, sebatla, inatla, inançla direndi. Çünkü bir gün o okula gireceğini biliyordu.)
Adana Lisesi’nde parasız yatılıdır Mehmet Ruhi. Sonra Adana Öğretmen Okulu’nda... Hep sürdürmektedir kemanı... Yaz ayları geldi mi evi olanlar evine, evi olmayan Konya’da bir okula yollanmaktadır. O, evi olmayanlardan, Konya’da, kendi gibi evi olmayan, Ankara’dan, Ankara Müzik Öğretmen Okulu’ndan gelmişlerle tanışacak. içi yeniden müzik eğitimiyle tutuşacak. Tüm öteki öksüz çocukların topladığı parayla Ankara’nın yolunu tutacaktı. Aylardan Eylül. Bir ay sonra giriş sınavı var.
“Konçerto falan çalmıyor musun dediklerinde çok şaştım. İlk kez duyuyordum bu sözü. Armoni, müzik imlası sözlerini de... Öğretmenlerden biri, bir konçerto verdi: Vivaldi, Sol Major Keman Konçertosu. Bir öğrenciden de ödünç keman alıp gece gündüz çalıştım.”
Tüm giriş sınavlarını başarıyla veren Mehmet Ruhi, sonunda okula girdi. Okula girdi ama kimi, “arkadaş parasıyla okunamaz, sen Konya’ya geri dön” dedi: Kimi Çocuk Esirgeme’ye yolladı. Orada “sen her öğlen kabını al gel biz yemek verelim” dediler. Kimi “hastayım diye idare et” dedi, kimi “misafir” diye gösterip idare etti... İdare ede edile birinci yılı başarıyla bitirince, parasız yatılı okula girmeye hak kazandı Ruhi Su. (Bu okuldaki ilk yılında “güzel, yalın, söylenmesi kolay ve çok sevdiği için” Su adını almıştı.)
1935-36. Hem okulda, hem de “Reisicumhur Orkestra”sındadır. 1936-42, Konservatuvarın opera bölümünde. Şan hocası Prof. Hay, “sesinin bazı tonları zayıf çıkmasını istemiyorsan, kemana daha az çalışmalısın” deyince Ruhi Su, kemanı “daha az” çalışamayacağından tümüyle bırakacaktır. 1942-52 yıllarında Devlet Operası’nda sayısız roller birbirini izleyecektir: “Fidelio”, “Satılmış Nişanlı”, “Bastien Bastienne”, “Figaronun Düğünü”, “Maskeli Balo...” Bu arada 1943’ten başlayarak, iki haftada bir pazar günleri basbariton Ruhi Su, radyoda türkülerimizi söylüyordu. (Opera kanunu çıkınca öğretmenliği bırakmıştı). Ve radyodaki programları dillerden düşmüyordu:
“Müzik eğitimim, müzikteki gelişmem, dünyaya gelişmenin, türkülere eğilmeme çok yararı oldu. Batı’nın “lied’leri gibi bizim türkülerimiz de çeşitli konulardaydı. Her konunun kendine özgü yorumu olduğunu, olması gerektiğini anlıyordum. Klasik Türk musikisinde konu tekti, hep aşktı. Oysa, halk, türkülere korkusunu, yangınını, sevincini, pireden rahatsız oluşunu, kısaca dışarıya duyurmak istediği ne varsa hepsini koymuştu... Türküye eğilişim, gördüğüm eğitim sonucu farklıydı. Hem sesimi kullanıyordum, hem yorumumu.” O güne dek türkücünün eğitimi, “şarkı geçmek”ti. Ses formları, bilgi, müzik kültürü yoktu...
Sonra, sonra, çarklar dönmeye başladı... Radyodan halkın sesi, halkın sözleri, halkın türküleri çok gür, kimilerine göre de gereksiz gür çıkıyordu... Önce radyoda, sonra operada “senin için şöyle şöyle diyorlar” başladı. Sonuç radyodaki işine son verildi. Ve kaynak kitaplara geçtiği gibi Ruhi Su 1952’de elinde olmayan nedenlerle operadan ayrılmak zorunda kaldı.
Sonra...
Sonra...
1952-57, beş yıl tutukluluk. (Yaşam arkadaşı Sıdıka Hanım’la mapusta nişanlandı, mapusta evlendi.)
Sonra Konya’nın Çumra kasabasında 20 ay gözaltı.
Sonra işsizlik.
Sonra hep yasaklar, yasaklar, yine yasaklar.
(Hayır öfkelenmemeliyim diyorum ama olmuyor. Sakin olmalıyım.
O, hep hoşgörülü, hep bağuşlayıcı, hep sakin oldu ve hiç yılmadı. Onu dinlerken, ondan örnek almalıyım:)
“Halkımın desteğini gördüğüm için sürdürdüm ve hep bu işle yaşadım.
İşimin hiçbir zaman furyası olmadı ama sevenler ciddi biçimde sevdiler, derinden bağlandılar.
Çünkü halk, işime ciddiyetle eğildiğimi biliyor, seziyor ve ileriye dönük olanı benimsiyor...”
Genç yaşlardan başlayarak Ruhi Su’nun dünyaya bakış açısı, sanatını; sanatçı duyarlığı da dünyaya bakışını geliştirdi, biçimlendirdi, güçlendirdi.
Ve bu süreç içinde, kendi deyişiyle, “sanatın ölçüleri dışına” çıkmadı.
Türküleri seçişinde dünyaya bakış açısı önemli bir etken oldu:
“Sözü ve ezgileriyle halkı en iyi anlatabilen türküleri aldım. Zaten ilk şimşekleri radyoda bu yüzden çektim ya!..
Bunları seslendirirken halkın söyleyişinden çok yararlandım ama, halkın ağzına öykünmekten, taklitten, özenmekten kaçındım...”
“Bir şeyler getirmiyor, ileriye doğru bir şey değiştirmiyorsa yaşıyor sayılmaz bir sanat. Gelenekler bile, yaşayanla zenginleşir.
Yaptığımız iş, hem halkın özlemlerini gerçekleştirmeli, hem de halkın özlemlerini geliştirmeli.”
Sonra...
Sonra yine yasaklar, yine önlemeler, yine engellemeler...
“Ruhi Su öldü.”
Şu üç sözcükle başlayan ajans haberi geldiğinden beri, kendi kendime soruyorum.
Neydi kimilerine göre Ruhi Su’yu “suçlu” yapan, “tehlikeli” yapan?
Düşünüyorum... düşünüyorum...
O, Anadolu’dan ve halkından yöre yöre, yürek yürek topladıklarını, damıta damıta biriktirdiklerini, çoğalta çoğalta halkına yeniden verdi.
Evet hepsi bu...
Halkın söyleyeceği sözü, sazıyla, sesiyle, toplumun sözü kıldı.
Ruhi Su’yu sayanlar, sevenler, artık üzülmüyoruz. Yalnızca öfkeleniyoruz.
Ona, sesine, türkülerine olan inancimizla birlikte içimizde öfkeyi büyütüyoruz.
Zeynep Oral | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 129 - 1 Ekim 1985