Sayın Başkan,
Bir ülkenin geleceği, hiç kuşkusuz, sahip olduğu tarih bilincine sıkı sıkıya bağlıdır. Ve, gene kuşku yok, her ulus devraldığı kültür mirasını bir bilince dönüştürebilirse varolma hakkına layık demektir. Kanuni’nin mektubunda, “Sen ki bir Françesko’sun” diye nitelendirilen Fransa Kralı 1. François, dünyaca ünlü Louvre Müzesi’ni daha o tarihte kurmuş ve zenginleştirmeye başlamıştı.
Günümüzde Türkiye topraklarında yaşayanlar, bu toprakların öz ürünü olan;
Bergama kenti kalıntılarını Berlin’de,
Bodrum Mozolesi’nin kabartmalı ve eşsiz güzellikteki heykellerini Londra’da,
Semendirek’te bulunan Kanatlı Zafer Heykeli’niyse Paris’te -döviz ödeyerek- ancak görebiliyor.
Yalnız kültür değerleri için değil, aynı zamanda yeraltı ve yerüstü zenginlikleri,
hatta yetişmiş işgücü ve beyin için de aynı ölçüde geçerli olan bu durum, az gelişmiş ülkelerin önlenebilir yazgısı olarak kendini göstermektedir.
Yirmi yıllık süre içinde iki önemli olay Batı’nın değişik ufuklarında zengin sesler ve yankılar topladı.
Bunlardan ilki, 60’lı yıllarda Paris’te Petit Palais’de açılan Hitit Uygarlığı Sergisi’ydi;
öbürü ise, 1983’e görkemli bir boyut ekleyen, Anadolu Uygarlıkları Sergisi oldu.
Şu son yıllar ve aylar içinde, tarihsel değeri ve estetik kimliği kültürümüz açısından ve sanat tarihinin yargıları bakımından tartışmasız bir biçimde belirmiş olan kimi yapıların yeniden kazanılması, korunması ve çevresiyle birlikte düzenlenmesi yolundaki çabaların yoğunlaşması, toplumumuzun ve tarihimizin hak ettiği mutlu bir gelişmedir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, tıpkı ulusal egemenlik iradesi gibi ülkenin kültür egemenliğini her şeyin üstünde tutmak isteyen çabaları ve tarihsel mirasımıza sahip çıkma yönünden attığı adımlar kimi kampanyalar, haftalarla da desteklenmiş görünüyor. Birtakım dernekler, vakıflar, resmi ve özel girişimler de, bu hareketi geliştirmekte ve sürdürmektedir.
İşte İstanbul çeşmelerine yönelik çalışmalar ve onarım etkinlikleri!
İşte Ulusal Saraylar üstünde odaklaşan kamu dikkati ve sarayların müzeye dönüştürülerek geniş yığınların demokratik bir biçimde ziyaretine açılması!
İşte “Tarih İçinde Bursa” toplantıları, yeni başlatılan İstanbul Türbeleri Onarımı ve bunlar gibi bir dizi etkinlik!
Bu çabalara kimi basın organlarımızın katılması, destek vermesi, kamuoyu dikkatinin konu üzerinde yoğunlaşmasını sağlayan övgüye değer hizmetlerdir. Bu girişimlerin yanı sıra (artık başladığını ummak istiyoruz) büyük bir “Cihan İmparatorluğu Arşivi”nin gün ışığına çıkarılması ve değerlendirilmesi çalışmalarını -bilgi, kadro, gerekli yapılar ve araç-gereç olarak- yukarda sıralanan adımların bir anlamda kuramsal yani biçiminde düşünmek de, sanırız, abartma sayılmaz. Öte yandan, Haliç’in, İstanbul’un fethinden beş yüzyıl sonra yeniden gerçek bir “Altın Boynuz”a dönüştürülmesine yönelik uygulamalar da kitlelerin dikkatini çekmektedir. Ancak Haliç çevresinin düzenlenmesi çalışmaları, bu çalışmalarda yalnız etkinliğin hedef alınması, daha ilk adımda bilimsel düşünceye, tarih bilinci kaygılarına, ulusal kültür mirasımızın titizlikle korunması anlayışına ters düşen bir yıkıcılığa yöneldi. Hoyrat Haliç temizliğinin, tıpkı yakın geçmişte Beyazıt-Aksaray ekseninin açılması sırasında (1960) olduğu gibi, bir daha asla yerine konulamayacak kültürel kayıp ve zararlara yol açması, yeniden tekrarlanan ciddi bir hatadır. O gün Simkeşhane’nin, ona bağlı cami ve sebilin, Atik Ali Paşa Medresesi’nin, Köprülü ve Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Külliyeleri’nin, Pertevniyal Sultan Mezarı’nın başına gelenleri acıyla anımsıyoruz, bugün ise, aynı yazgıyla, Fener’de, Mürsel Paşa Caddesi boyunca sıralanan XVII., XVIII. ve XIX. yüzyıllardan kalma yüksek değer taşıyan sivil mimarlık ürünleri karşı karşıya.
Unutulmamalı ki restorasyon, bilimsel anlamdaki korumanın ilk adıdır. Bilimsel düzeyde ve titizlikle tarihsel çevreyi korumak da, tarih bilincinin yanı sıra, bir kent planlama ve tasarımı sorunudur. İkinci Dünya Savaşı’nda Naziler tarafından tümüyle yıkılan tarihsel değerlere sahip eski Varşova kenti, savaş biter bitmez, en küçük ayrıntıya ve restorasyon ilkelerine sadık kalınmak koşuluyla, yeniden inşa edildi. Bugün yeryüzünde, eski değerini yansıtmakla birlikte eski olmayan biricik kent uygulaması -o boyutlarda- ancak Varşova’dır.
1453’te Fatih, Bizans’a karşı büyük vurucu darbesini karadan Haliç’e indirdiği gemilerle gerçekleştirmişti. Bugünkü “Haliç Hareketi”, yukarda dile getirilmeye çalışılan kaygı ve anlayışa, duyarlığa sahip olunmak koşuluyla, İstanbul’un Haliç’ten başlayan “yeniden fethi” sayılabilecek ölçüde önem taşımaktadır ve simgesel bir anlamı vardır. Ne var ki, bu kez, karşımızdaki “Bizans”, tarihtekinden daha güçlü, daha içimize sinmiş, dolayısıyla çok daha “örtülü” ve etkin durumdadır. O, bizim yüzyılları kapsayan ilgisizliğimiz, ihmallerimiz, tarih ve kent bilincinden uzak tavrımızdır. Kültür alanında zaman zaman vandallığa varan ilkelliğimiz ve kıyıcılığımızdır. Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik ve toplumsal koşullar bütünüdür. (Küçük bir örnek vermek gerekirse, denebilir ki, bugün İstanbul’da hiçbir tarihi çeşmeye madeni musluk dayandırılamıyor; kubbelere kurşun saçak dökmekten bile isteye kaçınılıyor; çünkü bu malzemeler sürekli çalınıp satılmaktadır).
Yalnız, bugün bir şeyler kımıldamakta.
Bir süreç başladı denemese bile, var olan çabaların ışığında yapılanlara yenileri eklenebilir.
Özlemle beklenen cesur ve kalıcı bir adım atılabilir.
Sayın Başkan,
İmparatorluk İstanbulu’nun kalbi demek olan bir yol (Ordu Caddesi, Yeniçeriler Caddesi, Divan Yolu, Alemdar Caddesi’nden oluşan eksen), kısaca Aksaray’dan Bahçekapı’da Hamidiye (1. Abdülhamid) Külliyesi’ne dek uzanan ana atardamarın iki yanında yer almış önemli yapıların bilimsel bir anlayışla temizlenmesi, çevresinin boşaltılması ve küçük yeşil alanlar biçiminde yeniden düzenlenmesi rüyası (İtalya’da sayısız örneğinin görüldüğü gibi), gerçekleşebilmek için cesur ve kararlı bir İskender Kılıcı beklemektedir. Söz konusu alanda birçok cami, türbe, medrese, çeşme, sebil, kitaplık, han, dikilitaş, imaret ve hamam bulunmaktadır.
Ana eksenin Laleli-Divan Yolu bölümü arasında, bugün, tarihsel yapıların keyfi ve hoyratça kullanımının yanında, rasgele inşaatlarla bu yapılar tamamen kuşatılmış, boğulmuş durumdadır; yavaş yavaş yutulma noktasındadır. Bu koşulları yansıtan birkaç somut örneği burada sıralamak, harekete geçmenin ne denli ivedi bir zorunluluk düzeyine ulaştığını gösterecektir, sanırız:
- Ragıp Paşa Kütüphanesi: Tonozlu ön cephe bölümlerinin hepsi küçük ticaret birimlerine kiraya verilmiş, harap olan külliye adeta önlenebilir bir hızlı ölüme terk edilmiştir.
- Köprülü Kütüphanesi: Cami ve türbelerle kütüphanenin arası küçük bir ara yolla bölünmekle kalmamış; ayrıca bir banka, dersane ve bir gazete yönetim binası da iki bölümün arasında sıkıştırılmıştır. Arkadan bir ev de, bu koşullarda, Külliye’ye doğrudan eklenmekte herhangi bir sakınca görmemiştir.
- Çorlulu Ali Paşa Medreseleri’ne gelince, bu bilim ocağının yerini, günümüzde “nargile kahvesi” almış bulunuyor. Camii de içeren öbür uzantıysa, göz göz küçük ticaret erbabının Özensiz eline ve insafına terk edilmiştir. Koca Sinan Paşa’nın güzelim sebili de büfe işlevi yapmakta olup, yanındaki mezarlık meşrubat kasaları için depo olarak kullanılmaktadır. Hemen karşıda yer alan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Sebili de, daha iyi durumda sayılmaz. Çünkü o da bir kasap dükkânına dönüşmüş durumda.
- Daha da önemlisi, Nuruosmaniye Camii, Atik Ali Paşa Camii, Çemberlitaş, Köprülü Fazıl Ahmed Paşa’nın yaptırdığı iki katli büyük Vezir Hanı arasında kalan üçgen, tarihten bir köşe olmaya çok elverişli bir yeşil alan şeklinde düzenleneceği günü beklerken, şu anda bir açık hava araba parkı olarak kullanılmaktadır.
- Kapalıçarşı’nın Beyazıt Kapısı’yla, Çarşıkapı Kapısı arasında ve Yeniçeriler Caddesi’ne cephe veren bir dizi “gecekondu” dükkân ve yapının kaldırılarak bu bölgenin temizlenmesi ve rahatlatılması, herhalde zor olmamalı. Benzer biçimde, Beyazıt Camii’nin dış duvarına yaslanarak aynı caddeye bakan çadır örneği küçük satış yuvaları (köşede Mustafa Reşit Paşa Türbesi’nden Hakkı Tarık Üs Kitaplığı’na, yani Sahaflar’ın alt ucuna dek uzanan bölüm), elbette, bir an önce kaldırılabilir ve orası boşaltılarak düzenlenebilir.
Ülkemizde, tarih bilincine ve bilimsel verilere dayanarak böyle bir çalışmanın hazırlıklarını, ön projelerini ve gerekli önerilerini yetkili makamlara ulaştırabilecek kadrolar, çoktan beri mevcuttur. Üniversitelerimizde kimi Enstitüler, bu konunun üstünde zaten yıllardır çalışıyor; zengin proje ve rölöve arşivlerine sahipler. Ayrıca, restorasyon işlerinde uzmanlaşmış teknik kadroların yanında, uzman taahhüt kuruluşları da bulunmaktadır. Hepsinin ötesinde, üniversite çalışmalarında öğrencilerin yapması zorunlu projeler, bu yapıtlara ve külliyelere, tarihsel alan düzenlemelerine, kısaca böyle bir amaca yöneltilebilir ve uzman öğretim üyeleri denetiminde yapılan çalışmalar kâğıt üstünde kalmaktan kurtularak yaşama aktarılabilir.
Önemli olan, tarihimize, kültürümüze ve kentimize sahip çıkmaktır. Hoyrat uygulamalarla gösterişe yönelik kişisel ve rastlantısal özel girişimler arasındaki ciddi orta yolu bulmak, asıl amaç olmalıdır. Gerçi, kent toprağının sorumlusu, ilke olarak belediyelerdir, Belediye, bir kentin geçmişi ve bilincidir; yalnız bugünü ve geleceği değil, aynı zamanda dünüdür, denebilir. Ancak, istanbul gibi bir kent, bir eski başkent, başlıbaşına bir ülke denebilecek bir zenginlik ve tarih söz konusu olunca, uygulanması gereken politika da ancak hükümetler ve partiler üstünde, her çeşit çıkar tuzağına karşı korunmuş, tüm topluma mal olacak çapta güçlü bir politika olmak zorundadır. Böyle bir politika, tüm toplumun malıdır. Geride kalan çağların ve çağımızın dövülmüş, ortak bilincin ürünüdür. Bu niteliğiyle mektubumuzun da, ulus adına egemenliği kayıtsız şartsız elinde tutan Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na seslenmesini doğal zorunluluk sayıyoruz. Ayrıca, böyle bir işlevin, Başkanlığınız’ın çalışmalarını bütünleyecek ve toplumsal bellekte yer tutarak yankılar uyandıracak köklü bir atılım olduğuna inanıyoruz.
Saygılarımızla.
Deniz Mazlum Uğur Kökden
Y.Mimar restoratör İnşaat Y. Mühen.
(İTÜ) (İTÜ)
Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 123 - 1 Temmuz 1985
________________________________________________________________________________________________
Güneşin yıkadığı, saydam bir güz sabahı. Sıcak, alabildiğince çekici bir gündüz. Dev şahmerdanlar, ikinci Galata Köprüsü’nün çelik boru ayakları üstünde, tok bir madensel sesle, biteviye patlayıp duruyor. Uzakta, dokların tepesinden artsız arasız duyulan kepçe sesleri, palet gıcırtısı, motor homurtuları. Tarihin ve güzelliğin kendini en savunmasız duyumsadığı bir zaman diliminde, besbelli, Tarlabaşı senfonisinin birinci kemanları bu sesler.
Eminönü’yle Unkapanı arasında, Ticaret Odası’nın molozlarla süslenmiş çevresi polislerle, öteki görevlilerle kuşatılmış.
Açık ki, dışsatımcılara -ama ödül alacaklar hayali değil- verilecek ödül törenine “büyükleri”miz katılıyor.
Onun için tüm bu kalabalık, tüm bu kargaşa! Dizilen tesbih taneleri!
Kıyı yıkımından kendini korumayı nasılsa başaran Ticaret Odası, gerçek üstü bir dekorun orta yerinde açmış bir çeşit yıkıntılar çiçeği, Şurada yanık bir çatı, ötede tepeleme molozlar, beride üç buçuk duvarla ayakta durmaya çalışan kırmız yassı tuğlalı eski bir yapı. Karşı kıyıda, arkasını Perşembe Pazarı’na dönmüş, yüzü bu yakaya yani Süleymaniye’ye çevrik Mimar Sinan anıtı. Türbesinde yazılı olduğu gibi “fakir-ül hakir Sinan”. Gücenik, suskun, ağır.
Ancak iki adım ötede, önümde, bir utanç belgesi yükseliyor. Tam Ticaret Odası’nın gölgesinin düştüğü boşlukta. Fethin armağanı, İstanbul’un en eski mabetlerinden biri: Ahi Ahmet Çelebi Camii. Küçük olduğu ölçüde şık bir yapı. Daha doğrusu öyleymiş. Ama her geçen gün, utancından biraz daha toprağa gömülüyor. Veli Bayezit ile Cihangir Yavuz’un Hekimbaşısı olmuş bir bilginin bıraktığı anı. Kaç yangına, kaç depreme göğüs germiş de, unutuluşa katlanamıyor belli ki. Zorbalık ağrına gitmiş. Kol kanat germek bir yana, Zindankapı’nın esnafı niçin caminin ek yapılarına el koyar? Kaldı ki, camiye gelir sağlayan onca akar da, çok yıllar önce, zaten kapanın elinde kalmış. Bu alımlı mescidin ününe ün katan Evliya Çelebi de yok artık. Ağızdan ağıza geçen, Peygamber’in Çelebi’ye “yolculuk” muştuladığı düşü de bilen, anımsayan yok.
Cami önündeki çınarların altına oturmuş, tel tel beyaz sakallı dinç bir koca -sanki Fetih’ten arta kalmış eski bir subaşı-:porselen mavisi gözlerinin içi gülerek şöyle diyor: “Burası Peygamber’in namaz kıldığı yer!” Söz doğruydu, elbet, ancak Çelebi’nin ördüğü düşü anlatıyordu. Koca ihtiyar. Yalnız Peygamber’in değil, elleri reyhan, karanfil ve leylak kokan Sahabeler’in de onur verdiği düşü.
Artık bu bölgeye ne Zindankapısı deniyor, ne Kanlıfırın! Yemiş İskelesi bile unutuldu gitti. Tuzcular, Yağcılar Sokağı, Balıkhane Sokakları da yok artık.. Nerde kaldı, Haliç’le sekiz şeritli cadde ve günümüz arasına sıkışıp kalmış, savunmasız şirin mescit? Dört bir yanında dozerler, öfkeli homurdanmalarla, ağır çelik ağızlı çağdaş bir tarih giyotini gibi, ne bulursa yutuyor, öğütüyor. Taş, tarih, horasan harcı ve güzellik olarak ne bulursa. Yine de, Ahi Ahmet Çelebi’nin ziyaretçileri, sevenleri, garip denecek tepkisiz bir cemaati var. Azalıp çoğalsa bile, var. Bu da, zaman önünde ve tarihe karşı bir avunç. Tıpkı Hekimbaşı’nın böbrektaşları üstüne bugün çoktan unutulup gitmiş kitabı gibi.
GÖRKEMLİ GÜMÜŞSUYU
Denize inerken, Teknik Üniversite’nin çift kanatlı onur merdiveniyle yola açılan ön bahçesi küçük bir güz koruluğu oluşturuyor. Belki de, çevrenin el değmemiş biricik yeşil alanı. İyiden iyiye kızıla dönmüş sari yapraklı sarmaşıklar, tüm duvarı kaplamış ateş renkli yapraklara dokunsa, ya Vivaldi’nin mevsimleri sesini duyuracak sanıyor; ya da Şeyh Galip’in derin elem dolu yoğun yalnızlığı canlanacak, somutlaşacak diye düşünüyor. Sert toprağı bir yastık gibi besleyen, kurumuş, tütünrengi yapraklar ortalıkta uçuşup durmakta. Onlarla birlikte sararıp kıvrılan, aynı zamanda son sekiz yılın gençliği de. Nerde, bahçenin yaşam iksiri öğrenciler?
Şimdi, bir martı gibi Boğaz sularında ıslanıyor gençlik hayalleri.
Sonra yeniden su yüzüne çıkıp ağırlaşmış kanatlarını çırpacak, engin göğün fethine bir kez daha hazırlanacak:
Acılarını sarıp, kurbanlarını unutarak. Özveriyle, cömertçe.
Ama, nedir bu, havadaki elle tutulacak nem? Bu bahçe neden yüreği eziyor? Konyak rengi bir mevsim yaşayan, küçük kapalı koruluktan deniz görünmekte, olanca görkemiyle. Koyu mor katmanlardan oluşmuş bir deniz. Karşı kıyıyla birleşen uzak, durgun sular. İnce gövdeli, yüksek mazıların, dallarını yatay bir biçimde dört yana uzatmış çamların arasından belirip kapanan, üzgün bir deniz. Alçak gri bulutlar arasında, yer yer mavi boşluklar. Bir yanda yirmi iki kişilik dev stad, öbür yanda son Osmanlı çağının temsilcisi barok Dolmabahçe. Bahçede, sağda solda, “bir namazlık saltanat”ın simgesi musalla taşlarını çağrıştıran mermer oturma yerleri. İşte, son üzüncün kaynağı biraz ötede: Hem uzak hem yakın, sisler içinde bir hayal görüntü. Yalnız bırakılmış, küskün Taşkışla! Sayısız yaprağın yeşil lekelere boğduğu klasik ion sütunlu alnı, mat inci rengi kesmetaşlarıyla, sessizce geçmişe ve kültüre bekçilik yapıyor. Ne var ki, bu bile çok görüldü ona. Kendisinden çok yeri, çevre arazisi değerli yabancılara. Yaşlı bir hanımefendinin boynundan zor kullanılarak koparılıp alınan eşsiz bir gerdanlığa dönüştü şu an, o arsa.
Taşkışla’nın yakın tarihimize karışmış günleri uçuşuyor, gözümün önünden: Takvim yaprakları gibi tek tek. İttihatçıların zorba döneminin, Mütareke günlerinin ve sonra da, Ankara Hükümeti’nin uyandırdığı, beslediği korkuyu emmiş kalın taş duvarlar. Ünlü, ünsüz nice tutuklu için cezaevi görevi görmüş, onlarla yaşlanmış, onlarla şan kazanmış görkemli kışla! Dönemin Harbiyesi, Selimiyesi! Bahri Cedit vapurunun Sinop sürgünleri. İngiliz Askeri Komutanlığı’nın “koruma”sı altında Taşkışla’da konut edilen Hürriyetçiler. Rıza Tevfik, Ahmet Refik, Refik Halit, ötekiler...
Çırağan Sarayı gibi Taşkışla da, ömrünü yavan ve yalınkat bir bezirganlar oteli olarak mı tüketecek? Ama, İngiliz-Japon teknolojisine şükürler olsun, Çırağan Sahil Sarayı’ndan geriye şimdiden bir şey kalmadı. Ne tarih, ne güzellik, ne taşıyıcı sistem! Bir ayıbı örtercesine dış duvarlar, yalnızca. Türkiye’den kaçırılanlar yetmedi, “izin verilmiş” kıyıcı yabancı pençesi, bilinen iştihasıyla, şimdi de yurt içi değerleri yok ediyor.
Peki, ne adına?
İstanbul’u, yeniden modern bir Fenike ticaret kolonisi yapmak için.
Sahilsarayın bahçesi, kocaman bir hiçlik alanı:
Nerede ruh-i gülrenk, mercan peyker, ab-ı yakut ya da sim endam lalelerinin yetiştirildiği zengin toprak?
İmparatorluğun, o uzun sürmüş barış döneminin -Lale Devri- damgasını taşıyan gece eğlenceleri?
Şiir toplulukları?
Nahifi, Seyit Vehbi, Nedim’in katıldığı Çırağan geceleri?
Deniz, bu sırada, ayaklarımın dibinde, Çırağan’ın bir zar gibi gerilen hüznünü avutmaya, hafifletmeye çalışıyor.
Damat İbrahim Paşa’nın Taç Mahal gibi yine bir kadın için -Fatma Sultan- yaptırttığı güzel sahilsaray elbirliğiyle, bilgisizce yokedilirken, biraz ilerisinde Kuruçeşme’nin kum ve kömür depoları, sekseninci yaşını kutluyor. Damat Ferit’in Dersaadet’e “armağan”ı depolar, nerdeyse bir yüzyıl, etkinliği azalsa bile ortadan kaldırılamadı. Yıkıma karşı, onlar, tarih ve güzellikten daha güçlü bir biçimde direnebiliyor. Daha etkin koruma altında.
SAHİL BOYU
Ortaköy’den Boğaz Köprüsü’ne tırmanıp karşı kıyıya doğru yürüyen bir İstanbullu, öğle sonrası saatlerinde Marmara’ya baktığı zaman karşısında göz kamaştırıcı bir gümüş tablo bulur. İmparatorluk İstanbul’unun yalın, parlak silueti. O sırada, saat tam 15.30. Su buharı renginde bulutların gölge düşürdüğü, tutkular ve kıskançlıkları tutuşturan bir şahelmas, sanki göğün göğsüne iliştirilmiş olan. Ekim ayının kendine özgü kirli beyaz eğik ışığı, tam Ayasofya’nın tepesinde asılı görünmeyen bir güneşten yayılmakta. Oradan Ahırkapı Feneri’ne değerek “Fakir Üsküdar”a dek uzanıyor. Ayrıntıları daha çok, olabildiğince belirleyen yatık bir ışık bu.
Buna karşılık, karadan o toprakları dolaşmak çok daha heyecan verici. Yeşil Ev’i arkada bırakıp Utangaç Sokak’tan inince, herkes, Sur Kapısı’ndan denize ulaşabilir. Kumkapı yönünde yavaş adımlarla bir süre yürümek gerek. Yol boyu, surlar, asıl onlar taşlaşmış birer utanç duvarı gibi yükseliyor. İçi bir türlü, dışı başka türlü içler acısı. Az görülür bir ivediyle sarnıç yıkan eller, surları onarmaya yeterince uzanamıyor. Kaya çatlağından boy atan incir ağacı gibi, İstanbul surları da olanaksıza karşı yaşam savaşı vermekte. Dayanışmasız. Tek başına.
Yer yer genişleyip yeşil alana dönüşen sur dibi, her çeşit İstanbul ağacıyla süslenmiş: Belediye Müdürlüğü çevresi aralıklı dutlarla kaplı, sonra kestaneler, çınarlar, ve yine dutlar. Derken, Çatladıkapı’yı geçer geçmez, kara yakasında beliren dev bir çitlembik. Nerden çıktı bu, böyle birdenbire? Bunlara dişbudak da eklenebilir. Erguvanlar, akçaağaç, manolyalar, ıhlamur, belki bir oya ağacı bile. Ne var ki, göğün pürüzsüz maviliğine izdüşen sur önü yeşil örtüsüne karşın, benzin istasyonu dolaylarında ağır bir beton yığını kıyıyı örtebilmeyi başarmış.
Oysa, sahil boyu, Kumkapı’ya dek sürüklenen dilim üstünde, özgür ve eğlenceli yeni bir mesleğin insanları keyif çıkarabiliyor: Özel cumartesi balıkçıları.
ELVEDA YİTİK TARİH
Uzakta, Köprü’nün Anadolu ayağının dibinde, Beylerbeyi İskelesi. Minicik paket taşlarıyla süslü, küçük sevimli meydancık. Açıkhava balık satıcıları, içinde yalnız midye tava pisilen aşevleri ve kocaman gövdesini sahilde dinlendiren Rabia Hatun Camii. Umarsız bir yakarış, içli bir inilti gibi, incecik minareleri göğe yükselmekte. Yangın sonrası kurşun kubbesi, şimdi daha bir kat görkemli duruyor. Kendine güven içinde.
Orta yerdeki yeşil talik yazılı Osmanlı çeşmesinin yanıbaşında, çitlembik ve kestaneler altında çay içmek ne mutluluk! Tepede, Boğaz Köprüsü’nün şık ve esnek silüeti titreşmekte. Görkemli koca gövdenin üstünde, “bir kişi eşittir bir araba” olarak uzayıp giden sonsuzluk zinciri. Düşük kapasiteli, az gelişmiş bir otomotiv sanayiinin kanı, işte bu yüksek damardan akıyor. Ama, Köprü’nün onca genişliğine tek bir ray çifti bile döşenmiş değil.
Nedeni ortada: Üçüncü, beşinci köprüleri inşa edebilmek uğruna.
Çay ocağının çatısına genç bir çınarın yaprakları değiyor esintiyle birlikte. Ortada kocaman bir meşe. İki tane de deniz yakasında. Bir vapur geçiyor, martı endamlı, kaba dalgası kıyıda patlayarak. Deniz kır kahvesinin tüm masalarını, sandalye ve müşterilerle birlikte ıslatıp geçiyor. Gülüşmeler içinde, vişne çürüğü örtüler değiştiriliyor yavaşça. Günün sıradan olayı, onlar için.
Yeraltını kullanmamakta kararlı görünenler, yerüstünde yeşili, insanı ve tarihi neden bu denli zorluyor?
Oysa Batı’da, kentte yaşam da tarihe uyduruluyor.
Unutulmasın, Roma’da payan dönemin Vesta Tapınağı bile, bağnaz ve bağışlamaz Hıristiyan Vatikan’ın yıkım kılıcından kurtuldu.
Buna karşılık, sanılır ki XXI. yüzyılın eşiğinde, Bizans’ı çiğneyen türden bir Haçlı ordusu İstanbul’un varoluşlarına gelip dayanmış. Geçmişe saygıyı bilmeyen devşirme yıkım birlikleri, birtakım bindirilmiş güçler, tarih bilinci kimliği taşıyan neye rastladılarsa onu yoketmeyi kentleşme gereği sayıyorlar. İşte, Taksim’den silinip atılmış Halilpaşa Kışlası, Beşiktaş’ta yola kurban verilen Sinanpaşa Hamamı, Beyazıt Simkeşhanesi (ilk Osmanlı darphanesi), Saraçhane’de Mimar Ayas Camii, sonra Fındıklı hamamı, Acemi Oğlanlar Koğuşu, 16 Mart Karakolu, Haliç kıyısındaki Venedik evleri ve benzer örnekler...
Oysa, yeryüzünde hiçbir kent, İstanbul kadar övgüye, üne, büyüleyici güzelliğe sahip değil. Bir yandan tüm zamanlara karşı girişilen taşra vandalizmi sürerken, öte yandan nice yapı kurtarıcı bir el bekliyor? İşte, Ayasofya’nın karşısındaki Sinan Hamamı gibi uzun yıllar benzin deposu, kağıt ya da kitap deposu, meşrubatçı, kasap dükkanı, nargile kahvesi, büfe ve benzeri biçimde kullanılan cami, türbe, sebil, çeşme, han, medrese ve hamamlar. Hiçbiri değilse, çevresi asalak yapılarla doldurulmuş nice tarih ve ecdat güzelliği!
Kendini unutmuşçasına bir vurdumduymazlık içinde, bir kent geçmişine ve öz varlığına bu denli kıyabilir mi?
Baltalimanı sırtlarından “firuze nehir”e sarkan taraçalı korularda, sönen bir uygarlığın fısıltıları gibi mırıldanmamak elde değil:
Elveda İstanbul!
Elveda, sevgili güzellikler!
Elveda, yitik tarih!
Uğur Kökden | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 180 - 15 Kasım 1987
_____________________________________________________________________________________________________
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Dalan’ın Dikkatine
Arnavutköylüler olarak başkanlığınıza bir süre önce gönderdiğimiz “Duyuru”da da belirttiğimiz üzere, dünyanın en güzel yörelerinden “Boğaziçi”nin en güzel bir koyu olan “Arnavutköy Koyu”, 1955’lere kadar tertemiz, denize rahatlıkla girilebilen, kayık ve olta balıkçılığı cenneti, gerçek halka her yönüyle açık pırıl pırıl bir koydu.
Ancak 1955’den sonra, Akıntı Burnu yolu genişletilirken, zamanın yönetiminin iyi niyetli fakat ön etütsüz ve bilgisizce uygulaması sonucunda, doğal denge bozulmuş, kısmen koya girip onu temizleyen “Arnavutköy Akıntısı” 200 m. açığa kaydırılmış, koy kendi doğal temizleyicisinden yoksun kalmıştır. Bu hatalı uygulama sonucunda Arnavutköy Koyu’nda, hayvan leşleri, çöpler, artıklar ve soğuklar basınca, bunlara katılan kitle halindeki deniz anaları paketleriyle birlikte, soğuk aylarda bakılmasına bile dayanılmaz sümüklü, kirli bir örtü oluşmaktadır. Sahildeki bahçeli evlerin yerini giderek apartmanlara bırakmasından kaynaklanan nüfus artışı nedeniyle lağım giderleri artmış ve bunlar yetmiyormuş gibi, Etiler’den gelen kanalizasyon uzatılmaksızın “çöp iskelesi” aralığından doğrudan doğruya koya akıtılmıştır. Böylelikle Arnavutköy Koyu Boğaziçi’nin belki de en sağlıksız koyu haline gelmiştir.
Bugün gene aynı şekilde, yeterli ön etütler yapılmadan, sorunları çözen bir uygulama projesi geliştirilmeden, hatta, sorunlar hiç düşünülmeden, büyük bir süratle inşa edilmekte olan, aslında kökünden hatalı ve otomobil yarış pisti niteliğindeki “Kazıklı Yol” inşaatı çok daha vahim neticeler doğuracaktır.
Nitekim, 16-20 m. genişliğinde, yaklaşık km. boyunda, yer yer deniz seviyesine değen “Kazıklı Yol”un altında, rıhtıma açılan ve ev sahiplerince her yıl ağızlarına doluşan birikintileri temizledikleri lağım ağızları bir daha temizlenemeyecek, kollektör yapılmadıkça lağımlar taşacak, “Kazıklı Yol”un altı, burada çürümeye mahkum birikintilerle bir leş, pislik ve çöp kapanı haline gelecektir. 16-20 m. genişlik ve yaklaşık 20 m. derinlikteki kovuk içindeki birikintilerin yayacağı koku ve mikrop yalnız Arnavut köylülerin değil, tüm Boğaziçi sakinlerinin de sağlığını tehdit edecektir.
Çözüm: Kazıklı Yol’un ön projesini yapan STFA Temel Mühendislik ve İTÜ Zemin Mekaniği Anabilim Dalı uzmanlarıyla da yapılan temaslar sonucunda, olumlu tek çözüm, Arnavutköy ekintisinin koya kısmen yeniden akıtılması, yani doğal sirkülasyonun yeniden sağlanması olarak belirlenmiştir.
Bu da, akıntının rıhtıma çarptığı yerden, 1955’ten önceki yol hizasında, yolun altında kalacak (yaklaşık 150 m.’lik) bir kanalın açılmasıyla mümkün olacaktır. Bu çözüm hem olasılıklar içinde en ucuzu, hem evladiyelik, hem de uygulama açısından en problemsizidir.
Nitekim, bir süre önce, “Fenerbahçe Yat Limanı” yapıldıktan ve mendirek oluşturulduktan sonra meydana gelen “deniz kirlenmesi sorunu”, Fenerbahçe Burnu ile merhum İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Bey’in evi arasında bir kanal açılarak sirkülasyonun sağlanması suretiyle çözüme ulaştırılmıştır.
Neticede: Haliç’i yeniden “Mavi Haliç” haline getirmekle övünen İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığı’nın, “Arnavutköy Akıntı Burnu”nda böyle bir kanal yardımıyla doğal sirkülasyonu yeniden sağlayarak, Arnavutköy’ün yaşanmaz ve otomobille dahi sahilinden geçilmek istenmeyen bir hale gelmekten kurtarmasını “Sayın Dalan’dan bekliyoruz.”
Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 182 - 15 Aralık 1987