Giriş
Anayasamızın 21. maddesine göre,
“herkes bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma hakkına sahiptir.”
Anayasalarda “bilim” ve “sanat”ın aynı hükümde yer almaları, aynı güvenceye bağlanmaları bir rastlantı mıdır?
Kuşkusuz, bilim ve sanat eşanlamlı değildir. Anayasalarda aynı hükümde yer almalarının belli bir anlamı vardır. Buna aşağıda değinilmiştir.
Demokratik anayasalarda güvence altına alınan “sanat”ın “tanım”ı yapılmamış, “amaç”ı gösterilmemiştir.
Sanatın resmi tanımı ve amacı saptanırsa bunun “sanat özgürlüğü”nü sınırlamayla sonuçlanacağı düşünülmüş olsa gerektir.
Bu açıdan neyin sanat (bilim) sayılacağı konusunda “yargıcın takdir hakkı”, esasında “takdir sorumluluğu”dur.
Bu alandaki gelişme gözönünde tutulmazsa bu hak isabetli kullanılamaz.
Sanatın “özgelişimi”ne inerek bir gözlemi ortaya koymak maksadı ile kaleme aldığımız bu yazının “yargıcın takdir hakkı”nın önemini daha belirginleştireceğini, faydalı olabileceğini umut etmekteyiz:
Yazıma, gerekçelerini aşağıda açıklayacağım sonuçları özetlemekle başlamak istiyorum:
- Bence sanat en güç bir “bilim” dalıdır. O halde edebiyat ve sanatta; doğru olan, bilimde de doğrudur.
- Edebiyat ve sanatla konusuna göre bilim arasında hiçbir fark yok mudur? Vardır; sanat bulur “keşif” eder. Bilim bulunanı kanıtlar ve kabul ettirir.
- O halde sanatçı, bilimin öncüsü olan, daha doğru deyimle olabilen kişidir.
Sanat ve Bilimde Birinci Dönem
Bu deneme yazısında bazı gözlemlerimi anlatabilmek için sanat ve bilim ilişkisini tarihsel açıdan “üç dönem”de incelemek istiyorum.
Seçtiğim metot “kronolojik sıra” değildir.
- “Konu”nun insan olmasından gelen bilim-sanat ilişkisi: Kant, iki şeye ömür boyunca hayret etmişti: Gökteki yıldızlara ve insan ruhundaki iyiliğe. Bu büyük felsefecinin üçüncü bir şeye hayret etmemiş olması garipsenir: İnsan ruhunun kötülüğünden gelen çelişkiye. Ceza Hukukunda bir söz vardır: “İnsanın en samimi hareketi işlediği suçtur,” derler. Yaptığını araştırmaya başlarsak bu bizi -suçlu da olsa- “insan”a götürür. Böylece ulaştığımız yerde “sanat’la karşılaşırız. Çünkü sanat da “insan”ı incelemektedir.
- Talih: Hiçbir suç, öbürüne benzemez. Bir insanın tümden bir diğerine benzemeyeceği gibi. Bununla beraber bilim ve sanatta varılan pek çok sonuçlardan biri de şudur: “Suçlu” talihe inanan adamdır. Talihe güven olmadığını bilmemenin kusuru “suç sebepleri”nden biridir. Jeanne d’Arc’a Kara Şövalye şunları söylemişti: “Sana esir gibi hizmet eden talihi serbest bırak, azat et, talih sadakatten hoşlanmaz”. Hiç kimseye talih sonuna kadar hizmet etmemiştir. Bir azize haline gelen Jeanne d’Arc’ın kusuru ile sucluların kusuru -bir bakıma- pek de farklı değildir.
- Emek: Emek ile talih arasında daima bir “haksız rekabet” süregelmiştir. Bir gün Michel Angelo kendinde sanata yeterlilik görmediğinden şikayet eden çırağına usta nasihati vermişti: “Şuraya otur, çalış, yaşama değer veren bir şey varsa o da çalışmak ve yaratmaktır”. Kendi başına “yaşam” değersizdir. Emek kaçağı her alanda umutsuzlar kalabalığını yaratmıştır. Suçluluğa giden bir yol da budur.
Büyük sanatçı, gaipten sesler (ilham) bekleyenler değil, büyük çalışma gücü olandır. Dahi dediğimiz kişilere, bunu hiçbir zaman kabul etmeyenler arasında rastlanmıştır.
Bir gün Paris’e, zarfın üstünde “Büyük dâhî’ye” diye bir mektup gelmiş. Victor Hugo’ya vermişler. O da Lamartine’e göndermiş. Lamartin de aynı şeyi yapmış. Mektup ikisi arasında gidip gelmiş.
“Acı” denilen duygunun insanda kazandığı özellik: İnsanda acının sağladığı bir şeyin varolması gereklidir. “İnsanlığın Şartı” adlı yapıtında Fransa’nın en güçlü “dönek”lerinden biri olan Andre Malraux’nun dediği gibi, “”kimseye faydası olmayan acı anlamsızdır.” Sebepsiz, başkalarına garip gözüken acılar vardır, kuşku, korku karışımı. Michael Angelo’nun sebepsiz görünen korkuları vardı. Bu yüzden çevresi onunla alay ederdi. “Dâhi-deli” derlerdi. Cevabı şu olurdu, Michel Angelo’nun: “Lütfen benimle alay etmeyiniz. Neden mi? Dünyada kimse ile alay edilmez de ondan”.
Nitekim suçluları inceleyen gerçek yaptlarda sanat olsun, hukuk olsun “alay”a rastlanmaz. Dostoyevski’nin “Budala”sı yeryüzünün en ciddi bilimsel yapıtıdır. Gerçek sanat bence şunu söylemek istemiştir: Suçluyu kazıyınız, altından “insan” çıkar.
Hamlet’le de alay ettirir, Shakespeare yapıtında. Maksatlı. Hamlet, bilimden çok önce (hele bilimsel psikiyatriden pek çok önce) Shakespeare’in keşfettiği “Bilinçli deli” (hiç kimsenin her şeyi ile deli saylamayacağı) tipidir. Aydın ve soylu kişi oluşu bu tipi daha anlamlı kılar.
“Marazi kıskançlık” sonucu cinayet konusunu Othello kadar somutlaştıran bilim kitabı enderdir. İbsen’in “Korkaklar”, irsi dejenereliği” kesinlikle kanıtlamıştır, bilimden çok önce. Bilinçaltını Freud bulmadı. Gustav Flaubert’in “Madame Bovary”si ipuçlarini verdi. Freud kanıtladı.
“Faydasız acının saçmalığı”na değinen Malraux, herhalde Nietzsche’yi düşünmüştür. Nietzsche bütün gençliğini eski Yunan kaynağı ile besledi. Platon’u çok severdi, Epikür’ü çok severdi. Fakat onu üç şey yetiştirdi: Schopenhauer, sanat ve acı. Musset’nin “bizi acı (ıstırap) kadar büyülten hiçbir şey yoktur” mısraında gerçeğin payı büyüktür.
Toplum-Birey çatışması açısından özgürlük: Sanatta da, bilimde de ortak görüş bence şudur: İnsan kendi başına özgürlüğünü bulamıyor. Öğretilmeli. Steinbeck romanında ihtiyar zenci Lee’ye şunu söyletir: “Yardım et ona. Yardım et, olanak tanı. Kaderini denesin. Özgürlüğüne kavuştur onu. İnsanın hayvanlardan üstün tarafı budur. Özgürlüğüne kavuştur onu, gerekirse affet.”
Hukukta da, kaderini bir kere daha denemekte kararlı olan suçluyu affetmemeyi toplumun suçu sayanlar vardır. Özgürlüğü başkalarına duyurmayı bilen kişilerin oranına göre ölçülür uygarlık.
Uygarlık bunu yaparken nelere dikkat edilmesi gerektiğini bize veren sanat olmuştur. Bu açıdan Paganini pek ilginçtir. Liszt, Paganini için “onu, hiçbir düşünüş ve duyuş birliği insanlara bağlamıyordu,” demişti. işte bu yüzden en büyük virtüoz oldu, fakat en büyük kompozitör olamadı. Buna karşın Van Gogh isyancı özgürlüğü ile hem en büyük renk ustası, hem de büyük yaratıcı olabildi. Van Gogh hiçbir şeyi sözle ifade edememişti. Ondan düşündürücü deyimlere az rastlanır sanat tarihi kitaplarında. Topluma “Allahaısmarladık” demenin resmi yapılmaz ki.
- Toplumsal Sorumluluk: Sanatın bilime en büyük işareti -ki ben bunu karanlık gecelerde ilk insanlara yolunu gösteren çoban yıldızının değerine eşit sayarım- “toplumsal sorumluluk”u göstermiş, bundan sonrasını da bilime bırakmış olmasında görürüm. Birinci bölüm diye adlandırdığım bölümün sonuna “toplumsal sorumluluk”u almaktaki amacım, böylelikle sanatın ikinci dönemi hazırlayan en tipik başarısı olmasındandır.
Basit gibi görünenden başlayalım: Bir romancının dediği gibi, “küçük bir çocuktan, kendisini hiçbir zaman kucaklamayan veya yorganmi örtmeyen bir tanrıyı sevmesini istemek, fazla bir şeydir.” Hemen hukuktan bir sonuç çıkarayım: Bir “suçlu insan”a, kendini kurtaracağı inancını vermeyen bir adalet anlayışı şöylece değerlendirilebilir: “Mutlak surette faydasız.”
Sanat bir şeyi daha ortaya attı. Şu sözlere çok rastlanır: “Bir ülkede hapishane varsa, hiçbirimiz özgür değiliz”, “İnsanlığın yolu, sorumluluğu paylaşmakla açılmıştır”, “anlamaya çalışalım. Anlayan mutlaka affeder.” Çeşitli romanlardan aldığım bu cümleler şöylece birleşiyor. Herkes herkesin suçundan sorumludur.
Sanat toplumsal sorumluluğa değinme mucizesini yaratırken “insan gerçeği”ni, kusurları ile ortaya koymayı da savsamamıştır. Kendini haklı görmek bencilliğinden gelen direnci ortaya koyan sanat olmuştur. Ben “Ölüler Evinin Anıları”nı, “Karamazof Kardeşler”i Adalet psikolojisi biliminde şöylece kanıtlanmış sayarım: Bütün katillere sorun. Şöyle diyeceklerdir: Öldürdüm fakat çalmadım. Bütün hırsızlara sorun, cevapları şu olacaktır: Çaldım fakat elimi kana boyamadım.
Bir gün Voltaire ünlü bir hırsızın öyküsünü anlatacağını söyler ve söze şöylece başlar: “Vaktiyle çok güçlü bir tefeci varmış.” Bunu der ve susar. Dinleyenler öyküye devam etmesini isterler, cevabı şu olur: “iyi ya işte, hikâye bitti.”
Sanat ve Bilimde İkinci Dönem
Yukarıda sanatın birinci dönemini özetledik. Sezgi denilen (buna olağanüstü gözlemcilik de diyebiliriz) sihirli yetenek harikalar yaratmıştır.
İkinci çağda değişen konuları ile aynı başarılı öncülüğünü sürdürüyor. Değişende hiç değişmeyen bu öncülüktür.
Camus’nün dediği gibi, “köşesinde oturan sanatçı çağı çoktan geçti. Ama kırılmak, dünyaya küsmek de yok.”
İkinci döneme “sosyal gerçekçilik” diye ad takılır. Bu adlandırma isabetli değildir.
Çünkü sosyal gerçeklere göre edebiyat her iki çağda da vardı.
Örneğin Alman Edebiyatında sosyal gerçekçiliğe ortaçağda bile rastlandığını araştırmacılar kanıtlamaktadır.
Kanımızca, ikinci çağ dediğimiz dönemi, öncü sezişlerin fikirleşmesine ağırlık veren ve bunları sosyal konularda toplayan “geleceğin öngörülmesi”ni amaç tutan akımların yoğunlaştığı dönem olarak anlamak daha doğru olur.
Sanatçıyı yıldırmamak: Çağımızda bir gerçek daha iyi anlaşılmış gibidir: Sanatçı kurmanın, küstürmenin zararını çeken sadece toplumdur. Nobel ödülünü reddetmek zorunda kalan Pasternak hiç olmazsa “sevdiğinizden nefret etmenizi, nefret ettiğinizi sevmenizi isteyebilirler, insan için de en güç şey budur.” diyebilmiştir. Ne de olsa en otoriter, hoşgörüsüz toplumlarda bile artık eski sertliğe rastlanmıyor.
Bu iki çağ birbirinden gözlemcilere kolaylık olsun diye, kalın çizgilerle ayrılmış değildir. Geçiş yoğunluk farkı olarak görülüyor. Bu geçişte “geçişi sağlayanlar”ın müstesna bir yeri vardır. Dostoyevski, “Ölüler Evinin Anıları”ndaki kahramanları ile, “Karamozof Kardeşler”i ile ön safta çarpışmıştır. Dostoyevski’nin bir özelliğine burada değinmeden geçemeyeceğim. O, hem geçişi sağlamış, hem de ileriye doğru gelecek üçüncü çağa atlamış gibidir. Dostoyevski, zamanında “başka türlü insan” olarak tanınmıştı. Şimdi toplum tümden değişti. Hâlâ başka türlü insan gibi gözüküyor. Şöyle desek daha iyi olur: Zamanın tüketemediği insan.
Buna karşın, arada geçen süreye göre Soljenitsin, ne “14 Ağustos”, ne “Gulak Takımadaları”, ne de “İvan Denisoviç” ne de “Kanser Koğuşu” ile Tolstoy-Dostoyevski karmasını aşabilmiştir. Ne de güçlü yapıtları ile gelecek üçüncü çağı geriletmek isteyen Şolohof, “Durgun Akardı Don”un kendi toplumunda neler hazırladığını anlatabilmiştir.
- Sanat ve Faydası: Bir gözlemde daha bulunmak isterim. İkinci çağ faydacıdır da. Özgür sanat yaşayabilirse toplum kendi hastalıklarını daha çabuk giderebiliyor. Diğer bir deyişle toplumsal şaşkınlıktan yararlanmak sinsiliğinin ikiyüzlülüğünü görme olanağını sağlayabiliyor. Böylece çağımızın özgür sanatı toplumsal profilaksi gösterebiliyor. Tabii özgür kalabilirse, görevi resmen tanınmış olursa.
Steinbeck’in “Gazap Üzümleri”, sosyal sorunlar ve bunun çözümleri romanıdır. Bu ve bunun gibi yapıtlar Hukukta “Ekonomik ve Sosyal Haklar”ın kökeni olmuşlardır. “Felaketler ne kadar arka arkaya gelirse gelsin, insanların yaşamdan umut kesmemeleri gerektiği” büyük romancının bütün yapıtlarının sonucudur.
Bir başka türe daha rastlıyoruz: “Geçmişin malzemesi ile gelecek için uyarı romanları” arasında “Anadolu insanlarinin uç beyliğini Dünya Devleti haline getirişlerini” konu alan Kemal Tahir’in “Devlet Ana”sı, sosyal değeri en büyük Türk romanıdır. Aynı “Göl İnsanları” adı altında toplanan hikâyeleri için Nâzım Hikmet’in Kemal Tahir’e yazdığı mektupta “sen benim devamımsın” demesini ben daima yadırgamışımdır. Çünkü bu haksız bir yargıdır. Ne kadar büyük veya ne kadar küçük olursa olsun hiç kimse bir öncekinin devamı değildir gerçek sanatta. Tabii taklitçilerden söz etmiyorum. Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ının etkisinden sıyrılamayan Şolohof’un “Durgun Akardı Don” yapıtında ne de olsa bir şeyin eksik kaldığını hissederiz.
Çağların insanlığa daha büyük iyilikler getirmesi hepimizin dileğidir. O halde ikinci çağ birinci çağın bazı yanılgılarına düşmemeliydi. Birinci çağda bilimsel verileri edebileştirmek, biraz da süslemek yoluyla, “buluş” gibi sunanlara rastlanmıştır. Hatta bunlar arasında başarılı olanlara da rastlandı. Emile Zola bunlardandır.
Fakat bu sanatın sezgi kaynağını küçümsemek, sanatın bilimin peşinden gitmesine razı olmaktır. Bilimin ’sanatkârca’ vulgarizasyonu bir hizmet ise de sanat değildir. Daha çok ısmarlama bir şey sayılır. Aynı kusura sözde toplanan yapıtlarda da rastlanır: “Edebiyat, bir ulusun yaşayan belleğidir.” Bu deyim bence yanlış. “Edebiyat ve sanat, bir ulusun en önde giden bir avuç insandan kurulu müfrezenin çarpışma öyküsüdür.”
- Doğayı örnek tutmamak: Bir konuya daha değinmek istiyorum. İnsanda dokunma isteği verecek kadar doğadakine uygun, resim sanatının tepe noktasına ulaşmış ünlü ressamlar elbette değerli yapıtlar vermişlerdir. Ancak buna kendini sindirme ustalığına Van Gogh gibilerde rastlanr. Çünkü gerçek sanat belki de doğada olmayan bir şeyi yaratmak, doğanın elinden “yaratma tekeli”ni almaktır. Biz resim sanatındaki öncülüğü böyle anlıyoruz.
-
Toplumun özür dilemesi: Bertrand Russell’in dediği gibi, XVII. yüzyılın büyük adamlarından elli sanatçı, elli bilim adamı daha öldürülmüş olsa idi çağımızın bilimi olmazdı. Galile’nin başına gelenler topluma utanç vericidir. Daha eskilere gidelim. Sokrat’ı yargılayan 101 Atinalı yargıçtan hiç birinin adını bilemiyoruz. Sanık Sokrat hâlâ kendini savunuyor.
O halde toplum bilime sanata, karşı hatalar işlemiştir. Sanattan, bilimden özür dilemesi gerekir. Fakat nasıl?
Beni en çok üzen bu hataların işlenmesine, mesleğimin, ceza adaletinin alet edilmiş olmasıdır. Gösteri adaleti korkunç bir şeydir. “Yeni baştan hayata gelse idim, bilim adamı olacağıma tenekeci olmayı tercih ederdim.” Bu sözleri Hiroşima bombardımanından sonra Einstein söylemişti. Ben bir ceza hukukçusu olarak bazı yargılamalar karşısında aynı utancı duymuşumdur.
Şimdi özür dilemenin hukuksal çareleri aranmaktadır. Birine değinmek istiyorum.
”Kötülük Çiçekleri” adlı yapıtındaki şiirlerinden dolayı Baudelaire 1857 yılında, “müstehcenlik”ten mahkûm edilmişti. Kitapta yer alan “suçlu şiirler”in de kitaptan çıkarılıp yok edilmesine karar verilmişti. Bu karardan bir süre sonra yürekli bir basımcı çıktı. Kitap suçlu şiirlerle yayımlandı. Ve hiçbir savcı dava açma gücünü kendinde bulamadı. Ancak, ortada uygulanmayan bir yargıç kararı vardı. Mahkeme kararlarına saygı ilkesi ile Fransa’ya şeref kazandırmış bir sanatçının kendi ülkesinde mahkûm edilmesinden gelen çelişme bir süre tartışıldı. 1929 yılında bir tasarı hazırlandı ve kabul edildi. Bu özel yargılama kanununa göre, öleli pek çok olmuş bir sanatçının, hayatta imişçesine yargılamasının yenilenmesi usulü kabul edildi. Bu kanunu ilk defa hükümlü Baudelaire hakkında uygulandı. Sanık Baudelaire beraat etti.
O halde sanat, bilim yapıtları, fikir suçları ve benzeri hakkında kendine özgü, kurallarla yargılanmanın yenilenmesi biçiminde toplumca özür dilemenin bir yolu bulunmalıdır ülkemizde de.
Sanatı bir başka şeyin aleti sanmak yanlıştır. Nietzsche’nin deyişiyle “bir toplumu başlangıçlara götüren yol, barbarlıkta son bulur.”
-
Diyalektik: Sanatta yaratıcılık ve bağımsızlık diyalektiğin sanata uygulanması ile orantılı olmuştur.
Bu açıdan sanatın tarihi yoktur. “Mağara duvar sanatları”nı bile ilkel sayamayız. Mağara duvarlarından diyelim ki Picasso’ya kadar uzun atlayışı nasıl çözümleyeceğiz? Derinliğine düşüncenin (diyalektik düşüncenin) sanatta “kuluçka dönemi” bizim ömrümüzü aşar. Picasso, mağara duvarlarındaki “tez”in “sentez”ini aradı. Başaramadı. Sadece tezi daha güçlü kılabildi. Dehası ile eşleşen kusuru budur.
Genel görünümü ile çağımız “tez”e dönüşe eğilimlidir. “Sentez” ileride, çok uzaklarda. Başlarken yanılgı korkusu, günümüz sanatının kuşkusudur. İnsanlık daha bu korkuyu aşamadı.
Sanatta kaybolan yüzyılları bağışlayalım. Geleceğin ölçüsü şudur: “Beni sana karşı düşündürebiliyorsan, sanatçısın.”
Bu ölçünün karşıtı vardır: “Hoşlanırsam sanatçısın.” Hoşlanma, “statik” bir duygu. Eski deyişle “haz” sağlayıcı. Gelecek için yararsız. Kendi kendini sevmek sanat değildir.
Diyalektik kurallarından biri de bütünselliktir. Sanat diyalektiğinde de böyledir. Hıristiyanlık düşüncesini bilmeyenler Michel Angelo’nun Sixtine kilisesindeki “Ademin Yaratılışı”nda karşıtı göremez. Budizmi bilmeyenlerin “Budist Sanatı”nı anlayamayacakları gibi. Tüm, bilinmezse karşıt görülemez. Uzak Doğu’yu bilmeden sanatta genel bir kanıya ulaşamayız. Batı Avrupa sanatı her incelemenin ağırlık noktasıdır. Eski Çin ve Japon sanatını araştıralım. Aynı dönemin batı sanatı ile ortak bir nitelik görmezsek “insanlık determinizmi”nde kopukluk var demektir. Bu olamaz. Öyleyse, kusur araştırmacıda. Batı saklamasını bildi. Uzak Doğu sevdi, fakat önemsemedi. Uzak Doğu sanatı sembolce zengindir. Ancak unutmamak gerekir ki, sanatta her “sembol” bir “gerçek”tir.
Diyalektik düşüncede duraksama “usta”larda düğümlenir. Ustalar küçümsenemez. Büyük düşünsel acılar duymadan usta olunamaz ki. Renk ustası (örneğin Renoir) ile mermer ustasında (örneğin Rodin) “araç güçlüğü” dışında da ortaklık vardır. “Sanatseverlik” de budur, kesinlikle budur. Sanattaki diyalektiği görebiliyorsanız elinize çekiç, fırça, kalem almasanız da sanatçısınız.
Sanatta gelenekçi, diyalektiğe inanmayandır. Bu nedenle tutucu kalmakla yetinmez, geleneksel kuralların, biçimlerin haşin savunucusu olur.
Diyalektiğe göre “var olan” durağan değildir. O halde varolan içindeki “hareketi” ondan ayırıp -sanki bağımsızmış gibi- ön plana alabilen sanat, çağımızındır. Bu nedenle “kübizm”, kabaca anti-tez kışkırtıcı sayılabilir.
Geometrik ölçü başarıları içinde “Renk Ustaları”ndan günümüze kadar ölümsüzlüğe dönemlerinin tutsak anlayışı içinde ulaşanların “isyan”ı bir “özgürlük özlemi”, diğer bir deyişle “insanlığın diyalektik özlemi”dir. Açıklayalım: Resimde klasik yapıtların tümüne tek tek bakalım. Bu yapıtlarda “kaçak konular” göreceğiz. Çağların büyük sanatçıları beğenilme tutkusu içinde isyanlarını bir yere, belki de bir tablonun en önemsiz, örneğin çerçeveye en yakın köşesine koyuvermişlerdir. Dikkat edersek anti-tezi orada buluruz. Öneriyorum: Çok ünlü klasik bir tabloyu, konularına göre, birkaç yüz küçük kareye ayrılan fotoğraflara bölelim. Bütün dünyada sanatla uğraşanlara anket metoduyla ayrı ayrı gösterelim. Alacağımız yanıtlar geleneksel öğretiyi yıkacak, bir tek şeyi kanıtlayacaktır: Renkte, mermerde, kalemde durağanlık yoktur. Yapıt, anti-tezini kendinde içerendir.
Sanatın konusunda “yasak bölge” kabul edilemez. Sanat yaşadıkça konusu değişecektir. Konu seçimi bile diyalektiktir. Merakla karışık ilgiyi çekebilmek için “çirkin”i konu seçmek her zaman sanat değildir. Bununla bazı konuların sanat dışı olduğu ileri sürülüyor sanılmasın. “Çirkin”e sanatça yaklaşım çok farklıdır.
Görünenin Işığa tutsaklığının yasalarını çözme denemeleri, resimde sürüp giden diyalektikle sağlanabildi. Hiçbir renk, karşıtı düşünülmeden kavranamaz. Diyalektik, insanın düşüncede sonu gelmeyen olgunlaşmasıdır.
Yapıt, karşıtını ne denli içeriyorsa o ölçüde geleceğini sağlamış olur. Ölümsüzlerin hiç değişmeyen yazgısı budur. Eskilerin doğayı olduğu gibi yansıtma tezinin karşıtı olan çağdaş sanat, konuyu olduğu gibi yansıtmanın gerçeği göstermediği anti-tezine dayanır. Örneğin insan vücudunu olduğu gibi çizmek, insan vücudundaki gerçeği görmemektir.
Yapıtın çağlara uyumunu benzerler değil, karşıtlar sağlar. “Hiçbir şey kendi karşıtı bilinmeksizin ortaya çıkmaz.” Bu gözlem, özellikle sanat için doğrudur. Bir tabloyu seyrederken ondaki “canlı”yı, dolayısıyla geleceği aramak zorundayız. Canlı olan her şey “diyalektik”tir.
Hukukta Çağdaş Sanat Anlayışı
Bugün hukuk açısından ulaşılan düzeye “üçüncü çağ” diyebiliriz.
Bu “Sanatın Anayasalara geçiş” çağıdır.
Türk Anayasası bu çağa yabancı kalamazdı.
Anayasaya göre “Sanat” nasıl bir güvence altındadır?
Diğer bir deyişle sanat Anayasa Hukuku açısından incelenirse hangi sonuçlara varılabilir?
- Ümanist doktrin: Anayasa sanatı her şeyden önce “özgürlük” olarak ele alınmıştır. 21. maddenin başlığı “bilim ve sanat hürriyeti”dir. Böylece “insan’ın yaratıcılığı”na engel veya sınır getirilemeyeceği açıklanmıştır. Bu “ümanist doktrin” anlayışıdır (bk. Erem, Ümanist Doktrin Açısından ceza Hukuku, Ankara, 1980.)
Bu sınırsızlıkta yalnız kişisel değil, sonuçta toplum faydası da görülmektedir (Leoni (C.), Arte nella costituzione italiana, Enciclopedia del diritto, IIE, s. 96)
Anayasamız “sanat hürriyeti” başlığı altında kişinin nelere sahip olduğunu göstererek bu özgürlüğü daha somutça belirtmek istemiş, kişinin “sanatı serbestçe öğrenme, öğretme, açıklama, yayma, araştırma hakkı”na sahip olduğunu açıklamıştır.
- Anayasalara geçiş olgusu: Sanat özgürlüğünün Anayasalarda yer alması Weimar Anayasası ile başlamış, zamanla diğer Anayasalara, 1961 Anayasasıyla da Anayasa Hukukumuza geçmiştir. Kuşkusuz Weimar Anayasasından önce de bazı Anayasalarda dağınık ve duraksamalı hükümlere rastlanıyordu. Fakat sanat özgürlüğüne açıkça yer verilmesi Weimar Anayasası ile olmuştur.
Weimar Anayasasındaki hüküm (m. 142) şu idi: “Sanat, bilim ve bunların öğretimi serbesttir. Devlet bunları korur ve gelişmelerine katılır.” Weimar Anayasasının bu hükmü İtalyan Anayasası hazırlanırken örnek tutulmuş (bk. Leone, s. 97 nt. 5. Tutanak V, 3343, s. 98), İtalyan Anayasasındaki hüküm (m. 33) Anayasamıza (m. 12) etkili olmuştur.
- Rejim farkı: Anayasa güvencesi, değişik rejimlerde farklı anlayışta ele alınmıştır.
1946 Arnavutluk Anayasası (m. 27) “halkın kültürünü geliştirmek amacıyla devlet bilim ve sanatı teşvik eder” hükmünü, 1948 Çekoslovak Anayasası (paragraf 20, n. 2) “halkın kültür ihtiyacı”nı sağlama ölçüsünü benimsemiştir. Sovyet Rusya Anayasasında özel bir hüküm yer almamıştır. Yalnız bu Anayasadaki (m. 123) çalışanların menfaatine uygun düşmek, sosyalist örgütlenmenin güçlenmesi amacına yönelik olmak kaydı ile özgürlüklerin korunacağı yolundaki hükme dayanılmaktadır.
Korporatif Portekiz Anayasasında (1933) şu hüküm yer alıyordu: “Sanat ve bilim, bunların gelişimi, öğretimi, yayılması Anayasaya, devletin düzenleyici işlemlerine uygun olmak koşulu ile korunur ve teşvik edilir.”
İtalya’da, faşizm döneminde, resmi tutum “faşist sanat politikası” olarak özetlenebilir (bk. Bottari, Politica fascista delle arti, Roma 1940).
Görüldüğü üzere totaliter rejimlerde sanatın anayasal güvencesi farklı ve koşullu anlaşılmaktadır.
- Sonuç: Belli bir türdeki sanatı korumak, bunun dışındakileri faydasız, giderek zararlı saymakla sonuçlanır.
Demokratik Anayasalarda “tercihli sanat anlayışı” benimsenmemiştir. Fakat bu Anayasalarda eksik olan, sanatın gelişmesi için “devlet katkısı”nın açıklanmamış olması veya bu katkının bulanık, yaptırımsız bırakılmış olmasıdır. Bu nedenle Anayasamızın (m. 10) devlet “insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlar” hükmü yeterli değildir.
Özgürlüklerin Anayasada yer almasının anlamı, özgürlüğün “devlet güvencesi” altında olduğunu göstermektedir. Fakat güvence ile “devlet yardımı” eşanlamda sayılmamaktadır. Kendi haline bırakmak, “gerekli şartları hazırlamak” değildir.
Weimar Anayasası ile başlayan gelişme özgürlüğünün yanı sıra, bu Anayasada yer alan “Devlet katkısı” -özellikle ülkemizde- aynı gelişmeyi göstermemiştir.
Prof. Dr. Faruk Erem | sanat olayı - Sayı: 1 - Ocak 1981