Sanatçılarımızın tatil izlenimleri



Daha Hamazçakılı’nda hop eder içim. kopan değişik esintiler yalayıp geçer yüreğimi. Büyükşapçı’ya, Küçükşapçı’ya, Hallaçlar’a, Manastır yanlarına bakarım da “Hey gidi günler!” derim. Gezici başöğretmendir yirmi beş yaşım, çantasında peynir ekmek, bir-iki kitap, dolaşıp duruyorduk köy yollarında... Bahar başlarının kır laleleri, güzün ermiş ahlat kokan böğürtlen tadında günleri düşer aklıma da... Hey o binlerce çocuk gözüyle bakılan dünya! Edremit’in, Havran’ın, Burhaniye’nin kırk beş köy yolunda izim vardır. Her köyü işlikli, uygulama bahçeli üretici okullara kavuşturmanın, toprağa derin kök salmanın; zeytinlerin, incirlerin, narların dilinden daha iyi anlamanın, toprağa Kurtuluş Savaşı bilinciyle sarılmanın coşkulu günleridir o günler de...

Bursalı Karakolu, Gelin Deresi bir, Gelin Deresi iki, üç, dört, derken yaz denizi gibi bir ova serilir önüme. “İşte binlerce yıl emek verip bu ovayı biz yarattık” der gibi daha bir gururla dikilir dağlar. Gerçekten de doğa coşmuş eşsiz bir ülke yaratmıştır burada, ucu Akçay’da Ege’ye açılan zeytin ülkesi... İğri büğrü gövdeleri, bilgece suskunluklarıyla dört milyon zeytin ağacı, zeytin yeşili bir orman...

Üstüm başım defne, yarpuz, kekik kokusuna kesmiş, o ormandan Gazi Celal Mahallesi’ndeki evime döndüğüm zaman, kulaklarımda su sesleri, düşlere düşüncelere dalıp giderdim:

Orhan Burian anlatmıştı, bir Alman uzman Antalya ovasını görmüş de, duramaz olmuş yerinde “Buralar” demiş, “bilgiyle, bilinçle, planla işlense, değerlendirilse, elli milyonu karni tok, sirti pek yaşatır.” İnsanoğlunun çocukluk döneminde bile Ege uygarlığını yarattığı bu toprakları, zeytin ülkesini görse ne derdi acaba?

İşte maviliğin ucunda tepeler ermişi Sarıkız; Türkmenlerin de ovalının da kutsal saydığı doruk. Zeytin ülkesi halkının bağnazlığın, kara yürekliliğin lekelemeğe kalkıştığı köy kızından yarattığı söylence... Yurdun dört yanından gelen Türkmenlerin, Eylül ayında Diyonizoz coşkusu yaşadıkları yer... Sarıkız’dan aşağıya ormana sarktınız mı Beypınarı, Çeyiz Deresi, Baş Kardeşler... Pryamos oğlu Çoban Paris’in Oinone ile mutlu yaşadığı dünya... Hera’nın, Athena’nin, Afrodit’in en güzelimizi seç dedikleri, tarihin ilk güzellik yarışması alanı...

Ağzının tadını bilen Koca Tanrı Zeus’un aşk otağı:

Tanrısal toprak yumuşak bir çimen saldı
taptaze lotos bir halı serdi toprakla aralarına
safranlardan sümbüllerden tatlı bir halı
uzanıverdi ikisi de halının üstüne
sardı onları güzel bir altın bulut
buluttan çiy damlaları akıyordu pırıl pırıl...

Bugün de zaman zaman Kazdağı’nın doruklarına sarıyor o altın bulut...

Yirmi beş yaşım esrik, dizeler kıpranıyor dilinde:
Edremitti o mavi, dallardan sarkan
Edremitti o ova zeytin acısı
İlkyaz, mor çınarlar, çam karanlığı
Edremitti her çağdan
Halktı denizdi sendin aydınlık
Gecelerini getirirdi aşk
Eteği Troyalı dağdan
Edremitti yüreğimdi gezdirdiğim
Masallardan kalma orman.

Soluğunu tutup “Geldik” diyor, sonra, “işte Soğuk Tulumba... Dibinde ak çakıllar görünen Edremit çayının kıyısı. Tanırsın Kuyucaklı Yusuf’tan. Hani bayramyerinden arabalara dolan çocukların, Muazzez’le Yusuf’un da bi küme kuş gibi cıvıl cıvıl kondukları yer... Yandaki şu yol da Cennetyatağı’na gidiyor.

Sevinci sönüyor birden; sesi kırık: “Hilmi Bey’le oğlu Şakir’in Kübra’yı bağevinde...

Hayır bir Sabahattin Ali Sokağı yok Edremit’te, bir okula da verilmemiş adı. Oysa Kuyucaklı Yusuf demek, Sabahattin Ali demek Edremit. Bugün de yarın da Kuyucaklı Yusuf’la soluk alacak sanat dünyasında. Dalın şu çalımlı, yüksek yapıların yanından ara sokaklara, Sabahattin Ali’nin çocukluğu, insanları, evi karşınızda... Çıkın İbrahimce’ye, yüzleri sele zeytinine dönmüş analar, Kübralar... Şehir Kulübü’nde gözleri zeytinyağı rengi Hilmi Beyler, Şakir’ler, Hacı Ethem’ler... Kimi parti başkanı, kimisi...

Toprağa kök salmanın öğretmenleri mi? Geçti o günler... Onlar biraz Kuyucaklı Yusuf’un yazgısını yaşıyorlar... Kasabanın çirkef karanlığına kurşun sıkmanın cezasını... İnce bir aydınlığı biriktiren o işlikli, uygulama bahçeli okullar da çoktan söndürüldü. Çanakkale Savaşı’nın yönünü değiştiren Koca Seyit’in köyüne okul yaptırılmaya kalkışıldığında nasıl kıskaca almıştı Cavit Bey Manastır’ı...

Ne gerek vaa dağbaşında okula? Zeytinlemi topluyo, ekmemi yiyosunuz.
İlle de okul deseniz, açıtırıverem size bi Guran Kursu.

Koca Seyit, köyüne okul yaptırıldiğini göremeden Havran’da bir zeytinyağı fabrikasında hamallık ederken öldü.
Tüm eğitimimiz de Cavit Bey kafasına göre yönlendiriliyor hanidir...

Cavit Bey’in yüreği yağ bağlamıştır Sabahattin Ali’nin öldürüldüğünü duyunca. Ama biliyorum emekli öğretmen doksanlık Memet Şah, yıkılan Halkevinin başkanlık odasında “Ah Sabahattin’im” diyerek özoğlunu yitirmiş gibi ağlıyordur hâlâ... “...İştirakiyyundanmış” derlerdi. “Bir zeytin ağacı kadar buralıydı o. Devrimler oy pazarına sürüldüğünde en iyi o savunmamış miydi laikliği, bağımsızlığı Marko Paşa’da? O dikilmemiş miydi yiğitçe Amerikancılığın karşısına?... Ah Sabahattin’im! Onu öldürtmekle pisliklerini örteceklerini sandılar...

Kötü daldın” diyor yirmi beş yaşım, Köylüler Pazarı’na uğramayacak mısın?

Öyle ya bir Köylüler Pazarı vardı karşıda. Onu taş sütunlu, antik yapılara benzeyen bir köşe... Mustafa Seyit Sutüven’in dükkânı... Halk bilgesi Berber Hüseyin, içip içip ’Düşünce Özgürlüğü’ adlı kitabı okuyan Eczacı Muhsin, “Bu ülke ancak sosyal demokrasiyle kurtulur’ deyip coşan Dişçi Muhlis, solcu Göksu uğrardı oraya... Sanattan, ülke sorunlarından konuşulurdu. Mustafa Seyit askerliğini Ilıca’da yapan Cahit Sıtkı’yı, Sabahattin Ali’yle Sarıkız’a çıkışlarını anlatırdı...

Köylüler Pazarı’nın yıkıldığını, oraya gelenlerin çoğunun öldüklerini bilmiyor yirmi beş yaşım. Yanan gözlerimi Cumhuriyet Alanı’na çeviriyorum. Bunaltıcı sıcakta koltuklarında cüzleriyle başları örtülü kızlar, bulanık bakışlı çocuklar geçiyor yanımızdan. Önlerinde sepetler, çuvallar, armut, incir, dağçayı, kantaron, altınotu, nane satmaya çalışan suskun köy kadınları var duvar diplerinde. Derileri yanmış yarı çıplak yazlıkçılara:

Amut incir alın!.. Şifalı otlaa da vaa..” diye sesleniyorlar arada bir dümdüz bir sesle...

Akçay burnunun dibinde kasabanın... Şimdi orası cıvıl cıvıldır, Ankaralısı, İstanbullusu, Almanyalısı serilivermiştir kumlara. Janet Kafe, Ruf Bar, Öge Motel, Tatil köyü... Yaşamın tadını çıkarıyordur tuzu kurular... Ama o Kuran kursuna giden çocuklar, şurada oturan kadınlar bir kez olsun denize girmişler midir acaba?

Hamazçakılı başındaki yürek kabarması, yerini bir ezikliğe bırakıyor. Orhan Burian’ın anlattığı o Alman uzmanın dediklerini anımsayıp, kırgın bir yabancıya dönüyorum zeytin ülkesinde. Köşedeki gazeteciye uğradıktan sonra Çınarlıhan’a gitmek en iyisi...

Sorduğun dergiler buraya gelmiyor ağbi” diyor Emin Efendi. “Satışlar öldü. Biliyorsunuz, altmıştan fazla derginin dağıtımı da yasaklandı zaten.
Eski fiyatlarla verdiğim halde -raflardaki kapakları solmuş kitapları gösteriyor- beş yıldır tüketemiyorum şunları...

Şu köşede kırk Varlık dergisi, yirmi beş Yücel dergisi, yirmi Pazar Postası gören yirmi beş yaşım, ince ince terliyor...

Bilmem gördünüz mü, burada birkaç genç, ’Zeytin Ülkesinde Sanat’ adında bir dergi çıkardı.
Beş lise var kasabada, altı yüz dolayında öğretmen. Olmadı, yürütemediler Ağbi... Burdan bir Sabahattin Ali çıkmış, bir Sutüven çıkmış oysa...

Ne denir... Belki Çınarlıhan değiştirir havamı...

Tavşanbayırı’na doğru yayılmış, genişlemiş kasaba... Yolun iki yanında yap-satçı işyerleri.
Camlarda renk renk bağıran duyurular: Satılık villa, kelepir arsalar, lebiderya dubleks villalar... 24 ay vadeli satılık katlar...

Akçay, o Kazdağı’nın Eybek’in sulardan yarattığı yer, haraç mezat sürülmüş pazara...

Yolumuzun üstünde Çamcı köyü. Öbür Türkmen köyleri gibi ovalıya kuşkuyla bakan, kız alıp vermeyen, yüzlerce yıllık geleneklerini sürdürmeye çalışan. Yağız yüzlü kara gözlü, başka bir iç erincine ermiş gibi hep birbirine benzeyen güzel insanlar... Kadınların pullu alınlıkları, renkli önlükleri göz alıcı...

A aa! o da ne! Türkmen köyünde bir cami!!! İnanılır şey değil!!!

Nasıl şaşkına dönmüştü okulu bomboş görünce Tahtakuşlar’da yirmi beş yaşım din dersi kondu diye öğrenciler gelmiyordu.

Gözleri kıvılcımlar saçarak soruyordu Muhtar İsmail Topkar:

Bu nasıl iş efendi! Hani laik bir ülkeydik? Var mıydı Atatürk’ün gününde böyle şeyler... Biz Alevi’yiz.
Eski ayrılıklar mı körüklenmek isteniyor yeniden? Ali’yi okutacak mısınız bizim çocuklara?...

Bu köyün İsmail Topkarları neredeydi cami yapılırken acaba?

Veteriner fakültesi öğrencisi Askar acı acı gülüyor:

Nerede olacak, tümü de buradaydı. Öyle bir hava esiyordu ki, kim sesini çıkarabilir. 12 Eylül’ün armağanı bu bize.
Bir yetkili hayırına yaptırıverdi. Okulda zorla din derslerine sokuldum ben de. Duaları ezberlemediğim için sınıfta bırakıldım.

Ak saçlarımın dibinde ince bir sızı, yirmi beş yaşım...

Evet evet, Edremit’ti bu ova zeytin acısı...



Mehmet Başaran | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 199 - 1 Eylül 1988
_____________________________________________________________________________________________________






Can Yücel | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 199 - 1 Eylül 1988
_____________________________________________________________________________________________________




Sanırım tatil kavramının kişiye göre değişen bir anlamı var. Genelde tatil dinlenmektir, yeni yerler görüp gezmektir, zamanı gönlünce kullanmaktır.
Tatil, yaşamın tekdüze gidişine karşı bir renkliliktir. Dolu anlara karşı boş anlardır. Bu boş anlar yeni yaşama güçleri kazanmasını sağlar kişinin.

Sanatçının ise hiç tatili yoktur. O zaten boş ve dolu anları yaşamının her kesitinde alabildiğince değerlendirmek zorundadır.
Yeni birikimler, yeni esinler, yeni düşünce ve yaratıların kaynağıdır boş zamanlar. Ardından da yaratıcılığın gerilimleri yaşanır.

Yine de sanatçının içimizden biri olduğunu unutmayalım. Onun da yeni ortamlarda yaratıcı güç kaynaklarının tazelendiğini hatırlayalım.

Bu yıl tatile erken başladım; Ocak ayında, yurt dışında. Özellikle Almanya’da yoğunlaşan gezimde sanatçı dostlarımı gördüm, atölyelerine gittim.

Mehmet Güler’i Kassel’de yeni inşa ettirmekte olduğu atölyesinde yeni çalışma ortamını kurma heyecanı içinde buldum. Erol Kınalı, Bonn’da çok güzel bir park içindeki atölyesinde yoğun çalışmalar yapıyordu. Aydın Karahasan Bochum’da evinin çatı katı atölyesinde resme olan tüm tutkusuyla konuşuyor, anlatıyor ve üretiyordu. Kendisinin konukseverliğini ve çevredeki Alman ve yabancı sanatçıların atölyelerine götürerek onlarla tanışmamı sağlamadaki çabalarını unutmayacağım. Seyit Bozdoğan Köln yakınlarında atölyesinde her zamanki ciddiyet ve tutarlılık ölçüleri içinde çalışıyordu. Nejat Akkan evinin bir köşesini atölyeye çevirmiş yoğun bir biçimde yeni eserler üretiyordu. Hanefi Yeter, Mehmet Uyanık ve Mehmet Alagöz’ün çalışmalarını ve atölyelerini de görmek isterdim. Olmadı.

Bu kez Almanya’da Türk resminin temsilcilerini kendi atölyelerini kurmuş olarak görmek sevindiriciydi.

Bugün ülkemizdeki ressamların çoğunun hayal edemeyecekleri düzeyde olanaklar içeren bu atölyeleri gıpta ile gezdim. Bir sanatçı için atölye sahibi olmanın ne denli önemli olduğuna tanık oldum. Sonra sanatçı dostlarımla müzeler, galeriler, sergiler gezdik -Hamburg’da Andy Warhol Retrospektif Sergisini, Köln’de Richard-Ludvig Müzesi’ni, Essen, Bochum, Düsseldorf müzelerini v.b.larını- oturduk konuştuk, tartıştık. Yeni kentler, yeni insanlar ve yeni yaşam biçimlerini izledik. Tatil sanatçı için ancak böyle güzel oluyor.

Mayıs ayında Kıbrıs’taydım. Genç ve değerli ressamlar Emin Çizenel ve Mehmet Uluhan’la beraber sanatı doğayı ve tatilin güzelliklerini yaşadık. Bella Pais’teki -şimdiki adıyla Beylerbeyi-o eski katedralde “Anadolu Trio”sunun konseri çok etkiliydi. Beşparmak dağlarının eteğinde Girne yakınındaki sanatçı köyü Carmi’yi gezip büyülenmemek olanaksız. Hem doğasının çarpıcı hem de -yabancılar için de olsa- sanatçı köyü projesinin gerçekleştirilmesi yönünden. Afrodit’in doğduğu koylarda denize girmek, Lara Beach’de eski dostlarla karşılaşmak ne güzel. Bir de Kıbrıslı arkadaşlarımızın “denize karpuz kabuğu düşmeden, denize girmeme” düşüncelerine hiç de katılmadığımızı belirtelim. Sanatçı ve aydın dostlarla Kıbrıs’ın kültür ve sanat konularını konuştuk aramızda. iki yıl önce davetli olarak Kıbrıs’a gidişimde bu konuda çalışmış ve yetkililere uzun bir rapor vermiştim. Gelişmeleri değerlendirdik. Nisan 1989’da Kıbrıs’ta açılacak Uluslararası 1. Erotik Sanatlar Sergisi’nin düzenleme hazırlık çalışmalarına katıldım.

Bir de Cemile’ye vuruldum Kıbrıs’ta. Cemile Begonvil’in ağaç olmuş biçimiydi; çarpıcı pembe rengi ve görkemli görünüşüyle doğanın inanılmaz süsü. Kaktüs’ler, devetabanları, kauçuklar ağaç olmuştu orada. Limon ve kekik kokuları arasında denize inmek ise tarifsiz duygular uyandırıyor insanın içinde. Doğrusu Kıbrıs’ın Mayıs günleri doyumsuzdu. Temmuz ayını Gemlik’te geçirdim; Gemlik’e iki kilometre mesafedeki Manastır koyunda. On yıldır gittiğim ve tanıdığım bir yer. Gemlik’in tatil beldesi olan Kumla’nın yüzbinlerce kişiden oluşan kalabalığı, gürültüsü ve kargaşası yok Manastır’da, sakin ve sevimli bir doğası var. Üstelik çok bereketli de bir toprağı. Zakkumlar, güller, nar çiçekleri neredeyse gözle görülür gibi büyüyorlar. Salıları Gemlik’te pazar kuruluyor; gezmeye doyamıyorum. Yeşilin zenginliği içinde doğanın her anını yakalamak ve izlemek büyük bir zevk. Yalnız deniz kirli ve düzensiz bir yapılanma burasının geleceği adına insanı düşündürüyor.


Gittiğim yerlerden bir şeyler almaya çalıştım. izledim, seyrettim, düşündüm, çizdim.
Şimdi bunları değerlendirmeye çalışıyorum. Bakalım neler çıkacak?



Devrim Erbil | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 199 - 1 Eylül 1988
_____________________________________________________________________________________________________




Kuşadası’nın deniz yanını kokladınız mıydı köpük kokardı, ak köpüğün yeşil yosunlara vura vura çıkardığı koku.
Kimbilir, o kıyıdaki kayalara yapışmış kara kara deniz kestaneleri de mi bu kokuyu duyumsarlar ki, suya baktığınızda kestaneler dansı izlerdiniz.

Kuşadası’nda Pilav Dağı yanını kokladınız mıydı kargan kokardı, çiğnenmiş reyhan kokusu gibi, lavanta çiçeğiyle taze dut arası.
Dağlarıysa tümden kekik... Bir kekik kokusu ki sanki kekiğin o mor çiçekleri hep burnunuzun ucunda...

Şimdi Kuşadası kebap kokuyor, kokoreç kokuyor, çöpşiş kokuyor, sucuk kokuyor, köfte kokuyor. Yeni açılan bulvar boyunca, kekikler yurdundan koparılmış getirilmiş ekilmiş öbek öbek, ama kekikler kekikliklerini unutmuşlar, sinmişler, boğulmuşlar, kekik olduklarını unutmuşlar. Mor çiçekleri açmamış, onlar da kebap kebap kokmaya başlamışlar.

Belki de dünyanın hiçbir yerinde yoktur ama Kuşadası’nda “Kebap Tüneli” vardır. Hanım Camii’nin yanı, işte o sokak. Tünele ilk girdiğinizde sizi kokoreç kokusu karşılıyor, az sonra kokoreç yerini sucuk kokusuna bırakıyor, sucuğu çöpşiş bastırıyor, tünel çıkışında içyağı köfte kokusu bulut bulut üzerinize gelerek, size “Güle güle” diyor. Tünelden çıktığınızda oradaki hiçbir büfeye uğramamış olsanız bile, zaten doymuş oluyorsunuz. Tişörtünüze sinen kebap kokusu belki sizi akşam öğününde de idare edebilir.

Kuşadası arabesk olmuş.

Gelin isterseniz sizi çocuk parkına götüreyim. Çiçek bekliyorsunuz, çimen bekliyorsunuz değil mi? Çocuk var. Çocuk var da, çimen yok, çiçek yok. Yani park yok ortada. Parkın iki ucu kapatılmış, çayhane, birahane olmuş. Belki de dünyada yine tektir, tarihi sütun başlıkları masa olmuş biracılara. “Hey ustam, düşünür müydün bir gün o yaptığın sanat incisinin bira masası olacağını?” O tarihi küpler ve tarihi toplar arasından çıkıp da karşıya geçerseniz, burası darıcıların, “Darıcılar Çarşısı”. Haşlanmışı var, kebabı var, sıra sıra. Dumanlar tütüyor, darıcılar bir ağızdan bağırıyorlar.

Kuşadası arabesk olmuş...

Hükümet Konağı’yla Mahmut Esat Bozkurt ilkokulu’nun arasında bir sokak vardı, orası Kemeraltı olmuş. Yo yo, bağıran çağıran yok ama, kapa gözlerini, bir belediye zabıta memuru düşle ki kovalıyor, bir gezgin satıcı düşle ki kaçıyor, sonra aç gözlerini, kaçan yok, kovalayan yok, ama karşınızda tıpkısının aynısı Kemeraltı...

Dön sağa, çık Kervansaray’ın karşısına... Şimdi Mahmutpaşa’dasın artık... Mahmutpaşa’yı anlatmaya gerek yok, o görkemli Öküz Mehmet Paşa Hanı’nın hali nicedir acep, Mehmet Paşa’nın hali nicedir acep, konuşur dururlar mı acep durumu iki paşa, “Bre, bu ne haldir?” diyerekten.

Eskinin Tayyare Caddesi trafiğe kapatılmış, ama bu kez trafik yerine satıcılar, dükkân sahipleri koca caddeyi kapı vermişler. Sıra sıra şezlonglar atılmış, uyumalıklar, koltuklar, banklar... Hepsi dükkân sahiplerinin, şöyle güneşin batımına yakın, bir de geceleri ufacık masalarda rakı bile var, caddenin ortasında...


PTT önü mü?

Ana baba günü. Turistler, Almanı, İngilizi, Fransızı birlik ve beraberlik içerisinde, boş telefon kabinini kapmak için şıngır mıngır ötüyorlar jetonlarıyla. Ülkesine telefonunu eden memnun ve mutlu. Öyle bir yüzle çıkıyor ki kabinden, pembe pembe, tepede güneş, kabinde fırın, ama sevdiceğinden haber almış, “Ben buradayım, demiş, dumanlar içerisinde. Kebabın kokusu oraya da geliyor mu anne?

Kale Kapısı’ndan çıkıp da şöyle iki yanına bak, sağına soluna ve karşına. Bir tek kaldırım yok. Kaldırımlar masa, kaldırımlar lokum, kayısı, fıstık fındık tıka basa. Öyle şaşkın ki turistler, üçyol kavşağında ve araçlar vızır vızır, ama kaldırım yok. Kendi bu yanda kaldı, arkadaşı o yanda... Trafik polisi yardımına koşacak mı yaşlı kadının? Koşacak. Ama trafik polisi ne yapsın kaldırımın olmadığı bir üçyol kavşağında?

Aman, Kuşadası’na bir turist dolmuş bir turist dolmuş, turizm patlamamış, turist patlamış. O boş yerlerin tümü şimdi otel, Türkmen Mahallesi dışında beton yığını, çirkin çirkin... Ufacık ufacık oteller. Ufacık otelin ufacık lobisi, ya bir ağaç altı, ya on beş metrekare bir avlu. Görevli mi, turizmin t’esini, yabancı dilin y’sini bilmiyor. Anahtar alıyor, anahtar veriyor. İngilizce “Günaydın” diyor turiste, ama gece olunca İngilizcesini unutup Türkçe “iyi geceler” diyor. Eh, otel böyle olunca, turistler pek otellerde oturmak istemiyorlar, sokaktalar... Evet evet, tümü sokaklarda. Evlerinden kovulmuşlar gibi geziyorlar da geziyorlar, öğlenin ikisinde, gecenin yarısında, sabah gün doğarken, akşam gün batarken...

Turistler de mi arabeskleşiyor ne, üzüm üzüme baka baka. Örneğin, Kuşevler’deki karşı karşıya iki otelden birinden gecenin üçünde bir balkon kapısı açılıp, otelin balkonundaki bayan turiste “Mayhaaaart” “Mayhaaaart” diye bağırabiliyor. Ve üç katlı yirmi yataklı bir otelin damındaki gecekondu barda bağıra bağıra sabahın dördüne dek konuşabiliyor turistler. Otelci, “Sus, yörede başka oteller var, evler var, onları rahatsız etme” demiyor, otelci turizmi bilmiyor. Çünkü öteki otelci de iki bardak fazla rakı satabilmek ve iki yılda köşeyi dönebilmek için, yatan yaşlı turistlere aldırmayıp, içki içen turistlere yönelik “Ar yılı değil, kâr yılı” diyerekten, gece yarısı müziğini açıyor, “Var mı bayanlar baylar, yatmazdan önce bir tek daha aslan sütünden atmak isteyen?” diye bağrıyor... Yatmazdan öncenin saati, sabahın beşi.

Evet, gerçekten Kuşadası’nda turistler de arabeskleşmiş. Sokaklardaki, caddelerdeki küçücük striptiz numaraları sakın sizi şaşırtmasın, asla o durum vaziyet striptiz numarası değildir. İngiliz turistler işportacılardan alışveriş etmektedirler. “Batan geminin malı bunlar”. İşte bunun ingilizcesini duyan turist “hücuuum”u çekiyor işportanın üzerine ve cenk başlıyor. Orada giyiyorlar, orada deniyorlar, ardından pazarlık geliyor. “Üç tane alırsam kaça vereceksin?

Ah bu turistler ah, pazarı da öyle seviyorlar ki, pazar yerini de. Ama mutlaka günün birinde telefat vereceğiz ve tüm dünya gazeteleri, bu telefat haberini yazacaklar, “Bir İngiliz turist Türkiye’de armut seçerken, trafik kazasında can verdi” diyerekten. Ah ah, bizim gibi alışkın değiller ki bunlar, soğukkanlı İngilizler. Otobüs geçerken kabasını çekip armut seçmesini sürdüremez ki, kamyon geçerken göbeğini çekip armutla kamyon arasında kâğıt inceliğinde durmasını bilmez ki. iki yanda arabalar vızır vızır, ilçenin en işlek bulvarı ve ortası pazar, kaldırımlar kavun, karpuz, armut, şeftali, hıyar. Ve günlerden cuma, Kuşadası pazarı, evinden kovulmuş turistler bu kez pazar yerinde...

Nasıldır, nicedir bilinmez, tüm bu arabeskleşmenin dışında kalıvermiş bedava halk plajları, dahası, daha modern olmuş, evet evet, kumlar düzeltiliyor hergün, çöpler toplanıyor, şemsiyeler paralı ama, olsun, koca bir şerit bedava, halkın, Bodrum, Marmaris gibi değil, duşu bile var, o da parasız...

Ve benim bir anlayamadığım daha, turist patlamasıyla baharatın yakından ilişkisi ne? Bu yıl Kuşadası’nda baharatçı da patlamış. Her köşe başında bir baharat tezgâhı, üzerinde derde devadan gayrı, ne ararsan var. Yoksa yoksa, kebap kokusunu yok etsin diye mi bunca baharatçı. Bilinmez ki...



Muzaffer İzgü | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 199 - 1 Eylül 1988
_____________________________________________________________________________________________________






Oktay Akbal | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 199 - 1 Eylül 1988
_____________________________________________________________________________________________________



Tatil

Güneş, kumların billurunda çıtır çıtır... Ultraviole iğneleri, laser merhemiyle hücrelerde dolanıyor... Zamanın aynasında oynaşan karabasanlar, birer birer saca düşmekte... Yasaklar... Soruşturmalar... Cezalar... Sıcak kumun, yakıcı ışınların fokurtusunda kaynaşıyor... Sekiz yılın Nuh ambarı serilmiş uzanan bedenin kazanında aşureleşmekte... Saçlarımın dibinden, kaşlarımın ucuna yürüyen ince ter damlacıkları, yılların birikiminde töperleniyor... Töperleniyor... Kumun üstüne düşer düşmez bütün nemini yitirmenin özümsemesinde yitiklere karışıyor.

Zaman, sıcağın emici dudaklarında donmuş. Güneş yaktıkça, hücrelerin mıncık mıncık devinisi, yorgunluğun bütün yadsımalarıyla zonkluyor.
Beynimden tırnak uçlarıma yürüyen bir gel-git’in dalgasında uçuşan düşünceleri ayıklamak ne zor...

Sekiz yılın bütün anıları birden çakışıyor. Birden dağılıyor. Damla damla kuma gömülüyor. Romatizmalarını arıtan bir hastanın ince sızılarıyla boşalan yere yenileri doluyor. Kavgalar... İhanetler... Coşkular ve sevinçleri arıyorlar. Düşüncenin bütün sarmaşdolaşlığı, aşure kazanının içine akıyor.

Sıcak, çoğalan ter damlalarının ışıltısında yakamozlanırken, denizin artık grileşen dalgalarına yürüyorum. Marmara benden beter. Her dalgasının taşıdığı yük, beynimin arınmak istediklerinden fazla... Koskoca deniz, küçücük sınaileşmenin bütün bedelini ödemeye yetmemiş... Ünlü turkuaz, yerini solgun bir gelinin morluğuna bırakmış... Marmara eski Marmara değil... Peki ben?.. Sekiz yıldır ilk kez tatil yapabilme fırsatıyla bunları mı düşünmeliyim? Deniz, her şeye karşın kendini arıtabilmekte. Kuş kanadı dalgalarının yepiltisinde, Körfez’in pisliğini eritmeye uğraşıyor. Bir kulaç... Bir daha... Sararmış, morarmış ne varsa, ürküntünün yeline kapılmakta. Her çırpınış, kıyıya uzanan kirliliği geride bırakıyor.

Bir uzun dönencenin kulaçlarında, temiz kulvarlar arayarak çırpınan gövdenin ıslak yorgunluğu yeniden kumların üstüne seriliyor. Güneş, nemi buharlaştırmakta kararlı. iğnelerinde doğanın bütün sağlık özünü toplayan balarısı sabrıyla, kendi peteğini örmekte. Kızaran derinin tuzlu ıslaklığı, kuruyan dudakların yapışkanlığıyla çelişiyor. Kemiklerimde tıkır dayan bir dost vuruşun ürpertisiyle, yeniden denize atlıyorum. Kendimden kaçarcasına yosunlara, dalgalara, irkilten artıkların ve atıkların şamandralarına orsa vira havasındayım... Can kaygusu, bedenin unuttuğu bütün devinileri kendiliğinden göreve çağırıyor... Başımın içinde zıplayan ne varsa, ağzıma kaç veren kirli deniz suyunun öksürüğünde geri püskürüyor.

Yemek saatidir... Uyku saatidir... Okuma saatidir... Ve eteklerini toplayan bulutların arasından kucağını açmış aydınlığın şölen saatidir...
Her yanımda çımkışan ısının dağlamasında uzanmak ne güzel. Düşünceyi süpürmek de mümkün olabilse, tatilin tadı çıkacak. Bir dünya var başımın içinde. Dönüyor... Dolaşıyor... Bütün ağırlığıyla gelip çörekleniyor. Haydi!.. Deniz, bazı şeyleri paklar!.. Umut, insan olmanın mayası... Umacaksın... Olmasa da, yeniden umudu canlandıracaksın. Bir şeyi elde etmek, aynı zamanda yitirmeye hazır olmaktır. Oysa ummak!.. Elde edilmemişi, fethe akın değil mi? İnsanın yapıcı yanını ortaya çıkarır ya... Uğraşırsın. Gerçeğin katı, acımasız, şamarı yerine, düşün melek kanatlarında yelken açmak, kötü mü? Üstelik gerçeği aramak gereksiz. O gelip kendiliğinden sizi bulur. Vurur... Sendeletir... Ezer... İnsan, düşlerini arar. Gerçeği yaşamaya nasılsa mahkûm...

Öyleyse boşver denizin kirliliğine... Senden temiz ya... Olmasa bile arındığın sanısını verebiliyor ya... Dal içine... Sal kulaçlarını... Açıl... Motorlara dikkat... İlkel ve görgüsüz gösterişin bütün gümbürtüsü ve tehlikesi yanıbaşında... Ötekileri korkunun saygısına atamayacaksa, adam milyonları niye bastırsın... Bir engelleyen, durun yapmayın diyen yok mu? Bu dönemde parası olana bütün geçitler açık... Adamların ağzı altınla doldurulmaktayken, kim dudaklarını kıpırdatabilir?

Sen kendini kollayacaksın arkadaşım. Üzünçlerin, basıncında, ölüm tacirlerinin soluğunu kaçırırsan, gittin ki, bir daha geri dönemezsin... İyisi mi, biraz yanaş kıyıya. Gelirlerse, kaçacak zamanın olsun... Bak, insan kendini düşünmeyi becerebilmekte... Demek ki, su yararlı... Yüzmeyi öğrendiğin yetmiyor. Kaçmayı da bileceksin...

Yorgunluğun bunalımı, kişiyi dünyanın ekseni haline getirmekte bir güzel... Motorlar yanaşıyor, aman kaç. Senin üstüne gelmekteler... Güneş salt seni yaksın diye ipildemekte... Kumların çıtırtısı, sana yakılan türkü müdür, ağıt mı? Ötekiler? Başkaları... Boşver... Parmağını kıpırdatacak halin, canının kaygusunda toplanmamış mı?

Bir gün... İki gün... Üç gün...

Bir robotun, düzenli programı içinde, dünyayı döndüren eksen olmanın tembel kıvancı... Selam verenlere gülümse... Bilincinin derinlerinde, bu da kimdi sorusu zıplasın... Ansız anımsamaların şokunda irkil. Yahu, bunamakta mısın? Üstelik dinlencedesin... Kendine gel... Eskiden duraksamadan anımsadığın yüzler... Yarım kalmış tümceleri tamamlamayı bilen belleğin nerde? Yel mi üfürdü? Sel mi götürdü? Ağır ağır doğrulmadaki sarsaklıkla, yavaş yavaş ıslanmadaki kararsızlık, bunca gün sonra da sürer mi?

Dördüncü... Beşinci... Altıncı gün...

O da ne? Deniz, uzaklardan kapıp getirdiği yosunları kıyıyla öpüştüğü noktaya yığıyor... Çocuklar, kadınlar, solmuş yosunların cilveleşmesinden ürkmüşler... Yel kıyıdan esse... Biri gelse şunları toplasa... Görevliler... Kimse yok... Biri davransa... Toplayıverse şu pisliği... Tırmık merdivenin yanında... Sal suya. Yosunlar bütün haşmetleriyle, boynuna dolanıversin... Bir, bir daha... Şuraya bak... Kıyının bir ucu, suyla kumun sarmaşmasına alkış tutmaya başladı bile... Çocuklar, ellerinde kovalar oyuna koşabilir... Kadınlar, ürküntüye kapılmadan denizle oynaşabilir...

Yüzümdeki yanık gülümsemenin tadı bambaşka...

Sekiz yıldır ilk kez, sekiz gün üst üste robotlaşmanın dinginliği bu... Oh yahu... Kaçılması gereken ne varsa, yeniden üşüşebilir. Artık robot ben denizin bilinmeyen bir yerinde derinlere saplandı. Artık yine başkaları var... İnsanlar... Asıl deniz... Okyanuslar yani... Bilinmezliklerinde öğrenilecek gizleriyle dopdolu insanlar...

Hemen yanıbaşımda...
İçimde...
Oh yahu!..



Erol Toy | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 199 - 1 Eylül 1988
_____________________________________________________________________________________________________




Bir tatil (şöyle) böyle geçti...

Bir ömür böyle geçti” ya da “Bir yaz böyle geçti” gibi başlıklar atılır ilgili konuyu anlatırken: “Bir tatil böyle geçti” de tatil konusunun başlığı olabilir. Ama aynı tatil “şöyle böyle’ geçti ise o başlığa bir de “söyle” sözcüğü eklemek gerekir. Ben de öyle yaptım ve “böyle”ye “şöyle”yi ekleyip “öyle” yazdım bir “öğle” vakti.

Efendimiz... Turgut Reis’de bir oda bir oda daha, ufak sayılacak bir yazlığım varmış. iki yıldır varmış da ben ilk kez bu yaz gidebildim. Tatil yapma olanağımız bulunmuyor bu meslekte. Çünkü işler yazın daha açılıyor. Ama o on dört günü Haziran başında çaldım ben. Evimize gittik eşim ve iki dostumla. Turgut Reis Bodrum’a on sekiz kilometrekare. Çünkü hangi köşeden giderseniz gidin hemen ayni kilometre içinde ulaşıyorsunuz... Biz de üç kez ulaştık Bodrum’a. Birinde Miss Glob vardı. Güzellik yarışması. Onu izledik Halikarnas Disco’da. İlginç bir komiklikti. Ardından bir kez daha indik kazık yemeğe. Yemek yemeğe yani. Belediye Başkanı boşuna söylememiş; “Parası olmayan Bodrum’a gelmesin” diye. Allah’tan bizde para vardı. Fakat yemeği yiyince bitti. Bir de kiremit almaya indim o kadar. Gerisi, diğer pahalı yöre Turgut Reis’de geçti... Turgut Reis’in doğduğu köye çıkan yolun ismi “Amiral Caddesi”. O yolun tam ortasındaki sitemizin adı da: “Amiral Tatil Köyü”. Eski tiyatro-sinema sanatçılarından Güven Şengil’in yaptığı sitenin en ilginç yanı sokak isimleri. “Umut Meydanı”, “Muhsin Ertuğrul Caddesi”, “Adile Naşit-Muammer Karaca-Avni Dilligil-Celal Sururi sokakları”, Benim ev Muammer Karaca Sokağı’nda. Eski ustam. Ondan tiyatroda politik taşlama konusunda çok şey öğrendim...


Şimdi gelelim Bodrum ve Turgut Reis’deki pahalılık meselesine... Nedenini pek bilen yok. Aslında pahalılık tüm memlekette mevcut ama nedense Bodrum ve Turgut Reis ayrı bir pahalı. Aynı domates İstanbul’da üç yüz lira Turgut Reis’de sekiz yüz lira... Bu denli farklı, bu denli pahalı. Ayrıca lokantalar da bu konuda esnafla acayip bir rekabet içerisindeler. Dört kişi, normal bir yemek yesen (yemesen daha iyi)...

Bence bu hükümet seçim kaybederse bu pahalılık yüzünden kaybedecek.
Bizim gibi dar gelirin üzerinde olanlar bile pahalılıktan, diğer deyimle enflasyondan yakınıyorsa, bir de tatilin ne olduğunu unutan vatandaşları düşünün.

Anlayacağınız efendim bizim tatil şöyle böyle geçti. Ve çok çabuk geçti.
Hiçbir şey anlamadım. Onun için de anlatamadım galiba. İnsan anlamadığı şeyi anlatamıyor.



Müjdat Gezen | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 199 - 1 Eylül 1988
_____________________________________________________________________________________________________






İsmet Ay | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 199 - 1 Eylül 1988
_____________________________________________________________________________________________________




Yirmi yıldır Varşova’ya afiş bienali sırasında gitmek fikri, nihayet gerçekleşti. Bu gezinin yorgunluğunu atıp çarpıcı kültür şoku kaybolmadan pişmanlık duygusuna kaptırdım kendimi. Keşke, önümüze haritayı koyup gideceğimiz yerler, göreceğimiz etkinlikler üzerinde doğru dürüst tartışsaydık. Keşke, şöyle yapsaydık, keşke böyle yapsaydık.

Adam Sanat’ın Ağustos sayısında “Büyücü Çıraklar” başlıklı bir yazı var. Okuyunca çarpıldım. 14 Nisan 1935’te Moskova’da gerçekleşen tartışma tutanaklarından bir kurgu. Konuşmacılar: Nemirovic Dacenko, Tretyenov, Stanislavski, Meyerhold, Tayrov, Ayzenstein, Gordon Craig, Piskator, Brecht, Sjeberg v.b. İnanası gelmiyor insanın, bu kişilerin bir araya gelebilmesine. Nerede ise düşsel bir toplantı, keşke orada olabilseydim diye geçirdim aklımdan. Tartışmanın bir yerinde Meyerhold, “Zaman duyumuz eksik, zamanı yönetmeyi bilmiyoruz. Çinliler zamanı saniyenin onda biriyle sayıyorlar, biz dakikalarla; saatlerimizdeki saniye ibrelerini kaldırıp atabiliriz, hiç gerekleri yok” diyor.

Bu özeleştiriyi yapan büyük tiyatro adamı Meyerhold’un günümüze ulaşan etkinliğinin gücü, herhalde yaşamı boyunca zamanını doğru kullanabilmiş olmasından kaynaklanır.

Biz, bu gezide, zamanı çok kötü kullandık. Dakikanın, saniyenin lafı mı olur. Saatleri, günleri, hatta haftaları en olmayacak biçimde harcadık. Kötü müydü derseniz, hayır derim. Bu yorgunluğa, “Keşke şöyle yapsaydık”larıma rağmen, bugün yine aynı yerlere koşa koşa giderim. Bunlar gezimizin olumsuz izlenimleri, bir de unutulmayacak kadar olumlular var.

XII. Varşova Uluslararası Bienali, dünyanın 38 ülkesinden kopup gelen 827 eserle gerçek bir sanat şöleni idi. (Bu sergide ülkemizi Yurdaer Altıntaş, Bülent Erkmen ve Gülsüm Karamustafa temsil ediyordu). Sanata yakın birinin bu sergiden etkilenmemesi olanaksız. Bu toplu olay karşısında, kimsenin “Afiş sanat değildir” sözünü bir daha ağzına almak cesaretini gösterebileceğini hiç sanmıyorum. Bu bienal de gösteriyor ki, afiş artık ticaret için kullanılan bir medya olmaktan kendini kurtarmış, kültürel ve sanatsal etkinlikleri yönlendiri destekleyen bir kimlik kazanmıştır. Bugün afiş sanat yaratımlarının tümünü kucaklayıp daha güzel günlere bir an önce ulaştırabilecek öncü bir sanat akımı görünümündedir.

Bu gezimizin amaçlarından biri de, XII. Uluslararası Krakow Baskı Bienali idi. Üç katli büyük bir sergi mekânında hepsi birbirinden güzel yüzlerce eser. Geleneksel ve çağdaş çoğaltma yöntemlerinin fantastik, çarpıcı kullanım örnekleri. Özgün sanat yapıtlarının bir tek değil, birçok olarak herkesin olanakları ölçüsünde sahip olabileceği bir nitelik kazanabilmesi. 20 yılı aşkın bir süredir etkinliğini sürdüren bu bienalde ülkemiz sanatçılarının bulunmayışı hepimizi üzdü, ülkemizde bu dalda ürün veren, sanırım daha önce de Krakow’da işleri sergilenmiş B.N. İslimyeli, Ergin İnan, Mürşide İçmeli v b. sanatçılarımızın yeni çalışmalarını bundan sonraki bienallerde görmeyi istemek hakkımızdır.

Krakow Bienali’nin yıldız sanatçıları Japonlar her konuda, her alanda olduğu gibi burada da başı çekiyorlardı. Ayrıca bienal binasının yanında çok büyük bir salonda, bir Polonyalı koleksiyoncu F. Jasienski’nin yüzlerce örnekten oluşan Ukiyo-e adlı Japon baskı resimleri yıllardır sadece röprodüksiyonlarını gördüğümüz, 19. yüzyıl sonunda Avrupa resminin büyük atağına start veren, Hokusai, Utamaro, Toyokuni Hokkei gibi bilinen ve bilinmeyen pek çok Japon ustanın eserleri bizlere coşkulu anlar yaşattı.

Wilanow’da, görkemli saray bahçesinin bir köşesinde, ahırlardan yararlanılarak yapılmış dünyanın ilk afiş müzesini gezmek olanağın bulduk. Kısıtlı koşulların bile, bilinçli ve zevkli bir yaratıcılıkla ne denli güzel tasarım oluşturacağını görmek, bu işlerle uğraşan bizleri çok etkiledi. Müzenin yüksek tavanlı geniş alanında XI. Biernal’in 3 daldaki birincilerinin eserleri (50 eserden 150 parça olarak) çok iyi ışıklandırılmış bir ortamda sergileniyor.

İzleyicileri genellikle grafikle ilgili kişilerden oluşan böyle bir müzenin ziyaretçileri de, bu sergideki ebatlardan rahatsız olmak yerine bizler gibi daha çok heyecanlanıyor ve memnun ayrılıyorlardır herhalde.

Hızlı bir tempo ile de olsa Avrupa’nın 5-6 önemli kentini gezdik zamanı iyi kullanmasını bilen dost Aydın Boysan sayesinde Budapeşte ve Varşova’da unutulmaz yemekler yiyip içkiler içebildik.

Ben yine de “keşke”lerime devam ediyorum:

Keşke Macaristan’a, 30-35 km. daha fazla yol yaparak başka bir hudut kapısından girebilseydik. Güvendiğim yakın dostlarımın yıllardır, aman kesinlikle görün diye ısrar ettiği Mohaç heykellerini görmek için 2-3 saatlik bir zamanı kullanabilirdik. Anlatılanları anlatıyorum: Osmanlı ordusuna yenilen Macarların o günden bugüne heykel parkı olarak, kuşaklar boyu zenginleştirdikleri savaş alanını görme şansı elimizin altından kaydı gitti. Beş-altı saat, Çekoslovak vizelerimizin akıbetini otel lobisinde beklerken, Varşova Modern Sanatlar Müzesi’ni görmeye zaman bulamadık. Boşuna bir gece geçirdiğimiz Katowice’ye 20 dakika uzaklıktaki “Avustvic” kampının önünden bile zaman kaybetmemek için geçemedik. Dünyanın en önemli grafik etkinliklerinden biri olan BRNO Uluslararası Bienali’ne kapanış saatine 15 dakika kala ulaşabildik. Yalvar yakar (Türkçe yalvarıp Çekçe anlaşılır biçimde) yarım saat bakınabildik.

Olağanüstü bir mehtapta girdiğimiz Orta Avrupa’nın en görkemli eski kenti Prag’da, güzel bir akşam yemeği yemek arzumuzu, şehir merkezinden 30 kilometre uzaktaki motelimizin (lokanta diyemeyeceğim) yemekhanesinde önümüze konulan tabldot yemeği ile körlettik. Ertesi gün kullanabileceğimiz 5-6 saat içinde Art-Nouveu dekorasyonlu Prag lokantalarının kapılarından bakıp tavanlarına, lambalarına, salon düzenlemelerine hayran kaldık. Kenti terk etmeden önce de Yugoslav, evet Çek değil, Yugoslav lokantasında akşam yemeğimizi yedik.

Bütün bunlara rağmen, ülkemiz sanat çevrelerinin yakından tanıdığı Behiç Ak, Yurdaer Altıntaş, Aydın Boysan, Yüksel Çetin, Engin Çizgen, Gültekin Çizgen, Şemsi Güner, Cemalettin Mutver, Tan Oral, Ayşe Pakay, Tijen Par, Engin Uludağ ve Prof. Mina Urgan (soyadlarına göre alfabetiktir) gibi kişilerle iki Karadenizli kaptan şoförlerimiz, Harun ve Osman’la yakınlarımızdan ve genç grafiklerden oluşan grup en zorlu koşullarda bile espri gücünü yitirmedi. Her şey İroni’den damıtılıp kahkaha patlamalarına dönüştü. 15 günlük sürenin bir kısmını iyi bir kısmını sorunlu olarak kullandık ve de 8-10 saatlik organize program dişi bir gecikmeyle gezimizi istanbul’da noktaladık.



Mengü Ertel | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 199 - 1 Eylül 1988
_____________________________________________________________________________________________________




On beş yıl kadar oluyor. “DOĞATEPESSUGANESTIRIYEEEEEEAA!” Oparlör canavarından yükselen ve kulağımın, dibinde patlayan bu sesle uyandım. Upuzun süren bir genel provadan sonra sabahın beşinde ancak yatabilmiştim. Öğleye kadar uyuyup dinlendikten sonra yine tiyatroya koşacak ve akşama prömiyer yapacaktım. Ne gezer! Benim hayatıma ben değil, oparlörün başına geçen alikıran başkesen hâkimdi. Ne sattığını bile anlayamadığım adam yedi mahalleye meydan okuyordu işte. Bu hakkı ona vermişlerdi. “Seni de, ananı da, babanı da...” diye başlayan manzumeden birkaç dize okuduktan sonra “Nasıl olsa olan oldu, bari gazeteye bir göz gezdireyim” diye sedire iliştim ki ne göreyim? Kör olmuşum! Harflerin biri var beşi yok. Çaresizlik içinde eşimin yüzüne baktım: Ağzı var burnu yok, bir gözü var bir gözü yok. Birkaç saat bekledikten sonra iyiye gitmediğimi anlayınca doktora telefon ettim... Aksi gibi, tatile çıkmış. Benim bir gözüm zaten görmez; öteki de mi gitti diye dört gün dört gece kabir azabı çektikten sonra göz doktorum tatilden döndü. Ağlamaklıyım. Doktor da heyecanlandı. Sonra göze baktı, rahatladı. “Merak etmeyin”, dedi. “Göze, giden damar spazm yapmiş. Vereceğim ilaçları alın, geçer.

Gözüm bir haftada normale döndü. Ucuz atlatmıştım. Gürültü -ki buna bilim adamları “istenmeyen sesler” diyor- insanın başına daha ne işler açabilirmiş: Çeşitli sınır hastallkları, gastrit, ülser, kalp hastalıkları, bağırsak hastalıkları, adem-i iktidar... (Hamimize yine bin şükür, adem-i rü’yet ile belayı atlattık.)


ANARŞİ

Adana Üniversitesi’nde yıllarca önce gürültü konusunda uzun bir araştırma yapılmıştı. Ülkemizde söz sahibi olan kişiler bu araştırmaya bir göz atsalar herkes için hayırlı olacak. Yarım yüzyıldır şu ülkeye kimler geldi gitti, ama hiçbiri vatandaşln en doğal hakkı olan baş dinleme hakkını vatandaşa tanımadı. Oy anam oy!

Ben sokak satıcılarına karşı değilim. Tersine, sokak satıcılarına bayılırım. Elimde teyp, peşlerinden koşmuşumdur, seslerini almışımdır, radyoda yönettiğim oyunlarda kullanmışımdır. Ben satıcılara değil, oparlör anarşistlerine karşıyım. Sokak satıcılarını ozanlara, trubadurlara benzetirim, tadlarına doyamam. Besteci olsam, ezgilerinden besteler düzenlerdim: Charpentier, Janacek, Walton, Ives, Cemal Reşit Rey gibi.

Eskiden satıcıların en gür seslisi bile insanı tedirgin etmezdi. Onların sesi, Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun “Üzümcü” adlı öyküsünde yazdığı gibi, “köşklerin camlarına çarparak, çamların tepelerinden aşarak, kızgın bir kartal mehabetiyle dağların sırtlarından uçar” ama o sesler yine de kulaklarımızı okşardı. O satıcılar tenor, bariton, bas sesleriyle, yanık, içli, mert ifadeleriyle Türk milletinin simgesiydi, ruhuydu. Şimdi oparlörün arkasından böğürenlerse başkalarını hiçe saymanın, saygısızlığın, hantallığın, hamervahlığın simgesi.

Efendim, onlar da ekmek parası kazanacaklarmuş. Kent çok büyümüş, seslerini duyuramazlarmış. Yıllarca önce yakındığımda en yetkili kodamanlardan biri bana böyle demişti. Ya mahalle aralarında, oparlörsüz olarak satışa çıkanların sesleri ses değil mi? Ötekilerin canları can da bunların ki patlıcan mi? “Gramercy Park” adlı bir tablo vardır. 1940’lı yıllarda New York’un merkezinde bilmem kaç katlı binalar arasında at arabasıyla bangır bangır dolaşan bir sokak satıcısını canlandırır. O satıcı, sesini koca kentte oparlörsüz olarak nasıl duyurmuş?

Sorun yalnız oparlörlü sokak satıcıları sorunu değil. Bahçem var bahçemde oturamıyorum. Etiler’in göbeğinde apartmanlardan canhıraş arabeskler yükseliyor. Kime yakınacaksın? Arkadaşım Avukat Cemil Dinçel (şimdi rahmetli oldu) bu gibi denizliklere kolay kolay boyun eğenlerden değildi. Yazıhanesi Sultanhamam’ındaydı. Karşıda bir kasetçi. Sabahın erken saatlerinde başlayıp akşamlara kadar “Karaoğlan” türküsünü çalıyorlar. Cemil karakola şikayet ediyor. Gelip durduruyorlar. Yasağın hükmü dört saat! Cemil’in tepesi atıyor ve ne söyleyip ne ettiyse etkili olmuş, kendisini Vali’ye bağlattırabiliyor. “Beyefendi, buyrunuz, kendiniz dinleyiniz, bu şarkı yüzünden müvekkilimin ne dediğini bile işitemiyorum,” diyor. Vali ilgilenmiş, emir vermiş ve böylece müzik tam yedi saat süreyle susmuş. Vali’nin gücü de işte bu kadar. Yedi saat! Şimdi biz baş dinlemek ya da çalışabilmek istiyorsak, güçlü bir avukat tutup yedi saatte bir vali beyefendiye telefon mu edelim? Bu ülkenin yasaları yok mu-dur? Varsa, “Kanun-u mahsusunun madde-i mahsusasi” niçin uygulanmaz?


ALANYA

İstanbul’da yapılan bir yığın güzel şey var, kabul, bu kentin gürültüsünden, Etiler-Bebek sirtları gibi en güzel görünümleri kapatan çirkin ilan panolarından ve trafik keşmekesinden kurtulmak için bu yaz kaçip pilot bölgeye, örnek beldeye, Alanya’ya gideyim dedim.

Orada da iyi şeyler yapılmış, hak yemeyelim, ama kent neredeyse, oparlör aracılığıyla sokaktan yönetiliyor. Gübreci dükkânı açılmış, gübrecinin reklamı. Okula bilmem ne alınacakmış, ihale ilanları. İlanlar, ilanlar, ilanlar. Bildiriler, bildiriler, bildiriler. “Sayın halkımıza duyurulur”. Duyuruluyor, duyuruluyor, duyuruluyor. Orwell’in “1984”ü sanki. Bir dükkâna girdim, iyi yüzlü bir çırağa “Bu oparlörün bir saati var mıdır, bari o saatlerde sokağa çıkmayayım,” dedim. Çırak, “Beyim, bu öyle bir Allah’ın belasıdır ki ne zaman başlayacağı, ne zaman biteceği belli olmaz,” diye cevap verdi. Demeye kalmadı, bir polis arabasından korkunç bir ses yükseldi. Turistler kaçışmaya başladı. Bir tanesi bana sığındı. Heyecanla “ihtilal mi var?” diye sordu. Kadıncağızı yatıştırdım. “Hayır,” dedim, “İhtilal yok. Polis trafiği yönetiyor.

Koya beton dökmüşler, koy bitmiş.
Kıyıda ilan panoları, kıyı bitmiş.

İlk otobüsle istanbul’a döndüm. Tabii “Walkman”la on altı saat Beethoven, Bach dinleyerek, Arabeski duymamak için. (Makineyi fazla açmak zorunda kaldığımdan midir nedir zamanla kulağım tiz sesleri duymamaya başladı. Gözümüzden olduk, yakında kulağımızdan da olacağız galiba. Sayın Bülent Akarcalı sigaraya karşı savaş açmıştı. Yakında belki gürültüyle de uğraşır diye seviniyorduk, görevden ayrıldı. Umut bu ya, belki yerine gelenler de ilgilenir.)


BOZCAADA

Haziran ayında Türk yabancı ortak yapımı “Zaman Tüneli”nin çekimi vardı, Bozcaada’ya gittik. Şirin bir yer. Askeri bölge olduğundan henüz inşaata boğulmamış, kıyılar açık, her yer yeşil. Insanlar dost, mercan balığı nefis. Direklerdeki oparlörler korkutuyor ama seslerini duymadım. Belki de filmimiz sesli çekildiğinden ötürü susturmuşlardır. Çevre ondokuzuncu yüzyılı andırıyor. Mavnalar yanaşıyor, Jongkind’in tablolarını anımsatan görünümler oluşturuyor. Ben eskiyi severim, ama sokaklar da biraz fazla eski, belki de onsekizinci yüzyıldan kalma. Yer yer asfalt yok, parke yok, taş var, toprak var, çukurlar var. Ben sette çalışırken eşim sokakta taşa takılıp kapaklanmış. Koşuyorlar, kaldırıyorlar. Dispansere gittik. Kolu kırılmış. Son vapura zor yetiştik. Eşimi İstanbul’a, hastaneye götürdüm. Röntgen çekildi, kol askıya alındı. Ertesi gün koştura koştura yine Bozcaada’ya döndüm. Tabii, aklım İstanbul’da kalarak. Elhasıl, Bozcaada’nın tadını çıkaramadık.


BEŞ YILDIZLI BIR OTEL

Bir başka film dolayısıyla bir başka bölgede, beş yıldızlı, evet 5 ☆☆☆☆☆’lı bir otele yerleştirildik. Suyu akmıyordu, sivrisinekten geçilmiyordu, sorumlu işçi tuvalet temizlerken kullandığı fırçayla lavaboları “temizliyordu”. Manzarayı gören arkadaşlardan birinin sinirden dudağı çatladı. Daha fazla ne yazayım? (Bu otellere bu yıldızları kim dağıtıyor acaba?)


SÜRPRİZ

Şimdi gelelim tatlı sürprize: Bizim “Tiyatro ve Televizyon Yazarları Derneği” yöneticilerinin girişimleri ve Kültür ve Turizm Bakanlığı yetkililerinin iyi niyetiyle sanıyorum Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez Türk oyun yazarı ve çevirmenlerine her türlü giderleri T.C. Turizm Bankası A.Ş’ye ait olmak üzere Turban Abant Oteli’nde bir ay süreyle hem dinlenme, hem çalışma olanağı sağlandı. Sayın Mesut Yılmaz’ın Kültür Bakanlığı döneminde ortaya atılan ve kabul edilen tasarı Sayın Tınaz Titiz’in döneminde uygulandı.

Abant daha pek bozulmamış, ama göl çevresinde bir iki lenduha, çirkin inşaata başlanmış bile.
Genelde, Hodler’in göl manzaraları gibi insanı ne kucaklayan ne de iten, serin, duru renklerden oluşan, durgun, biraz ürpertici bir görünüm.


TURBAN ABANT ŞÖLENİ

Turban Oteli’ne gelince, sevinçle söylüyorum, ne ben, ne de eşim, ne Amerika’da, ne Avrupa’da, ne de Japonya’da böylesine sıcak, cana yakın, ustaca işletilen bir otel ne gördük, ne de işittik. Beş yıldız değil, 55 yıldız da atsanız az. Bir kere, otelde tıs çıkmıyor, odalarda televizyon ona göre ayarlanmış, düğmelerle oynanmaması rica ediliyor. Yemek yerken -pekçok otelde olduğu gibi- radyodan haber dinletilerek, kaç uçağın düştüğü, kaç kişinin yanarak öldüğü anlatılmıyor, yemek müziği, çalınıyor. (Hele, kimi zaman Barbra Streisand’ın oynadığı bağırgan müzikaller yerine, arada sırada Klasik Türk Müziği Korosu’ndan ve çok sesli Türk bestecilerinden de örnekler dinletilse, daha da iyi olacak.) Yemekler usta ellerden çıkmış. Hamur işleri zaman zaman dorukta.

En önemlisi, müşteriye gösterilen ilgi. Otele ayak bastığımızda odamıza büyük bir tabak içinde taze yemiş getirdiler. İlişikte Müdür Yardımcısı Cazım Alaybaşı’nın kartı ve bir not: “Hoş geldiniz. Saygılarımla.” Servis zaman zaman masalları andırır türden. Değil bakmak, daha aklınızdan geçirirken garson, şef garson yanınızda bitiveriyor. Hizmet edenler sahte, profesyonel gülümsemeyle değil, Türk geleneklerine uygun, ev sahibi sıcaklığı ve vakarıyla görevlerini yerine getirmekte. Müracaatta “Odamıza bir çalışma masası rica ediyoruz” diyorsunuz, yukarı çıkıp odanıza girdiğinizde bakıyorsunuz, masa karşınızda. Eşimin kolu kırılalı daha bir hafta olduğu için yüzme havuzuna giremedik, ama turistler anlattı: Bakımlı, dupduru, tertemizmiş.

Otelin onur defterine baktım, tâ altmışlı yıllardan başlayarak en içten övgüler sıralanmış. Haldun Taner coşmuş, “sessizlik senfonisi” diye yazmış. Yaşar Kemal ünlü romanlarından pek çoğunu bu otelde kaleme almış. Demek ki burada köklü bir gelenek var. Bugüne kadar da gelmiş.


MAYA

Hayatımın on yılı yurt dışında geçti. Ülkemizi başka diyarlarla karşılaştırmak gerekirse şöyle diyebilirim: Dünyanın en kötü insanları da bizde, en iyileri de; en kötü yöneticileri de bizde, en iyileri de; en kötü hekimleri de bizde, en iyileri de; en kötü öğretmenleri de bizde, en iyileri de... Ya da bana öyle geliyor.


Ve işte dünyanın en kötü otelleri de bizde, en iyileri de.
Bu iyilikler bir gün gelecek, artacak, bütün ülkeyi kaplayacak. O arada biz kör olacağız, verem olacağız o başka.
Ama bu ülkenin öyle bir mayası var ki, bu maya bir gün tutacak!

İstikbalimiz parlak.
Gülmeyin!



Nüvit Özdoğru | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 199 - 1 Eylül 1988
_____________________________________________________________________________________________________






Cengiz Bektaş | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 199 - 1 Eylül 1988
_____________________________________________________________________________________________________




Geçen yaz Türkbükü’ne gitmiştik Gölköy’den, bir denize girelim dedik. İki hanımla, 11-12 yaşlarında bir kız konuşuyordu. Kız diyordu ki, “Gölköy ne kadar bozulmuş, bütün iskeleleri ayı adamlar doldurmuş.” Kadınlardan biri de, “Onlara gırgırda maganda diyorlar bilmiyor musun?” diye yanıtlıyordu.

Gerçekten geçen yıl Gölköy’de denize girmek, havluları-çantaları-hasırlarıyla iskelelerde sabahtan akşama kadar “yer tutan” şişman kadınlar, bol bıyıklı erkekler ve gürültücü çocuklar nedeniyle oldukça zordu.

İçimizden gülümsedik: Onlar da gırgırın “maganda”larından mıydı yoksa? (x)

Bu yıl yine Gölköy’deydik. Geçen yıl evlerinde kaldığımız Mevlut Hoca’yla Yaşar Hanım’ın söz ettikleri arka yol daha yapılmamıştı, ne zaman yapılacağı da belli değildi. Kıyı boyunca uzanan motel ve lokantalarla deniz arasındaki yoldan yine otomobiller geçiyordu. Bir de zaman zaman hız ve ustalık gösterisi yapmaya kalkışan yerli sürücülerin yönetimindeki traktörler! (xx) Ama onların tedirgin ettiği insanların sayısında büyük bir azalma vardı. Yerli turistler bu yıl gelmemişlerdi. Hoş, Bodrum Belediye Başkanı da onları kırmızı mumla davet etmemişti ya! (Biz nasıl olduysa “davetsiz misafir”liğe cesaret etmiştik!)

Bavul, valiz, torba, termos ve daha pek çok şeyle tıka-basa dolu bizim çilekeş kaplumbağayla bir akşamüstü Gölköy’e, İstanbul’dan yer ayırttığımız Sahil Motel-Pansiyon’a ulaştık. Rezervasyon defterinde adımızı biraz zor da olsa bulup, odamıza yerleştikten ve denize bir dalıp, çıktıktan sonra, kıyıda şöyle bir yürüyelim dedik. O da ne? Hemen köşedeki şirin kıyı kahvesinin yerinde yeller de esmiyor, yeller esse yine iyi, tuğlayla alelacele örülüverdiği belli iki katlı çirkin bir yapı yükseliyor. Biraz yürüyünce ne görelim? Kıyı yolunda deniz tarafında iki küçük sevimli yapı vardı. Biri lokantaydı. İkisi de yıkılmış ve yıkıntılar olduğu gibi bırakılmış. Bize arka yolu yapmak yerine, kıyı yolunu tam bir “oto yol”a dönüştürme girişimi gibi geldi.

Motelde çoğunluk Alman turistlerdeydi. Biz gittiğimizde, deniz kıyısında şezlonglarda güneşleniyordu. Bir-iki gün sonra sürekli onların kullandığı şezlongların aslında motelin malı olduğunu ve bizim de yararlanabileceğimizi öğrendik. Ancak Alman turistler denizde, odalarında ya da yemekte oldukları zamanlar da havlu ve diğer eşyalarıyla şezlongları işgal ediyorlardı. Sonunda onlarında “Alman magandası” olduklarına karar verdik.

Sahil Motel, Gölköy’deki önünden yol, dolayısıyla araba geçmeyen pek az yerden biri. İskelesinden denize giriyoruz. Lokantasında kahvaltı “açık büfe-self servis”, öğle ve akşam yemekleri tabldot. Fatma teyzenin ev yemeklerini, bir de denize girme rahatlığını bırakıp, bir yere gidemiyoruz. Nerde kaldı Joan Baez’in Efes konseri. Evet, Baez Türkiye’de konserler verirken biz Gölköy’deydik. Efes’e gidemedik ama, motelde kasetten dinledik Joan Baez’i. Bütün gece. Nuri Baba’nın lokantasıyla Mevlut Hoca’nın evine ise ancak bir hafta sonra gidebildik. Geçen yıl çektiğimiz fotoğraflarını götürüp, sohbet etmeye.

Gölköy’de 10 gün kaldıktan sonra, Fatma teyze, amca, Anadolu lisesi öğrencisi komimiz, filoloji mezunu şef garson ve “dics jockey”imiz ve orada tanıştığımız Prof. Hasan Bey ve ailesiyle vedalaşıp, Turgut Reis’e hareket ettik. Odak Sitesi’ne.


Nuri Baba’ya ikinci ziyareti buradan, bir dost topluluğuyla birlikte yaptık. İki arabayla düzenlenen küçük bir mavi-yeşil gezi oldu bu. Torba’da deniz, Gölköy’de öğle yemeği, Gümüşlük’te akşamüstü keyfi ve dönüş. Torba’nın denizinin laciverdi başka hiçbir yerde görülmemiş ve görülemez, insanın bedenini sarışı başka hiçbir koyda yaşanmamış ve yaşanamaz diye düşünüyoruz. Gölköy’de Nuri Baba’nın lokantasına aç Vikingler gibi inanıyoruz saat ikiye doğru. Buzdolabına bir bakıyorum ki, babanın bütün ünlü mezeleri orda: Ahtapot salatası, patates salatası, patlıcan salatası, börülce salatası, pilaki, soslu patlıcan ve arkadan bir de çoban salata gelince sofraya Kâmil enişte isyan ediyor ama, nafile. Bugün soğuklardan gidilecek!
_________________________________________________
EK SÖZLER
(x) Maganda. Bu sözcüğün sosyo-politik bir terim olan “lümpen”le ilişkisinin sosyal bilim kuramcılarımızca gecikmeden irdeleneceğini umuyorum.
(xx) Traktör, Bu tarım aracının ülkemizdeki kullanım çeşitliliği, toplumumuzun ve insanımızın pratik yaratıcılığının en ilginç örneklerinden biri olmalı. Şehirlerarası yollarda insan dahil, her türlü yük taşıyan traktörlere, traktörlü düğün alaylarına, Marmaris Belediyesi’nin traktör-otobüslerine, Gölköy’ün su taşımadan vidanjör çekmeye, meyve ve sebze satmaya kadar pek çok işte kullanılan traktörlerini de ekliyorum.



Egemen Berköz | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 199 - 1 Eylül 1988
_____________________________________________________________________________________________________



Bir sabah kuş sesleriyle uyanacağım hiç aklıma gelmezdi. Uyandım ki adını bilmediğim birçok ötücü kuş şakıyor. Dünyada böyle uyanmak da var. Buraya gece geç geldik. Çevremize bakmadan uyuduk. Kuş sesleriyle uyanınca çok şaşırdık. Bir yakınımız Ayvalık’ın yakınında Altınova’da bir yazlık aldı. Bu yıl kendi gitmeyeceği için bize yararlanmamızı önerdi. Böylece bu yıl güzel bir tatil yaptık denebilir. Yirmi günlüğüne gitmiştik, kırk güne çıktı. Altınova ile Altınoluk’u karıştıranlar var. Biri Ayvalık’tan bu yana İzmir yönünde, öteki Akçay’dan bu yana Çanakkale yönünde. Bir Altınova da Yalova yolu üstünde var, o da başka.


Koca bir düzlük. Kim bilir hangi uygarlıklar barınmış. Ekili arazi tütün ve pamuk cenneti. Ama şimdi bu tarlaları yavaş yavaş arsa niyetine alıyorlar. Yüz milyonlar döndüğü için de köylü dayanamayıp satıyor. Satıyor da parayı bir işe mi yatırıyor? Hayır, çarçur ediyor. Git gide ova küçüleceğe benzer.

Bizim bulunduğumuz bölgeye Sağlık Sitesi deniyor. Yanımızda Akademililer var. Daha başka kooperatifler de kıyı boyunca uzayıp gidiyor. Havası, suyu temiz. Bol oksijenden insanın başı dönesi oluyor. Suyu da böbrek hastalıklarına iyi gelirmiş. Taşları düşürürmüş. Denizi pırıl pırıl. Nicedir ilk bakışta pırıl pırıl gibi görünen deniz görmemiştim.

Oturup bir şiir yazdım; adı Mübadil:
...
Altınova Altınova olalı
sanırım yeşilden halı
zeytin ağaçları, tütün, pamuk
kadınları, kızları ellerinde çapa
güneşin alnında tarlada
erkeklerse kahvede iskambil, dörtkol oynar
yıllar var böyle bura halkı
kimi göçmen, kimi mübadil
...

Anlatıyorlar, daha önce buranın adı Armutova imiş. Devlet büyüklerinden biri gelmiş, çok beğenmiş,”Adı Altınova olsun” demiş, Altınova olmuş. Kasaba kuyudan 4-5 kilometre uzak. Turizm gelmeden, plajlar kurulmadan önce kasabalı buradaki iri çamfıstığı ağaçları altında piknik yaparmış. Yüzme bilmezlermiş. Rumların arasında tek tük denize girenler olurmuş. Ötekiler bakarmış...

Denizle kara arasında bir de dalyan var.
Çamfıstığı ağaçlarını kesmişler denizle dalyan arasında bir köprü yapmışlar. Turistler denize rahatça girsin diye...
Bana sorarsanız yazık olmuş!.. Yüz yıllık ağaçlar yitmiş.

Gündüz açık havada karşıda Midilli görünüyor. Hani Kartal’dan, Pendik’ten Adalar görünür ya öyle... Geceleri ışıkları yansıyor. Bunca yakın adaları ne diye bırakmışız doğrusu şaşarım. Hükümetler yanılmışlar. İkinci büyük savaşta buraları bize veriyorlardı, İsmet Paşa almadı. Onun hesabı başkaydı, bir şeyi alırsak vermesi de vardır. Ama başka bir anlaşma da olmaz mıydı?

Bir de Midilli’ye şiir döşendim:
...
Karşıda Midilli adası
iskelede karakol
elini uzatsan adaya değer
asker ne bekler
geçenler ne der
...

Balık, peynir, süt, yoğurt bolmuş bir zamanlar. Şimdi balık tutuluyor büyük lokantalar hemen kapıyorlar. Büyük lokantalardan balık artarsa onu da halk yiyor. Bir zamanlar kefal ve levrek bolmuş. Zamanla eksilmiş. Balıkçılar da uyanık. Kooperatif kurmuşlar. Kredi alabiliyorlar, kendilerini koruyabiliyorlar. Bir balıkçı dostla tanıştık.

Bu kıyılara ağalar eskiden bizleri yanaştırmazlardı” dedi.
Kıyılar hep ağalarındı. Şimdi artık geliyor, balık tutuyor, geçimimizi sağlayabiliyoruz.

Hangi balıklar isteniyor?

Başta levrek... Sonra ötekiler.

Balık denizde iken bir on bin lira verdim, bize iki levrek ayırdı. Bir kilo gelir gelmez. Altınova’da iken levrek yemedik demeyelim. Domatesin de, salatalığın da ayrı bir tadı, ayrı bir kokusu varmış meğer... Tarladan koparıp satıyorlar. Demek istanbul’a gelirken ne kadar süre geçiyor ki biraz bayatlıyor, buralardakine uymuyor. Tatilden döndükten sonra bir süre salatalık ve domates yemedim. Yavaş yavaş alıştıktan sonra...

Bu şiirin adı da Dalyan:
...
Bu dalyanda çok balık varmış
Nedense
kökünü kurutmuşlar
bütün dalyanlar gibi
...

Kıyılar beton yığını oluyor diyorlar ya, doğrudur. Buraların da birkaç yıl ömrü var. Kooperatif kuruyorlar. Tarla sahibi ile anlaşıyorlar. Yadsınamaz fiyatlar veriyorlar. Tarla sahibi ne yapsın, dayanamayıp satıyor. Ondan sonra birbirine yapışık evler yapıyorlar. Kıyılar biçimsiz evlerle doluyor. Daha da dolacağından başka. Bir süre sonra elektrik yetmiyor, su yetmiyor, yol yok... Çöle dönüyor.

Altınova’da yaz kış oturan emekliler de var. Şimdiye değin çok iyiymiş ama gün geçtikçe tadı kaçıyormuş. Yazları gidiyoruz, kışları geliyoruz diyenler çok... Arazi düz olduğu için bisiklet işe yarıyor. Yaşlı, genç herkesin altında bir bisiklet... 4-5 km’lik yolu on dakikada alıyorlar ne eksikleri varsa kasabadan sağlıyorlar. Bakıyorum da hani geçinebilsem birkaç kışlığına ben de gelirim buralara.

Bizim çevirmen, kitapçı Ahmet Yolumaz’a soruyorum: “İnsan kaç parayla geçinebilir buralarda?

Ev kira ise bir beş yüz bin ister.

Avukat Cemal gelip buralara yerleşti ama onda ev kira değil...
Bir de başı sıkışırsa yeniden İstanbul’a döner, bir ev de orada var.

Kuş sesleri ile uyanmak, her türlü sebze ve meyvenin en tazesini yemek, yeni dostlar edinmek, yeni yerler görmek, yeni denizlerde yüzmek... Her şey iyi geliyor, insan ayrılmak zorunda kalıyor. Dinlenme pahalı. Biz bir dostun evine yerleşmezsek, kiralık bir yerde kalsak, bunların hiçbirini yapamazdık, kesemiz elvermezdi.

Ancak böyle olanaklar çıkarsa insan uzunca bir tatil yapabiliyor.
Olanaklar yoksa haftasına varmaz gittiğiniz yerden dönersiniz; kesenin dibi görünür.


Mehmed Kemal | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 199 - 1 Eylül 1988