Sabah on birde kalkıp ilik bir duş aldım. Hizmetçim kahvaltımı getirdi. Bu arada sekreterim, o günkü gazetelerde hakkımda çıkan yazıları dosyalayıp hazırlamıştı. Kahvaltımı yaparken onlara göz gezdirdim. Ah bu eleştirmenler! Her biri kendince yorumlar yapıyor ama beni anlayabilen yok içlerinde.
Sekreterim, yayıncımla öğle yemeği yiyeceğimi anımsattı.
Neşem kaçıverdi birden. Yine beni yeni romanım için sıkıştıracaktı bu adam.
Kaç kez söyledim ona, yaratıcılığın duvar örmeye benzemediğini?
İçimden gelmeyince nasıl yazayım?
Yemekte sözleşmenin koşullarını da tartıştık. Ben bu kez yüzde kırk istedim.
O ise ilk baskıda yüzde otuz beşten fazla veremeyeceğini söyledi. Hatır için kabul ettim. Ne de olsa bunca zamanlık dostluğumuz var.
Saat iki dolaylarında şef garson masamıza geldi. Ikına sıkına, sekreterimin az önce telefon ettiğini, kitaplarımı imzalamak üzere Sanat Tutkunları kitabevinde beklendiğimi söyledi. Sekreterim olmasaydı ne yapardım ben? Benimki gibi yüklü bir izlenceniz varsa, her şeyi birden akılda tutmanın ne zor olduğunu biliyorsunuzdur.
Şoförümü savmıştım. Bu yüzden yayıncım getirdi beni kitabevine. Girişte büyük bir kalabalık toplandığı için arkadan dolaşmak zorunda kaldım.
O gün öyle çok kitap imzaladım ki, parmaklarım sızladı.
Yorgun argın eve dönerken, bir kahve içip çalışmaya başlayabileceğimi umuyordum. Ne var ki, evimin önünde de binlerce insan toplanmıştı. Yine arka kapıdan girdim. Üçüncü kat balkonuna çıkıp, beni görünce sevinç çığlıkları atan tutkun okurlarımı selamladım. Hem de katarakt merceklerinin arkasından ve bastonuma dayanarak değil. Daha kırkımda bile yoktum ve salt yazdıklarımdan kazandığım paralarla almıştim bu görkemli villayı.
“Haydi” diye seslendim okurlarıma.
“Artık evlerinize dönün ve beni yeni başyapıtımı yaratmam için yalnız bırakın.”
Kuşkusuz hemen gitmediler.
Sarmaşıklara tırmanıp yanıma gelmeye çalışıyorlardı.
Saçımdan bir tutam kesebilmek ya da düğmelerimden birini koparıp andaç olarak alabilmek için birbirleriyle çılgınca yarışıyorlardı.
...
Ego dediğimiz nesne, bir balona benziyor. Ne kadar çok şişirirseniz, gerçeğin iğnesinin dokunuşuyla o denli kolay patlıyor.
Her yazarın yaşamında bir an gelir ki, adının John Lennon olmadığını anımsatırlar ona.
Çoğu yazarımızın yapıtlarıyla kazanç sağlama konusunu ister istemez ikinci planda tuttukları bir gerçek.
Yeni tanışan yazarların birbirlerine “Peki sizin öteki mesleğiniz nedir?” diye sordukları da.
Aşağıdaki satırlar, Alpay Kabacalı’nın Türkiye’de Yazarın Kazancı adlı kitabının 1970 sonrasına değinen bölümünden:
“(...) Bunların başında telif kazançlarının düşüklüğü gelmektedir. Hatta kimi zaman (yazar) telif ücretinden vazgeçmek zorunda kalmaktadır. Türk yazarı Avrupa ve Amerika’daki reklam endüstrisinin şişirdiği yazarlarla rekabet etmek zorunda kalmaktadır. (...) Yazarlarımızın büyük çoğunluğu sosyal sigortalardan yararlanamamaktadırlar. (...) Bugün birkaç romancımız yalnızca kitaplarının geliriyle geçinebilmekte, kimi köşe yazarları ikinci bir meslek edinmeden yaşamlarını kazanabilmektedirler.”
Ülkemizde yazarın kazancı gibi egosu da, ileri ülkelerdeki meslektaşlarının dağımsı egolarının yanında leblebi tanesi gibi kalıyor. Yazarlarımızın görkemli villalarda oturmalarını, evlerinin önünde okur kitlelerinin sevgi gösterilerinde bulunmaları gibi karikatürümsü sahneleri bir yana bırakalım. Ama herhangi bir onurlu mesleğin kazancını ve saygınlığını da yazara çok görmemek gerek. Örnekse bir terziden esirgenmeyen “Eline sağlık, güzel olmuş” sözü, yazardan da esirgenmemeli.
İtiraf etmek gerekir ki, sanatsal yaratıcılığın kökeninde idealcilik ve özgeciliğin yanısıra biraz bencillik de yatıyor.
Ama hangi uğraşın kökeninde biraz bencillik yatmaz ki?
Ölür ölmez unutuluvermeyi kim ister?
Ya da yaşarken değerinin bilinmemesini?
Kafka sağlığında çok az şey yayınlamış. “Dava” ve “Şato” da aralarında olmak üzere, yapıtlarının büyük çoğunluğu, yazarın ölümünden sonra dostu ve yayıncısı Max Brod tarafından gün ışığına çıkarılabilmiş. Memurlukla geçen kısa yaşamının sonunda, bütün yazdıklarının yok edilmesini isteyen bir vasiyet bile bırakmış Kafka. Varoluşunun en önemli işlevinin yazmak olduğunu hep söylermiş ama, yazdıklarını yalnızca birkaç arkadaşının okuması yetiyormuş ona.
Franz Kafka bu yönden eşine zor rastlanır bir ayrallık taşıyor.
Bununla yetinebilecek kaç kişi çıkar?
Resimlerini kıskançlıkla saklayan bir ressam biliyor musunuz?
Ya da yapıtlarını salt annesi için çalan bir besteci?
Toplumun değerlendirip yararlanamadığı bir yapıtın varlığıyla yokluğu bir değil mi?
Sanat -özünü toplumsal yaşamdan aldığı denli- kendini topluma açmak zorunda değil mi?
Yeniden kendimize dönersek...
Ama henüz vakit erken
Daha gün
Karşı apartmanın balkonunda
Dur bakalım hele
Ben yeşil salata satayım
Şair Leyla sokağında
Yukardaki dizeler, Salâh Birsel’in “Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu”da sözünü ettiği ve Kabacalı’nın yapıtında da yer alan “turp satan şair” Rüştü Onur’a ait. 1942 yılında İstanbul’a gelen Rüştü Onur, bir yandan şiirleriyle adını duyururken, bir yandan da salata satarak geçimini sağlamaya çalışmış. Birkaç ay sonra da, henüz yirmi iki yaşındayken veremden ölmüş.
Kabacalı’nın vurguladığı gibi 1940’lardan günümüze çok şey değişti ama,
yine de sanatını ve hayatini sürdürebilmek için Şair Leyla sokağında yeşil salata satmayı göze alan ozan ve yazarlarımız eksik değil.
Daha uzun bir yolumuz var gidecek.
Sulhi Dölek | sanat olayı - Sayı: 11 - Kasım 1981