“Vatandaş Türkçe Konuş”


Bin dokuz yüz otuz beşlerde Beyoğlu Türkiye’nin en Batılı yeridir henüz. Kozmopolit Pera, onuncu yılını aşmış Cumhuriyet’in, Avrupa’yı anımsatan mağazaları, gazinoları, tiyatroları ve sinemalarıyla en renkli mahallesidir. Beyoğlu’na çıkmak, orada alışveriş yapmak, bir yere girip yemek yemek, bir tiyatroya ya da sinemaya gitmek bir olaydır, hele biz yaştaki bacaksızlar için. On beş yaşını bitirmemiş, ne çocuk, ne delikanlı birine “bacaksız” diyenler de olurdu o yıllarda. işte biz bacaksız çağlarımızda çıktık Beyoğlu’na.Biz diyorum, çünkü Beyoğlu’na en az iki arkadaş çıkardık. Tek başımıza pek harcımız değildi. Çokluk üç beş kişilik gruplar oluşturup giderdik. Hanımların eldivenli, şapkalı; beylerin mutlaka kravatlı, tıraşlı, ütülü elbiseli, ayakkabıları boyalı, elbette şapkalı (başı açıklık ayıptı; herkes sosyal durumuna göre bir şey giyerdi başına) olmaları gerekliydi. Bizler de boyumuza bosumuza, olanaklarımıza göre en temiz giysilerimizi giyer, başımızda okul kasketlerimiz, öyle dolaşırdık.

En çok Taksim stadındaki (yıkılan eski Taksim kışlasının içindeki stadı - İnönü gezisi) ilginç futbol maçlarını bir sürü reklamla şişirilen profesyonel serbest güreş karşılaşmalarını (örneğin, Dinarlı Mehmet’le, Tekirdağlı Hüseyin’in, Yunan Cimlondos’la bizden birinin kapışması) ya da atletizm yarışmalarını izlemeye giderken geçerdik Beyoğlu’ndan. Kadıköy’lü olduğumuz için İstanbul’a gelme günlerin olanakları ve koşulları içinde güçtü ve zorunlu olmadıkça pek düşünülmezdi. Okulumuz da köyde olduğuna göre, ne işim vardı İstanbul’larda? Fakat gene de spor sevgisi ve izleme merakı Taksim stadına ya da Beşiktaş’taki Şeref Stadına koştururdu bizleri. Önemli maçlar Kadıköy’de, Fenerbahçe stadında (Şimdi büyütülen stad) olduğu günler, İstanbul’dan gelenlerin halini izleyip kendi halimize şükür derdik. Öyle ya, Beşiktaş’lardan, Şişli’lerden, Fatih’lerden kalkıp Kadıköy’e gelmeyi düşünün; hele yağmurda çamurda, karda... Tramvaydan in vapura bin, vapurdan in tramvaya bin, (zamanında, tenhasına rastlarsan, yoksa hep itile kakıla binip ineceksin, ya da tabana kuvvet yürüyeceksin.)

Onuncu yıl marşındaki Demir ağlarla ördük ana yurdu dört baştan dizesini söyleyip, okuldan çıktıktan sonra, Kadıköy’e yeni döşenmiş (1933) tramvaylara biniyorduk. Kadıköy iskelesinden Bostancı’ya, Moda’ya, Üsküdar’a olduğu gibi, Üsküdar’dan da Bağlarbaşı’na dek tramvaylar vızır vızır işler dururdu. Ne yazık ki salt yaşadıkları günü değerlendirip, geleceğe boş verenlerin parlak kararları kaldırıverdi İstanbul’un tüm tramvaylarını. Tramvayların ucuzluğunu unutup, otobüslerin her yönden pahalılığının altına girip bugünlere geldik.

Tiyatro kulislerini, alkış seslerini, turne serüvenlerini anlatacağım; ama gelip geçtiğimiz yolları, belleğimizde kaldığınca, bugün anımsamakta güçlük çektiğim kimi yaşam yapraklarını da atlamak istemiyorum. Şişli-Harbiye-Fatih, Bebek-Eminönü, Sirkeci-Yedikule-Karagümrük tramvaylarını, o tramvaylarda başlayıp süren aşkları, romanlara öykülere konu olmuş serüvenlerini nasıl unuturum?

Otomobillerin tek tük göründüğü caddelerde halkı renkleri, yeşil kırmızı tramvaylar taşırdı üç kuruşa, beş kuruşa, İstanbul’un, yanlış anımsamıyorsam, en geniş meydanı Beyazıt meydanıydı. Karaköy, Taksim meydanları çepeçevre dükkânlarla örülüydü ama gene de kendilerince meydandılar işte.

Tüneli iki hat üzerinde gider gelirdi. Bıyıklarımızın yeni yeni terlemeye başladığı günlerde Tünele yüz vermez, Yüksekkaldırım’dan koşarak çıkardık yukarı. Yüksekkaldırım da bir eğlence yeriydi. Galata genelevleri, Anadolu’dan yeni gelmiş ya da parası az çapkınların seks ilişkilerini karşılayan mutluluk yuvalarıydı. Karaköy’de Cenyo, Tokatlı birahaneleri, Domuz sokağındaki küçük meyhaneler görgülü Beylerin akşam söyleşilerinde dolar taşardı. Tünel’den başlayan İstiklâl caddesi, Asmalı mescit ve Tepebaşı, çeşitli lokantalarla çalgılı gazinolarla doluydu. Çardaş, Fişer, Rejans, Novotni, Hristaki, Bohem, Garden Bar, Londra Bar, Nisuaz, Degüstasyon, Tokatlıya, Balık Pazarı ve Çiçek Pasajı meyhaneleri şimdi aklıma gelenler. Pastanelerde, akşam saatlerinde akşamcı olmayanların, paralı yazar çizerlerin, ya da alafranga hanımların beylerin çay içtikleri yerlerdi. Markiz, Löbon, Pariziyen (Bu Pariziyen, sonraki Hatay pastahanesi, şimdiki Silviyo mağazasıdır), Moskova (Sonra Ankara), Baylan pastaneleri...

Beyoğlu sinemalarının, gazinolarının, pastanelerinin isimleri genellikle yabancı isimlerdi. Cumhuriyet’in onuncu yılından sonra yavaş yavaş başlayan “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyası etkisini gösterip, bu yabancı isimleri Türkçeye dönüştürdü...

Örneğin Glorya sineması Saray,
Ekler sineması Sümer,
Taksimdeki Majik sineması taksim,
Etual sineması da Yıldız oldu.

Beyoğlu caddesinde, şimdiki Dünya sinemasının bulunduğu yerde adını Paris’in ünlü Moulin Rougekabaresinden alan bir Mulen Ruj adını kullandılar. (Bugün de biri Beyoğlu’nda öbürü Nişantaşı Abdi İpekçi caddesinde iki ruj’lu gazino var.) Eski Mulen Ruj gazinosu, o yıllarda ünlü hânendelerin, muganniyelerin, sâzendelerin çalıp söyledikleri, yemek yenen, nefis rakılar başta pahalı içkilerin içildiği, oldukça şık, bakımlı bir gazinoydu. Yol halısı ile örtülü uzun bir koridordan geçilir, vestiyere uğranır, saça başa çeki düzen verilir, sonra da smokinli bir garsonun peşinde salona girilirdi. Keten örtülü masalar, kadife kaplı locaları, en iyisinden servis takımlarıyla gerçekten birinci kalitede bir yerdi. Çok iyi anımsıyorum, on yaşlarımdayken bir kez beni de götürmüşlerdi Mulen Ruj’a. O gece rakı kokusundan sarhoş olmuştum, yani güzelim anason kokusundan.

Zozo Dalmas ve İstanbul Şehir Tiyatrosu’ndan gelen Şaziye Moral, Hüseyin Kemal Gürmen, Yaşar Özsoy ve sonradan şehir tiyatrosu’na girecek olan Mehmet Karaca (Acem Mehmet derlerdi. Acem kökenli olduğu için) ile güçlü bir kadro oluşturan Halk Opereti, Zozo’nun memleketine, diğerlerinin de Şehir Tiyatrosuna dönmesiyle, ne de olsa eski gücünü yitirmişti. Fakat birçok kumpanyanın kurulmasına katkıları olmuş Sururi kardeşlerin çabası, bu kez de “İstanbul Rövüsü” adlı bir topluluğun doğmasına öncülük ediyordu. Başta Celâl Surûri, Lûtfullah Surûri, Ali Surûri kardeşler olmak üzere, kadrosuna Toto Karaca ile Vedat Karaokçu’yu da katan (unuttuklarım varsa bağışlasınlar) yeni İstanbul Rövüsü”, şarkılı, baleli vodviller sergilemeye başlıyor bu eski Mulen Ruj salonunda. Bin dokuz yüz kırk ve kırk üç yıllarında “İstanbul Rövüsü”nün oyunlarına çok gittim. Rövünün oyunlarını, Surûri’lerin oyuncu olmayan en büyükleri Yusuf Surûri Bey ile ünlü yazar Mahmut Yesari Bey hazırlarlarmış, öyle duymuştum. Mahmut Yesari Bey’i çocukluğumdan tanırım. Annemin babasının üçüncü eşinin akrabası olurdu annesi. Ailece görüşülürdü. Mahmut Bey pek ortalıkta görünmezdi ya, o yılların erkekleri gibi. Bağımsızlığını korumaya çalışan bir mizacı vardı sanıyorum. Alaycı kişiliği içinde, içine kapanık yaşantısını yazarak, içerek sürdürdü. Bu benim gözlemim, belki de yanılıyorum.


Bir gün Mahmut Beyin oğlu Afif’le uğramıştık Mulen Ruj’a.

Üst katta, sahneyi gören bir yerde Yunancadan bir oyun hazırlıyordu. Bir Rum vatandaş, elindeki Yunanca metni okuyarak Türkçe’ye çeviriyor, Mahmut Bey de nasıl yazılması, söylenmesi gerekiyorsa, tiyatroya uygun bir dille diyalogları düzenleyerek oyunculara gönderiyordu. Oyunu yöneten gelip, parça parça yeni metni alıyor ve provada bekleyen sanatçı arkadaşlarına götürüyordu. Bir iki saat kadar oturup hem Mahmut Beyi, hem de zaman zaman oyunun provasını izlemiştik Afif’le... Mahmut Yesari sahnedeki provadan daha ilginç gelmişti bana. Gözlükleri gözünde, saçları alnına düşmüş, bir cigara dudaklarında, işini küçümsemeyen, ama büyütmeyen de bir tavır içinde, arada bize bakıp göz atarak çevirmen Rum’u dinliyor, sonra da yazıyor, yazıyordu... Çağının çok okunan bir yazarıydı. Öyküleri, romanları dergilerde, gazetelerde yayımlandıkça ilgiyle okunur ve dilden dile dolaşır, günün olayı olur, konuşulurdu da. Bir gün de Taksim’deki evinde rakı sofrasında bulunmuştum; bana rakı ikram etmişti, oğluna bira. Babalarının yanında rakı içmek pek yakışık almazdı, bira da alkollü içki sayılmazdı..

1942 yazı içinde, Tepebaşı Bahçesinde (yazlık gazino) sahneye konan, Ekrem ve Cemal Reşit Rey kardeşlerin müzikli oyunu Alabanda rövüsü (Ses opereti’nin başlangıcı sayılabilir...) Başta Safiye Ayla ve Muammer Karaca’nın da rol aldığı bu müzikal oyunda ünlü sanatçı Hâzım Körmükçü de önemli rollerden birini üstlenecekti ama, Hâzım Körmükçü hastalanıyor ve yerine Şişli Halkevi amatör oyuncularından, hiç ismi duyulmamış Tevhit Bilge getiriliyordu. Safiye ilk kez böyle bir gösteride başarıya ulaşırken, Muammer Karaca ile ünsüz oyuncu Tevhit Bilge de göklere çıkarılıyordu. İşte, Tevhit Bilge Alabanda’dan başlayarak 1960’lara değin bu ününü sürdürecektir.



Mücap Ofluoğlu | sanat olayı - Sayı: 12 - Aralık 1981