Yeni Türk Dil Kurumu, Prof. Dr. Hasan Eren’in hazırladığı bir “imla” kılavuzu yayımladı.
Eski Türk Dil Kurumu’nca (eski TDK’nin tüzelkişiliğince) hazırlanmış olan, yılların deneyimiyle geliştirilen, aşağı yukarı 50 yıldır uygulanan kılavuz bir yana itilerek, o kılavuzun yazımda kazandırdığı alışkanlıklara aykırı, kılgısal (pratik) bir yararı olmadığı gibi, Türkçenin yazımında sağlanan birliği de bozacak, yazımda karışıklığa yol açacak olan pek çok değişiklik getiriliyor bu kılavuzda.
Türkçenin yazımında geriye dönüş bu kılavuzun adından başlıyor, “yazım”dan “imlâ”ya dönülüyor.
Açıkçası, Osmanlıcaya, Osmanlıcanın yazımına dönülüyor.
“SARMISAK” MI, “SARIMSAK” MI?
“Sarmısak” mı yazalım “sarımsak” mı?
Yazım, onların sevdiği dille söylersek “imla”, bunun saptanması, bu biçimlerden birinin kabul edilmesi ve ona herkesçe uyulmasıdır.
Bu sözcüğün eski biçimi “Sarmusak”tır. Ortak kullanımda “sarmısak” yazılıyor.
Bütün sözlükler, bitkibilim kitapları, bilgilikler (ansiklopediler) böyle yazıyor.
Bunu değiştirip “sarımsak” yapacaksınız da bundan kılgısal, bilimsel ne yarar sağlanacak?
Halk “sarımsak” diyor derseniz...
Halk “samırsak” da diyor, derim.
”Sümer” (yaygın olan, öteden beri kullanılan biçim budur) sözcüğü de “Sumer” olmuş bu kılavuzda.
Artık “Sümerbank” yok, “Sumerbank” var, demek ki.
Şimdiye değin “Kuveyt” yazılan ülkenin adı da Küveyt olup çıkmış.
“Urbanizm” sözcüğü de “ürbanizm” olmuş.
Daha niceleri böyle değişmiş.
Önemli olan, sözcüklerin doğru olarak yazıya geçirilmesini sağlayacak bir “ortak biçim”de anlaşmak, onu uygulamaktır.
Alışılmış biçimde yazılan, yani “ortak” biçimleri olan sözcükleri başka biçimde yazdırmak, karışıklığa yol açar. “Yazım”, yazmayı kolaylaştırmalıdır.
Verdiğim şu küçük örnek de gösteriyor ki, yeni TDK’nin “imla” kılavuzu yazım birliğini bozacak, ikili bir yazıma yol açacaktır.
Amaçlanan da budur belki.
Bir amacı buysa, bize göre bu kılavuzun bir başka amacı daha var: Osmanlıcaya dönüşü sağlamak! Öyle görünüyor.
Osmanlıca sözcükler olabildiğince doldurulmuş, eski TDK’nın kılavuzundaki Osmanlıca sözcüklerle yetinilmemiş. Belli ki, yazımlarının öğretilmesi bahanesiyle onları sürekli olarak anımsatmak ereği güdülüyor. Artık kullanımdan düşmüş birçok Osmanlıca sözcüğün, örneğin “tazarru”, “teberrüken”, “müteammim” gibi nicelerinin yazımını öğreneceğiz, onları anımsayacağız.
“Bank”, “tank” gibi nicedir dilimizde bulunan batı kökenli sözcükleri “yeni yabancı kelime” sayan (s. 9), “öz Türkçe sözcükler” dememek için “Türkçe asıllı kelimeler” diyen (s. 6), “çoklukla”, “normaldir”, “yersizdir”, “gerekir”, “yaygın bir kuraldır”, “tavsiye edilir” gibi anlatımlarla kural olup olmadığı anlaşılmayan kurallar koyan bu kılavuzun oldukça eğlendirici yönleri de var. Örneğin “to be or not to be” ya da “l’art pour l’art” gibi yabancı sözlerin Türkçelerini yazamayacağız, “olmak ya da olmamak”, “sanat sanat içindir” diyemeyeceğiz artık. Çünkü kural konmuş: “Lâtin yazı sistemini kullanan dillerden alınma deyim ve sözler yabancı yazılışlarına göre yazılır...” (s. 24)
Örnek olarak da yukardaki sözler verilmiş.
Şu kural da var aynı sayfada: “Batı kökenli yeni kelimeler orijinal yazılışlarına göre yazılabilir.”
Yani keyfinize kalmış artık, “striptease” de yazabilirsiniz “striptiz” de.
Böyle kural olmaz. Bu kuralın, yabancı sözcüklerin üstelik de yabancı biçimleriyle dilimize girmesine yol açmayacağını söylemek güçtür.
Bu arada şunu da sormak gerekir: Mademki batı kökenli yabancı sözcükler “orijinal yazılışlarına göre yazılabilir",
“Latin", “klasik”, “plaj", “plan” gibi sözcüklere “orijinal”lerinde bulunmayan bir imi, düzeltme imini neden koyuyorsunuz?
Yabancı dillerdeki çift ünlüler, ikili, üçlü ünsüzler ve özel harflerle ilgili gerekli gereksiz bilgiler de veren bu kılavuzda, Türk harflerinin adları yok.
Eski TDK’nin kılavuzunda vardı. Artık TRT sunucuları başta olmak üzere birçokları h (he)’ye “ha”, k (ke)’ye “ka” demekte büsbütün özgür olacak.
Doğrusunu söylemek gerekirse, bu kılavuz “devlet zoru”yla bile uygulanamaz. Çünkü yanlışlarla, tutarsızlıklarla, çelişkilerle doludur. Yeni TDK’nin mı, Prof. Dr. Hasan Eren’in mi olduğunu bir türlü kestiremediğim bu kılavuzun yanlışlarını, tutarsızlıklarını kısa tutulması gereken böyle bir yazıda bütünüyle göstermeye olanak yoktur. Abartmıyorum, yanlışlar, tutarsızlıklar gerçekten de pek çoktur. Buraya aldığım sayfalarca nottan pek azını aktarabileceğim. (Sözkonusu kılavuzun, -bu yanlışlar, tutarsızlıklar dolayısıyla mı, yoksa, görevi olduğu halde, hazırlayıcının bu işten para almış olması yüzünden mi-, bilinmeyen bir nedenle bir ara satıştan kaldırıldığı duyulmuştu... şimdi satıştadır sanıyorum, isteyen alır, inceler.)
Yeni TDK’nin “İmlâ Kılavuzu”nda yanlışlar, tutarsızlıklar o denli çok ki, hangilerine değineyim, bilemiyorum. Vereceğim örneklerin hazırlayıcının gözünden kaçan birkaç yanlışın özellikle aranıp bulunması olmadığını belirtmek isterim. Ayrıca “Olur” ilçesinin adının “olur” biçiminde gösterilmesi gibi nice dizgi yanlışları üzerinde de duracak değilim.
YANLIŞLAR, TUTARSIZLIKLAR
Yukarda kısa kısa değindiklerim dışında, bu yanlışlara, tutarsızlıklara örnek olarak şunları göstermek yeterlidir:
Kılavuzda şöyle bir kural var: “-mak, -mek ile biten mastarlardan sonra -a, -e; -ı, -i eklerinden biri gelirse -k ünsüzü yumuşar...”
Bu kural, eylemliklerin yazılışın da tek biçime yönelmiş olan eski kuralı ortadan kaldırmış oluyor. Artık “-ma, -me”lilerde “-ya, -ye”, “mak -mek”li eylemliklerde “-ğa, -ğe” biçimine uyulacak. Kuralda bunu söyleyen kılavuz, Türkçedeki yumuşayan bütün “k”leri sözlük bölümünde özellikle gösterdiği halde “-mak, -mek”li eylemliklerde bunu göstermemiş.
Buna karşılık “k” ünsüzünün yumuşama olayını özel adlarda bile göstermiş: “Gölcük,-ğü”, “Erdek,-ği” gibi.
Bu elbette yanlıştır.
Herkesin bildiği kural şudur: Özel adlara gelen ekler kesme imiyle ayrılır ve bunların sonundaki “ç”, “k”, “p”, “t” ünsüzleri oldukları gibi kalır:
“Meriç’i", “Gölcük’ü", “Gaziantep’i”, “Tokat’ı” yazılır.
“Merici”, “Gölcüğü”, “Gaziantebi”, “Tokadı” biçiminde yazmak yanlıştır.
Bu kılavuz bu yanlışı yapıyor. Öte yandan, bu konuda tutarlı olmayı da beceremiyor.
Örneğin “ç” ile sona eren adlar üç ayrı biçimde gösterilmiş: “Meriç,-ci", “Bayramiç’i", “İliç”.
Ötekiler de böyle.
“K” ile sona erenler: “Boşnak, -ğı", “Irak’ı", “Kıpçak".
”T” ünsüzüyle sona erenlerin kılavuzdaki biçimleri: “Bozkurt,-du", “Başkurt", “Mut’u”.
Kılavuz bir tek “p” ünsüzünde tutarlı olmuş, yanlış ama hiç değilse tutarlı: “Arap, -bı”, “Eyüp, -bü", “Nizip, -bi”. Bunu alkışlayabiliriz sanıyorum.
Bu tür yanlış ve tutarsızlık “i”, “ü” ünlüleriyle sona eren özel adların yazımında da var:
“Çamardı -nı”, “Kuşadası’nı", “Kadınhanı”; “Çameli, -ni", “Yusufeli’ni”, “Şabanözü, -nü”, “Mecitözü’nü".
Sözcüklerin yazımında da görülüyor bu: “uluslararası, -nı”, “milletlerarası”.
Kişi adlarında da aynı tutarsızlık: “Muhammet, -di” örneğinde olduğu gibi.
”Arapça ve Farsça adların yazılışı” kuralında (s. 25) bu adın “Muhammed” biçiminde, “d” ile bittiği belirtiliyor. Öyleyse, tutarlı olmak için “Muhamed, -i” biçiminde göstermeliydi, ki elbette bu da yanlıştır. “Ahmet” adının da “d” ile sona erdiğini gösterdiği halde, Ahmet Haşim, Ahmet Muhip Dıranas adlarını “t”li yazıyor, yani koyduğu kurala kendisi uymuyor, uygulaması çelişiyor.
Batı dillerinden Türkçeye girmiş kimi sözcüklerin içinde ve sonunda bulunan “g” ünsüzünün korunacağı kuralı getirildiği (s. 24) ve şimdiye değin alışılmış biçimi “fotoğraf” olan sözcüğün yazımı “fotograf” olarak değiştirildiği halde “coğrafya” eski biçimiyle bırakılmış.
Batı kökenli kimi sözcüklere düzeltme imi koyan kılavuzun “g”li sözcükleri olduğu gibi korumak istemesi çelişkisine de değindikten sonra, bu konuda şunu da söylemek isterim: Genel eğilim bu ünsüzün “ğ” olma yönünde; TRT bile “diyalogu” değil “diyaloğu” diyor. Ancak, bu sözcüklerin yabancılıklarının sürekli anımsanması için bu “g”lerin korunması yerindedir. Osmanlıca sözcüklere düzeltme imi konulmasına, kimi sözcüklerdeki nispet “i”lerinin gösterilmesine de, bu düşünceyle, karşı değilim. Onların yabancılığını sürekli olarak anımsayalım ki, dilimizden atılmalarına çalışalım.
Şu var ki, yeni TDK’nin “imlâ” kılavuzu düzeltme imini bu amaçla kullanmıyor, Osmanlıcayı doğru yazdırmak, yaygınlaştırmak için kullanıyor.
Ama burada da tutarlı olamıyor, örneğin “âli” yazıyor da “Babıâli" de bu sözcüğü “ali” biçiminde gösteriyor.
Bu “imla” kılavuzundaki yanlışlar, tutarsızlıklar göstermekle bitecek gibi değil. Her gözden geçirişte yeni bir yanlışlık, tutarsızlık yakalıyor insan. Sonu da gelmiyor bunun. “Ayırma”, “kısaltmalar”, “noktalama işaretleri” konularındaki tutarsızlıkları, bu andıklarım yanında oldukça “masum” kalıyor. Örneğin, bayram adlarının küçük yazılacağı konusundaki yeni kurala (s. 15) kimsenin uyacağını sanmıyorum. Kim, “30 Ağustos Zafer Bayramı”nı, “19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı"nı küçük harflerle yazacak? Bunun uygulanamayacağı, uygulanmayacağı şimdiden bellidir.
Üzerinde önemle durulması gereken konu, “bileşik sözcükler”dir bence.
“Türk imlâsının en güç ve en karışık sorunudur” (s. 17) dediği bileşik sözcükler konusunu bu kılavuz büsbütün karışık, sorunlu bir duruma sokmaktadır.
Bu konudaki tutarsızlıkların, yanlışların bir bölümünü daha önceki bir yazıda (bkz. Cumhuriyet, 30.1.1986) göstermiştim.
Burada onlardan hiç söz etmeyeceğim, onun için okurlarımın o yazıyı da görmelerini dilerim.
Bileşik sözcükler konusunda bu kılavuzun “gizli” bir amacının bulunduğuna inanıyorum:
Dil Devrimiyle dilimize kazandırılmış binlerce bileşik sözcüğü kullanımdan düşürmeye çalışmak!
Yalnızca bileşik sözcükler değil, pek çok yeni sözcük de alınmamış kılavuza. Amaç iyice belli: Osmanlıcaya dönüş!
ÖRNEKLENDİRMEK GEREKİRSE
Örneklendirerek, konuyu biraz daha açmakta yarar var.
Örneğin,
- “vatansever" alınmış, “yurtsever” yok;
- “tasfiyehane” alınmış, “arıtımevi” yok;
- “Vecize" var, “özdeyiş” yok;
- “ilkbahar” alınmış, “ilkyaz” yok;
- “sembolizm" alınmış, “simgecilik” yok (neyse ki “simge” alınmış);
- “egzistansiyalizm" var, onun yıllardır kullanılan, tutunmuş karşılığı olan “varoluşçuluk” yok.
- “Ekspresyonizm”in, “hümanizm”in “gramer”in, daha binlerce sözcüğün Türkçe karşılıkları alınmamış kılavuza.
- “Bilim" sözcüğü ile kurulmuş “dilbilim", “doğabilim”, “göstergebilim” gibi pek çok sözcük yok.
Saymakla bitecek gibi değil.
Bileştirme yoluyla yapılmış binlerce sözcük, “birleştirmede yer alan her kelime kendi anlamını saklamış olabilir” (s 19) diyerek tırpanlanmış.
Peki, “sıkıyönetim"deki “sıkı” ve yönetim sözcükleri kendi eski anlamlarını saklamıyorlar mı ki, alınmış?
Yapılışı benzer olduğu halde, diyelim “sıkıdüzen", “özyönetim", “özeleştiri" neden alınmamış?
Peki, “özeleştiri”ye benzeyen sözcükler “özveri”, “hoşgörü", “sağduyu” neden alınmış?
Bileşik sözcüklerin binlercesini, ayrı yazıldıkları gerekçesiyle almayan, buna karşılık ayrı ya da bileşik biçimleriyle pek çoğunu alan bu garip “imlâ” kılavuzunun yanlışları, çelişkileri, “keyfilikleri” göstermekle bitecek gibi değil.
Örneğin “cumhurbaşkanlığı", “genelkurmay", “yükseköğretim", “karayolları", “dışişleri", “içişleri" gibi alışılmış saydığı yazılışlara uyulması gerektiğini belirttiği halde (s 23), bunları tür adı saydığı için sözlük bölümünde göstermiyor, yani ayrı yazılacağını buyuruyor. Şu var ki, “cumhurbaşkanı” bileşik sözcüğünü alarak yine tutarsızlığa düşüyor. Alışılmış yazımları olan “biçerdöver”, “gökyüzü", “tereyağ” gibi nice bileşik sözcüğü ayrı yazdırıyor. Ama bunda da tutarlı olamıyor, “bilgisayar”ı, “uçaksavar”ı böyle bileşik yazıyor.
Son bir saptama: Başbakanlığa bağlı bir devlet dairesi olan yeni TDK bilimsel olduğu hiç de söylenemeyecek bu tutumuyla, Başbakan’ın partisinin adını da değiştiriyor, onu “Ana Vatan Partisi” yapıyor. Öte yandan “anayasa" sözcüğünü de bu biçimiyle alarak yine tutarsızlığa düşüyor.
SONUÇ
Görüldüğü üzere, yeni TDK’nin “İmlâ Kılavuzu” dilimizin yazım sorunlarına herhangi bir çözüm getirmiyor. Getirmediği gibi, var olan az sayıdaki soruna da pek çok yenisini ekliyor. Tutarlı, olumlu hiçbir yönü yoktur. Basınımızın, yazarlarımızın bu kılavuza uyacağını sanmıyorum. Devlet dairelerinde de uygulanabileceğini sanmıyorum. Uygulanırsa, Türk dilinin yazımı içinden çıkılamaz bir karışıklığa sürüklenecektir.
Yalnızca “yazım”daki karışıklık da çok önemlidir ama, daha da önemlisi şudur: Bu kılavuz uygulanırsa, Atatürk’ün dil ülküsü büyük yara almış olacaktır. Bu kılavuz bir ön hazırlıktır, öyle anlaşılıyor. Belli ki, yeni TDK bu kılavuza dayanarak bir sözlük yapacak ve binlerce öz Türkçe sözcüğü, Atatürk’ün Dil Devrimi’yle dilimize kazandırılmış yeni söz değerlerinin binlercesini bu sözlüğe almayacaktır. Buna karşılık, bu kılavuzda olduğu gibi, kullanımdan düşmüş nice Osmanlıca sözcüğün alındığını göreceğiz. O sözlükte batı dillerinden Türkçeye giren sözcüklerin de bol bol bulunacağı bellidir.
Ama, Türkçeyi sevenlerin buna evet diyeceğini sanmak, aldanmaktır.
Ali Püsküllüoğlu | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 140 - 15 Mart 1986
___________________________________________________________________________________________________________
Kimi kimseler sırtlarına doçentlik ve profesörlük cüppesini giydikten sonra, kendilerini, eski deyimle söyleyelim, “yed-i tûlâ” sahibi bilgin sayarlar, cüppeliler dışındaki kişilere hiçbir şey bilmez gözüyle bakarlar. Bir bira reklamında kullanılan “Bira bu kapağın altındadır” sözünden esinlenerek, “Bilim bu cüppenin altındadır” diye düşünürler. Tafralarından geçilmez olur. Ne var ki, bilimsel kitaplar yazmaya, konferanslar vermeye kalkıştıklarında, Yunus Emre divanındaki terzi biçip sözünü terzi Necip diye okur; Farsça şehr (şehir) sözcüğünün Arapça olduğunu yazar ve söylerler... Sonra da kalkarlar, eski Türk Dil Kurumu’nu alaylı derneği diye alaya alırlar. Bu alaylı yazarlardan Ömer Asım Aksoy, o cüppeli bilginleri “rahle-i tedrisinde” on yıl döndüre döndüre okutabilir.
Alaylı dedikleri kimlerdir, şöyle bir anımsayalım:
- Uzun yıllar eski TDK başkanlığında bulunan ve Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri adlı kitabı hâlâ kaynak olarak değerini koruyan Agâh Sırrı Levend;
- Dedem Korkut Kitabı’nın bütün dünyada en yetkili incelemecilerinden biri olan Orhan Şaik Gökyay;
- hâlâ bir benzeri yazılamamış olan Türk Lehçelerinin Mukayeseli Grameri adlı araştırmanın yazarı Ahmet Cevat Emre;
- sayısını bilemediğim kadar yabancı dilin girdisini çıktısını çeşitli yazılarıyla önümüze seren eski TDK Başuzmanı A. Dilaçar;
- XIII. yüzyıldan bu yana yazılmış 227 kitaptan taranan binlerce sözcüğü teker teker işleyip bütün dünya dilcilerinin yararlanmasına sunduğu 8 ciltlik ölümsüz eser Tarama Sözlüğü’nün hazırlayıcısı Dehri Dilçin;
- o Prof. ve Doç.’ların “bilimsel” kitap ve yazılarındaki yanlışları bir bir ortaya çıkaran Hikmet İlaydın...
Daha sayayım mı?..
Adlarını anmak istemediğim o cüppeli bilginlerinse ders kitabı yazmaktan öte herhangi bir incelemelerini bilmiyoruz.
Bunlar, Atatürk’ün Türk Tarih ve Dil Kurumları’na bıraktığı mirasına el konularak bir “akademi” kurulmasını önermişler, bu akademiye atanarak “akademisyen” olma hevesine kapılmışlar; bu akademinin yapacağı işlerden bir tanesinin “Türk dili üzerinde akademik neşriyat yapmak” olduğunu söylemişlerdir (SİSAV, “Türk Dili” Semineri, 1980, s. 14).
Gel zaman, git zaman, Atatürk’ün mirasına el konularak, “Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu” diye bir kurum kurulmuş (1983) ve sözünü ettiğimiz cüppeli bilginler, bu kurumun sorumlu bilim ve yönetim kurullarına atanmışlardır.
O günden bu yana, “Türk dili üzerinde akademik neşriyat yapmak” şöyle dursun, ayda bir çıkan Türk Dili dergisini bile düzenli çıkaramamışlar, hele yılda bir yayınlanan bilimsel incelemeler dergisi Türk Dili Araştırmaları Yıllığı - Belleten’i hiç ele alamamışlardır.
Uzun bir aralıktan sonra, çıkara çıkara, yeni bir İmlâ Kılavuzu (1985) bastırdılar. Eski TDK Genel Yazmanı Sayın Ömer Asım Aksoy, bu kitaptaki yanlışları ve çelişkileri, dört tefrika süren uzun bir yazıyla gösterdi (”Dağdan Bir Aslan Doğması Beklenirdi”, Cumhuriyet, 4, 6, 12, 16 Mart, 1986)
Ben başka bir nokta üzerinde duracağım:
Söz konusu cüppeli bilginler ve yandaşları çeşitli kuruluşların dil ile ilgili toplantılarında, ayrıca tutucu birtakım gazete ve dergilerde yazdıkları yazılarda, yeni kurulmuş sözcüklerden bazılarının Türkçedeki köklerle eklerin birleşmesi kuralına aykırı olarak kurulduğunu, bunların “uydurma” sözler olduğunu ileriye sürmüşler ve hep aynı örnekler üzerinde durmuşlardır (somut, toplum, bağımsız, vb.). Türetilen binlerce sözcük arasından seçtikleri 40-50 sözcük üzerinde, temcit pilavı gibi, durmadan lâf üretmişlerdir. Kaldı ki, bunlardan çoğunun yanlış olmadığı, örneklerle belirtilmiştir (bk. Doğan Aksan, Tartışılan Sözcükler, 1976).
Bunların çeşitli yazı ve konuşmalarını -konuyu dağıtıp uzatmamak için- bir yana bırakıp,
burada, SİSAV adlı vakfın düzenlediği “Türk Dili” Semineri’ne sundukları bildiriler üzerinde duralım.
Bildirilerde şu sözcüklerin kuruluşunun yanlış olduğu ileriye sürülmüş:
Araç,
aşama,
bağımsız,
birey,
boyut,
doğal,
düzey,
eğitmen,
gereksinim,
karşıt,
kısıtlı,
olanak,
olay,
örgüt,
örneğin,
özgü,
saptamak,
siyasal,
süreç,
toplum,
yoksun,
zorunlu...
Söz konusu kişilerin yeni TDK’da iktidarı ele geçirdiklerini; Kurum’un yönetim, bilim ve yürütme kurullarında tepeden atanma yoluyla görev aldıklarını yukarıda belirtmiştik. Ne var ki, daha önce yanlış olduğunu söyle dikleri o “uydurma” sözcükler, kendilerinin denetim ve onayından geçerek basılan yeni İmlâ Kılavuzu’nda da var.
Bundan başka, adı geçen seminerdeki bildirilerinde:
“Dilimizde nispet ifade eden “-sal, -sel, -al, -el, -l” eki bulunmadığı halde bu eklerle kelimeler meydana getirilmektedir.
(...Bir yapı bozukluğu da uydurma “-sal, -sel” eki yüzünden dilimize musallat olmuştur).
Toplum-sal, bölge-sel, gen-el, öz-el, siyasa-l, doğa-l, (SiSAV, age., s. 54, 61) dedikleri halde,
bu “uydurma -sal, -sel, -al, -el, -l eki” ile yapılmış pek çok sözcük de, yayınladıkları İmlâ Kılavuzu’nda yer almış:
Anayasal,
belgesel,
bireysel,
bitkisel,
buzul,
cinsel,
çizgisel,
çoğul,
deneysel,
dişil,
doğal,
duygusal,
eril,
evrensel,
görevsel,
görsel,
güncel,
ilkel,
koşul,
kumul,
kural,
kurul,
kutsal,
küresel,
özdeksel,
özel,
sayısal,
siyasal,
sözel,
tarımsal
toplumsal,
törel,
töresel,
tümel,
tüzel,
yerel,
yöresel,
yüzeysel, vb...
Bunların yanı sıra: Uydurma kelimelerin bazıları, ses benzerliği dolayısıyla müstehcen mânalar tedai ettirmektedir. (SiSAV, age., s. 60)
dedikleri şu sözcüklerin de yeni İmlâ Kılavuzu’nda yer aldığını görüyoruz:
Sevecen,
yaşam,
kuram,
özveri. (*)
Beğenmedikleri sözcükleri sonradan benimseyip yeniden yayınladıklarına göre, büyük bir gürültü ile yıllarca sürdürdükleri “uydurma” ve yanlış” sözcük iddiaları demek ki bir bahane idi. Öyleyse asıl maksatları neydi? Asıl maksatları, dil devrimini durdurmaktı. Bu karşı devrimciler dil devrimini durdurmak, hiç değilse yavaşlatmak, savsaklatmak için, “SiSAV Türk Dili Semineri”nde üç görüş ileriye sürdüler:
- Şinasi ile başlayan, fakat asil Mehmet Emin’le alevlenen, Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp’larla sistemleştirilen ve başarıya ulaştirılan, Milli Edebiyat’la ve Atatürk’le teyid edilen sadeleşme hareketi Türkçe için çoktan bitmiştir. Türkçenin 40-50 yıldır artık bir sadeleşme davası yoktur. Türkçe Milli Edebiyat’la istiklalinin şahikasına çıkmış, kendi kanun ve kaideleri dahilinde işleyen bir dil hüviyetine bürünmüştür. (SiSAV, age., s. 8)
”Türkçenin 40-50 yıldır artık bir sadeleşme dâvası yok” idiyse, bu görüşü benimsemiş diye göstermek istedikleri Atatürk, 50 yıl önce “Birinci Türk Dili Kurultayı”nı neden topladı (26 Eylül 1932) ve “Türk Dili Araştırma (1936’dan sonra “Türk Dil Kurumu”) neden kurdu?
- ...Türkçede İslâmî kelimeler mi var? Bu, Türk’lerin İslâm kültürü dairesine girmelerindendir. Ancak Türk’ler bugün de aynı kültürün içindedirler, yarin da başka türlü olmayacaklardır. Şu halde İslâmi kelimeler bugün de, yarin da Türkçede devam edeceklerdir. (SiSAV, age., s. 6)
Türkçede kurala aykırı buldukları 40-50 sözcüğü bahane ederek, dil devrimiyle gerçekleşen özleşmiş Türkçeyi “uydurma dil” diye kınayanların savundukları “İslâmi kelimeler”in birçoğu “uydurma”dır.
Şemsettin Sami’nin Kamûs-i Türkî’si bunun zengin örnekleriyle doludur.
İşte birkaç tanesi:
- Sükûnet: Arabî olmayıp uydurma bir lugattır.
- Felâket: “Felek”ten müştak Arabi bir kelime gibi kullanılıyorsa da, Arabî olmayıp uydurma ve yanlış bir lugattır.
- Nezâket: Farsça “nâzik” sıfatının Arabi zannolunmasıyla masdar-ı Arabî suretinde teşkil olunmuş galat-ı fâhiş bir lugattır.
- Peşînen: “Peşin” lugatı Arabî zannıyla “peşinen” ve cem’i “peşinat” demek hatâ-yı fâhiştir.
- Emniyyet: Zaten masdar olan “emn”e edât-ı masdariyyet ilhâkıyla hâsıl olmuş yanlış bir lūgat olup, Arabî değildir.
- İslâmiyyet: “islam” kelimesi zaten masdar olup bir daha edât-ı masdariyyet ilavesi fazla olmakla, Arabîde mesmû olmadığından...
- Za’fiyyet: “Za’f” manasıyla lisanımızda müstamel galat bir tabirdir.
- İstihsâl: “Husûl” maddesi aslaa istif’âl bâbından gelmediğinden galattır.
- İstimlâk: Arabî değildir. “Mülk” maddesi aslaa istif”âl bâbından gelmeyip...
- İmhâ: Arabîde madde-i mezkûre if’âl babından aslaa gelmez.
- Tenkîd: Arabîde “nakd” maddesi tef’îl bâbından gelmediğinden, bunun yerine “intikaad” kullanılsa daha doğru olur.
- Ehemmiyet: Lugat-i müvellede (türetme sözcük).
- Hüviyyet: Lugat-i müvellede.
- Vaz’iyyet: Lugat-i müvellede.
- Cumhûriyyet: Lugat-ı müvellede.
- Mükeyyifât: Lugat-i müvellede.
Karşı-devrimcilere göre, bir sözcük Arapçadan türetilirse, yanlış dahi türetilse, “uydurma” olmuyor da Türkçeden türetilirse uydurma oluyor.
Bunlara göre, yalnız Arapça köklerden değil, Frenkçe köklerden dahi Arapçalaştırılarak türetilen sözcükler de “İslâmî kelime”dir.
Örneğimizi yine Şemsettin Sami sözlüğünden alalım.
Elektrik: Âlet-i elektrik, kutb-i elektrik.
Elektrîkî: Cereyan-ı elektrîkî, tedâvî-i elektrîkî.
Elektrîkiyyet: Kaabil-i elektrîkiyyet.
Elektrîkî: Cereyan-ı elektrîkî, tedâvî-i elektrîkî.
Elektrîkiyyet: Kaabil-i elektrîkiyyet.
Bunların gözünde, Türkçe sözcüklerden Farsçanın ya da Arapçanın kurallarıyla türetilerek “İslâmîleştirilen” Türkçe sözler de uydurma değildir:
Aşhane,
yemekhane,
yatakhane,
batakhane,
batakhane,
kuşhane.
Günbegün,
yanbeyan,
özbeöz.
Vâriyyet,
ayrıyeten.
Bu “İslâmî kelimeler” konusunda bir başka cüppelinin savlarını da görelim:
Taşkent’li Özbek Türk’ü: “Edebiyat, nazariye, cemiyet, terakkiyât, ehemmiyet, tasvir, vasıta, eser, tahlil, kanuniyet” diyor,
”Yazın, kuram, toplum, ilerleme, önem, betimleme, araç, yapıt, çözümleme, yasalık” demiyor.
Bakü’daki edebiyat profesörü: “Edebiyat, inkişaf, mühim, şair, eser, hususen, samimi, mukaddes, samimiyet, şahsi, menfaat, umumi” diyor,
”Yazın, gelişme, önemli, ozan, yapıt, özellikle, içten, kutsal, içtenlik, kişisel, çıkar, genel” demiyor.
Tahran’daki dil araştiricisi profesör:
”Tahkir, hüviyet, şahsiyet, şart, tabii, istifade, uzuv, millet, hususi yet, tarihî, an’anevî, nisbet, millî, edebî, sebep, delil, salahiyetli” diyor,
”Kınama, kimlik, kişilik, koşul, doğal, yararlanma, örgen, ulus, özellik, tarihsel, geleneksel, oran, ulusal, yazınsal, neden, kanıt, yetkili” demiyor..
(...)
O halde uydurmacalık, Türkiye Türk’leri ile dış Türk’ler arasında mevcut bulunan ortak dil bağını koparmak suretiyle dil birliğimizi tahrip etmektedir. (SiSAV, age., s. 53-54).
Zaman zaman ileriye sürülen bu “dış Türk’lerle ortak dil bağının kopması” görüşü bir çeşit dil Turancılığıdır.
Türkiye Türk’lerinin Türkçesi ile dış Türk’lerin Türkçesi arasında sadece kök birliği vardır; bu diller, ayrı ayrı alanlarda ayrı ayrı koşullar altında ayrı ayrı lehçeler halinde gelişmişlerdir. Arapça ve Farsça sözcükleri atmasak dahi onlarla anlaşamayız. Kaldı ki, “Türkiye Türk’leri ile dış Türk’ler arasında mevcut bulunan ortak dil bağı” Türkçedir, Arapça ve Farsça değildir. Eğer Türkçe sözleri atarsak “ortak dil bağını koparmak suretiyle dil birliğimizi tahrip etmiş” oluruz, Arapça ve Farsça sözleri atarsak, “birliğimiz tahrip edilmez”.
Kaldı ki, atıldığından yakınılan salâhiyet sözcüğü “uydurma” bir sözdür, “Arabî olmayıp zaten masdar olan “salâh”a edat-ı masdariyyet ilâvesiyle...” (Şemsettin Sami, age.) uydurulmuştur; hüviyet ve ehemmiyet sözcüklerinin de “lugat-i müvellede” olduklarını yukarıda görmüştük.
”İslâmî kelimeler”e aşırı bağlılık gösteren, türetilmiş yeni Türkçe sözcüklere “uydurma” gözüyle bakan bildiri yazarı, Türkçe bir sözcükten Fars dili kuralıyla “uydurulmuş” özbeöz sözünü -İslâmlaştığı için olacak- yazısında seve seve kullanmış (SiSAV, age., s. 48).
Ayrıca şu noktayı da vurgulamak gerekir: Bildiri yazarının yukarıda sıraladığı ve karşı çıktığı yeni Türkçe sözcükler, kendisinin sorumluluğu ve onayı ile yayınlanan yeni İmlâ Kılavuzu’nda yer almış.
...Değişme, her canlı varlık gibi dilin kendi gelişme kanunları ve hızı içinde olmalıdır. (...) Onu çok hızlı olarak değiştiren uydurmacı müdahale, farklı asırlarda değil, aynı zamanda yaşayan nesillerin arasındaki anlaşma bağını dahi koparmaktadır. (SISAV, age., s. 47)
“Dilin kendi gelişme kanunları ve hızı içinde değişmesi”ni beklemek, dışardan “müdahale” ile “onu çok hızlı olarak” değiştirmemek gerektiği görüşü, ilk olarak, Birinci Türk Dili Kurultayı’nda (1932) Hüseyin Cahit, (Yalçın) tarafından ileriye sürülmüştü:
Son yirmi beş sene içinde gittikçe kuvvet bulan sade lisan cereyanı bugün Arapça ve Acemce terkipleri (tamlamaları) söküp götürmüştür; yakin bir zamanda, ecnebi dillere ait kaidelerin tamamen maziye karışacağında şüphe edilemez. Bunun için bir şey yapmaya da lüzum yoktur, çünkü zaten kendiliğinden olmaktadır ve olacaktır. Yirmi yirmi beş sene evvel kullandığımız birçok Arapça ve Acemce kelimelere bugün hiç ihtiyaç hissetmiyoruz... Lisanın tabiî seyri (gidişi) bu neticeyi temin etti. (Birinci Türk Dili Kurultayı, “Tezler, Müzakere Zabıtları” 1933, s. 274-275)
SİSAV seminerinde, dinleyicilere “Hocaların hocası” diye tanıtılan bir yaşlı Prof. da, “lisanın tabii seyri içinde” değiştiğini gösteren bir de örnek vermiştir:
- Bizim Üsküdar vapurlarının biletlerinin arkasında “Avdet - Azimet” yazılıydı. Bir gün baktık ki bu “Gidiş- Geliş” oldu. Bunu Dil Kurumu yapmamıştır. (Tercüman, 15.1.1981).
Dışardan herhangi bir “müdahale” olmadan, dilin “kendiliğinden” değişip geliştiğini kanıtlamak için verilen bir iki örnek yeterli değildir.
“Müdahale”siz gelişme için yüzyıllarca beklemek gerekir.
“Yeni Lisan” (sade dil) hareketi, 1911’de, Genç Kalemler dergisinde Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp ve Ali Canip’in öncülüğüyle başlamıştı.
On on beş yıl sonra yazılan yazılara baktığımızda, aynı noktada kalındığı görülüyor.
“Yeni Lisan”ın öncülüğünü eden Ziya Gökalp dahi, 12 yıl sonra şöyle yazıyor:
- Harsta ihtilâflar, nasıl dindeki müşarekete mâni değilse, harsın ve dinin ayrı olması da medeniyetteki iştirâke mani olamaz. (Türkçülüğün Esasları, 1923)
Başka yazarlardan başka örnekler:
- Umumî bir telâkkî ile “edebiyat” kelimesinden, söz vasıtasıyla tezahür eden her nevi hâdisât-ı fikriyye ve rûhiyye mânası anlaşılabilir. Husûsiyle edebiyat tarihi tedkîk olunurken her devrin edebiyatına ve o edebiyatın avâmil ve evsafına bihakkin intikaal edebilmek lüzûmu, onlar vücuda getiren ictimâî sebepleri araştırmak mecbûriyetini tevlîd eder. (İbrahim Necmi, Tarih-i Edebiyat Dersleri, 1338/1922, c. I, s. 5).
- (Edebiyat tarihi) bir milletin uzun asırlar esnâsında geçirdiği fikrî ve hissî tekâmülü müş’ir bil-umûm mahsûlât-ı kalemiyyeyi tedkik ile, onun manevî hayatını, şe’niyette olduğu gibi tasvire çalışır. (Fuat Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, 1926, s. 5)
- (Akif Paşa’nın) birçok muâhedelerin tanzîminde, bazı mühim ecnebi müzâkerâtında, bazı hâricî mesâil ihtilâfâtında güzîde hizmetleri sebk etti. (İsmail Habip, Türk Teceddüd Edebiyatı Tarihi, 1340/1924, s. 89).
Evrim yoluyla yüzyıllarca sürecek olan sadeleşme, gelişme ve özleşme, 1932’de başlayan dil devrimi ile 30-40 yıl içinde gerçekleşti.
“Milli Edebiyat” hareketinin başlıca yazarlarından biri sayılan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, “Türkçe Milli Edebiyat’la istiklâlinin şâhikasına çıkmıştır” dendiği dönemde şöyle yazıyordu:
...Mizâcının acâib, mudhik ve sâde-dilâne tecelliyâtı Şahabettin Süleyman’ı, Ahmet Samim nazarında pek şâyân-ı dikkat ve sevimli bir sîmâ haline sokmuştu. (Hüküm Gecesi, 1927, s. 60).
Romanın 39 yıl sonraki ikinci baskısında, yazar, aynı cümleyi şu kılığa soktu:
...Yaratılışının birtakım acayip, gülünç ve safdil görünüşleri şahabettin Süleyman’ı, Ahmet Samim’in gözünde pek dikkate değer ve pek sevimli bir sima haline sokmuştu. (Hüküm Gecesi, 1966, s. 61).
Yakup Kadri 39 yıl sonra böyle yazdığı için “şâhika”dan (doruktan) düşmüş mü oluyor?
Evrim ile devrim arasındaki ayrım işte burada.
Dili sanatçılar işler ve geliştirir. 1932’den bu yana, her dönemin en seçkin sanatçıları ya TDK çatısı altında toplanmış, ya da onun yolunu benimsemiştir. Abdülhak Şinasi ile Necip Fazıl da öldükten sonra, dil devrimine karşı olan, dişe dokunur bir tek sanatçı yok ortalarda. TDK’yı kanun zoruyla ele geçiren cüppeli bilginler, dil devrimini durdurmak için boşuna çırpınıyorlar. Aylık Türk Dili dergisini bile dolduracak yazı bulamadıklarına göre, karşı-devrim hareketini neyle gerçekleştirecekler?
Eski TDK çalışanlarını alaylı diye hafifseyenler, şimdi, dil konusuyla uzaktan yakından herhangi bir ilişkisi bulunmayan “Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu” başkasının emir ve komutası altında bakalım ne yapacaklar.
Bir gazeteci, film ve kitap yakma konusunda başkanla konuşmuş; o arada, “kültür yaşamına ilişkin sorular” da yöneltmiş; sevdiği yazarları, okuduğu kitapları sormuş:
Soru - Fikret Mualla’nın şiirlerini nasıl bulursunuz?
Yanıt - Tanırım kendisini. Daha önce Varlık’tan tanırım. (Cumhuriyet, 1984, s. 1).
Ben, Ahmet Vefik Paşa’nın öğüdüne uyarak atasözlerini ve deyimleri kullanmayı çok severim.
“Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş” desem yerinde olur mu acaba?
____________________________________________________________________________
(*) Dile bu mantıkla bakınca, Türkçede “ses benzerliği dolayısıyla müstehcen mânalar tedai ettiren” pek çok sözcüğü atmak gerekir... Burada onları sıralamaya benim edep anlayışım elverişli değildir. Türkçeyi müstehcen ve kaba bulan bu bilginlere göre, Arapça edepli ve ince bir dildir; o yüzden, sidik yerine idrar, kıç yerine makad, çiftleşmek yerine cimâ etmek, vb. derler. Bunlar, Türkçe en edepli sözcüklerin dahi Arapçasını yeğlerler; sözgelimi, kültür yerine ekin diyemezler, Ziya Gökalp’in önerdiği hars sözünü benimserler. Hars’ın bir anlamı “çift sürme, tarla işleme”dir (Şemsettin Sami, Kamûs-i Türkî); meğer bundan başka beş anlamı daha varmış, iki tanesi şöyleymiş: “ifrat üzre cimâ eylemek” ve “eşek kısmının zekerlerinin dibine ve köküne denir”miş (Mütercim Asım, Kamûs, c. I, s. 245). Ne var ki, bu sözcük Türkçe olmadığı için “müstehcen mânalar tedai ettirmez”, yani Arapça kir tutmaz. Tövbe yarabbi! Durup dururken insanin ahlâkı bozuluyor.
Ozanın ağzıyla bağışlanma dileyelim bari:
Tövbe ya Rabbi hatâ râhına (yoluna) gittiklerime
Bilip ettiklerime bilmeyip ettiklerime.
Cevdet Kudret | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 146 - 15 Haziran 1986