Jerzy Kosinski


Boyalı Kuşdışında hiçbir romanınızı okumadım ama gene de sizinle röportaj yapmak istiyorum” dedim.

Dert değil” dedi. “Bak bir de fazla araba var burada, atla, yolda konuşuruz” diye ekledi. Arkadaşları başka bir arabaya bindiler, biz ikimiz de, kimin yolladığını hiçbir zaman tam öğrenemediğimiz o harika Jaguar’a kurulduk ve havaalanından şehrin merkezine giden yolu tuttuk. Gerisi kendiliğinden geldi. Dokuz yaşındayken insan pisliği ile ağzına kadar dolu bir çukura atılınca dehşetten dili tutulan Polonyalı, yıllar sonra bir kayak kazasında sesini bulduğundan bu yana büyük bir rahatlıkla -ve süratle- konuştuğundan, aramızda herhangi bir diyalog sorunu çıkmadı.


Delici bakışlı, gaga burunlu, sırım gibi bir adam bu Jerzy Kosinski.
(ilk adı Polonya dilinde “Yeji” diye, Amerikanca’da da “Cörzi” diye okunuyor.)
Yirmi yıldır durmadan hayatını yazıyor, yazdıkları da roman oluyor.

Jerzy, Yahudi asıllı seçkin bir ailenin biricik evlâdı. 1939’da Naziler Polonya’yı istilâ edince ailesi “hiç olmazsa onu kurtaralım” diye uzak bir köye göndermiş. Savaş boyunca köyden köye sahipsiz bir mal gibi el değiştirirken “kan ve ateşi” görmüş: dilencilik yapmış, çalıp çırpmış, ölesiye dayak yemiş, ırzına geçilmiş, aşağılanmış, aylar boyu her gün kollarından asılmış (sol kolu ötekinden çok daha uzun kalmış, bu yüzden), gerçek anlamda pisliğe batmış, hayatı ve romanı böyle tanımış.

Savaştan sonra nasılsa ailesine kavuşunca okumaya başlamış. Polonya Bilimler Akademisi’nde asistan olmuş. Bir yandan da kayak öğretmenliği ve fotoğrafçılık yapıyormuş. Derinlemesine karşı olduğu Ortodoks Marksist rejimle kendine özgü bir biçimde uğraşıyormuş. Yarattığı hayali kişi ve kurumlarla iki yıl süren bir “yazışma” sonucu pasaport ve ABD vizesi almayı başarmış. “Yaşantımın en yaratıcı eylemi” diye nitelediği bu operasyonla ABD’ye kapağı atmış. (Ama Polonya’dan çıkmadan, her an tutuklanmayı beklediği o dönemde, cebinde fotoğraf laboratuvarından çıkardığı bir zehir kapsülü taşıyormuş. “Polonya’yı şu ya da bu şekilde mutlaka terketmeyi aklıma koymuştum.

Kosinski 1957’de böyle “bileğinin gücüyle” ABD’ye yerleştikten sonra TIR şoförlüğü, gece bekçiliği, Harlem’de özel şoförlük, fotoğrafçılık yapmış. Bir yandan da Columbia Üniversitesi’nde doktora öğrenciliğini sürdürüyormuş. Bu sırada sosyal psikoloji dalında yazdığı iki kitabın satışından elde ettiği gelirle geçinirken, çelik krallarından birinin dul karısı Mary Weir’le evlenip jet sosyeteye karışmış.

Soru: Şimdi de jet sosyetenin içinde misiniz?

Yanıt:Aralarından jetle geçiyorum sadece.

Kendisinden yedi yaş büyük, ama çok güzel ve çekici karısıyla dünyanın dört bir yanında “fink atmış”, İstanbul’a bile gelmiş.

Derken, Boyalı Kuş. İlk roman: Savaşın harabettiği doğu Avrupa’da evsiz barksız bir çocuğun şiddet ve vahşet ortamı içinde koşuşturması.

Anadilin olmayan bir dilde yazmak bir bakıma daha kolay. o zaman kimseyi taklit etmiyorsun, içinden geldiği gibi yazıyorsun. Oysa kendi dilinde yazarken, okulda öğrendiğin yazarları filan taklit edersin. İngilizce yazmaya başlayınca kendi üslubumu geliştirmeye başladım hemen. Tüm kitaplarım çok belirgin ‘seri’ bir üslup içinde yazılmışlardır. Güçlü fiiller, isimler kullanırım. Kendileri zor, okunmaları kolay olan kitaplarımda ‘eylem’ (aksiyon) önemlidir.

Ardından karısının beyin kanserinden ölümü...
Ve kitaplara devam: Adımlar, Bir Yerde, Şeytan Ağacı, Boşluk, İhtiras Oyunu ve Çelik Bilya (ya da Tilt Makinesi Topu).

Bunların tümü Kosinski’nin renkli yaşantısındaki belirli olaylardan esinlenen tek bir zincir oluşturuyor. Hepsi de o şaşmaz belirginlikteki bireysel üslupla yazılmış. 15-20 dile (ve tabii Türkçeye de) çevrilen, her biri yalnızca ABD’de 3 milyon adet satılan bu kitaplar Kosinski’yi “uluslararası yeraltı kültürünün benzersiz kahramanı” haline getirirken, ödüller de birbirini kovalamış.

Bir Paris dönüşü, yakın arkadaşı, ünlü hemşehrisi sinemacı Polanski’nin Beverly Hills’deki partisine koşarken, havaalanında bavulları kaybolduğundan New York’ta gecelemek zorunda kalmış. Aynı gece “sahte peygamber Manson’un çetesi partiyi basarak, Polanski’nin film yıldızı gebe karisi Sharon Tate de dahil, evdeki herkesi doğramış. Düpedüz Kosinski’nin romanlarından çıkma bir sahne yani.

Şiddetle dolup taşan bu dünyada niye şiddeti yazıyorum? Bir kez onu iyi tanıdığım için. Şiddetin önünü almanın tek yolu, onun ardında yatan potansiyeli iyi bilmektir. Kendi içindeki ve çevrendeki şiddeti iyi tanımazsan, barışçı bir insan olamazsın. İçindekini tanımazsan, onu bilmeden yaşarsın ve günün birinde ortaya çıkıverir. Birini öldürürsün meselâ. Çevrendeki şiddeti tanımazsan, onun kurbanı olursun. Ya da toplum, başkalarının haklarını şiddet yoluyla çiğnemekte bir araç olarak kullanır seni. Kitaplarımın kahramanları, temelde, şiddetin farkındadırlar...

Sonra... Kovalamacaya devam. Arada İngilizcesini hayli ilerletmiş olmalı: Princeton ve Yale üniversitelerinde İngiliz edebiyatı konusunda yıllarca ders vermiş. “Yaratıcılıktan uzak” olduğu için öğretim üyeliği ile geçen bu döneme “kaybolan yıllar” gözüyle bakan Jerzy, üniversiteyi terkettikten sonra uluslararası yazarlar birliği PEN’in ABD kolu başkanlığına iki kez üstüste başkan seçilmiş. (Amerikan yazın tarihinde bu onura ulaşan tek kişi.) O gün bugündür de çeşitli kuruluşlarda insan haklarıyla anlatım özgürlüğünün aktif bir savunucusu. Üstelik, 1980’de Polonya’da Dayanışma Sendikası’nın ortaya çıkmasıyla...

Jaguar, yarım saattir nasıl sessizce süzülüp gidiyorduysa, gene öyle “çaktırmadan” duruveriyor.
Bunu saymam” diyor Jerzy, “yarın 8.30’da otele kahvaltıya gelmelisin.



Otelde. 17 yıldır birlikte yaşadığı kız arkadaşı Katherina von Frauenhofer (kısaca Kiki) ile çoktan kalkıp kahvaltı etmişler. Tek kişilik yeni kahvaltı ısmarlanıyor.  Portakal suyu,  kahve, reçel. Hiç sıkılmadan yiyorum. Avusturya Macaristan kökenli soylu ailenin kızı Kiki, hiç büyümeyen “portatif” Polonyalı’nın gömleğinin sağ kolunu kısaltacak gömlekçi ararken, biz Polonya’ya dönüyoruz.

"Polonya, Sovyet 'hastanesinde', 'yoğun bakım’a alınmış durumda. Öldürülmüyor, süründürülüyor... Bence, Sovyetler bu Polonya konusunda vahim bir hata yaptılar. Önlerinde tüm Sovyet blokunu tedavi etme olanağı vardı... Dayanışma, Marksist bürokrasiyi yok etme yolunda harika bir örnek oluşturabilir, 60 yıllık çöküşün önünü alabilirdi. En geniş halk kitlelerinin gerçek insan haklarına kavuşturulması yolunda tarihin belki de en ilginç deneyi yaşanabilirdi... Dayanışma hareketi, özünde gerçek bir demokrasi özlemi olduğu için sürecektir. Sonunda -belki biz göremeyeceğiz ama-başarılı olmaya da mahkûmdur."

Sözcüğün dar anlamıyla “politik” kitaplar yazmadığına göre, Polonya resmi basını neden Boyalı Kuş’tan beri Jerzy ile uğraşıyor?

Yanılıyorsun. Elbette politik kitaplar yazıyorum ben. Şu anlamda ki, tüm kitaplarım güçlü bir bireyselliğin derin izlerini taşır. Kahramanlarımın hepsi belli konularda politik tavırlar alırlar ama, güdümlü bir siyasal eyleme her zaman şiddetle karşıdırlar. Siyasi partilerin vb. karşısında yer alırlar. Ayrıca ben, Polonya’daki rejim için daima kötü bir örnek oluşturdum. Hakkımdaki sonu gelmez karalama kampanyası da işte buradan kaynaklanıyor."

Peki, ömrünün ikinci yarısını geçirdiği Amerika nasıl?

Yüzeyden pek görünmemekle birlikte ilginç ve karmaşık bir ülke. Ardında bir sürü ıstırap yatıyor. Şu Hilton gibi otellere benzetebiliriz. Bu otellerin lüks, temiz, konforlu görünüşlerinin ardında acıların, sıkıntıların yattığını düşünmez insan. Ama işte asıl böyle göründükleri içindir ki, bir yığın acıyı da gizlerler. Bence tüm Amerikan uygarlığı bu ıstırabın gizlenmesi üzerine kurulu. Birçok açıdan trajik bir ülkedir Amerika.

Jerzy, belki de bu yüzden, yaşantısının tümünü Amerika’da geçirmiyor; zamanını ABD ile başka ülkeler arasında bölüyor. ABD’de biraz yazıyor, dostu Warren Beatty’nin “baskısı”yla “Reds” (Kızıllar) filminde ünlü Bolşevik lider Zinovyev’i büyük başarıyla canlandırıyor (”kendi sahnelerimde geçen tüm diyalogları ben yazdım”) “Bir Yerde” adlı kitabından çekilen film için “en iyi senaryo” ödülünü alıyor, sonra Latin Amerika takımlarında polo oynuyor, Bangkok’da dolaşıyor, derken İsviçre dağlarında kayak yapıp at binerek “başını dinliyor", arkadan soluğu İstanbul’da alıyor, yazmakta olduğu kitabı için gerekli “bizans havası”nı kokluyor.

Bana yeraltı İstanbul’unu gezdirecek birini bulmalısın" diyor Hilton’dan çıkarken.


Buluyorum da.

Dünyanın bütün büyük kentlerinde geceleri seks ve şiddet kokan arka sokaklarda dolaşıp duran, belki biraz da “belasını arayan” Jerzy Kosinski”yi çakırkeyif İstanbul gecelerine çıkarıyoruz, “Yeraltı Uzmanı" ve felsefeci Selahattin Hilav’la. İşte en az doksan kilo çeken güzel yüzlü, cıvıl cıvıl renkli, saten tuvaletli yosmaları ve yüksekçe sahnesindeki unutulmaz şişman şarkıcılarıyla “Marmara Saz”... Biz hiç yaşamadık elbette ama ikinci Cihan Harbi’nden kalma “nostaljik” bir hava içine giriveriyoruz şaşkınlıkla ve burunlarımızın direği sızlıyor.

Bütün o şişman kadınların, palabıyıklı erkeklerin ve garsonların ve sürekli gülümseyen melek yüzlü pavyon sahibinin, hepsinin hepsinin gerçek dışı bir hali var. Sanki, oradan çıktığımız andan itibaren orayı bir daha bulamayacakmışız, daha doğrusu hiç yokmuş, zaten olmamış gibi.

Dumanlı havaların kurdu” Jerzy ossaat havaya giriyor tabii, zaten bir Türk’ten ayırdedilmez fizik yapısı ile oranın ayrılmaz bir parçası oluveriyor hemen, her zamanki seri hareketleriyle birkaç satır not alıyor, birdenbire bir kavga çıkıyor derken, masalar itiliyor gürültüyle, bardaklar kırılıyor, birinin yüzü kanıyor, Jerzy savaş yıllarından kalan bir içgüdüyle önce siner gibi oluyor, ama sonra onu yerine oturtabilene aşkolsun, sonra kavgacılar dışarı çıkartılıyor, salon o eski nezih havasına kavuşuyor, nezih ve hüzünlü, Jerzy ile rakı içiyoruz ve Jerzy çok kral bir herif aslında.



Ömer Madra | Milliyet Sanat Dergisi -  Yeni Dizi: 83 - 1 Kasım 1983