Gençler İçin Müzik Yapan Gençler


Sanat Dergisi’nin, gençlerle iletişim sağlamak amacıyla başlattığı
“gençler için etkinlikler yapan gençler” sohbetlerinin ikincisine müzikçiler konuk oldu.

  • Yeni Türkü’den Derya Köroğlu ve Fuat Oburoğlu,
  • Ezginin Günlüğü’nden Nadir Göktürk ve Cüneyt Duru,
  • Mozaik’ten Ayşe Tütüncü ve Bülent Somay ile
  • çalışmalarını hafif müzik, caz, tiyatro için müzik (en son Dostlar Tiyatrosu’nda “Galilei Galileo”nun müziğini yapmıştı) gibi bu sanat dalının değişik türlerinde sürdüren, geliştiren Nejat Yavaşoğulları “gençler için müzik yapan gençler” sohbetine katıldılar.

Önce grupları amaçları, nitelikleri, çalışmalarıyla tanımakla başladık işe.

  • “Ezginin Günlüğü”, 3-4 yıldır, zaman zaman değişen ve şu sıralar 8 kişiden oluşan kadrosuyla müzik yapan bir topluluk. Öncelikle halk türkülerini ve kendi kültürel değişimimizi içeren özgün müziğimizi yorumlamayı amaçlayan çalışmalar, giderek beste çalışmalarına varmış ve geçtiğimiz aylar içinde Şan Tiyatrosu’nda verdikleri iki konser ile “Seni Düşünmek” adlı ilk uzuncalar ve kasetlerinde bu çalışmaların ürünü olan beste ve halk türküleri yorumları yer almış. Topluluk elemanlarından Nadir Göktürk Çalışmalarımız, ne özel olarak, türküyü çok seslendirme amacına yönelik, ne de yeni sentezler yapmak iddiasındayız diyor amaçlarını sıralarken. Gerek türkülerde hâlâ duyulan tat, gerekse onları yorumlama biçimiyle yaratılabilecek tat, topluluğun oluşturduğu repertuarın anahtarı. Topluluğun son çalışmaları, iki başarılı konser, 2 bin satan kaset ve 650 satan bir uzuncalar (bu rakamları küçümsemeyin, ileride sorunlardan söz açıldığında bunların kıymetini anlayacaksınız) ise, artık bir olgunluk döneminin yaşandığının ve dinleyenlerin bu türe ısındıklarının bir kanıtı.

  • 1983 yılının Şubat’ında beş kişiden oluşan “Mozaik” topluluğu ise repertuarın isteğine yönelik olarak 9 sahne üstü, 1 sahne arkası olmak üzere, 10 kişilik bir kadronun zorunluluğunu duymuş ve ilk konserini İstanbul’da Hodri Meydan Kültür Merkezi’nde aynı yılın Haziran ayında vermiş. Konserin adı: “Ölümden Önce Hayat Vardır”. İlk konserin getirdiği olumlu tepkiler, 1983 Kasım’ında yeni İstanbul ve Ankara konserlerini, 1984’te yeni bir repertuarı, “An Meselesi”ni getirmiş. İkinci repertuarın hazırlanma süreci, topluluk için, aynı zamanda ilk konserin getirdiği tepkiler süzgecinde bir kendini tanıma ve yolunu çizme süreci olmuş.

Bülent Somay, şöyle tanımlıyor, bu süreci:

Bir topluluk olarak ilk imajı yaratmak güç. Ama asıl güç olan, yaratılan bu ilk imajı yıkmak, değiştirmek. Ne güzel, gençler bir araya gelmişler, dünya folklorundan şarkılar söylüyorlar, gibi tanımlamalar, bizim asıl yapmak istediklerimizi söylemiyor. İşte, 1984 konserlerine hazırlanırken bu imajı nasıl değiştirebiliriz sorununu yaşadık.

Yine aynı topluluktan Ayşe Tütüncü, ilk konser öncesinde ya da sonrasında basında çıkan yazılarda yer alan ve topluluğun niteliğini belirleyen saptamalardaki bir yanlışa dikkati çekerek şunlar söylüyor:

Bize yöneltilen ilk tanımlama ’üniversiteli gençler’di. Bu tanım iki yönden sakıncalı, bence. Birincisi yanlışlığından kaynaklanıyor: Grupta bugün yer alan 7 kişiden sadece biri üniversite öğrencisi, öteki altısı ’full time’ başka işlerde çalışıp yaşamını kazanan, kazanmak zorunda olan, bunun yanında müzik alanında da saptadığı amaca varmaya çalışan kişiler. Öte yandan, ‘üniversiteli gençler’ tanımlaması, işin asıl güçlüğünü nitelemeye elverişli değil. Bu tanımın ardında ‘amatörlük’ yatıyor. Amatör hem takdir, hem küçümseme kavramlarını beraberinde taşıyor. Bu kadarı da yeter, hataları bağışlanabilir gibi. Bizim istediğimiz bu tür eleştiri değil.

  • Yeni Türkü Topluluğu, sohbetimize katılan toplulukların en eskisi ve en deneyimlisiydi. 1979 yılında Selim Atakan, Zerrin Atakan ve Derya Köroğlu’nun kurduğu topluluktan bugüne yalnız Derya kalmış toplulukta. 1979 yılında yaptıkları Pablo Neruda’dan “Buğdayın Türküsü” ile, büyük ilgi gören topluluk, bu ilk uzunçalarlarında Can Yücel, Yaşar Miraç, Kemal Burkay gibi şairlerin yapıtlarını da seslendirdi. Finansmanını kendilerinin üstlendikleri bu plağı, bastırmak da, ayrı bir sorun oldu. “Sakıncası yoktur” diye kâğıt getirin, basalım dediler. Gerekli işlemler tamamlanınca, plak ortaya çıktı. 1983’te yeni bir uzunçalar yaptı Yeni Türkü: “Akdeniz, Akdeniz”. Yine aynı sorunlar, yine aynı engeller ve müzik yapmayı çoktan aşan artı çabalarla.


GENİŞ KİTLELERE ULAŞABİLMENİN YOLU

Derya Köroğlu, genç bir topluluğun çalışmalarını konserlerle, plaklarla, kasetlerle geniş kitlelere ulaştırabilme öyküsünü şöyle anlatıyor:

Önce biz organizatörleri buluyoruz. Sistemin değişmesi, yani organizatörlerin bizi bulması için, önce onların beğenilerinin değişmesini beklemek gerek. Ayrıca, eğer büyük bir organizatör desteklemiyorsa, konserler kârlı bir iş değil. İşi kârsız kılan iç yapı. Bir star’ın konserinde, sanatçının ve çalgıcılarının alacağı para, önceden belirli oranlara göre saptanıyor. Bizler için, böyle bir şey söz konusu değil. Plakta ise, ancak bin adet uzunçalar satışı sonrasında kendini kurtarma söz konusu. 1983 yılında Akdeniz, Akdeniz’i yaptığımızda kaset kârlı değildi. Şimdi orijinal kasetler, plaklardan daha çok ilgi görüyor.

Derya Köroğlu, sorunları açıyor, sorunlar birbiri ardına sıralanıyor:
Dağıtım sorunu, dağıtımcıların yeni topluluklara, özellikle alışılmışın dışında müzik yapan topluluklara karşı tutumları, yanılgıları,
telif hakları, korsan kaset, profesyonel müziğin çıkmazı.

Nejat Yavaşoğulları’na göre, Türkiye’de dağıtımcılar riske girmek istemiyorlar, ama bu konuda yanılgıya düştükleri de oluyor:

Örneğin bir Ferdi Özbeğen tuttu, benzer iş yapan Ümit Besen çıktı. Dağıtımcılar hemen benimsediler, çünkü riski yoktu olayın. O da tutacaktı. Ama, bir Mazhar-Fuat Özkan olayında yanıldılar. Riskli bir olguydu, bu üçlü. Ve tutunmak için de, uzun yıllar beklediler. Sonunda bir ’hit’ parça yaptılar ve işi bitirdiler. Profesyonel müzik çarkının dışında kalan müzikçiler, Türkiye’de, hobi olarak bir grubu ele alan yapımcının, dağıtımcının eksikliğini çekiyorlar.

Dağıtımcıların, iş garantisi olmayan gruplardan uzak durmaları, doğal olarak işin maliyetine yansıyor ve yeterli bir baskı adedinde, 700 liraya satılabilecek olan kasetler, bin lirayı bulan fiyatlarla satılmak zorunda kalıyor. Başka engeller de çıkıyor ortaya. Örneğin İstanbul’da dağıtımı, satışı serbest olan kaset ve plaklar, başka bir kentte yasaklanabiliyor. Kimi zaman, o başka kentlere ulaşamıyor bile. Üç büyük kentin belli başlı birkaç kitapçı ya da plakçı dükkânındaki satışlara bağlanıyor, maliyetin kurtarılması umudu. Zaten bir plaktan, bir konserden hoşnut olmanın ölçüsü maliyetin kurtarılması. Kazancı ise, yeni bir konser, yeni bir plak, yeni arayışlar için oluşan istek, umut, heyecan.


TRT’NİN ANLAŞILMAZ TUTUMU

Bu umudun, bu heyecanın daha ileriye götürülmesi için neler yapılmalı, çözüm yolları nerelerde aranmalı? İlk adım, topluluğun tanınması, yaptığı müzik türünü, kendi anlayışından ödün vermeksizin geniş kitlelere duyurması. Bunun, en kesin yolu TRT’den geçiyor. Ancak, sohbetimize katılan bu üç gruptan, denetim engelini aşarak, TRT olanağından yararlanabilen yok. Kimi sonuçtan emin olarak bu olanağı denememiş bile. Kimiyse denemiş, ama boşuna olduğunu bilerek. TRT denetimi, örneğin halk türkülerinin bu topluluklarca sunulan yorumlarını otantik olmadığı gerekçesiyle geri çeviriyor.

Nadir Göktürk, Ezginin Günlüğü’nün “Seni Düşünmek” adlı uzuncalarında yer alan parçaların denetimdeki şanslarını ve TRT’nin bu konudaki tutumunu şöyle değerlendiriyor:

Basın organlarında görünmenin, plak, kaset satmanın en kolay yolu TRT’den geçiyor. Bizim son plağımızdaki beş parça geleneksel. Bunlar, TRT’nin anlayışına göre ’otantik’ olmadıkları gerekçesiyle denetimden geçmez. Oysa TRT, zaten otantik değil. Örneğin Karadeniz türkülerini kemence değil de, bağlama eşliğinde dinleyebiliyoruz, TRT’de. Adnan Saygun’un çok sesli düzenlemeleri geçiyor, otantik olmamalarına karşın. Şöyle diyebiliriz: TRT’de, ancak resmiyet kazanmış adlara izin var.


ORTAK YÖNLER, ORTAK SORUNLAR

Söz konusu toplulukların,
genç olmak, benzer türde müzik yapmak, aynı sorunları, belki de aynı yazgıyı paylaşmanın ötesinde de ortak yönleri, ortak özellikleri var.

Ayşe Tütüncü, bu ortaklığı şöyle tanımlıyor:

Ben ortaklığı şöyle hissediyorum: Bizler profesyonelleşmeye olduğu gibi, yayılmaya, sevilmeye, ortaya bir yapıt koymaya da temkinli yaklaşıyoruz. Kolayca beğenmiyoruz. Konserde, bizim beklediğimizden başka bir parça sevilirse, bunun nedenini arıyoruz. Bazen, ’nerede yanlış yaptık da, dinleyici seçiminde yanıldı?’ diye düşünüyoruz. Popülerleşmeye kuşkuyla bakıyoruz. Bir şeyin yayılıyor olması, başlangıç için, olumlu bir gelişme değil bence.

Bir şeyin yayılıyor olması, olumlu bir gelişme değil. Bu değerlendirme, bugün gençliği etkisi altına alan bir başka müzik türüne getirdi sözü: Arabesk. Gerçekten de bu tür, TRT’nin yardımı da olmaksızın, geniş kitlelere yayılmayı başarmıştı. Yani biraz önce, edilen en büyük sorunu yaşamasına karşın, hiç etkilenmemişti. Neydi farklı olan? Nejat’a göre, genç müzisyenler olaya arabesk kadar otantik yaklaşmıyorlardı. Arabesk, insanları geçmişteki birikimlerinden, yani zayıf taraflarından yakalıyordu. Fuat Oburoğlu’na göre ise, yaptıkları müziğin ortak özelliği hit olmaya elverişli olmaması ve yarı akademik bir yaklaşımla işlenmesiydi.

Sorunlar nasıl aşılabilir?
Yoksa, kaybolup gitmek kaçınılmaz yazgı mı?

Yanıtlar birbirini izliyor, gençlerin umutlarını, karamsarlıklarını, geleceklerini, heyecanlarını, ama en önemlisi ödün vermemekteki kararlılıklarını sergiliyor:

Profesyonel müzik adı verilen ama ne olduğu belli olmayan bir müzik var, bir de bizler varız. Biz yolumuzu seçtik.
Profesyonel müziğe gitmiyoruz, bir stara vokal yapmıyoruz, bas çalmıyoruz. Kendi müziğimizi yapıyoruz.
Ya müzik yapımcılarının zevkinin değişmesini bekleyeceğiz, ya da...


Ben bitmek, yitip gitmek istemiyorum. Biliyorum, bunu hiçbirimiz istemiyoruz.
Ancak, birtakım yapımcıların bizi görmelerini bekleyemeyiz. Değişik bir şekilde profesyonelleşmenin yolunu bulmalıyız.
Yapımcıların olduğu gibi, bizim de riski göze almamız gerekiyor. Mutlaka bir yolu olmalı, diye düşünüyorum.


Ben pek umutsuz bir dönemde olmadığımızı düşünüyorum. Beğeni yavaş yavaş gelişiyor.
80’lerde kaç seyircimiz, kaç dinleyicimiz vardı, ya şimdi?


Popüler kültür lanetlenebilir de, göklere de çıkarılabilir. Theodorakis, 1960 sonrasında, kitle müziği yarattı.
Ama bunun geçtiği aşamaları bulmak gerekir.


Bizler yetinmeyiz, ama popülerleşme olayının var olduğu bir toplumda yaşamakla, olmayan bir toplumda yaşamak farklı.
Tıpkı, bir şeyi yapmakla, sunmak arasında fark olduğu gibi. Temkinli olmalıyız.


Toplumsal gelişimi yakalayabilirsek,
değer yargıların doğru saptayabilir ve bunları kendi süzgecimizden geçirebilirsek, halka mal olmak, kalıcı olmak mümkün.


Önemli olan toplumsal değişimlerde kendi istediğin yeri bulabilmek.


Sahne üzerinde asık suratlıyız. Yaptığımızdan kendimiz de hoşnut değiliz.


Bizim olayımız, müzik. Önce müzik olarak etkilemeliyiz. Müzik, ritim demek.
Dinleyici el de çırpacak, oynayacak da. Müziğe duyguyu katmamız gerekiyor.


Başlıca eksiklik: Deneyimsizlik. Bir de üslup farkı. Theodorakis’in, Yunan müziğinin, hatta arabeskin geleneksel üslupları var.
Bizim yaptığımız müziğin, Türkiye’deki örnekleri kopuk kopuk. Geçmişten aldığımız fazla bir şey yok.


İletişim kurmanın yollarını bulmalıyız.


İLETİŞİMSİZLİK

Evet, yalnız müzik yapanların değil, belki de tüm gençlerin sorunu, bu: iletişimsizlik.


Mozaik’ten Ayşe,İnsan önce kendi yaptığının anlaşılacağına inanmalı diyor:

Kendi yaptığımız müzik, kendi geleneğimizde bir çizgi oluşturmalı.
Bu geleneği kendimizin oluşturmasının hazzını duydukça, konser günü çok güzel bir iletişim kurulacağına inanıyorum.

Bülent Somay’a göre ise en önemli sorunlardan biri iki konser arasındaki yalnızlık:

Bir konser bittikten sonra hangi yolu seçmeliyiz: Yeniyi denemek mi, eskiyi sürdürmek, geliştirmek mi? Belki ikisinin sonucu da aynı olacak; tatminsizlik. Ama, bu tatminsizliği biz kendi içimizde yaşıyoruz. Verdiğimiz konseri daha iyi duyurmak iyi ama, yeterli değil. Asıl yalnızlık, iki konser arasında kendini gösteriyor. Bize yol gösterecek bir tartışma ortamı yok.

Gençler arasındaki iletişimsizlik, sesini sanatsal düzeyde duyurma aşamasına getiren kişi ya da toplulukların etkinlikleri söz konusu olduğunda,
yeni bir sorunu getiriyor beraberinde: Basınla iletişimsizlik.

Evet, konser verdik ama, basında hiç ciddi eleştiri çıkmadı. Ne olumlu, ne de olumsuz.


Ya Gençlik Yılı olmasa ne olurdu? Yine böyle bir söyleşi ortamı gerçekleşir miydi?
Her şeye bir bahane gerekiyor.


Bir müzik dergisi olsa. Ortaklıklarımız o kadar acılı noktada ki...


Biz müziğimizle uğraşıyoruz. Dergiyi profesyonel biri yapmalı.


Hayır, müzik ve dergicilik bir anda yapılabilir.

Sohbetimizin sonuna geldik. Sorunların ana odağı, müziğin, tecimsel kaygıları her zaman duyması. Müzik, her şeyden önce tecimsel bir olay. Bugün gençler enstrüman sıkıntısıyla karşı karşıyalar. Plak, kaset yapmak, bunları dağıtmak, satabilmek, geniş kitlelere ulaştırmak... Bunların yanında, yaşamını kazanmak, karnını doyurmak, müziğin dışında bir uğraş edinmek zorunda olmak... Öte yandan, tecimsel olmayan kaygılar: Denetim, yasaklar, iletişimsizlik... Ve sonuçta, ne yaptığını bilen, yaptığından ödün vermeyen genç müzisyenler, sönen umutlar, yeni gençler, yine sönen umutlar, yine çıkmaz, yozlaşan müzik, niye arabesk?’ tartışmaları...


“BİR ÇİÇEK DOĞACAK”

Nejat Yavaşoğulları’nın “müzik” tanımında tüm sorunların bir özeti var sanki:

İnsan, Jamaika müziğinde de Afrika müziğinde de kendine yakın bir şeyler bulabilir. İkisini de dinlemekten hoşlanır. Bugün bizim müziğimizi etkileyen, Orta Asya, Arap, Bizans müzikleri var. Bu birikimlere, dışarıdan gelen müziği, onun getirdiği etkileri de ekleyin. Bütün bu etkileşimlerden bir çiçek doğacak. Ama, bu çiçeğin boyu ve eni belirleniyor. Ardından ne renk olması gerektiği de söyleniyor. Ortaya doğal, çok güzel bir çiçek çıkması beklenirken, hiç hesapta olmayan sinirli bir müzikle karşılaşıyoruz. Bu, bir bakıyorsunuz, çatlak, kuru bir müzik oluyor; bir bakıyorsunuz, beğenmedikleri, denetim engelini karşısına dikiverdikleri arabesk.



Bülent Berkman | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 119 - 1 Mayıs 1985
________________________________________________________________________________________________




Yaşamın her alanında olduğu gibi, sanatın değerlendirilmesinde de Türkiye’de tarihsel değişim noktaları, çözümlemeler yapmakta temel kıstas olarak ele alınagelmektedir. Günümüzde de, geçmişi değerlendirme ölçeği olarak 1980 yılındaki darbe, ana dönüşüm noktası olarak ele alınmaktadır. Bunun, ekonomik ve politik araştırmalar, değerlendirmeler için temel bir belirleyici faktör olması kaçınılmazdır. Ancak, sanat ve sanat ürününün çözümlenmesinde bu faktörü gözardı edemezsek de, yapıtların sanatsal ve estetik kimliğini ön planda tutup yorumlayabilmek en önemli kıstastır. Bu da, yapıtın topyekûn algılanabilmesi, yaratıcılarının ideolojik ve estetik değerlerini bir ayırım yapmadan sorgulamakla anlam kazanabilmektedir.

Türkiye’de sanatsal alanda “pop müziği”nin oldukça kısır bir yazınsal ve eleştirel tarihe sahip olduğu bir gerçektir. Hatta, bugünün birçok elit çevresi, örneğin rock müziğinin, artık yerleşmiş bir kültür çizgisi oluşturduğunu kabul edememektedir. Bu tür düşünce ve sınırlamalara karşı olan günümüz gençliği ise, müzik beğenilerini hapsetmeyip, son yılların önemli birçok pop ve rock gruplarını izlemekte ve desteklemektedirler.

Biz, bu yazımızda, böylesi müzik türleri içinde, son yıllarda kendilerine yer edinmiş,

      • Yeni Türkü,
      • Mozaik,
      • Ezginin Günlüğü,
      • Çağdaş Türkü ve
      • Bulutsuzluk Özlemi adlı topluluklardan ilk üç tanesinin son aralıklarla yayınladıkları yapıtların değerlendirmelerini amaçlıyoruz.


YENİ TÜRKÜ

Araştırmacı kimliğini yitirmeyen, kendi sound’unu 1983 yılında çıkan “Akdeniz Akdeniz” adlı kasetiyle ortaya koyan bir topluluk olan Yeni Türkü, beşinci yapıtları olan “Yeşilmişik”i yayınladı. 1986 ve 87 yılında yayınladıkları “Günebakan” ve “Dünyanın Kapıları”nda müzikal boyutta, aranan yenilikte bestelerin sayısının az olmasına, yapıtın iç müzikal bütünlüğünün tam anlamıyla yerine oturmamasına rağmen, son kasetlerinde umut verici birçok beste, müziğe verdikleri özenin açık bir göstergesi.

“Yeni Türkü” adlı Latin kökenli sanat akımına kendilerini tam olarak bağlamasalar da, Üçüncü Dünya’nın halk müziği ve formlarına duydukları sempatiyi görmeden geçmek mümkün değil. Akdeniz motiflerinin lirik ezgilerini müziklerine yedirirlerken Klasik Türk Müziği’nin makamsal yapısından da yararlanmaya çalışıyorlar. Ancak, temel taş olarak da, Batı müziği çalgıları ve tekniklerine sadık kaldıklarında, müzikal kaynaşmanın sağlanmasında aksaklıklar doğruyordu.

Son yapıtları “Yeşilmişik”de bu çizginin dışına çıkan, deneysel kimlikli, önemli şarkılara rastlamamız bizi çok sevindirdi. Şarkılardaki ritmik çizgiyi tutturmak için söz konusu olabilen zorlama çabaların hiç olmadığı damıtılarak yazılmış ilk beste olarak, kasetin başı ve sonundaki “Açelya” adlı bestelerden söz edebiliriz. Özellikle “Açelya Üzerine Çeşitleme”de, teknik hassasiyetin yanında, çalgıların imkânlarının oldukça geniş bir şekilde kullanılması, bağımsız birçok müzikal rengin aynı beste içindeki ustalıklı örgüsünü hemen kulağımıza sokuyordu. “Arkadaşlar Ayrılıklar” ise Selim Atakan’ın hemen her kasette imzasını attığı müzikal arayışlarının yeni bir ifadesi olarak değerlendirilebilir. Ama, yeni bir boyut katan bir beste olduğunu söylemek yine de zor. Yapıtın bizce en önemli iki bestesi ise, Derya Köroğlu’nun bestesi olan “Yağmurun Elleri” ile, Selim Atakan’ın ürünü olan “Destina”. Armonik ve ritmik yapı itibarıyla kusursuz bir beste olan “Yağmurun Elleri”, Köroğlu’nun şarkı söylemedeki başarısının da açık bir kanıtı. Bestenin, sözlerini E.E. Cummings’in özgün bir şiirinden alması, bu yapıtın müzikal boyutunu yakalamakta büyük zorluklar getirecekti. Ama beste, bu sorunu kolayca çözüp, yeni bir estetik tadı da insanın damağında bırakıyor. “Destina”da da müzikal yapı hemen kendini gösteriyor. Kurgu ve içmüziği açısından son derece önemli bir Lâle Müldür şiiri olan “Destina”ya, şiirin ritmini de yakalayıp ören önemli bir boyutu da Selim Atakan’ın kattığını gözardı etmemek gerekiyor. Akıllardan silinmeyecek bir beste bu da.

Yeni Türkü’nün dünya müziğine adım atmak için makamsal müziğe yaslanması, geleceği konusunda önemli kuşkuları da beraberinde getiriyor. Birbirinden farklı iki müzikal yapının temel özelliklerini kaynaştırma çabasına saygıyla bakıyoruz, ancak bunun, dünya müziğinin bugün geldiği müziğin içinde, kendine iyi bir yer tutabilmesi oldukça zor geliyor bize.


EZGİNİN GÜNLÜĞÜ

Tam bir ortaklığa sahip olmasalar da, yaklaşık Yeni Türkü’yle aynı müzik algılayışından yola çıkan ikinci topluluk ise Ezginin Günlüğü. Grubun adından da anlaşılacağı gibi, daha çok Türk Halk Müziği’nin bilinen motiflerini kaynak olarak alan bu ekip, da yanağını yine Batı Müziği formlarına yaslayarak şekillendirme çabasında. 1985 yılında yayınladıkları ilk kasetleri “Seni Düşünmek”te aranan kaynaşımı yakalamaktan çok, akademik kökenli birtakım müzisyenlerinin, iyi niyetli türkü söyleme çabasını aşan bir çizgiye ulaşamadıkları açıktı. Belki kusursuz da sesleri vardı şarkıcılarının, ama bestelerin içine nüfuz etmelerinde içten olmayan, yapay bir tat vardı gibi geliyordu bize. Bu kaynaşımı “Sabahın Türküsü” adlı ikinci kasetlerinde bir nebze daha çözmeyi ve kendilerine özgü bir sound’u yakalamayı başarma aşamasına girmişlerdi. Azeri türkülerin yeniden düzenlemesini yapıp, yayınladıkları “Alagözlü Yar” adlı 1987 kasetleri, teknik anlamda oldukça değerli bir deney niteliğindeydi. Bu, grubun, düzenleme ve icra konusundaki yetkinliğinin bir göstergesiydi. Ama, tabii ki önemli olan kendi müzik üretimleriydi.

İşte, topluluğun son kaseti, üstünde durmayı amaçladığımız “Bahçedeki Sandal.” Toplam 11 besteden oluşan yapıtta ilk yüzün en çok ilgimizi çeken bestesinin “Cin” olduğunu söyleyebiliriz. Tema zenginliği ve başarılı melodik geçişler üzerine yazılmış bu bestede, yapı olarak tam bir yerine oturmuşluğu sezinliyoruz. Bu beste daha önceki kasetlerinin müziğini içine alsa da, bu çizginin bir kat daha damıtılmışı olduğunu söyleyebiliriz. Müzikal anlatımın yerine oturmasında, kemanın rolünü ön planda tutmak gerekiyor. Değişen temalara, sanatçının sesiyle getirdiği boyut, etkileyici bir tat bırakıyor insanda. Son beste “Nöbetçi” ise, Emin İgüs’ün sesinin yegâne oturduğu beste. Bu bestede, davulcu Cezmi Başeğmez’in ustalık dolu yorumları büyük bir kalite ölçüsü olarak değerlendirilebilir. Ezginin Günlüğü’nde yeni açılımların habercisi olan enstrümantal, Tanju Duru bestesi “Düş”, üzerine gidildiğinde farklı üslup arayışlarının getirebileceği yeni boyutları göstermek açısından da haberdar ediyor bizi.

Ekibin konuk sanatçıları arasında yer alan Erkan Oğur’un perdesiz gitar ve udla getirdiği katkılar hemen kendini hissettiriyor.

Ezginin Günlüğü ve Yeni Türkü’nün müzikleri üzerine yapılabilecek en önemli eleştiri, geleneğe bağlı bir müzik çizgisini savunmalarıyla ilgilidir. İki topluluk da açılım noktası olarak geleneksel motifleri seçen bir muhalefet tutumunu benimserlerken; geleneğin içindeki yozlaşmış değerleri ölçebilme konusunda ne denli başarılı olacakları önemli bir sorun olacaktır. Geleneksel motiflere bağlılık doğrultusunda, bunlara müzikal ve teknik düzeyde önemli katkılarda bulunmanın, hâkim algı ve değerleri ne ölçüde zorlayacağı, fazlasıyla sorgulamaya açık kalacaktır. Seçkin dünya müziği motiflerini bestelerine yedirme çabaları ne kadar sakıncalı olabilir ki? Ulusal kültürlerin, böylesi yoğun kitle iletişim araçları hegemonyasında, gerçek ve kalıcı etkileri kadar; yaratacağı radikal bir tutumu nasıl doğurabileceği konusunda önemli şüpheleri de beraberinde getirecektir.


MOZAİK

Aynı aralıklarla piyasaya çıkan üçüncü topluluk olan Mozaik’in kaseti “Çook Alametler Belirdi” de, diğer iki topluluktan oldukça farklı bir sound’la karşılaşıyoruz. Bu sound, Türkiye’de Mozaik’e özgü olsa da, dünyanın birçok yerinde gündemde olan bir yaklaşımdı. Mozaik üyelerinin tutumlarının ilk önemli sembolleri, 1983 yılında verip sonra da kaset olarak yayınladıkları “Ölümden Önce Bir Hayat Vardır” adlı hareketleriydi. Sadece icra yolunu seçmişlerdi. Ancak, icra ettikleri şarkıların hemen hepsi, politik ve radikal ağırlıkları olan ünlü şarkılardı. Yelpaze ise protest müzikten pop’a, folk şarkılarından rock motiflerine kadar uzanan bir alanı içeriyordu. Protest ağırlıklı seçmeler, aynı zamanda tutumları da oluyordu. Nitekim, 1985 yılında çıkardıkları “Ardından” adlı kasette, çağdaş rock türleri ve Latin renklerinin de etkilerini ekleyerek, bir mozaikten tablo oluşturmuşlardı. Bu yapıtları çok mu yetkindi? Bunu tam anlamıyla söylemek olası değil, ama yöneldikleri sınırları geniş olduğu için gerek çalgı gerekse besteleriyle önemli bir atılıma önayak olmuşlardı. Bu kasetteki enstrümantal besteler de aynı yelpazeye sadık kalmışlardı.

“Çok Alametler Belirdi” topluluğun çizgisinin son ürünleriyle dolu. Bu yapıtta da tam bir anlatım ortaklığı olan şarkılardan söz etmek olası değil. Ama ilk kuruluşundan bu yana, böyle bir iç tutarlılığı savunduklarını söylemek zor. Birçok yazıda da söylediğimiz gibi, kasete adını veren bestenin, deneysel uğraşlara en açık ve işlenmişi olduğunu kolayca söyleyebiliriz. Yoğun geçmiş ve silik anlatımlar bu bestenin sonunda, yoğun düşünsel ve melodik içiçeliğin bir ifadesi oluyor. “Sappho ile Konuşma” adlı Bülent Somay bestesinde de, folk motiflerine, teknik anlamda gelişmiş çılgınların seslerini katınca, bir başka ritmin hemen habercisi oluyoruz. “Oniki Adım” ve “Kurşun Askerin Gerçekleşmeyen Kaçışı”nda sanatçıların, çalgılarını ön plana çıkarıp yarattıkları üslup, bizce en çok üstüne gidilmesi gereken şarkılar arasında. Bu yapıt, sonuçta kendi süreçlerine bakıldığında, bir kat daha gelişmiş ve sound’unu yakalamış bir topluluk izlenimi veriyor. Ama bunun, ulaşabildikleri en yetkin nokta olduğunu söylemek zor. Bunun belki en önemli nedenlerinden biri de, mozaik yapılarından. Seçtikleri müzik tarzı ya da deney çizgisi belirlendiğinde, bambaşka yollara açılacakları kesin.

Kendileri ve yapıtlarından söz ettiğimiz üç topluluğun, çözmelerinin gerektiğine inandığımız şarkı sözü sorununa değinerek yazımızı bitirelim. Topluluk sanatçılarının hepsi sözel başvuru olarak ya bazı şiirleri seçiyorlar, ya da birilerinin şarkı sözlerinden yararlanıyorlar. Bu seçimin doğal bir yöntem olduğuna hiçbir zaman inanmadık. Çünkü besteleri yapanların, başkalarının söz ya da şiirlerine başvurmasıyla, kendi yazdıklarından yararlanmaları arasında önemli bir fark mutlaka olacaktır. Yapıya karşı çabaları olan bu sanatçılar, ne kadar duygu ortaklığı olan kişilerin söz ve şiirlerini seçseler de, kendi anlıkları, kendi direkt algı ve dünyayı değerlendiriş biçimleriyle tam bir örtüşmeyi sağlayamazlar. Ama, ekipler kendi mood’ları içinde üretecekleri, şarkı ve söz bileşiminde mutlak bir kat daha yetkin, gerçek anlatımı yakalayan bir noktanın seçimine ulaşacaklardır. Her seçilen söze göre beste yapma çabası, ya da tam tersi, her zaman aranan bileşimi yakalasaydı, sözünü ettiğimiz birçok önemli müzikal sorunlar, her an gündemde olmazdı. Sözlerde romantik olanla gerçekçi olan arasındaki ince ayrımı ancak kendi sözlerine ulaşabilenler seçer ve kendilerini sınayabilirler.

Üç grubun da, daha yeni kasetlerini dinlemeyi hep arzu edeceğiz.
Ama bizce, yakın aralarla kaset yayınlamada,verim azalması diye bir sorun daha var.
Hele esas meslekleri olmayıp, müziği, tüm boş zamanlarındaki yoğun uğraşlarıyla üreten insanlar olduğunu bildiğimizden kaynaklanan...



Orhan Kâhyaoğlu | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 204 - 15 Kasım 1988