
İşte size üç “giriş” denemesi:
1. Klinik psikolojide iki insan tipi ayırt etmek gelenek olmuştur: Yaşayanlar ve seyredenler.
- Birinciler, içinde bulundukları anı yaşayan ve yaşama etkin bir biçimde katılan kişilerdir.
- İkincilerse kendi yaşamlarını yaşayacak yerde, başkalarını seyreden ve yargılayan kişilerdir.
- Birinciler yaşama bir anlam katarlar yaşayarak,
- ikincilerse yaşamın anlamını soruştururlar, yaşamadan.
Fromm, uç örneklerinde;
- birinci eğilimi “yaşam sevgisi”,
- ikincisini de “ölüm sevgisi” diye adlandırıyor.
- Ölümsever kişi yaşamdan korkar, geçmişte yaşar, gelişmeye karşıdır, şiddeti sever, denetime tutkundur, “denetlerken de yaşamı öldürür”.
- Yaşamsever kişi ise kaynaşma ve birleşme eğilimindedir, gelişmeye ilgi duyar, yaratmayı yeğler, yenilikten hoşlanır, yaşama serüvenini seçer.
Ancak hiçbir insan bütünüyle ölümsever ya da bütünüyle yaşamsever değildir,
iki eğilim değişik ölçülerde her insanda bulunur, önemli olan hangisinin ağır bastığıdır.
Sanatçının, filozofun ya da bilim adamının güçlü kişiliği iki eğilimi dengeleyerek iç çatışmayı yaratıcı bir yüceltmeye dönüştürebilmektedir.
(Fromm'a göre;
- ölümsever kişiliğin en belirgin örneği Jung'tur,
- yaşamseverlik ahlakının en çarpıcı örneği de Spinoza;
Adler aynı ayırımı, “iyimserler” ve “kötümserler” diye yapar.
Kötümserler,
- kendilerine güvenleri olmayan,
- yaşamı güç bulan,
- sürekli dış destek arayan,
- olaylara ve insanlara düşmanca yaklaşan,
- yakınlık ve kaynaşma kuramayan kişilerdir.
- Yaşama yabancıdırlar ve yaşamın sorunlarını açık-seçik biçimde göremezler.
- Yaşama çok sınırlı bir ilgi duyduklarından yaşam sorunlarının ancak çok önemsiz bir bölümünü anlayabilirler.
- Yaşamın güzelliklerini kavrayamazlar.
“Bu tip bir insan yasamdan ne kadar az zevk duyar ve yaşamı ne kadar az anlar!”.
Kötümser, mutsuz, öfkeli, ölüme dönük kişi yaşamla ilişki kurma olanaklarını elinden kaçırır,
serüvene atılma tehlikesini göze alamaz, değişiklikten korkar,
geçmişe bağlıdır, zamanını ve gücünü yararsız iç gözlemlerle harcar.
Bu tipin edebiyattaki en parlak örneklerinden biri Sis'teki Augusto Perez olmalı.
Unamuno'nun kahramanı Augusto kadın psikolojisini araştırmaya karar verir,
kadınları tanımak için bilgin Antolin, S. Paparrigopulos'a danışmaya gider:
“Bu zat o sıralarda kendini tamamen kadınları incelemeye adamış bulunuyor, şu var ki onları hayata bakarak değil, daha çok kitaplara göre etüt ediyordu.” Bu bilgin kendini kadınları incelemeye vermiş, “tabii kitapların aracılığıyla: kadınları tanımanın en tehlikesiz yolu budur çünkü.” Unamuno sürdürüyor “İşte Augusto, bu Antolin'e; çekindiği ve korktuğu için doğrudan doğruya ve bilfiil, yaşayan kadınlara yöneleceğine, onları kitaplar yoluyla inceleyen bu münzevi bilgine akıl danışmaya gitti.”
Söz buraya dayanınca bu girişi hiç tutmadığımı hemen itiraf etmeliyim.
Bunca zamandır sevgi, kadın, cinsellik diye yazıp duran birinin birden Unamuno'nun kahramanıyla burun buruna gelmesi hiç de hoş değil doğrusu.
(Augusto'nun akıbetine bakılırsa, ürkütücü üstelik)
Öyleyse başka bir giriş yolu denemeli.
2. Gelişim psikolojisinde yaşamı ya da gelişimi evrelere ayırarak incelemek yaygın bir yöntemdir.
Örneğin,
- Freud psikoseksüel gelişimi üç temel evreye ayırır,
- Erikson ise yaşamı psikososyal açıdan da izleyerek sekiz evreye böler.
- Piaget ahlak gelişiminde üç temel evre kabul eder, daha sonra Kohlberg bunları altıya çıkarır, vb.
Bir evreden diğerine geçişi belirleyen etken, içerik değişikliği değil, nitelik değişikliğidir.
Söz gelimi, insan yirmisinde de, kırkında da aşık olabilir, ama bu iki aşk birbirinden tümüyle farklıdır.
Erikson'a göre ergenlik döneminde aşk mümkün olamaz zaten. Gençlikte aşk, başkasında kendini sevmekten, başkasının aynasında kendini seyretmekten ibarettir; başkasının ayrı bir kişiliği olduğu görülmez, hatta başkası kendi gereksinmeleri uğruna değiştirilmek istenir. Gençler kendilerini tanıma, kendilerine bir kimlik bulma, bir dış destek sağlama, yalnızlıktan kurtulma güdüsüyle aşka yönelirler. Gerçek yakınlık ise ancak belirli bir kimlik duygusunun geliştirilmesinden sonra olanaklıdır. Kendini özgürce ve tümüyle başkasına verebilmek için kendi kimliğinden emin olmak gerekir. Augusto gibi kendi varlığından bile kuşku duyan biri gerçek bir yakinlik kuramaz, yalancı yakınlıklarla oyalanır, aranır durur. Bu arayış bazen bir ömür boyu sürer ve yaşlılık yılları bir umutsuzluk evresi olur. Yaşlılık bunalımı yaşamda hep seyirci olmanın, yakınlık kuramamanın, bütünlüğe ulaşamamanın, yalıtılmışlık duygusunun anlatımıdır.
(Erikson'a göre yaşlılık bunalımını en güzel gösteren sanat yapıtı Bergman'ın “Yaban Çilekleri”dir).
Bu kuramsal hazırlıktan sonra şimdi gelelim Mektuplar'a.
Ancak önce şunu da bilelim: Dilimize aktarılan Mektuplar, “seçilmiş”.
Goethe'nin on dört bin mektubundan pek azını, Rilke'nin sadece genç bir şaire yazdıklarını okuyabiliyoruz.
GOETHE
Schopenhauer 'den, Goethe'ye:
“Gerçek hayatı öz-iş, yazı uğraşlarını yan-iş saydığınızı kendi ağzınızdan duyarak öğrenmiştim.
Benim için ise bu, tam tersine: Hayatta başımdan geçenler benim için bir anlam taşımıyor.
Onları, olsa olsa alaya alıyorum. Benim için değeri ve önemi olan, yalnız düşündüklerim ve yazdıklarım.”
Okuyucu Schopenhauer'ın, ölüme-dönük, Goethe'nin de tüm varlığıyla yaşama dönük olduğunu bilir.
Goethe öylesine yaşamsever bir kişi ki, bütün mektuplarında aşktan bir kıvılcım var ve bütün aşklarında cinsellik hazır ve nazır.
Ancak onun da gençlik aşklarında özseverlik hemen ortada:
“Bu arada, diyor Frau von Stein'a, sizi gerçekten seviyor muyum diye kendime sordum.
Yoksa, tertemiz bir aynaya bakar gibi, sizde kendi yansımı gördüğüm için mi yakınlığınız bana zevk veriyor.” (1777).
Nitekim on bir yıl süren bu büyük aşk inanılmaz kavgalarla sona eriyor:
“Karşımızdakini kendimize benzeteceğiz diye boş yere uğraştıktan sonra, darılıp birimiz bir yana, birimiz öte yana gideceğimiz yerde,
dostça birbirimizden ayrılsak çok daha iyi olmaz mı?” (1788).
Durmadan başkalarının eşlerine, sevgililerine aşık olan Goethe'nin üçüncü kişiler olmasaydı aşk da olmazdı diyenleri haklı çıkartacak eğilimini çözümlemeyi psikanalizcilere bırakalım da (belki romantik aşk böylesini gerektiriyordu), onun yaşlılık yıllarının iç hesaplaşmalarıyla ilgilenelim en iyisi.
Goethe, Erikson'un sözünü ettiği -umutsuzluğun karşıtı olan- bütünlük duygusuna ulaşmış görünüyor:
“Geçenlerde, bir rastlantı sonucu benim Werther'in ilk baskısından biri elime geçti;
onu gözden geçirirken, kulağımda o çoktan unuttuğum yıllanmış ezgiyi duyar gibi oldum.
Demek kişi, saçmalığını çok genç yaşında böylesine anladığı bir dünyaya daha kırk yıl dayanır, yaşamını sürdürebilirmiş, diye düşündüm.” (1816)
Eski yazdıklarımı yeniden elden geçiriyor, üzerlerinde gerekli düzeltmeleri yapıyorum.
Bu arada yaşamım boyunca, ne yollara sapmışım, bakıyorum da şaşıyor ve kendi kendime gülüyorum.
Demek sonunda, sınırların nerelerde bittiğini, koşturduğumuz atların nerelerde duraladığını görmek için böylesi bir geriye bakma gerekmiş. (1816).
Gençlikte bizi etkilemiş olaylar siliniyor, ama onların ruhumuzda bıraktığı izler kalıcı oluyor.
Asıl önemlisi de bu herhalde, eskiden yaşam diye aldığımız” (1816).
Erikson'a göre bütünlük duygusu geçmişte yapılan yanlışları kabul etmeyi de içerir.
Goethe, geçmişini gözden geçirirken, mektuplarına bakıyor ve gençliğinin yanlışlarını ve zayıflıklarını farkediyor:
“Önümde duran kendi el yazılarıma bakınca, gençliğimin en güzel yıllarını moral bakımdan ne acınacak dar görüşlülük içinde geçirdiğimizi anlıyorum. Hele Leipzig'den yazılmış mektupların iler tutar yeri yoktu, bunların tümünü yakıp, yok ettim,Strassborug'dan yazılmış iki tanesini saklıyorum. Bunlarda, genç adamın biraz daha özgürce çevresine baktığı, nefes aldığı görülüyor, ama, içten gelen daha aydın bakışa, topluma açıkyürekle katılmada gösterilen isteğe karşılık, ne olduğumuz, ne olacağımız, nereye yönelip, nereden kaçacağımız üzerine en küçük bir düşünce yok. Bu genç adam, ne kadar zor sınavların onu beklediğinden haberi olmayan garip bir yaratık...”
(1828).
Erikson bütünlük duygusuna, geçmişte yaşanılanların kaçınılmazlığı bilincinden de öte, bir tür felsefi bilgelikle ulaşıldığını belirtir.
Benlik bütünlüğü kişinin kendisini aşan bir duygudur, yaşama ilişkin bir içgörüdür.
Goethe'de buluyoruz bunu:
“Yaşamda aldığımız yere bakarsak, ilk nefesimizden, son nefesimize dek, ne kadar dışa bağlı olduğumuzu görürüz;
ama, beri yanda, iç dünyamızı geliştirip, karşımıza çıkan her engeli aşarak, dünyanın moral düzeyine ayak uydurmak
ve sonunda kendi kendimize uyumlu hale gelmek için de her türlü özgürlüğümüz var (1828).
Ben, bütün yaşamımda, doğumla içine fırlatıldığımız sonsuzluğu daha iyi, daha doğru yorumlayayım diye
durmadan, elimden geldiğince kendini yetiştirmeye çaba harcamış bir kişiyim” (1829)
RİLKE
Sevgi (yine mi?) konusunda çok kitap yazılmıştır, ama en iyilerinden birini de hiç kuşkusuz Rilke yazmıştır.
“Malte Laurids Brigge'nin Notları” aşk, ölüm, ayrılık, yalnızlık konularıyla insanı ve yaşamı kavramaya çalışmakta,
bunu yaparken de zamanın bilinen boyutlarını reddetmektedir.
Rilke, sadece romanda yaşanan zamanı değil, gelişim psikolojisinin saptadığı evreleri de altüst etmektedir:
“Hayatı kısımlara ayırmakta herkes serbesttir diye düşündüm, ama uydurma şeylerdi bu kısımlar.
Denedikçe hayat, bana bunları tanımadığımı sezdiriyordu.
Çocukluğumun geçip, gittiğinde ne zaman ısrar ettimse,
bütün gelecek o anda silinivermiş ve benim elimde,
kurşun askerlerin ayakta durabilmesine
ancak yetecek bir taban kalmıştı sade.”
Goethe, yaşamı boyunca hep seven bir kişi olmuş ama sevgisinde her zaman kıskanç ve tekelci olduğunu,
ısrarla sevilmek istediğini görüyoruz mektuplarında:
“Açık, sıcak ve sevgi taşan bir yürekle bir yere koşunuz, sevgili Kestner,
şayet aynı duygularla karşılanmazsanız cehennem azabının ne olduğunu işte o zaman anlarsınız” (1722).
Rilke ise aynı cehennem azabını, engellemeyi, sınırlamayı sevilmede bulmaktadır:
“Sevilenlerin hayatı perişandır ve tehlikede. Ah, onlar kendilerini aşsalardı da sevenler olsalardı. Tam güvenlik, sevenlerin çevresindedir.
(...)
Sevgili olmak, tutuşmak demektir. Seven olmak: Bitmez bir yağlı ışık saçmak. Sevilmek fani olmaktır, sevmekse baki olmak.” (Notlar).
Sevmeyi bunca yücelten Rilke sevilmede neden bir tehlike görmüştür?..
Hatta neden “kimseyi sevilmek durumuna, o korkunç duruma düşürmemek” gerekmektedir?
Çünkü bağımsız olmayı çok önemli saymaktadır Rilke.
Sevilmek bağımlı olmak sınırlanmak, engellenmek, olgunlaşamamak, kendini gerçekleştirememek demektir.
Rilke'ye göre çocuk daha aile ocağındayken sevilmenin kendisi için tehlikeli olabileceğini hissetmektedir.
Ancak Adler'le birlikte burada sözü edilen tehlikenin aşırı ve hükmedici sevgiden doğduğunu belirtmek gerek. Böyle bir sevgiyle büyüyen çocuk, hiçbir sınır tanımayan bir sevgi isteğiyle ortaya çıkacak, yaşamı boyunca başkalarının sevgisini kazanmak için çırpınıp duracak, gelecek için hazırlık yapma ve güçlükleri yenmeyi öğrenme olanağını hiçbir zaman bulamayacak, başarısızlıktan acı çekmemek için kendi içine kapanacak, sonuçta hiçbir zaman başka insanlarla gerçek bir yakınlık kuramayacaktır.
Fromm “hükmedici” sevginin sevilen kişiye her şeyi verebileceğini söyler, bir tek şey dışında:
“özgür ve bağımsız olma hakkı”.
Böyle bir sevgi kişiyi ilerde sevgiden son derece ürker hale getirecektir,
çünkü “sevgi onun için kafese girmeyi ve aradığı özgürlüğe ulaşamamayı ifade etmektedir.”
O halde insanoğlunun gerçek sevgiyi öğrenmesi gerekmektedir.
Sevgi, sahiplenmemek, tutsak etmemek, hapsetmemek, tüketmemek zorundadır.
Rilke'ye göre seven kişi,
“karşısındakinin özgürlüğü uğruna, dile gelmez korkular geçirerek muhabbet duyulan varlığı gönlünün ışıklarıyla eriteceği yerde,
için için aydınlatmayı yavaş yavaş öğrenen” kişidir.
(Okuyucu burada yine Fromm'u anımsamıştır:
“Sevgi eşitlik ve özgürlük üzerine kuruludur, yaratıcı bir etkinliktir.
Sevmek, sevilen insanı canlandırmak, onun yaşam duygusunu arttırmak anlamına gelir”).
Öyleyse sevmek güç bir iştir, özellikle de gençler için. Rilke yazıyor:
“İnsanın, insanı sevmesi: bize verilmiş ödevlerin hepsinden zoru budur belki, tüm sınırların ötesinde bir ödevdir, en son sinama ve deneme, diğer bütün uğraşların kendisi için bir hazırlık sayılabileceği bir uğraştır. Bunun içindir ki, genellikle bütün işlerde henüz acemi olan gençler sevmenin üstesinden gelemez; sevmeyi öğreneceklerdir henüz. Tüm varlıklarıyla, yalnızlıklar ve korkmalar içinde hop hop atan yüreklerinin çevresindeki bütün güçleriyle sevmeyi öğrenmeleri gerekmektedir. Sevmeyi öğrenmek de yaşamın hayli içerlerine dek uzanır, sürer epey zaman: seven kişiyi çoğalmış ve derinleşmiş bir yalnızlıktır bekler. Bir kez sevgi, bir başkasında erimek, kendini bir başkasına sunmak, bir başkasıyla birleşmek değildir. (çünkü henüz arılaşıp durulaşmalardan uzak, henüz gelişimini tamamlamamış, henüz dirlik düzenlikten yoksun bir kimsenin bir başkasıyla birleşmesi ne önem taşır); kişi için olgunlaşmanın, kendi içinde bir şey olmanın, dünya olmanın, bir başkasının uğrunda kendisi için bir dünya olmanın yolunda yüce bir fırsattır sevgi.
(...)
Sevmelerde yanlış bir yol izleyen, yani kendilerini karşısındakilere sunarak ve yalnızlıktan kaçarak seven gençlerin birçoğu
(ortalama insanlar, hep bu yolu izleyecektir) sonradan yanılgılarının ezikliğini hissetmekte...” (1904)
YARATMA ZAMANI
Rilke'nin bu yüzyılın hemen başlarında yazdığı mektuplar okurken,
yüzyılımızın kimi psikologlar sevgi konusunda yazarken acaba Rilke'yi mi incelemişlerdi diye sormamaya olanak yok.
(özellikle hümanist akıma bağlı psikologların edebiyata düşkün oldukları bilinir)
Rilke öyle çağdaş bir psikoloji yapmış ki, alıntıları daha fazla uzatırsam telif hakkı ödemem gerekecek.
Rilke; sevgi, cinsellik, kadın, erkek konularında yazarken,
- ortak yaşam,
- bağımsızlık,
- cinsel kimlik,
- cinsel özgürlük gibi çağdaş birçok kavram da işlemiş.
Peki Rilke'yi bu denli güncel kılan başarısının gizi nerede?..
Notlar'da sık sık yinelenen “görmeyi öğrenmek” kavramında, hiç kuşkusuz.
Rilke için görmeyi öğrenmek demek,
insanın kendi iç dünyasıyla dış dünyanın bütünleşmesi ve evrensel sorunların bu bütünlük içinde yaşanması süreci demek.
Mektuplarından birinde şöyle yazmış:
“Bugünden kalkıp birtakım cevaplar ardında koşmayı bırakınız lütfen; aradığınız cevapları ele geçiremeyeceksiniz, çünkü onlar yaşayacak duruma gelmediniz henüz. Oysa her şeyi yaşamaktır önemli olan. Siz de şimdilik soruları yaşayınız. Belki giderek öyle olur ki, uzak günlerin birinde, kendiniz de farkına varmadan, cevaplardan içeri yaşamalara başlarsınız.” (1903)
O halde Rilke'nin başarısı ne sadece içgözlemde ve düşgücünde, ne de dışarda gördüklerinde, yaşayarak kazanılan bilgece bir olgunlukta asıl.
(bir mektubunda, “eskisinden çok daha fazla şey algılayabilen bakışım” diyor)
Goethe de İtalya gezisinde kazanmıştır bu olgunluğu:
“Burada insan dikkatle ve ciddi bir şekilde çevresini incelediği ve gören gözlerle dört bir yana baktığı oranda olgunlaştığını anlıyor. Olgunluk kavramı hiçbir yerde böylesine insanin bütün duygularını etkilemiyor. Bana öyle geliyor ki, bu olgunluğa ulaşıncaya kadar, yeryüzünde hiçbir şeyin değerini hakettiği ölçüde verememişim (1786).
Burada bütün gördüklerimi, benimsediklerimi gözümün önünde canlandırmaktan kaçınıyorum,
bu hazinenin ruhumda gelişip, olgunlaşmasını beklemek gerek.” (1787)
Olgunlaşmak bütünlüğe, bileşime ulaşmak demek.
Nerede kalmıştık?..
Bu yazıya bir giriş paragrafı arıyorduk.
İşte size üçüncü deneme:
3. Camus bir yazısında,
“Yaşamak için bir zaman vardır, yaşamaya tanıklık etmek için ayrı bir zaman. Bir zaman daha vardır, yaratmak için.
Tüm gövdemle yaşamak ve tüm yüreğimle tanıklık etmek bana yetiyor. Sanat yapıtı daha sonra gelecek” demektedir.
Eğer yaratmak için özel bir zaman varsa, bu mutlaka yaşamanın ve seyretmenin bütünleştiği zaman olmalı.
Esintilerini konuşa konuşa aktaran bir yazarda yaşamanın tanıklık etmekle buluşmasını görebiliyorum.
Bu yüzden bütün mektuplar bana yazılmış gibi, bütün konuşmaları benimle yapılmış gibi sevinçle ve keyifle okuyorum.
Şimdilerde dilimizde ne anlamlı mektuplar, ne içtenlikli konuşmalar, ne güzel delilikler yayınlanıyor!.. Farkında mısınız?
Bekir Onur | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 101 - 1 Ağustos 1984