7. Adam & 7. Sanat / "Göçmenler fotojenik mi?"


Almanya’da günden güne artan yabancı düşmanlığı, oradaki işçilerimizin sorunları, iki kültür arasında bocalayan genç kuşağın karşılaştığı güçlükler, her iki ülkenin de nesnel açıdan değerlendirmesi, tartışması gereken ortak sorunlardır. Ancak her tür ön yargıdan ve öznellikten arınmış bir yaklaşım, ortak çözüm yollarının bulunmasına yardımcı olabilir. Kitle iletişim araçlarına bu bağlamda büyük bir görev düşmektedir. Ne yazık ki TRT’nin bu konuya ilişkin yayınları ülkeler arası dostluğu ve barışı pekiştirici nitelikte olmaktan çok uzaktır. Uğur Dündar’ın iki kültür arasında bocalayan yitik kuşağa ilişkin geçen yıl yayınlanan programı buna çarpıcı bir örnek veriyordu. Ne Alman toplumuna ne de kendi toplumumuza ayak uydurabilen, kurtuluşu evden kaçmada, uyuşturucu kullanmada, çetelere katılmada ya da yasa dışı eylemlere katılmada bulan gençlerimizin sorunlarını hiçbir özeleştiriye yanaşmadan, sadece karşı tarafı suçlayarak dile getirmek, sorunlara sağlıklı bir biçimde yaklaşmamızı engellediği gibi, iki toplum arasındaki kopukluğu büsbütün arttırmaktadır.


Aynı fanatik yaklaşıma Ünal Küpeli’nin yabancı düşmanlığı sorununu konu alan “Mardin Münih Hattı” dizisi örnek vermektedir. Almanya’da yabancı düşmanlığı ve şovenizmi eleştiren Mardin Münih Hattı’nda, sorun “kötü Alman”, “iyi Türk” ikilemiyle öylesine çarpıtılarak ele alınmıştır ki kamuoyunda şoven duyguları ve Alman düşmanlığını körükleyen bir etki yaratılmıştır. Böylece dizi, yermeyi amaçladığı yanlışa kendisi düşmüştür. Teknik aksamalar, kötü oyunculuk, diyaloglardaki yapaylık bir yana, dizi baştan sona yanlış değerlendirmeler, çarpıtmalar, abartmalarla doludur. İki yaşındaki torunlarının eline oyuncak tabanca tutuşturup pis yabancılara doğrultun!” diye bağran ya daha konuşmasını bilmeyen torunlarına Alman tarihi ve kültürü üzerine söylevler veren Nazi yanlısı yarı deli bir baba, babasının yanında korkudan süt dökmüş kediye dönüşen, kısa süreli bir mutluluğu ise Mardin’de sıkmabaş Müslüman kadınlarının arasında bulan Alman kız, kaynağını gerçeklerde değil, önyargılarda bulan yapay figürlerdir. Kaldı ki tüm saydıklarımızı bir an unutup soruna bir de tersinden bakalım, torunlarını gerçek bir Alman gibi yetiştirmek isteyen Alman babayı Türk baba olarak düşünelim, kendi töre ve geleneklerine böylesine bağlı, böylesine vatansever biri birçoğumuzun beğenisini kazanmaz mıydı acaba?

Aşağıda Alman Dili ve Edebiyatı okuyan üniversite öğrencileriyle yapılan anketten bir kesit sunulmaktadır. Ankete katılanların çoğunluğu kesin dönüş yapan işçilerin çocuklarıdır. Uzun ya da kısa süre Almanya’da yaşamış bulunan, Almancayı bilen, Alman kültürünü öğrenmeyi amaçlayan bu öğrencilerin %70’i dizinin önyargıları ve şoven duyguları besleyen niteliğine değinmiş, geriye kalan %30’u ise diziyi beğeniyle izlediğini belirterek olumlu bir açıdan değerlendirmiştir. Anketin herhangi bir bölümde okuyan öğrenciyle değil de, Alman dili ve kültürüyle doğrudan bağlantısı olan kişilerle yapıldığı gözönünde tutulacak olunursa, %30 sayısı kaygı uyandırıcıdır.


DİZİYİ OLUMLU AÇIDAN DEĞERLENDİRENLER

  • Bu dizide Almanların saplantı derecesindeki yabancı düşmanlığı, bizimse yabancı bir ülkede hiçbir özveriden kaçınmayan yaklaşımımız çok güzel ele alınıyor.

  • İki toplum arasındaki fark çok güzel belirtilmiş: Türk’ün Alman’a gösterdiği anlayış ve sevgiye karşılık, Alman’ın onu küçük görmesi aşağılaması, ona hayvan muamelesi yapması...

  • Dizi önemli bir gerçeği dile getiriyor. Almanlar Türkleri sadece Türk oldukları için sevmezler ve onlarla kaynaşamazlar. Bu durum onlardaki önyargıdan ileri geliyor.

  • Ben bu diziyi seyrettikten sonra Alman değil de Türk olduğum için Allah’a bir kere daha şükrettim. Evet Almanlar arasında iyiler yok değil ama onlar istisna oldukları için yok olmaya mahkûm durumdalar.

  • Türklerin kullanılmaları, yapılan haksızlıklar, polisin bile yan tutması, Türklere Türklüklerini unutturmak doğrultusundaki girişimler, diziyi ibret verici kılıyor.

  • Alman gençlerinin yaşantıları, Türklere gösterilen düşmanlık, abartılmadan yansıtılmış bu dizide. Almanya’da görülen aile ilişkileri ve Alman kadınının özgürlüğü aynen dile getiriliyor.

  • Dizide beğendiğim, Almanların düşüncelerinin ve hareketlerinin eksiksiz verilmiş olması. Buna karşılık Türkler iyi anlatılamamış. Ben bir Türk’ün bu kadar pasif olabileceğine inanamıyorum. Örneğin dükkânı basılan ya da hakarete uğrayan bir Türk yapısı gereği karşı koyar.

  • Bence insan kendi geleneklerini, kültürünü hiçbir zaman unutmamalı. Bu bakımdan Öztürk Bey’in bir Almanla evlenmesi çok saçma. Sevgisiyle yenebileceğini düşündüğü sorunlar yok olmuyor, tersine büyüyüp korkunç sonuçlara yol açıyor.

  • Filmin abartılmış yanları var ama bazı gerçekleri çarpıcı bir biçimde sunmak için abartma yoluna başvurmak gerekir. Eğer bu abartılar olmasaydı dizi silik kalır, anlamını yitirirdi.



DİZİYİ ELEŞTİRENLER

  • Özünde film ne Almanya’daki Türklerin içler acısı durumunu gerçek anlamda yansıtabilmiş ne de Almanların olaya bakış açısını somuta indirgeyebilmiştir. Ayrıca yabancı düşmanlığı, savaşı yaşamış bazı olumsuz tiplerin ürünü değildir. Alman toplumunun son zamanlarda yaşadığı ekonomik sorunların sonucudur. Kati Alman milliyetçiliğini eleştirirken kendimiz aynı yanlışa, yani dar bir milliyetçilik anlayışına, şovenizme düşüyoruz.

  • Filmde erdem, saygı, sevgi kavramlarına en saf ve içten haliyle Türk toplumunun sahip olduğu imajı veriliyordu. Tabii bu filmin kendi iç mantığıydı. Bana göre bu Alman ırkçılığına karşı Türk ırkçılığının bir kıyaslamasıydı. Yönetmenle yapılan bir söyleşiden “en uç örneklere yer verildiğini” öğreniyoruz. Ama gerek filmdeki diyaloglarda, gerekse karakter betimlemelerinde Alman oyuncuların bütün bir Alman halkını temsil ettiği ima ediliyordu.

  • Filmde yabancı düşmanlığının azaltılması doğrultusunda hiçbir alternatif getirilmemiş. Tersine filmin yabancı düşmanlığını körükleyici yönde bir katkısı oluyor. Hele Almanya’da kalmış insanlar için ayağı yere değmeyen bir film bu.

  • İki farklı kültürün insanları hangi ülkeden olurlarsa olsunlar beraber yaşadıklarında elbet sorunlar olacaktır. Yalnız bu sorunların ortak yanının ele alınması gerekirken, bu filmde kötü Alman kavramı adeta bir slogan yapılmıştır.

  • İzlediğim kadarıyla senaryo yazarı ve yönetmen Alman toplumunu anlamadan, sadece kulaktan dolma bilgilerle ele almış. İstisna sayılacak olayları genellemiş. Bu film kitap okumayan, TV’den başka bir bilgi kaynağı olmayan halkımızda yanlış yargılara neden olacaktır.

  • Almanya’da son yıllarda yabancı düşmanlığının olduğunu herkes biliyor. Fakat dizideki Helmut tipi gibi Almanlar, Alman toplumunda çoğunlukta değil, azınlıktadır.

  • Bence kızın babası, yani Helmut, bir Alman’dan çok Türk babayı andırıyor. Otoriter bir aile sistemi yani bazı yasaların, kuralların konulması özellikle bizim aile yapımıza özgü. Bu türde bir aile bağlılığına Almanlarda hiç rastlamadım.

  • Yıllarca Almanya’da kaldım. Petra tipinde bir Alman kızına hiç rastlamadım, rastlayacağımı da sanmıyorum. Helmut’a gelince, bu zihniyette bir Alman erkeği Almanya’da hâlâ tek tük mevcut ama, bu tipler fikirlerini böyle açık açık dile getirmezler.

  • Bir Türk kızı bile Petra’dan daha asidir ailesine karşı. Hele hele bir Alman kızının babasının sözlerine böylesine körü körüne boyun eğebileceğine hiç inanmıyorum.

  • Bu dizide, tanımış olduğum Alman toplumundan çok farklı bir toplum yapısıyla karşılaştım. Bence dizi sorunları bu kadar abartmamalıydı. Evet Almanlar bizim hakkımızda olumsuz düşünüyorlar ama buna biraz da biz neden olmadık mı? Kendi yapılarına bu kadar ters düşen bir kültüre boyun eğmelerini onlardan ne derecede bekleyebiliriz? Alman gençliği sorunu da çok yüzeysel ve önyargılı bir açıdan işlenilmiş.

  • Punkçuların bir Türk birahanesine girip orada Alman milli marşını söylemeleri, sorunların ne denli çarpıtıldığının çarpıcı bir örneği.

  • Böyle bir dizinin amacının cepheler oluşturmak değil, bu cepheleri göstererek çözüm yolları aramak olduğuna inanıyorum. Almanya’daki Türk toplumunun hiç olumsuz yönü yok mu? Diziden bir örnek verecek olursak, Petra ve Mustafa’nın nikâhtan sonra eve davul zurna eşliğinde getirilerek bütün mahalleyi ayağa kaldırmalarına Alman komşunun karşı çıkması, izleyiciye haksız bir tepkiymiş gibi gösterildi.

  • Almanya’da kaldığım süre içinde Türklerin sorunuyla böyle candan uğraşan bir Öztürk Bey tipine rastlamadım. Serbest çalışma izni alarak iş yeri açanlar daha çok kendi çıkarları peşinde koşan, vatandaşlarının sorunlarıyla hiç ilgilenmeyen tipler. Filmde Türkler, Almanların karşısında her bakımdan hatasız ve üstün gösterilmek isteniyor. Almanya’da yaşayan Türklerin içinde parmakla gösterilecek kadar az olan Öztürk Bey’lerin değil, uyum için zorlanan Nurten’lerin sorununun gerçekçi bir biçimde aktarılması gerekirdi.

  • Dizinin bir yerinde deniliyor ki: Biz Türkler ferdi olarak sizlerden üstünüz, biz her gördüğümüz zavallıya, düşküne yardım ederiz. Böyle bir şey duyduğumda, aklıma hemen İstanbul sokaklarında her köşe başında dilenen insanlar geliyor. Ben hiçbir milletin diğerinden üstün olabileceğini düşünemiyorum. Diziyi öğrenci yurdunda yüzlerce öğrenciyle birlikte izlediğimde, onların, özellikle Türkler lehine söylenenleri içten alkışlaması beni çok üzdü.



Zehra İpşiroğlu | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 144 - Sayı: 15 Mayıs 1986
_____________________________________________________________________________________________________







7. Adam’ın 7. Sanat’taki serüveni, genelde yergi düzeyinde kalıyor

Bundan on yıl kadar önce ilk yazdığım sinema eleştirisini Brezilyalı sinemacı Glauber Rocha’nın bir yazısından alıntıladığım, şu paragrafların sonuncusu ile noktalamıştım.

Latin Amerika üzerindeki tartışmaların niteliği haline gelen bilgi verici girişten kaçınıyorum; kültürümüz ile uygar kültür arasındaki ilişkiler sorununu, Avrupalı gözlemcinin çözümlemesinde kullandığı daha geniş terimlerle anlatmak daha hoşuma gidiyor. Gerçekten de Latin Amerika, yürekler paralayan yoksullukları için durmaksızın ağlarken, yabancı gözlemci bu yoksullukları acı bir olay olarak değil de soruşturma alanının biçimsel bir verisi olarak görüyor. İki durumda da bu yüzeysel nitelik -Latin söz sanatına sızmış olan en yabansı terim efsanelerinden biri olarak-gerçek tutkusundan doğan bir yanılsamanın meyvesidir. Bunun görevi bizim için kurtuluştur, yabancılar içinse yalın bir merak konusundan başka anlamı yoktur; hatta bize kalırsa yalnızca bir eytişim idmanıdır. Bundan dolayı ne Latin Amerikalı gerçek yoksulluğunu uygar insana anlatabiliyor, ne de uygar insan Latin Amerikalı’nın gerçekten zavallı yüceliğini anlayabiliyor.

Brezilya’da, temel olarak sanatın durumu şudur: Bugüne kadar gerçeğin yanılmış bir biçimde yorumlanması bir dizi ikircile (équivoque) yol açmıştır. Bunlar yalnız sanat alanında kalmamış, ama özellikle siyaset alanını da sarmıştır.

Avrupalı gözlemci, ilkelliğe duyduğu özlemi gidereceği ölçüde azgelişmiş dünyanın sanatçı yaratıcılık sorunlarıyla ilgilenir. Ama bu ilkellik melez bir kılıkta ortaya çıkar, uygar dünyadan alınmıştır ve yanlış anlaşılmıştır, çünkü sömürgeci şartlandırma tarafından zorla kabul ettirilmiştir.
(Positif-Sayı: 73 Şubat 1966 ve Cinéma 67-Sayı 113 Şubat 1967 dergilerindeki metinden çeviren Nijat Özön: Türk Dili Sinema Özel sayısı. Yıl 1967.)

Tunç Okan’ın, İsveç’te yasadışı yollardan çalışmaya giden yurttaşlarımız üzerine yaptığı “Otobüs” filmi üzerineydi benim yazım. Aradan on yıl geçtikten sonra Ankara Anlaşması’na göre Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üye ülkelerde serbest dolaşma hakkına sahip olması gereken yurttaşlarımız sınırlardan çevriliyor, daha şanslı olup da çalışma izni olmadan iş bulanlar ise “En Alttakilerden biri olarak radyasyon dolu nükleer çöplerle haşır-neşir ediliyordu. Geçtiğimiz on yılın yedi yıla yakın bir süresini, işçi olmasam da, yabancı ülkelerde öğrenci ve sanatçı olarak geçirdiğimden, bu olgulara daha bir duyarlı oldum. Iki tiyatro oyunu ve üç filmde göçmen işçi rolünü üstlenmem de göçmen işçilere Avrupalı sinema ve tiyatro adamlarının bakış açıları konusunda yoğun deneyimler edinmeme neden oldu.



CEZAYİRLİ İŞÇİNİN ÖYKÜSÜ

Gerek kendi öznel konumum, gerekse dostluk kurduğum, ülkemden ve diğer ülkelerden gelen yabancı işçilerle olan ilişkilerim, “konuğu” olduğum gelişmiş ülkelerin göçmen ya da konuk işçiler ile ilgili sanat olaylarını ağırlıklı ve eleştirel bir biçimde izlememe yol açtı.

Örnekse geçen yıl Cannes Film Şenliği’nin “Belli Bir Bakış” bölümünde gösterilenArşimed’in Hareminde Çay - Thé au Harem d’Archimede” filmi, Glauber Rocha’nın alıntılar aldığım yazısının yirmi yıl sonra geçerliliğini koruduğunu kesin olarak kanıtlayan bir deneyim oluşturdu benim için.

Bu filmin yapımcılığını üstelik Costa Gavras üstlenmişti. Kendisi Yunan asıllı olmasına rağmen Fransa’ya yerleşmiş olan bu yönetmen, Cezayir asıllı ama Fransa tahsilli bir fabrika işçisinin romanını çok beğenmiş, film yapmaya karar vermişti. Filmin gösteriminden sonra yapılan basın toplantısında açıkladığı gibi, bu göçmen işçinin naif duyarlığının kendisini aştığını görünce, ısrar edip filmi romanın yazarına çevirtmişti. İlk yönetmenliğini yapan işçinin belirttiği gibi, Costa Gavras, çekim sırasında film ile bir yapımcının ötesinde ilgilenmiş, her gün sete gelerek kendisine yol göstermişti. Filmin gösterildiği Claude Debussy salonunu dolduran çoğunluğu Fransız bin kadar izleyici Gavras’ın bu babalığını alkışlarken, Cezayir asıllı bir işçiye film yapma olanağını veren bir ulusun bireyleri olma mutluluğunun doruğundaydılar.

Ben, yirmi beş yıl önce dişe dış savaşım vererek, özgürlüğünü kazanmış, Cezayir’den gelen bir işçinin bu kültürel vesayetten nasıl mutlu olduğunu gördükçe kötü oldum. Koca sinema salonunda benim gibi düşünen kimse yok muydu, yoksa varolan birkaç kişi filmin gördüğü ilgi karşısında susmak zorunda mı kalmışlardı bilemeyeceğim. Ama salondan başım önüme eğik çıktığımı anımsıyorum. Birçok nedenle. Sonsuza göçmüş Rocha’yı saygıyla anarak.

Filmin bakış açısı adından belliydi halbuki. iyi okuyamayan ve Fransız arkadaşlarına uyarak küçük çapta bir çete kurarak topluma yabancılaşan Cezayirli bir delikanlının,Arşimed Teoremi - Le Theorem d’Archimede” “Arşimed’in Hareminde Çay anlamına gelen “Le Thé au Harem d’Archimede” olarak karatahta üzerine yazmasından geliyordu filmin adı. Namaz kılan, vırvır eden, beddualar okuyan folklorik boyutun yalınkatlığında verilen bir anneye başkaldıran çocuk, yine kaba çizgilerle çizilmiş Irkçıların ve toplum düzenini sağlamaya çalışan polislerin saldırılarına karşı hafif de olsa uyuşturucular ve içki ile beslenen bir dostluğu, yaşadığı ülkenin gençleri ile paylaşıyordu. Topluma karşı hiçbir sorumluluk taşımayan bu gençlerin aile yapısının da çözüldüğü vurgulanıyor, film tutuklanan Cezayirli çocuğa karşı, Batılı gençlerin dayanışma göstermesi ile gözyaşartıcı bir mutlu sona ulaşıyordu. Kültürel kimliklerin özgünlüğünü ve geliştiriciliğini reddeden bu yaklaşım, göçmen çocuğu soyut bir dostluk düzleminde içinde yaşadığı toplum ile özdeşleştirmeyi bir çözüm olarak benimsiyordu. Cezayirli çocuk, artist gibi yakışıklılığı ile bu özdeşleşmeye hak kazanıyordu doğrusu. Ünlü Cezayirli düşünür ve yazar Tahar Ben Jalloun’un dediği gibi, “göçmenlerin fotojenikliği” en iyiniyetli geçinen filmde bile bir meta oluşturuyordu. Ne de olsa sinematografik ürün güzelduyusal bir üründü ve en azından masrafını çıkaracak kadar gişe geliri yapmak için izleyiciye gereksinimi vardı. Filmin özellikle Batı, uygarlığına üye izleyicisini rahatlatan duygusal sonu, gerçekten de Fransa’da filmin iyi iş yapmasına yol açıyor, “Arşimed’in Hareminde Çay” birçok taşra şenliğinde ödül üzerine ödül kazanıyordu. Ama bu ödüller ve iyiniyetli yaklaşım, Fransa’da Ulusal Cephe adlı ırkçı ve her gün bağır bağır yabancı işçilerin geldikleri yere defedilmelerini isteyen partinin geçen yıl parlamentoya otuz beş üye sokmasın engelleyemiyordu. Brecht’in söz ettiği gibi, “cehenneme giden yol iyiniyet taşlarıyla mı örülüyordu acaba?

Bu konuda bir tartışma 1974 yılında Fransa’nın ilerici yönetmenlerinden Yves Boisset’nin yaptığı “Dupont Lajoie” filmi sırasında da açılmıştı. “Sokaktaki adamın sıradan ırkçılığı” diye nitelenen filmde bir içki dükkânının sahibi Dupont (tipik Fransız ismi) Lajoie’nin (Neşe demek) her yıl yaz tatilini geçirdiği bir taşra kampinginde, oğlunun kız arkadaşının serbest davranışlarından tahrik olup, tenha bir köşede ırzına geçmeye çalışırken kızı öldürmesi anlatılıyor. Filmin başında da gördüğümüz gibi atyarışları, kaba cinsel şakalar, incir çekirdeğini doldurmaz tartışmalar veiki kişiyi sallandıracaksın, bak nasıl memleket düzelirtüründen bir felsefeyle tipik ortadirek davranışları ile gün geçiren Lajoie, kendisine rağmen işlediği cinayetten kurtulmak için, cesedi Kuzey Afrikalı işçilerin yaşadığı barakaların yanına taşır. Eskiden Cezayirlilere karşı savaşmış bir paraşütçünün başkanlığında “Arap”ları bu cinayetten dolayı cezalandırmaya gider bir grup “sıradan vatandaş.” Olaydan habersiz yemeklerini yiyen işçilerden biri ölür, kardeşi ağır yaralanır. Polis komiseri, Lajoie’nin olaydaki sorumluluğunu bilmemesine rağmen, “linç”çileri cezalandırmak ister. Ama kamuoyunun böyle bir davranıştan rahatsız olacağını belirten daha üst düzeyde bir yetkilinin baskısı ile resmi tez olarak “Arapların Fransız kızını öldüren Arap’ı kendi aralarında cezalandırdıkları Savı benimsenir. İş, örtbas edilmiştir. Sıradan yurttaşlar, sıradan yaşamlarının sıradan günlerine dönerler. Ama bir gün, öldürülen Arap’in kardeşini görür tezgâhın öteki yanında Lajoie. Paltosunun altından bir tüfek çıkararak cezasını verir Lajoie’nin. Hak yerini bulmuştur. İzleyici rahatlamıştır.

Halbuki göçmenler üzerine araştırmalar yapan bir çalışma kümesinin araştırmalarına göre, 1973-1974 yıllarında on üç tane göçmen işçi öldürülmüş, hiçbirinin katili de kurbanın yakını tarafından vurulmamıştır. Çünkü göçmen işçi, kendisine ancak üretim aracının sınırları içinde özgürlük tanıyan işveren toplumu içinde her şeyden korkmaktadır. Yasaların keyfi uygulanmasından, kültür egemenliğinden, gizli ya da açık ırkçılıktan Fassbinder’in büyük duyarlıkla yaptığı göçmen işçiler üzerine filmi, “Korku Yüreği Yer Bitirir”de anlattığı gibi.

Münih’te yalnız yaşayan ellilik, pek çekiciliği kalmamış bir kadın olan Margot’nun, yalnızlığını gidermek için genç ve yakışıklı bir Faslı genç olan Ali’yi eve kapatmasını ve çiftin kısa bir süre komşuların ve kadının akrabalarının tepkilerine rağmen, birlikteliklerinde direnişlerini anlatan film, kadının giderek kendisinin üyesi olduğu sınıfın niteliklerini benimseyerek Ali üzerinde egemenlik kurmaya çalışmasını, Ali’nin de özgürlüğü içkide ve genç bir barmen kız ile kurduğu ilişkide arayarak ilişkilerini bitirmeye yönelmesinin öyküsüdür. Filmin sonunu simgesel bir biçimde bağlayan, Ali’nin, özellikle Kuzey Avrupalı göçmen işçilerde görülen psikosomatik bir ülser krizi sonucu Margot’nun kendisini aramaya geldiği barda ölmesi, sevginin bile iki ayrı düzlemde tutulan bireyler arasında olası değil ölümcül olduğunu gösterir. Evet, Fassbinder belki biraz karamsardır ama, soruna, en azından duygusal planda belgesel denebilecek bir yaklaşım göstererek, yakıcılığının altını çizer.



“BÜYÜKELÇİLER”


1977 Antalya Film Şenliği’nde en iyi yabancı film ödülü alan Tunuslu yönetmen Naceur Ktari’nin “Büyükelçiler” filmi ise göçmen işçiler sorununu en doğru, en bilinçli yansıtan filmlerin, madalyonun öteki yüzünden yapılan yaklaşımlarla gerçekleşebileceğinin kanıtıdır. Yalnız göçmen işçilerin yaşam koşullar unun dayanılmazlığını betimleyerek değil, bu koşullara karşı başkaldırının kaçınılmaz olduğunun da altını çizen “Büyükelçiler” filminin, kimliklerini soran polise, toplu olarak “Adı: Göçmen, Soyadı: İşçi diyerek yanıt vermelerini on yıldır unutamıyorum. Filmin, bildiğimiz anlamda hiçbir kahramanı olmaması ve açık hiçbir ideolojik tez ya da kişilik sunmadan, izleyiciyi haksızlıklara ve zorbalığa karşı direnmeye yöneltmesi de başarılarından biri. Naceur Ktari bu filminde, gerçek bir olaydan, Jilalli Ben Ali’nin ırkçı bir apartman sorumlusu tarafından vurularak öldürülmesinden esinlenerek, bu ölümden duyduğu öfke ve başkaldırı duygusunu izleyiciye yansıtabiliyor. Gerçekçi ve yalın kalarak sonuna kadar. Düşmanı karikatürleşmekten elden geldiğince sakınarak, dostunu kahramanlaştırmaktan alabildiğine kaçınarak. Filminin amacını da çok yalın ama kesin bir tümce ile veriyor, Ktari:İnsancıl bir yergi değil, savaşım önerisidir filmim.


Yedinci Adam’ın Yedinci Sanat’taki serüveninde savaşım önerileri fazla olmadığı için, çoğunluğu bir yergi düzeyinde kalıyor. Bu yergiler de Glauber Rocha’nin eleştirdiği yaklaşımın örneklerini veriyor genellikle. Her ne denli yergi içeren filmler konunun ilgilendirdiklerinden çok konuyla ilgilenenlere seslendiği için, etkileri sınırlı da olsa, gelişmiş toplumların yönetilenler katında oturanları, renkleri, dinleri, dilleri ne olursa olsun, adları göçmen de olsa soyadları işçi olanlarla, dayanışmaya yönelttikleri yadsınamaz. Ama bu tür filmlerin hangi izleyiciye ve hangi yaygınlıkta ulaştığı da tartışma konusu.


Gelişmiş Batı sinema endüstrisinin ürettiği “Dupont Lajoie” gibi tecimsel sinemanın heyecanlandırıcı kalıplarına uygun filmler geniş gösterim olanağı bulabilirken, soruna daha bilinçli düzlemde bakan filmler ne yazık ki beklenen ilgiyi uyandıramayıp küçük kültürel merkezlerin zaten bu konuda duyarlı izleyicisine ulaşabiliyor ancak. Hoşgörüsüzlüğün batağında kararmış vicdanlar için ise değil yedinci, bin yedinci sanatın bile yapabileceği bir şey yok. Yedinci Adam tüm diğer üretim araçları ile birlikte Yedinci Sanat’ın da üretim ilişkilerinde söz sahibi olana kadar.



Yavuzer Çetinkaya | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 158 - 15 Aralık 1986
________________________________________________________________________________________________





Geçen Cannes Film Şenliği’nde sinemadan sinemaya koştururken tanıdık bir sözcük dikkatimizi çekti. “Turc”. Daha doğrusu şamaroğlanı anlamına gelen “Tête de Turc” deyimi. Otelimin tam arkasındaki “Le Français” sinemasındaki “Alman Filmleri Özel Gösterisi”nin programında gördüğümüz bu afişe yaklaşınca gülmek ile ağlamak arasında bir burukluk içinde kaldık. Günter Wallraff dilimize “En Alttakiler” adıyla çevrilen kitabının macerasını yaşarken İtalyan işçisi kılığına girmiş arkadaşı yönetmen Jörg Gförer’in küçük bir video kamera ile çektiği belgesel filmin Fransızca adıydı bu. Ali Levent diye bir yurttaşımızın kimliğine bürünen Wallraff’n iki yıl boyunca göçmen işçilere reva görülen davranışlara “özveriyle” katlanırken, çektiği cefaları anlatan kitabından bildiğiniz olayların bir bölümünü görsel olarak kanıtlayan bu 106 dakikalık film, namuslu ve içten bir çabanın ürünü olarak belli bir saygınlığa hak kazansa da, bir sinema yapıtından çok, toplumbilimsel bir belge olarak değerlendirilebilinirdi. Kamera bir işçi çantası içinde taşınıp çekim yapılırken, gerek kamera hareketlerini, gerekse çerçeveleri denetlemek son derece zor olduğundan, ancak ses bandından edinebildiğimiz bilgilerle neler olup bittiğini anlayabiliyorduk.

Günter Wallraff ile 1976 yılında gerçekleştirdikleriPerde Arkası Bild gazetesi çalışanı Hans Esser olarak Günter Wallraff filmiyle Mannheim Film Şenliği’nde en iyi televizyon filmi ödülünü alan Jörg Gförer’in, zor koşullar altında yapıldığı, filmde de, tanıtım kitapçıklarında da her fırsatta söylenen “En Alttakiler” yapıtı yine degerçeklik sineması (cinéma verite)” türünün ilginç bir örneği.


Macera yaşandıktan sonra çekilen ve diğer belgesel çekimlerle kurgulanan, Günter Wallraff’ın yaptıklarını açıklayan bölümler biraz “izahlı müzik” tadı verse de, radyasyona maruz bir işyerinde çalıştırmak için özellikle yakında kesin dönüş yapacak “konuk” işçiler arayan taşaron firmanın yöneticisi ile ilgili çekimler, “serbest dolaşım hakkı” peşinde koşan bizlerin “ev sahipleri” tarafından nasıl görüldüğünün bir kanıtı olarak tüylerimizi ürpertti.

Evet, Avrupa Krallığında kokuşmuş bir şeyler var. Evet, bizi hor görüyorlar. Evet, bizi aralarına almamak için Ankara anlaşması türünden uluslararası yasaları gözümüzün içine baka baka yok sayıyorlar. Fikri hür, vicdanı rahatsız bir gazeteci bile bizim insanımızın gurbet çilesini tüm içtenliğiyle kitabında ve filminde anlatırken, hiç çekinmeden “En Alttakiler” damgasını yapıştırıyor. Evet. Sanatsal değeri pek olmasa da, işçi çantasındaki kameranın görüntülerine denli savrulsa da, kitabını bile okumuş olsanız, “En Alttakiler”, günümüzün Batı uygarlığındaki çalışma koşulları ve bizim bu uygarlıktaki yerimiz üzerine kafanızda ve toplumumuzda mutlaka bir tartışma ortamı açacağı için görülmeli.


Y.Ç. | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 158 - 15 Aralık 1986
________________________________________________________________________________________________





“En Alttakiler” adlı, Günter Wallraff’un yazdığı kitabı film yapma düşüncesi nasıl ortaya çıktı?

Günter Wallraff’la sekiz yıldır birlikte çalışıyoruz. Bundan önce yazdığı kitabı da ben film yapmıştım. Yani böyle bir filmin yapımıyla ilgili bir deneyimimiz olmuştu. Daha önceki çalışmada, kitapla filmin birlikte yapımı çok başarılı bir biçimde gerçekleşmişti. Bu defa da, yine kitapla birlikte film yapma konusunu sürekli tartışıyorduk. Filmin yapılıp yapılmamasından çok, nasıl yapılacağı söz konusuydu. Yalnız böyle durumlarda, sonunda ortaya ne çıkacağını kestirmek güç oluyor. Kitap mı çıkacak, tamamlanmış bir film mi bilemiyorsunuz. Başladığımızda elimizde para da yoktu, ama çalıştık yine de. Sürekli film çekiyordum. Aradan bir ay geçtikten sonra olayı film haline getireceğimiz konusunda kuşkum kalmamıştı. iki ay daha geçince, çalışmanın sonunda kesinlikle bir film çıkacağına inanmıştım. Altı ay sonraysa, çok güzel bir film yapacağımızdan emindim.

Kitap yazılırken yazarın kitapla amaçladığı bir etki vardı. Öykünün film haline getirilmesiyle ne gibi değişik bir etki amaçlanıyordu?

İkisi oldukça farklı şeyler. Kitap hazırlanırken, gördüğümüz, yaşadığımız her şeyi yazsaydık, Alman okuyucusu için bu anlattıklarımız, düşünemeyecekleri, akıllarının alamayacağı kadar değişik gelecekti. Ve kitapta anlatılamayan ayrıntıları, kendi hayal güçleriyle ilave etmek zorunda kalacaklardı. Filmdeyse, bir yandan bütün bu anlatılanların doğru olduğunu, gerçekten yaşandığını görebiliyorlar, diğer yandansa, bazı şeyleri hayal güçleriyle filme eklemelerine gerek kalmıyor. Film sadece düşüncelere hitap etmiyor, aynı zamanda duyguları da harekete geçiriyor. Benim amacım da insanın duygularını son derece etkileyen bir film yapmaktı. Tabii sadece, son derece güçlü duygular uyandırmak da değildi amacım. Filmin insanların güldürü duygusuna da hitabetmesini istedim. Filmin belli noktalarında izleyici gülüyorsa, bu beni çok mutlu ediyor. Ama, öte yandan filmin, izleyeni son derece etkileyen, duygulandıran bir yönü de var. İzleyicilerin arasında, çoğu kez, ağlayanları da gördüm. Çünkü filmde anlatılan bütün bu olayların gerçek olduğunu akılları almıyordu.

Filmin büyük bir bölümünü, bir çanta içine gizlediğiniz, gizli kamerayla çektiniz. Bu da filmin, olayların anında ve olduğu gibi saptanmasını sağladı. Yani tam bir belgesel film özelliğini kazanmasına neden oldu. Bu ’gizli kamera’ çalışmanızda, ne gibi güçlüklerle karşılaştınız, yasal açıdan ne gibi engeller çıktı önünüze?

Çok basit, anlatayım. Gizli kamerayla yaptığımız çalışmalar ve bunun sonucunda filmin dağıtımı tamamen yasa dışı. Alman yasalarına göre, bu, açık seçik bir biçimde yasak. Hatta hapse bile atılabilirsiniz bu tür bir çalışma yaparsanız. Ve bunu işin başından beri biliyorduk.

Neden yaptınız o zaman?

Çünkü aynı şeyi, yedi yıl önceki bir film çalışmamızda da yapmıştık. O zaman olay mahkemeye aksetmişti ve büyük bir dava açılmıştı. Sonunda beraat ettik. Çünkü Alman Yüksek Mahkemesi, filmde gösterilenler, “gerçek suçları” gözönüne seriyorsa ve kamu yararı açısından, çok önemli bir görev yerine getiriliyorsa, o zaman, bu tür çalışmalar “yasal olabilir” kararına vardı. Yani kesin olarak “yasaldır” demedi. Ama, “yasal olabilir” şeklinde karara vardı. Yani, “bağımsız mahkemeler, böyle bir durumda, bu tür malzemelerin yasal olduğuna karar verebilir” dedi. Başladığımızda, sonunda bir suç unsuru olup olmayacağını bilmiyorduk. Ama çalışmalarımız ilerledikçe, bütün bunların yasal olduğu görüşüne vardık. Ancak kendi açımdan şunu belirtmek istiyorum, yaptığımız çalışma öylesine önemli bir çalışmaydı ki, yasa dişi olduğunu bilsem bile, bugün yine aynı çalışmayı yaparım.

Bunu kamu yararı açısından gerekli gördünüz, öyle mi?

Evet, kamu yararı açısından bu çalışmayı yapmam gerekliydi.

Peki, nasıl oldu da, kitapta sözü edilen bazı firmalar, aleyhinizde tazminat davaları açtılar?

Bence garip olan, filmde, işçileri sonu ölümle bitecek bir işe gönderdiklerini belgelediğimiz firmalar, bizi mahkemeye vererek, bizim yaptığımız yasaldır, bu filmi çevirenler yasaları çiğnemiştir diyebiliyorlar. Sonucun ne olacağını kestirmek güç. Bir kere bu firmaların, bizim filmi yaparken çalıştığımız yerlerdeki mahkemelerden aleyhimize bir karar çıkarmaları olanaksız. Çünkü biz, bu bölgelerde, bu firmaların yaptıklarının yasa dışı olduğunu gösterdik. Ancak, bu firmalar, başka bir bölgede, Almanya’nın güneyindeki bir mahkemede dava açtılar. Bu nedenle bu mahkemenin nasıl bir karar vereceğini bilemiyorum. Belki de Yüksek Mahkeme’ye gidilecek, bu da bir iki yıl sürebilir.

Bu filmi yaparak, acaba bu tür davranışların, özellikle de yabancı işçilerin sömürülmesini önleme konusunda olumlu bir gelişme sağlamış olacak mısınız? Yani filminiz, bu konuda olumlu çabaların başlatılması için bir başlangıç noktası oluşturacak mı sizce?

Biraz. Özellikle bizim çalıştığımız Ruhr havzasında, demir çelik endüstrisinin bulunduğu yerlerde, büyük firmalar biraz daha dikkatli olmaya başladı. Henüz yabancıların sömürülmesi sona ermedi ama, daha temkinliler. Ayrıca gerek mahkemeler, gerekse polis, daha uyanık davranıyor. Bence bu oldukça küçük bir başarı. Ama öte yandan, pek çok Türk işçisi, bu konuda daha bilinçlenmiş durumda. Artık ustabaşlarına gidip, iş koşullarıyla ilgili şikayetlerde bulunabiliyorlar. Günter Wallraff’ın kitabında, ya da filmde yaşanan olaylara benzer olayların kendi fabrikalarında da meydana geldiğini söylediklerinde ustabaşları artık çekiniyor, bir skandaldan korkuyorlar. Bu etki belki pek büyük çapta değil ama, yine de birşeyler var. Örneğin pek çok mektup alıyoruz işçilerden. Ustabaşlarına durumlarını anlatarak şikayet ettiklerini, ustabaşlarının da kendilerini artık ciddiye alarak dinlediklerini belirtiyorlar.

Filmin asıl konusunu oluşturan işçilerin, filmle ilgili doğrudan tepkileri var mı?

Filmin gösterildiği ilk günlerde iki ayrı büyük gösteri düzenledik. Bu gösterilere Ruhr havzasındaki iki büyük sendikadan temsilciler çağırdık. Televizyon ekipleri de geldi, tabii Thyssen firmasından temsilciler de oradaydı, filmde gösterilenleri yalanlamak için. İlk gösteriye 2000’i aşkın işçi geldi. Filmin gösteriminden sonra büyük bir açık oturum yapıldı. Firma yetkilileri, tabii, gösterilenleri reddettiler. İşçilerse, tümünün doğru olduğunu belirttiler. Hatta daha fazlasını söylediler, “Bu filmde gösterdikleriniz, bizce bilinen şeyler, siz gelip bir de bizim koşullarımızı görseniz. Biz filmde gösterilenden çok daha tehlikeli koşullarda, çok daha uzun saatler çalışıyoruz” gibi sözler söylediler. Bu ve buna benzer tepkileri, filmin gösterildiği her yerde aldık.

Örneğin Hollanda’da, bir kasabada, filmi gösterdikten sonra yapılan açık oturumda konuşan Belediye Başkanı, bu filmi kasabamızda göstermeniz çok güzel bir olay, bu tür olayların bizde olmamasından dolayı çok şanslıyız deyince, işçiler söz alıp, kendisini yalanladılar. Filmde gösterilenlerin tümü burada da yaşanıyor dediler.


Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 158 - 15 Aralık 1986
________________________________________________________________________________________________




Günter Wallraff, En Alttakiler / Ganz Unten (1) adlı yapıtıyla da bir toplumsal olayın baş kahramanı olduğunu kanıtladı.
Kanıtlama bir yana, W., okurların gözünde bir baş kahramandır.
Kendisi kahramanlığa özendiği için değil, olaylar onu oraya getirdiği için.

Önemli bir işi gerçekleştirmek üzere yola çıkan bir kişi, karşılaşacağı olayları daha baştan kestirebilir ve bundan doğacak sonuçları göze alır. W.’ın kahramanlığı böyle bir kahramanlık. Birtakım gerçekleri gün yüzüne çıkarmayı kafasına koyuyor; karşısındaki güç ne olursa olsun, sorunlar ne denli karmaşık olursa olsun, işine koyuluyor. Sonuçta da amacına varıyor. Geniş okur kesimlerini ardından sürüklemesi, basını aylarca meşgul etmesi, mahkemelerin W.’ın yazdıklarıyla uğraşması bunun kanıtıdır.

Tazminat davalarından elde ettiklerini, savunduğu kişilerin yararına kullanması ise W.'ın ayrı bir yönüdür. Hatta, kitabın ün yapmasını gerçekleştiren kesimler, bir kurularak, haklarını aramada kitaptan sağlanan kazançtan yararlandırılmaktadır. Çünkü W., çalışmasını kısa bir süreyle sınırlamamış, planlarını yıllar önce yapıp uygulamaya koymuştur. Örneğin, En Alttakiler çalışmasının öncesinde nerdeyse on üç yıl vardır. W. uzun koşular yaparak ciğerlerine çok hava çekme denemelerine girişmiş, kendini, ileride karşılaşacağı zor koşullara hazırlamıştır. Yalnızca bununla da kalmamış, yazarlığını sorunu olan kişilerle, kameracı ve alıcılarla tamamlamıştır. Yazarlık yapmakla birlikte, polisiye yöntemlerden, insani tongaya bastıracak her türlü kurnazlıktan kolayca yararlanmayı da bilmiştir. Yani bir Türk atasözünde olduğu gibi, minareyi çalmadan, kılıfını hazırlamıştır. Bundan da anlaşılıyor ki, kitap, çok geniş kapsamlı bir projenin sonuçlarından ancak biridir. Bu yönleriyle En Alttakiler, yalnızca birtakım gözlemleri sergileme değil, bir eyleme girişme amacını güder. W. bunun için, kendini “işçi edebiyatının bir parçası” (2) sayar.

İlk bakışta, En Alttakiler, bir çalışma toplumunun en altında yaşama savaşımı veren “köle ticareti”nden söz açıyor gibi görünüyor. Ama sorunların derinliğine inildiğinde, W.'ın amacının, iyice kokuşmaya başlamış bir sömürü düzeninin nasıl kurumlaştığını yansıtma olduğu kolayca anlaşılıyor. W., küçük hedefleri seçmiyor, toplum düzenini her yönden sarsan, insanı düzelmez biçimde yozlaştıran kurumları karşısına alıyor. W.'ın kitaplarıyla büyük okur kesimlerinin yoğun ilgisinin nedeni bu olabilir. Örneğin W., kitabında uzun bir bölümü McDonald’s lokantalarına ayırıyor. Bunun nedeni, sözde toplumu düşünerek ucuz doyum sağlayan bir işyerinin temelindeki bozukluğu; bu bozukluğun insan sağlığını nasıl tehlikelere soktuğunu anlatmaktadır. “Ali Levent”in çektikleri bunun yanında hiç.kalıyor. Çünkü tehlikeyle karşı karşıya olan yalnız “Ali Levent” değil, bütün bir kitledir.



“ÇAĞDAŞ KÖLELER”

W., En Alttakiler’i yazmaya başladığında Çernobil’deki atom sızıntısı henüz bütün Avrupa’ya yayılmamıştı. Atom denemelerinin insanlığı nasıl bir tehlikeye sokacağı belki biliniyordu, ama bu sızıntıdan önce iyice kavranmamıştı. Oysa, atom santrallarinda doğacak küçük bir arızanın bile insanlığa nelere mal olacağını W. uzun uzun anlatmaktadır. Onarılması sırasında vücuda giren ışınlar, hemen değilse bile birkaç yıl sonra, hatta yıllarca sonra insanları öldürecek bir tehlike yaratmaktadır. Bu tehlikeli işe en uygun kurbanlar, toplumun en altında, her türlü haktan yoksun, boğaz tokluğuna çalışan “çağdaş köleler”dir. Almanya iş koşullarında bu kavrama en uygun adaylar şimdilik Türklerdir. En Alttakiler ağır işlerde emekleri sömürülerek çalışan Türkleri anlatıyor, ama vurgulanmak istenen, yalnızca Türklerin öyküsü değil, emeği sömürülen bütün bireylerin öyküsüdür. Hatta Alman işçilerinin de. Sözgelimi Yugoslavlar, Yunanlılar, Türkler Almanya’ya gelmemiş olsalardı, bu olaylar yaşanmayacak mıydı? Kuşkusuz, sömürünün kuralı her yerde aynidir. Güçlü, gücünü göstermek için en zayıfı seçer. Bir vahşi hayvan da, yiyeceği başka bir hayvanın, onu en çabuk öldürecek yerine saldırır. Güçlü, kendi üzerindeki tehlikeyi savuşturmak, kendini daha egemen kılmak için, her zaman zayıf noktalar, elverişli ortamlar aramış, bulmuştur da. Bu bugün de sürmektedir. İş yaşamında, şu sıralarda en güçsüz, en korunmasız, en savunmasız durumda olan Türklerdir. Güçlü, doğal olarak, gücünü bu kesim üzerinde deneyecektir. Başka yabancılar bu durumda olsa idi, onlar üzerine yürüyecekti. Onlar da olmasa idi, Almanlar üzerinde yoğunlaşacaktı bu baskılar. Şu bir gerçek ki, bu baskılar, çalışan kesimler üzerinden hiçbir çağda kalkmış değildir.

Bu genellemelerden uzaklaşıp, En Alttakiler’de yoğunlaşan olaylar göz önünde bulundurulursa, W.'ın, düzenin yapısını vurgulamak için neden Türkleri seçtiği daha iyi anlaşılır. Kişi, siyasal yönden yurdunun topraklarını terk etmek zorunda kalmışsa, polis her an onu terk ettiği yere göndermek üzere aramakta ise, işyeri bunu Demokles’in kılıcı gibi sürekli tepede tutmakta ise, onun hayatta kalması bir lokma ekmeğe bağlı ise yasadışı koşullarla da olsa, ona layık görülen işi yapmaktan başka elinden ne gelir! W., Türk kesiminin en alttakilerini ele alarak, egemenlerin insan soyuna reva gördükleri işlemleri çağımızın gerçekçi tutumuyla dile getiriyor.



WALLRAFF’IN AMACI

İnsanlığın en altı olmaz. Bu, bir kesim insanın kendini en üstte görmesiyle oluşur. Böylece her üst, bir alttakini ezer. Gerek iç, gerekse dış sömürüde bu kural geçerliğini koruyor. Bu var olduğu sürece de toplumda bir düzenden söz edilemeyecektir. Bu düzen bozukluğunu dile getirmek ise, her çağda olduğu gibi, çağımızda da yazarın önemli görevlerinden biridir. W. bunu yapıyor.

W.’ın amacı, Almanya’da yaşayan Türk işçilerinin dramını kamuoyuna duyurmaktır. Bunu gerçekleştirmek için iki yıl süreyle Türk işçileriyle birlikte kaçak işçi olarak çalıştı. İş pazarının nasıl köle pazarına dönüştüğünü yakından gördü. Çıkarları için insanları bile bile ölüme gönderenlerin gerçeğini saptadı.

Bu amaçlar ışığında W.’ın giriştiği eylem, İtalyan romancısı Carlo Levi’nin şu sözünü anımsatıyor:Bir tek köle var oldukça, her insan onun kölelik yoldaşıdır. Ne yazık ki bu sözün içerdiği anlamı herkesin kavradığını söylemek kolay değildir. Çünkü birçok insan, kendi köleliğini de görmezlikten gelerek kendine köle aramak durumuna düşmektedir. W., Carlo Levi’nin deyişiyle, çeşitli ağır işlerde Türklerle birlikte çalışarak bu çağdaş kölelere yoldaş olma yollarını arıyor. Kuşkusuz, köleliğin ne olduğunu ancak köle olan anlar. W., bu kölelerle birlikte çalışıyor; ne var ki, gene de onların üstünde bir iş bulmakta gecikmiyor. Örneğin, “Adler”in şoförü olmak küçümsenecek bir düzey değildir. Buna karşın, bu denemelerden bile ağır yaralar almıştır. Kim bilir sinirleri nasıl yıpranmıştır, midesi nasıl bezdirici asitlerle doludur, kaptığı bronşit nasıl müzminleşmiştir, bacaklarının sızısı yüreğinin hangi damarlarını büzmektedir?

En alttakilerin durumu böyle olmakla birlikte, Türk işçilerinin büyük çoğunluğunun Almanya’da işçilerin kazanmış oldukları birçok haklardan yararlandıkları da bir gerçektir. Almanya’da işçiliklerinin bilincinde olan birçok insanımız var. Oldukça rahat işlerde çalışanlar da az değil. Ancak, köle pazarlarının olduğu da bir gerçek. Türklerin Almanya’dan uzaklaştırılmak istenmesi devlet politikası olarak gündeme geldiğinden bu yana, bu kölelerin sayısı giderek çoğalıyor. Alman toplumunda Türkleri dışlama eylemi gün geçtikçe tehlikeli boyutlara varıyor. İşin ilginç yanı, bunun bilinmesi de pek istenmiyor. Üstü örtülü bir politika, tedirginliği daha da artırıyor. Hatta, kâğıt üzerinde her şey güllük gülistanlık! Bu ortamda, W.'ın “Ali Levent” kılığına girmesi bana hiç de saçma gelmiyor. Hatta bu zorunlu gibi. Çünkü, W. önceki deneyimlerinden, kılık değiştirmenin birtakım gerçekleri gün ışığına çıkarmakta somut sonuçlarına tanık olmuş. Ama, belli bir kılığı uzun süre yürütmek de pek kolay olmasa gerek. Bir insanın kılık değiştirip uzun süre kendini ele vermemesi olağanüstü bir sinir sağlığı gerektirir. Göz renklerini lensle değiştirerek, perukla saçlı görünerek W. bunu çok iyi başarıyor olmalı ki, ilk denemelerde annesi bile tanıyamamıştır oğlunu. Hele W.’ın kendi dilindeki insanlar arasında, bilmediği bir dilde görünmeyi başarması olağanüstü bir olaydır.

W.’ın kılık değiştirmesi neden yerinde bir davranıştır?

Bir Türk’ün, “Adler” gibi birini yakından tanıması olanaksızdır. Şu yönden olanaksızdır: Bir; Türk işçisi, “Adler”in yanına yaklaşamaz. Ayrıca, “Adler”i anlayıp değerlendirebilecek toplumsal düzeni kavraması da pek kolay değildir. İki; bir Türk, “Adler”in şoförü de olabilir, ama “Adler”in ilişki çemberini kavrayabilmesi için Almancayı çok iyi bilmesi gerekir. Alman insanının karakterini tanıması da o ölçüde önemlidir. Bundan çıkan sonuç şudur: “Adler”, Ali Levent kılığındaki W.’ı bir Türk gibi görür; işlemlerini ona göre düzenler. Türk kılığındaki W., “Adler”in insanlık dışı işlemlerini çok daha somut verilerle izleme olanağı bulur. Bana kalırsa, W., alışılmış röportajlarda olduğu gibi, işyerleri ile bağlantı kurup bir Alman olarak gözlemlerini yazsaydı, kitapta öne sürdüğü gerçekleri elde edemezdi. W., Türk gibi değil de, Türklerin arasında çalışan bir Alman işçi olarak da girseydi bu işe, sonuç gene En Alttakiler’deki gibi olamazdı. “Adler”, bir Alman’ın varlığını her zaman göz önünde bulundurur, asıl kimliğinin ortaya çıkmasını engelleyebilirdi.



POLİSİYE FİLM GİBİ

W.'ın kılık değiştirmesine ilişkin yorumlar yaptıkça, En Alttakiler’in bir polisiye film senaryosu gibi geliştirildiği ortaya çıkacaktır. Gerçekten de W., En Alttakiler’de yöntem olarak bir suçüstü mahkemesi ortamı yaratıyor; kendisi de bir suçüstü mahkemesi savcısı gibi tutum takınıyor. Kitapta, karşılıklı konuşmaların geçtiği bölümlerde birçok sorgulama örnekleriyle karşılaşıyoruz. Okur, “Ali”nin Wallraff olduğunu bildiği için fazla zorluk çekmiyor; ama kitapta sorgulanan kişilerin bunu sezmesi pek kolay olmasa gerek. Kolaylık bir yana, olanaksız olduğu da, kitap bittiğinde anlaşılıyor. Birkaç kez “Ali” kimliği sezilir gibi olursa da, W. bu sınavı da kolayca atlatır. Daha önce W., deliler evinde bir alkolik, iş bulma kurumlarında işsiz, polise muhbirlik yapan bir kimse kılıklarına da girmiştir. Deneyimleri çoktur bu konuda. Böylece W., çağımız gazeteciliğine yeni bir yöntem getirmekle kalmıyor, röportaj türünün başarılı bir üyesi olduğunu da kanıtlıyor. Ona göre, gerçekleri yansıtmak için herşey mübahtır. W.'ın amacı, yabancı kaçak işçilerin gelişmiş bir sanayi toplumunun ortasında akıl almaz bir “dram” yaşadığını ortaya koymaktır. Bunu gerçekleştirmek için hangi yol gerekliyse ona başvurmaktan çekinmeyecektir. Başta da belirtildiği gibi, W., sonuca varmak için hiçbir tehlikeyi göze almaktan kaçınmayacaktır; hayatı söz konusu da olsa, bazı şeyleri göğüsleyecektir. Bir Alman olarak, bir Türk işçisinin duyduklarını, yaşadıklarını hiçbir zaman tam anlamıyla kavrayamayacağının bilincindedir. Tümüyle “Ali” olmasına engel birçok etken vardır. Böyle olmakla birlikte, W., onu başarmanın da bir yolunu bulacaktır. Onun gazetecilikten anladığı budur. Gazetecilikte en önemli ilke, kamuoyunun ilgisini canlı ve duyarlı tutmaktır. W. bunu gözetiyor; yıllarca hazırlanarak toplumu sarsacak gerçek olayların üstüne gidiyor. Psikolojik olarak da, toplum, gazetecinin değişik olaylara değinmesini ister. Kimi durumlarda, araştırılan bir olayın nasıl sonuçlanacağını merak eder. Ama her gün temcit pilavı gibi önüne çıkarılan olaylardan da bıkar. Olay hem güncel olacak, hem de bıktırmayacak. Yabancılar sorunu özellikle emekçiler açısından nerdeyse on, on beş yıldır güncelliğini koruyor. Devlet olarak, toplum olarak, birey olarak; yabancı ya da yabancıyı ülkesinde barındıran insan olarak herkes ve her kurum bu karmaşık sorundan etkileniyor. Radyolarda, televizyonlarda her gün yer almakla birlikte; cumhurbaşkanlarının, başbakanların, ilgili bakanların genel konuşmalarında, demeçlerinde de üzerinde durulan, değişmez bir sorun olarak da çıkıyor karşımıza. Belli ki, yabancılar, özellikle Türkler bir an önce ülkeden uzaklaştırılmak isteniyor; vizelerle, Avrupa’nın bir ülkesine sıkıştırılıyor; herkese iş bulunduktan sonra, ancak o zaman, ona -hiç kimsenin istemediği işler veriliyor.



YABANCI DÜŞMANLIĞINA DARBE

İnsan haklarının geçerli olduğu demokratik ülkelerde, emek veren kesimlerin karşılaştığı bu durumlar, o toplum açısından onur kırıcıdır. Bundan dolayı, bu tür olayların dile getirilmesi geniş bir kamuoyu yaratabilir. Nitekim En Alttakiler bu etkiyi yaratmıştır. Kitabın milyonun üstünde satış yapması, yalnızca W.'ın yöntemleriyle açıklanamaz. Kamuoyunun bu konulardaki duyarlığı da hesaba katılmalıdır. Ancak, kamuoyu bu olayları yeni duymuyor. Yeni duymamakla birlikte, konuyla böylesine ilgilenmesinin başka nedenleri de olabilir. Çünkü kitap yoğun bir ilgi yaratmıştır. Bu ilgi W.'ı bile şaşırtmıştır. En Alttakiler’in yalnız Federal Almanya’da iki buçuk milyon sattığı söyleniyor. Kitabın birçok çevirisi yapıldı, yapılıyor. Avrupa’nın hemen tüm ülkelerinde görülmemiş bir başarıya ulaştı En Alttakiler.

Siz nasıl açıklıyorsunuz bu olguyu? sorusuna W.’ın verdiği yanıt şöyledir:

Ne benim, ne de arkadaşlarımın aklımızın bir köşesinden bile geçmedi böyle bir yankı. Birlikte çalıştığımız arkadaşların çoğu, alabildiğine kötümserdi, diyebilirim. Her şeyden önce “konu”, F.Almanya’daki Türk işçilerinin konumu, Alman ’okur-yazarları’nın önemseyecekleri bir konu değildi.

...Geniş okur yığınlarının da artık ’yabancı işçiler’ temasını kanıksadığı öne sürülüyordu. Öncellikle Türk arkadaşlarım bütün bunlara karşın yıllardır hazırladığımız projeyi sonuna kadar götürmemizde direttiler. Öyle ’parlak’ bir sonuç beklediklerinden değil; emeğimizin boşa gitmemesini, küçük de olsa yabancı düşmanlığına bir darbe vurabilmemizi istiyorlardı; hepsi bu. Kitabın ortaya çıkışından beş ay sonra geriye bakıyorum ve birkaç sözle dile getirebileceğim bir açıklama bulamıyorum. (3)

Yabancılara yönelik hiçbir yapıt, şimdiye kadar bu şaşırtıcı etkiyi yaratmamıştır. Bilindiği gibi, gerek yabancıların kendi yazarları, gerekse yabancılarla ilgilenen başka yazarlar, sorunu bütün gerçekliğiyle ortaya koyan birçok kitap yazdılar. Gazetelerde sık sık röportajlar çıkıyor. Kendini şair, öykücü ya da romancı ilan eden birtakım pazar edebiyatçıları bir yana, Türk edebiyatında yeri olan yazarlardan bazıları konuya el atmışlar, saptamalarda bulunmuşlardır.

  • Almanya’da bir kol emekçisi olarak bir süre çalışıp sonra Türkiye’ye dönen Bekir Yıldız, Türkler Almanya’da (4) romanında iki ayrı kültürden gelen kesimlerin yaşamsal gerçeklerine değinirken, Sahipsizler (5) ve Alman Ekmeği (6) adlı kitaplarında topladığı öykülerinde Türk işçisinin gerçeklerini ortaya koymuştur.
  • Fethi Savaşçı da Bekir Yıldız gibi, Almanya’ya işçi olarak gelmiş, hiçbir abartıya yer vermeden Türkleri ve yabancıları anlatmıştır. Bei laufenden Manschinen / Makinalar Çalışırken (7) adlı yapıtında, Savaşçı, bu tür öykülerini bir araya getirmiştir.
  • Türk işçilerinin romanını yazmak üzere Almanya’ya gelen Fakir Baykurt, -ilk öykülerinde (Die Friedenstorte / Barış Çöreği) (8) idealize edilmiş olaylarla karşılaşılmakla birlikte- Gece Vardiyası / Nachtschicht (9) adlı yapıtında, insanımızı Almanya’daki gerçeğiyle yansıtmayı bilmiştir. Almanya romanlarından ilki Yüksek Fırınlar (10) da yayımlanmış bulunmaktadır.
  • Adalet Ağaoğlu, Fikrimin İnce Gülü / Die zarte Rose meiner Sehnsucht (11) adlı romanında, Almanya’ya sıradan bir işçi olarak gelen “Bayram”ın gerçeklerini evrensel bir boyutta işlemeyi başarmıştır. Çağdaş bir “Don Quijote” görünümündeki bu ilginç tipin nasıl olup da Almanya’da büyük bir edebiyat olayı yaratmadığı şaşırtıcıdır.
  • Dursun Akçam’ın Alaman Ocağı / Deutsches Heim Glück allein (12) adlı saptamaları ise, aşağı yukarı W.'ın ele aldığına benzer olaylarla doludur.

Almanya’da gelişen Türk edebiyatı söz konusu olduğunda,
  • Aras Ören,
  • Güney Dal,
  • Habib Bektaş,
  • Yusuf Ziya Bahadınlı,
  • Aysel Özakın,
  • Gülten Dayıoğlu... gibi yazarların, W.'ın değindiklerinden daha çarpıcı olaylara değindikleri görülecektir.

Bu yazarları, ileride doğacak bir edebiyatın ilk emekçileri saymak gerekir. Edebiyat düzeyleri En Alttakiler’in oldukça üzerinde olan bu yazarların Alman okurlara ulaşıp ulaşamadığı bile tartışılırken, W.'ın böylesine yaygınlık göstermesi nasıl açıklanabilir?



BİR GAZETECİLİK OLAYI

En Alttakiler’i bir edebiyat olayı biçiminde değerlendirmemek gerekir. W., bir edebiyat yaratma çabasında değildir; onun amacı, politik bir anlam kazanan yabancılar (Türkler) sorununu bütün çıplaklığı ile gün yüzüne çıkarmaktır. Bunun için kendi yaratıcılığını değil tanıkları ve araçları kullanıyor; tabii, becerikliliğini ve kurnazlığını da... Başta da belirtildiği gibi, En Alttakiler bir gazetecilik olayıdır. Ama sıradan bir gazetecilik olayı değil.

Jean-Paul Sartre, 1960’larda, “Aç milyarların bulunduğu bir dünyada edebiyatın işi ne? diye sormuş; edebiyatın görevinin aç milyarların sorunlarını dile getirmek olduğunu ileri sürerek, eleştirel gerçekçi bir edebiyat anlayışını savunmuştu. Brezilyalı yazar Carolina Maria de Jesus’un Çöplük / Favela adlı yapıtı edebiyat sayılacaksa, W., bu tür edebiyatın öncüsü olabilir. Ancak, edebiyatın görevinin yalnızca olayları saptamak ve bunları çarpıcı yöntemlerle anlatmak olmadığı açıktır. Ne var ki, günümüz endüstriyel çalışma dünyasını ve onun toplumsal sorunlarını işleyip sergilemeyi (13) amaçlayan bir edebiyatın varlığından da bugün söz edilmektedir. Sorunsal yapıtların yaygınlık kazanması, edebiyatın gelişim çizgisi konusunda da birtakım değişik düşüncelerin doğmasına yol açmaktadır. Şu bir gerçek ki, endüstri toplumunun, edebiyattan beklediği, salt sanat yapmak değildir. Max von der Grün’ün deyimiyle, W.'ı, Kendini belli bir konuya, çalışma ve iş sorununu edebiyata getirmeye adamış (14) yazarlardan sayabiliriz. Bu durumda, W.'ın başarısını edebiyatın dışında aramak gerekecektir.

W., deneyimli bir gazeteci olarak, zamanlamayı çok iyi bilmiştir. Aşağı yukarı on beş yıldır yabancı işçilere yönelik çalışmalarda bulunmasına karşın, ortaya çıkmakta büyük sabır göstermiştir. Çıkışı, yabancılara, özellikle Türklere karşı gelişen tepkinin yoğunlaştığı bir döneme rastlamıştır. Örneğin, En Alttakiler’in başarısında bir hükümet değişikliğinin rol oynayıp oynamadığı yolundaki bir soruya in verdiği yanıt özetle şöyledir: Hükümet değişikliği belirleyici bir etken değildir, ama bazı şeylerin daha iyi kavranmasını sağlamıştır. Hükümet, Türklerin Almanya’daki sayısının mutlaka azaltılması gerektiğini savunmuştur. Parlamentoda, yabancıları geri dönüşe özendirici yasalar hazırlanmıştır. İşsiz kalan Alman gençleri arasında neo-naziler güçlenmiş, bu elverişli ortamdan yararlanıp yabancılara karşı şiddet eylemlerini artırmışlardır. Hükümet, Alman toplumunun gözünde yabancıları istendiğinde silkilip atılabilecek, birkaç kuruşla ülkelerine sürülebilecek bir güruh olarak göstermeyi başarmıştır. Almanya’ya yerleşmiş aileler parçalanıyor; özellikle burada doğmuş çocuklar, üstesinden gelemeyecekleri bir dramın içine sürükleniyorlar...

Öte yandan, birtakım baskıcı uygulamalardan dolayı, Cemal Kemal Altun ve Semra Ertan olayları yaşanmıştır. W.’ın, kitabını Selçuk Sevinç’le birlikte bu iki kişiye adaması boşuna değildir. Yabarcılar, özellikle Türkler sorunu nasıl bir boyut kazanmış olmalı ki, Alman Cumhurbaşkanı Weizsacker, Federal Parlamento’da 8 Mayıs 1985 günü yaptığı,Faşizmin Avrupa’da yarattığı facianın 40. anılış yılı konuşmasında, Türklerle Yahudilere aynı satırda yer vererek, bütün halk kesimlerini, birlikte yaşamayı öğrenmeye ve barışa çağırmıştı. Hitler’in, amacına varmak için önyargıları, düşmanlıkları ve nefreti kullandığını belirten Weizsacker, şu tarihsel yargıya da o konuşmasında vardı:Geçmişi ileride bir gün değiştirmek ya da olanları olmamış hale getirmek olanaksızdır!

Bu gelişmeler, W.'ın üzerinde durduğu yabancı düşmanlığı konusuna ilgiyi artırmıştır. Kaldı ki, W.'ın gözlemleri, burada yaşam savaşı veren Türklere yabancı değildir. Türkler bu olayları kanlarında, iliklerinde duyuyorlar. Birçok Türk, yirmi, yirmi beş yıllık çileden arta kalan yaşamının döküntüsünü toplamaya çalışıyor. Türk, Almanya’da, her an umutla umutsuzluğun çalkalandığı bir girdap içinde bunalır. W., bunları saptamıştır. Amacı, yabancılar konusunda bir kamuoyu yaratmak, özellikle de Alman kamuoyunu etkilemektir. Alman toplumu açısından sorunu bir Alman’ın irdelemesi konunun ciddiyetini daha da artırmaktadır. Alman toplumunda, kendi insanının yaptığına daha bir güven vardır. Toplumun bilinçaltına yerleşmiştir bu. Kitabın Türklerce benimsenmesinin nedeni ise duygusal bir temele dayanır. Burada, birtakım işçi haklarının geliştiğinin tam bilincinde olmadığı için, insanimiz, bir Alman’ın kendi sorunlarına eğilmesinden büyük mutluluk duyar. Bu, ondaki güven duygusunun da kaynağıdır. Bir de, Türkler arasında doğan rekabet duygusu, kendi insanından kendine hayır gelmeyeceği gibi bir kanının yaygınlaşmasına yol açmıştır.



“SÜTTEN AĞZI YANAN”

Almanların kitapla yoğun ilgisini, bir Türk atasözü çok iyi açıklar:Sütten ağzı yanan, ayranı üfleyerek içer. Alman toplumu, sütten ağzı yanmış bir toplumdur. Alman, toplumlar arasında doğacak düşmanlık duygularının nelere mal olduğunu yakın tarihinde yaşamıştır. İleride ne olacağını kestirmekte ayrı bir duyarlığı vardır Alman’ın Türkler gittikçe işsiz kalmaktadır. Birçok ülkelerde büyük sorunların temelinde işsizliğin yattığı iyice biliniyor. İşsiz kalan gençler arasında saldırganlığın arttığı gözlemlenmektedir. Bütün bunlar, yabancıların oldukça yoğun olduğu Alman toplumu içinde
dal budak salmaktadır.

En Alttakiler, bir Alman’ın Alman’a dönük kitabıdır. Türkler yalnızca araç olarak alinmiştir. W. toplum eleştirisi yaparken, bu eleştirinin kamuoyunda da yayılmasını istemektedir. Bir bakıma bu, toplumsal bir özeleştiridir. Çünkü, kitapta anlatılanları nesnel bir ölçüden geçirenler, W.'ın, “Adler”in romanını yazmaya yöneldiğini fark edeceklerdir. “Adler”, devletin sağladığı temel hakları da külleyerek, devletin güvencesi altındaki insanları sömürmenin -gizli gibi görünen, gerçekte ise apaçık- bir yolunu buluyor.

Kitapta şu sözler “Adler”in ağzından çıkıyor:

Ama burada her boktan iş için yasa çıkartmasalar olmaz. Gözünü açıp kapayıncaya kadar bakıyorsun, yine bir yasa çiğnemişsin. Bu Almanya’yı boşver artık. Her şeye de öyle meraklılar, her şeyi öyle inceleyip sık dokuyorlar ki!(15)

Kitabını daha çok Almanları derin derin düşündürecek olay ve gözlemlerle çarpıcı kılan W., iyi bir gazeteci olduğu kadar iyi bir pazarlamacıdır da. Bir gün, bu olayları insan ruhuna işlemiş gerçekçi boyutuyla işleyecek bir yazar çıkacaktır kuşkusuz; ama o, “Ali Levent” kılığına giren bir “Wallraff” olmayacak. “Ali Levent”in kendisi olacaktır. Çünkü yüreğinden kan sızan “Ali Levent”tir. W. ise bu kanun aktığını görmezlikten gelmeyen namuslu bir yurttaş, bir gazetecidir. W.’ın yaptıkları, insanı bütün varlığıyla sarsacak büyük eserlere varmak için yapılan antrenmanlardır. Türklerin çektiklerinin yanında W.'ın anlattıkları devede kulak kalmaktadır. Bir gün “deve”, gövdesiyle de yazılacaktır.
_________________________________________________
(1) Günter Wallraff: En Alttakiler, Kiepenheuer & Witsch Verlag, Köln 1986.
(2) Bilim ve Sanat, Temmuz 1986, sayı 67, s. 13.
(3) Aynı dergi, s. 13.
(4) Bekir Yıldız: Türkler Almanya’da, Cem Yayınevi, İstanbul 1966.
(5) Bekir Yıldız: Sahipsizler, Cem Yayınevi, İstanbul 1971.
(6) Bekir Yıldız: Alman Ekmeği, Cem Yayınevi, İstanbul 1974.
(7) Fethi Savaşçı: Bei laufenden Maschinen / Makinalar Çalışırken, Dağyeli Verlag, Frankfurt a.M. 1983.
(8) Fakir Baykurt: Die Friedenstorte/Barış Çöreği, Ararat Verlag, Berlin 1981.
(9) Fakir Baykurt: Nachtschicht, Unionsverlag, Zürich 1984.
(10) Fakir Baykurt: Yüksek Fırınlar, Remzi Kitabevi, İstanbul 1983.
(11) Adalet Ağaoğlu: Die zarte Rose meiner Sehnsucht, Ararat Verlag, Berlin 1979.
(12) Dursun Akçam: Alaman Ocağı/Deutsches Heim Glück allein, Lamuv Verlag, Bornheim-Merten 1982.
(13) Bilim ve Sanat, Temmuz 1986, sayı 67. s. 10 (Yılmaz Onay’ın yazısından alıntı).
(14) Aynı dergi, s. 10.
(15) Günter Wallraff: Age., s. 256.



Adnan Binyazar | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 158 - 15 Aralık 1986
________________________________________________________________________________________________




Kitabınızın yayınlanmasından sonra, Federal Almanya’da neler oldu?

O günden sonra, Türkler sorunu Almanlar için açıklık kazandı. Aynı zamanda, kimliği belirsiz ölüm tehditleri aldım. Telefondaki özel konuşmalarım dinleniyordu, beni konuşturmak istiyorlardı. Genellikle, arabamı park ettiğim yer, gözlem yeri olarak kullanılıyordu. Sonra bir gün, sabaha karşı, benim evde ve yardımcılarımın evlerinde arama yapıldı: Polis, kitaplarımın, dosyalarımın yüzlerce klişesini aldı. Yaratılan bu tedirginlik ortamının amacı, daha sonra açılan davanın tanıklarını ve önemli habercilerini yıldırmaktı. Almanya’yı terketmeden önceki günlerimi, meraktan ve sıkıntıdan kendimi kurtarmak için, çalışmakla geçirdim.

Öyleyse şimdi, siz de bir göçmen, bir sürgünsünüz...

Hollanda’da, daha önceden birçok dostum vardı. Burası, Federal Almanya’ya göre, insan haklarının daha sağlam bir geleneğe oturtulduğu bir ülkeydi. Şunu kesinlikle söylemeliyim: Benim için ne göç, ne de sürgün söz konusu... Daha rahat çalışabilmek için yeğlenmiş geçici bir mekân değişikliği, bu. En önemli belgelerimi orada depoladım ve sınırda o kadar uzakta değil. Üstelik sonsuza değin açık bir sınır...

Ali adı altında çalıştığımız Thyssen firması, kitabın yayınlanmasından bir yıl sonra size karşı bir dava açtı. Bu davadaki suçlama nedir?

Bu büyük firmanın, tüm dünyadaki itibarı büyük ölçüde sarsıldı. Yöneticileri, tamamen kaybetmemek için yanıt vermek durumunda kaldılar. Uzun süre tereddüt ettiler. Onları anlıyorum. McDonald firmaları, benim anketimden sonra müşteri yitirdi, Thyssen, aynı tehdidin kendisi için de geçerli olduğunu hissetti.

Bazı olayları -ki, bunlar yaşadığım deneyler- ve bazı kişisel yargılarımı içeren bölümleri yasaklatmayı denediler. Örneğin, “Burası cehennem!” gibi yargıları çıkartmak istediler, kitaptan.

Oysa, bilmiyorlar. En altta nelerin döndüğünü bilmiyorlar. Oraya gönderdikleri işçilerin sağlıklarını yitirdiklerini, ilkel biçimde yaşlandıklarını, hatta ömürlerini tükettiklerini bilmiyorlar.

Ama sizin tanıklarınız var: Eski çalışma arkadaşlarınız ve kitabın yayınlanmasından bu yana gösterilerini sürdüren öteki işçiler...

Evet. On tanık benim gözlemlerimi doğrulamak için baroya gidecek. Ve büyük bir riski göze alacaklar, çünkü Theyssen yönetimi, içlerinde hâlâ bu firmada çalışanlara, bu davada çekimser kalmalarının daha iyi olacağı konusunda uyarıda bulunacaktır. Yine de işlerini kaybetmeyecekleri kesin, belki daha güç koşullardaki görevlere aktarılırlar. Öteki tanıklarım ülkelerine geri döndü, onları geri getireceğiz. Bu, belki bir, belki iki yıl sürebilecek, uzun bir dava olacak.

Bu davada sürpriz bir gelişme beklenebilir mi?

Evet. Thyssen firmasını suçlayacak bazı patronlar çıkabilir, ortaya, ilahlar, kendi aralarında çarpışacaklar. Bir örnek: Otuz işçi çalıştıran küçük bir firma. Theyssen, bir gün 200 işçi gerektiren bir iş öneriyor bu firmaya. Ya da, daha çok sipariş veriyor. Ne yapılacak? Küçük patron, kağıdı olan olmayan, yasadışı, o an bulabildiği kaçak işçileri çalıştıracak.

Bavyeralı bir gazeteci size karşı bir kitap yayınladı. Bu gazeteci, sizin, kitabınızın gelirinin büyük bir bölümünü bağışladığınızı açıkladığınız, yabancılarla dayanışma fonu diye bir fonun var olmadığını söylüyor. Bu ciddi suçlamaya ne dersiniz?

Yalan ve kinci, bu kitabın yazarına verilecek tek bir yanıtım var. Bu M. Mertes, Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Federal Almanya’da güvendiği adamlardan biridir. Bir gazeteci, Güney Afrika’ya gitmek için vize istediğinde, M. Mertes’i görmesi gerekiyor, işi bu zat hallediyor. Bu bilgiler onun politik yapısını tanımlamak içindi.

Dayanışma fonu, Köln’deki Bank für Gemeinwirtschaft’ta 11 49 92 92 00 nolu hesapta. Bu hesaba, kitabın yayın haklarından 1.7 milyon mark (600 milyon TL) yatırdım. Bu para, Duisburg’da kurulacak olan ve Alman gençleriyle yabancıların birlikte kalabilecekleri bir yurt için harcandı. Böyle bir proje, iki yılda gerçekleşmez. İnşaata 1987 Ekim’inde başlanacak.

Ufukta başka davalar da var mi?

Evet, filmde haberi olmaksızın gösterdiğim, zenci esir satıcısı Vogel, beni sırrımıza ihanet etmekle suçluyor. Dava, Ocak’ta Munich’te açılacak, üç yıl hapis istemiyle. Sinema Eleştirmenleri Birliği’nden bir grup, bilirkişi olarak, benim gizli kamerayla çektiğim bölümleri izleyecekler ve Munich Adliyesi’ne bir rapor hazırlayacaklar.

Bu saldırılara karşın, moraliniz nasıl? Yeni tasarılarınız var mı?

Ben deneyimi bitirdim, yazımı yazdım. Asıl gücün arkamda olduğuna inanıyordum. Ve sonra, savaşın daha yeni başladığını biliyordum, şimdi direnmek gerekir. Şu anda, bana güvenen, yazan, evime gelen, ses bantları gönderen tüm Ali’lere söz vermeyi isterdim, ama buna teknik ve yasal olarak olanak yok. Araştırmaları derinleştirmek gerekir. Bu zaman içinde, Vogel’in tuzağını konu alan, kitabin son bölümünün Federal Almanya’daki nükleer santrallarda gerçek olduğunu öğrendim. Belli bir uzmanlığı gerektiren bu santrallarda, vasıfsız yabancı işçiler çalıştırılıyormuş.

En büyük dileğim, yeni bir rolde, yeniden isimsiz bir kahraman olabilmek.
Bunu özgürce düşüneceğim. Yaşamam için tek yol, bu.



Türkçesi: Bülent Berkman | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 158 - 15 Aralık 1986
________________________________________________________________________________________________




Gelişmiş Kuzey ve Batı Avrupa ülkelerinin, daha yoksul ülkelerden gelen ve ne olsa yapmaya hazır göçmen işçi kitlelerinin akınına uğraması 1960’lardan başlayıp 70’li yıllarda hızlanarak günümüze değin sürdü. Kendilerine yeni bir yaşam kurabilmek ve “yırtmak” amacıyla, farklı kültürlerden gelen, apayrı ekonomik koşulların kıskacında kıskıvrak, her türlü horlanmayı, dışlanmayı ve sömürülmeyi göze alan milyonlarca “köylünün”, daha önce hiçbir toplumsal ve tarihsel bağları bulunmayan ileri Avrupa ülkelerini dört bir koldan istila etmeleri olgusu, 20. yüzyılın ikinci yarısına damgasını vuran ve ortaya çeşitli sorunlar çıkaran çağdaş bir “insanlık dramı”. Ucuz işçi emeğine dayalı bir ekonomik sistemin çarklarına ve dişlilerine kıstırılmış, daha baştan özgürlüğünü yitirmeyi kabullenmiş göçmen işçi kitlelerinin, günümüzde batı sömürgeciliğinin en son vardığı aşamayı örnekleyen yaşantısı, çeşitli sorunlarla, dramlarla dallanıp budaklanarak sürüp gidiyor. Sözgelimi bizim vatandaşlarımızın Almanya’da, Cezayirlilerin Fransa’da, genellikle eski İngiliz sömürgelerinden çıkagelen Hintli, Pakistanlı ve Afrikalıların İngiltere’deki, birbirini andıran olumsuz koşullardaki yaşama savaşımları, hayat kavgaları ve Avrupalılara göre son derece olumsuz koşullardaki nerdeyse çeyrek yüzyıldır süregelen çalışma standartlarının, başta edebiyat olmak üzere sanatın değişik alanlarına yansıması da kaçınılmazdı.

Avrupa’da John Berger’den alıntılanarak “Yedinci Adam” denilen göçmen işçi yığınlarının iç paralayıcı sorunları ve çıkmazları, son yıllarda edebiyattan sonra sinemanın da ilgi alanına girdi. “Yedinci Adam”, Cezayirli, İngiliz, Türk ya da Alman sinemacıları eliyle sinemaya uyarlanarak beyazperdede de boy gösterdi. Giderek son yıllarda göçmen işçi sorununu işleyen filmlerin dünyanın çeşitli sinema festivallerinde ilgiyle karşılanıp ödülleri toparlaması giderek adetten sayılır oldu. İşte bu yıl “Sinema Günleri”nde çok yerinde bir seçimle, göçmen işçi temasını ele alan filmlerden oluşan bir bölüm sunuluyor sinema meraklılarına. “Avrupa’da Yedinci Adam” adlı bu bölüm, kuşkusuz bu yıl Sinema Günleri programının en ilginç toplu gösterilerinden biri niteliğinde. Özetle gerçek sinemaseverleri, “Avrupa’da Yedinci Adam” bölümünde, Türk sinemacıların da gerçekleşmesine büyük ölçüde katkıda bulundukları 3 Alman yapımıyla Fransız, Cezayir, Danimarka ve İngiliz yapımı ilginç filmler bekliyor.

  • 1980’den beri Hamburg’da yaşayan Tevfik Başer’in ilk filmi “40 m2 Deutschland - Almanya 40 Metrekare bu bölümün en çok ilgi görmeye aday filmlerinin başında yer alıyor Türk sinemaseverleri için. Çünkü Almanya’da göçmen işçi olarak bulunan yüzbinlerce Türk ailesinden birisinin dramı üstüne dayalı bu ilk yönetmenlik denemesinde Tevfik Başer, köken bakımından bağlı olunan toplumla içinde yaşanılan toplumun kültürlerinden kaynaklanan tutum ve davranış biçimlerinin yansımasını etkileyici bir anlatımla perdeye aktarıyor. Tipik tutucu bir Türk erkeği olan işçi kocasınca 40 metrekarede yaşamaya mahkûm edilen ve ancak sarılık hastası kocasının ölümüyle özgürlüğüne kavuşabilen Turna kadının “tecrid” öyküsünü aktaran bu ilk filmiyle Almanya adına çeşitli film festivallerinde ödüller kazanan Tevfik Başer’in kahramanlarını Yaman Okay’la Özay Fecht başarıyla canlandırıyorlar.


  • Öte yandan Almanya’da çalışan bir Türk kızının çeşitli sorunlara yol açan, toplumsal farklılıkların ve çelişkilerin ortaya çıkmasına neden olan evlilik öyküsü aracılığıyla ezilişini aktaran, kadın yönetmen Helma Sanders-Brahms’ın 1976 yapımı, Ayten Erten’le Almanya’da yayınlanan kitaplarıyla ünlenen Türk yazar Aras Ören’in rol aldığı “Şirin’s Hochzeit - Şirin’in Düğünü, Almanya’daki Türkler gerçeğine yaklaşan en dürüst, yansız ve nesnel Alman filmlerinden biri olarak ilgi çekecek.

  • Başka bir Alman yönetmenin, Jo Schäfer’in, Berlin’de doğup büyüyen ve bütün zamanlarını son moda disko müziği dinlemekle geçiren, ikinci kuşak denilen Türk çocuklarının tipik birer örneği olan Cemil’le kızkardeşi Hülya’nın dramını hikaye eden filmi “Cemil” de “Avrupa’da Yedinci Adam” bölümünün, Mannheim ve Berlin film festivallerinde gösterilmiş, dikkate değer bir başka Alman-Türk yapımı.



VE DİĞERLERİ

  • “Omar Gatlato”yla tanıdığımız Cezayirli yönetmen Merzak Allouche’un Fransa’da yaptığı “Un Amour a Paris - Paris’te Bir Aşk ise birşiddet ve düş ortamında karşılaşan, manken olma hayalleriyle Paris’e ayak basmış ama ola ola ancak Belleville semtindeki bir süpermarkete kasiyer olabilmiş Cezayirli bir Yahudi aile kızı Marie’yle (Catherine Wilkening), bir soygundan ötürü 3 yıl hapis yatıp çıkmış, “astronot olmayı” düşleyen, Cezayir göçmeni bir ailenin serüvenci oğlu Ali’nin (Kerim Allaoui) çılgın ve umutsuz aşkını anlatan, Juliet Berto’yla “Kızıl” Daniel Cohn Bendit ve Isabelle Weingarten’in de rol aldığı romantikbir film.

  • Yine Cezayirli yönetmen Ahmed Rachedi’nin Fransa’da yaşayan ve günün birinde piyangodan 110 bin Frank kazanan Cezayirli göçmen işçi Ali’nin trajik öyküsünü yer yer belgesel bir tutumla görüntüleyen “Ali au Pays du Mirage - Ali Seraplar Ülkesindesi, “göçmen işçi gözüyle Fransızların ırkçı önyargılarını, çalışma koşullarının hazırladığı tuzakları yansıtan, “mutlu göçmen işçi” olunamayacağını belgeleyen bir üçüncü dünya sineması ürünü.

  • Danimarkalı yönetmen Erik Clausen’in “Manden i Manen - Ayın Karanlık Yüzü adlı filmiyse başrollerden birini üstlenen Yavuzer Çetinkaya’nın varlığıyla ilginçleşiyor bizim için. Çok sevdiği karısını öldürdüğü için 16 yıl hapiste kalan John’un (Peter Thiel) özgürlüğüne kavuştuktan sonraki yaşamından kesitler sunanAyın Karanlık Yüzü, 1942 doğumlu ressam, aktör ve yazar Erik Clausen’in dördüncü filmi. Toplumun dışladığı John’un sadece bulaşıkçılık yap- [paragrafın devamı yok]



SANSÜRDEN GEÇEBİLİRSE BU FİLMİ KAÇIRMAYIN!

  • Sinema Günleri’nin “Avrupa’da Yedinci Adam” bölümünün eğer sansürden yakasını kurtarabilirse bir diğer hoş sürprizi de son dönem İngiliz sinemasının yüzünü ağartan filmlerden biri olarak çeşitli festivallerde gösterilerek beğeni toplayan “My Beautifil Laundrette - Benim Güzel Çamaşırhanem adlı 1985 İngiliz yapımı. Senaryosu yarı Pakistanlı yarı İngiliz Hanif Kureishi’nin yazdığı “Benim Güzel Çamaşırhanem”, son derece ilginç karakterle gelişim kazanan yergi ve eleştiri dolu, sağlam senaryosu, yönetmen Stephan Frears’in dinamik anlatımı ve 1960’ların güzel ve gözde yıldızı Shirley Ann Field’in de yer aldığı başarılı oyuncu kadrosuyla değer kazanıyor. Okul sıralarından beri arkadaş olan, işçi sınıfı kökenli bir aileden gelen punkçu İngiliz genci Johnny (Daniel Day-Lewis) ile Pakistanlı Ömer’in (Gordon Warnecke) ilişkilerinin konu edildiği bu film, konusunun eşcinsel yanlarından ötürü sansürün hışmını çekmezse eğer, Türk sinemaseverleri son yılların gerçekten en ilgi çeken İngiliz filmlerinden birini izleme olanağına kavuşacaklar...




Sungu Çapan | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 158 - 15 Aralık 1986