Özdemir Altan


Sayın Altan, yaklaşık yüzyıllık bir geçmişi olan Türk resmi, 1980’li yıllarda kendi kendisini üretebilir duruma gelmiş midir? Buna göre, kuşaklar arası organik bir süreklilik söz konusu olabilir mi?

Bu konuda ne fazla hayalci ne de karamsarım. En baştan belirteyim ki, şu ünlü plansız sanayileşmenin olumsuz yansımaları bıyığımızdan televizyonumuza; yemek çeşitlerimizden genel müdürümüze kadar bütün her şeyimize kırsal bir içerik sağladı. 1978’de Paris’te, UNESCO’da açtığımız resim sergisini gören bir eleştirmen, sergi sorumlusuna sanırım ki ressamlarınızın çoğu köylü kökenli, demiş. Böylece 1940’larda ümmetçilikten kurtulma yönünde, dünyanın saygın bir üyesi olmanın bilincinde olan Türkiye, bütünüyle en alt düzeydeki kültür ve görüşün yönetim ve denetimine geçti. O günden bu yana söz ve karar hakkını çoğunluğun sınıfsal yapısından yararlanarak ele geçirmiş olan bu kitlenin, siyasal karar ve eğilimlerimizi ve her şeyimizi nasıl altüst ettiğini görmemek olası mı?

Ve biz böylece, hâlâ dünyada geri kalmışlar dışında hiçbir ülkede tartışılmayan ABC düzeyindeki şeyleri sorun yapıyoruz. Bu bakımdan yüz yıllık bir geçmişin birikimleriyle kendini üretebilme sürecine girebilmekte olan resim sanatı da yeni bir kesintiye, deneyimsiz olduğu yeni bir bölgeye girdi. Kuşaklar arası kültürel kopukluk yaratan bütün bunlar, organik sürekliliği de engellerler.

Çeşitli nedenlerle yaptığınız sözlü ve yazılı açıklamalarda, ulusallık kavramına karşı çıktınız. Bir başka deyişle, yaşadığı zaman dilimini yeterince özümseyen ressamın evrensel tasalarla tuval başına geçtiğini, hele iletişim araçlarındaki bunca hızlı gelişim gözönünde tutulursa, ulusallığın yapay bir yöresellikle karıştırılabileceğini belirttiniz. Ancak, tüm bu gelişmelere karşın, duyarlığımızın çevremizi kuşatan sınırlı bir dünyayla oluştuğunu, yani düşünsel biçimlenme (forma mentis) gibi duyarlığımızın da baştan belirlendiğini söyleyemez miyiz?

Türkiye dışından örnek alma alışkanlığına karşı tam bir doyum ve hatta nefret noktasında olduğumuzu biliyorum. Ama bu bıktırıcılıkta benim bir suçum olmadığına göre size bir örnek: Afrika’nın Çad, Zambiya gibi ulusal bağımsızlık aşamalarında olan ülkelerinin sanatçılarının sorunu, bu “ulusallık”, “yöresellik” gibi siyasal kökenli zaman savurganlığıdır, biliyoruz. Olanakları bulunmayan bu çevrelerden gelip, orta öğrenimini, düzeyini çok iyi bildiğimiz okullarda tamamladıktan sonra her doğru olduğuna güvenecek kadar hoşgörüsüz olanlarla sekiz yaşında Çallı’yı, on ikisinde Bedri Rahmi’yi, Gauguin’i, Rembrandt’ı, Saint Seans’ı, Cherubini’yi tanımak mutluluğuna erişebilmişler arasındaki küçük fikir ayrılığıdır bu... Şunu da hemen belirteyim ki, kendinden zaman zaman kuşkuya düşen, yapmakta olduğunun doğruluğu üzerine kendiyle hesaplaşıp tartışan da yine verdiğim ikinci örnekteki sanatçı tipi oluyor.

Bütün bunlar, halka seslenmeyi -halkın düzeyini doğal afet gibi değişmez kader kabullenip- onun düzeyinde buluşmak yargısına kapılmaktan ileri geliyor. Kaldı ki halka iyi ve yeniyi sunduğunuzda, onun yanlış eğitilmiş görgülüden daha kolay özümleyip kavradığını görüyoruz. Bir Lichtenstein’i, resim koleksiyonu yaparken en geri olanı yeğleyen kent soyluya gösterin... Bir de zevki henüz yozlaşmamış bir liseliye, bir sıradan vatandaşa. Fark şaşırtıcı olacaktır.

Çevremizi kuşatanların dışında bir çember daha, onun da dışında yenileri bulunur. İlk akla gelen seçeneği ezberleyen, yalnızca yakın çevresiyle alış veriş yapan, yalnız yakın çevresinin gereksinimlerini karşılayan küçük el sanatçısıyla sanatçı arasında fark vardır.


Yine konuşmalarınızdan birinde Türk resminin boyalı desenden renge geçemediğini, ressamlarımızın renkten ürktüğünü vurgulamıştınız. Bu bağlamda, Türk resminin kısa geçmişinden yola çıkarak, su soruyu yöneltebilir miyiz? Dış gerçekliği hiçbir gönderme yapmayan, kestirme bir deyişle, varlık nedeni kendinde rengin özümsenip geniş halk dilimleriyle kucaklaşması köklü bir resim geleneğini zorunlu kılmaz mı?

Bildiğim kadarıyla kentsoylu olmanın ilk koşulu pastel zevkte karar kılmaktır. Ve asıl şaşırtıcı olan, ülkeye her moda ve akımın rahatlıkla girmesine rağmen, gerek mimarlık ve dekorasyonda, gerekse giyimde rengin bir türlü girememesidir. Sanırım bunu eğitim düzenimizdeki statükoculuk, ürkeklik ve çekingenlik, karar vermede inisiyatif eksikliği, içine kapalılık (şimdilerde bu özelliğimiz biraz değişmektedir) biçiminde açıklayabiliriz. Geleneksel sanat müzelerinin ve gelişmiş sanat eğitim ve ortamının da bulunmaması yine bu konuda etken. Akademide müze eğitimini de beş yıllık süreye katmaya zorunluyuz. Yani öğrencinin çocukluğunda geçirmesi gereken süreyi. Bu, ister istemez -ciddi eğitim adına- uzun süreli bir tutuculuk dönemine neden oluyor. Diğer ülkelerdeki eğitimlerde hocaların her öğrenciyi risk altına sürebilmek dayanak ve güvenceleri var. On beş yaşında bir çocuğun epeyce bir şeyler görmüş ve işitmiş olması, bir birikimin sahibi bulunması, eğitimde gerekli olan görgüyü tamamlamış bulunması zaman kaybını önlemektedir.

Ayrıca, resmi röprodüksiyonlardan öğrenmekteyiz. Matbaa baskısı rengin mekânsal özelliğini gösteremez,
Rengin kendine özgü soyut sorunları başlı başına bir görgü ve oluşum gerektiriyor.

Her ressamın renkçi olması gerekmez.
Ancak bir ülkenin çoğunlukla sanatçıları renkten kaçınıyorsa bazı sorunları irdelemek gereklidir.


İşitsel dünyası arabesk ve mastikayla beslenen bir toplumdan görsel yönde çağdaş atılımlar beklenebilir mi?

Bu ulus arabeski bilmiyordu. Politikacıyla zevkine düşkün Güneydoğu Anadolulu birkaç kasetçi elele vererek bunu güzelce öğrettiler. Henüz bilmeyenler de şu anda öğrenmekteler. Yani demek oluyor ki arabeskin yerine bir başka şey öğretseniz onu sevecek ve benimseyecekler. Böylece sorunuzda saklı bulunan sava bir noktada katılmış bulunuyorum.

Ne var ki Türkiye’de sınıflar ve onlar arasındaki gruplar içindeki kültürel fark çok büyüktür. Bu mastikacıdan başlar, Boulez’e, Usmanbaş’a, Tanç’a kadar gider. Dolayısıyla kökünü mastikacıya bağlı tutmakta sakınca görmeyen, o kültürün resmini dar anlamda bir entellektüel görüşle uygular. Diğeri de mevcut halk kültürünün onun gerçek malı olmayıp değişken ve yapay olduğu gerçeğine inanır, kendini geliştirip halkı değiştirmeyi amaçlar. O halde yozlaşmış müzik dinleyen toplumdan büyük bir sanatsal düzey bekleyemeyiz ama etrafı olumsuz etkenlerle dolu büyük sanatçı çıkabilir. Bu da onun en yüce doruklara tırmanmasını engelliyor.


Sayın Altan, tamamladığınız her resmin tasarladığınızla örtüştüğünü söyleyebilir misiniz? Başka bir deyişle, kendi adınıza karmaşık yaratma sürecini çözümlemeye girişseniz, yapıtın oluşumunda, teknik ve duyarlığın hangi oranda birbirlerinden etkilendiklerini belirleyebilir miydiniz?

Gerçekleştirebileceğimiz oranda, tasarladıklarımızın da uygulayabildiklerimizin de sınırları var, Bazen biri değerini aşabiliyor. Bir de, bazan tasarladığımızın üzerine erişebilmemiz olası. Ancak beraberlikleriyle anlam ifade eden bu iki ögeyi birbirinden ayırmamak gerekir. Uykumuzun kaçtığı gecelerde emellerimizin sınırı yoktur. Hem sınırsızdırlar hem de açık seçik değildirler. Bunlar yaratma eylemi sürecinde elimize geçer ve arada bir kaybolurlar. Görüyorsunuz, bu sorunuz beni biraz bocalattı. Bize zor gelen soru, yaratma sürecinin ve gerçek amacımızın cümle haline getirilmesidir. Bereket versin ki siz de katılıyorsunuz. Teknik, duyarlığı ortaya koymada görev alıyor. Duyarlıktır ki o tekniği gerekli kılıyor. Uygulama anında teknik, farkında olmadığımız duyarlıklarımızın belirginleşmesine neden oluyor. Varın çıkın siz işin içinden.



Mehmet Ergüven | sanat olayı - Sayı: 12 - Aralık 1981