Wilhelm Furtwaengler


Doğumunun 100. [128.] yıldönümünde

Çağımızın en büyük orkestra yönetmenlerinden Furtwaengler

Çağımızın en büyük orkestra yönetmenlerinden ve Beethoven yorumcularından Wilhelm Furtwaengler (1886-1954) Berlin’de doğdu.

  • 1906’da Münich’te, Bruckner’in 9’uncu Senfonisi ile dinleyici önüne çıktı.
  • 1920 ile 1922 yılları arasında, Berlin Devlet Operası konserlerinin Richard Strauss’tan sonraki yöneticiliğini yürüttü.
  • 1922’de, Leipzig Gewandhaus Orkestrası ile Berlin Filarmoni Orkestrası’nı,
  • 1928’de Viyana Filarmoni Orkestrası’nı yönetti.

  • Nazilerin iktidara gelmesinden iki ay sonra, Goebbels’in, Alman asıllı olmayan müzikçileri boykotu üzerine,
Goebbels’e bir açık mektup yazarak, yönetmen Otto Klemperer’le ünlü tiyatro adamı Max Reinhardt’ı savundu.

  • 1933 Haziran ayında, Berlin Ulusal Operası’nın Müdürlüğüne ve Reich Müzik Odası’nın Başkan Yardımcılığına atandı.

  • 1934’te, Hindemith’in “Ressam Mathias” operasının Berlin’deki temsili Nazi yönetimince yasaklandığında,
Furtwaengler her şeyi göze alarak, eserin senfonik versiyonunu bir konserde yönetti
ve aynı yılın Kasım ayında gene bir açık mektupla, görevinden ayrılma kararında olduğunu bildirdi;

  • 5 Aralık 1934’te de Opera’daki görevini bıraktı.
  • 1935’te Berlin Filarmoni Orkestrası ile konserlerine yeniden başladı.
  • Bir yıl sonra New York’ta Toscanini’nin ayrıldığı Senfoni Orkestrası Yönetmenliği görevini devraldı.

Bu arada Nazi yönetimiyle ilişkileri konusunda beliren söylentiler üzerine,
müzik ile politikanın ayrı ayrı şeyler olduğunu halka anlatıncaya kadar, savaşmayı elden bırakmayacağını’ belirtti.

Savaş bittiğinde İsviçre’deydi.

  • 1946’da, Nazi yönetimi ile hiçbir ilgisi olmadığı resmen kabul edilerek, yeniden Berlin Filarmoni Orkestrası’nın başına geçti.
  • 1954’te Baden Baden’de, bir akciğer rahatsızlığı sonucu ölümüne kadar, bu görevde kaldı.


Aşağıda, çağımızın en büyük Beethoven yorumcularından biri olan bu unutulmaz müzikçinin,
Walter Abendroth ile yaptığı “Müzik Konuşmaları’’ndan birini kısaltarak sunuyoruz:


Dün sizi Filarmoni Orkestrası’nın konserinde, her zamankinden başka bir yerde gördüm.
Dinleyicilerin arasındaydınız, meslektaşlarımızdan X’ı dinlemeye gelmiştiniz.

Evet, şu sıralar, uzun zamandır uğraşmaya vakit ayıramadığım sorunlarla ilgileniyorum.
Konserlere gitmek, müzik dinlemek büyük zevk veriyor bana bu yüzden. Neler yapmak, nelerden kaçınmam gerektiğini de öğretiyor bu bana...

Dün akşamki gibi örneğin: Dinleyicilerin coşkusunu, sanırım pek paylaşmadınız.

Kesinlikle paylaşmadım. Ama gene de, ulaşılan basarinin nedenlerini anlayabiliyorum. Dün akşamki konser, kuşkusuz, “etki yaratan” bir konserdi. Gelgelelim, yorumlanan eserin karakteri, değeriyle hiç ilgisi olmayan bir etkiydi bu. Dinleyicilerin esere karşı gösterdikleri ilk tepki, kimi zaman doğrudur belki ama, tümüyle yanlış temellere dayalı da olabilir. Buna bir de, o ilk izlenimlerin, birtakım özel koşullara, gelgeç rastlantılara bağlı olduğu gereğini ekleyin. Öylesine ki, çoğu zaman, o etkiyi en içten, derinden duymuş olanlar bile, sonraları, neden o türlü davrandıklarını anlayamamış, açıklayamamışlardır. Konserlerde gösterilen tepkiler bir yana, birtakım operaların, sözgelimi bir Carmen’in, bir Aida’nın ya da La Boheme’nin bile, ilk temsillerinde başarısızlığa düşmüş, sonra da, eksiksiz, sürekli bir başarıyla taçlandırılmış olmalarını neyle açıklayabiliriz?

Müzikte “dinleyici” dendiğinde, her şeyi kendiliğinden açık seçik göremeyen, kendi beğenisini kavrayamayan bir topluluk gelir akla. Neyi sevdiğini, neyi beğenmediğini bilmek istiyorsanız, o topluluğa da, tek tek dinleyicilere de, biraz zaman tanımalısınız. Özellikle, bir yazılı metne, bir programa dayanmayan eserler söz konusu olduğunda, bunları anlayabilmek için, zamanın geçmesi kesinlikle gereklidir. Şu müziği ya da bu müzikçiyi anlayabilmenin ne kadar zaman geçmesine bağlı olduğunu da önceden kolayca bilemezsiniz. Bakarsınız, bunun için, yılların geçmesi, kuşakların değişmesi gerekir. Bach’ı, Beethoven’ın son eserlerini, Bruckner’inki gibi durumları düşünün. Gene de unutmamalı ki, bunların pek çoğunda, ilk anda anlaşılmayı geciktiren ya da tümüyle önleyen öge, eserin kötü yorumlanmasıdır. Demek, müziğin niteliklerinden, dinleyicilerin alma yeteneğinden başka, çoğunlukla pek önemsenmeyen, üçüncü bir etken de hesaba katılacaktır ki, bu da yorumun niteliğidir.

Filarmoni Orkestrası son günlerde, Berlin dinleyicisinin en beğendiği, deyiş yerindeyse en çok iş yapan” parçaların listesini yayımladı.
Bu listeden, dinleyicinin eğilimlerini gösteren ilginç sonuçlar çıkarılabilir sanıyorum.

Ne demek istediğinizi anlıyorum:

Durmak sizin o aynı “pek beğenilen"leri dinlemek isteyen, yeni eserlerle karşılaşmaya gönüllü olamayan, “tembel” dinleyiciyle ilgili, şu bilinen hikâyeden söz ediyorsunuz. Aslında, dinleyicinin pek tuttuğu “favori"lere (Filarmoni Orkestrası’nın soruşturmasına göre, Beethoven’ın “tek numaralı” senfonileri, Schubert’in “Bitmemiş Senfoni’’si, Çaykovski’nin kimi eserleri v.b.) bakarak, bunlara gösterilen ilginin bir ölçüde, “pratik” nedenlere dayandığını ileri sürebiliriz. Böyle bir eseri neden bugün dinleyicinin öylesine tuttuğunu araştıracağımız yerde, kimi partisyonların yerlerini nasıl uzun yıllar boyunca aralıksız koruduğunun güçlü etkisini zamanla nasıl olup da yitirmediğinin araştırılması daha yerinde olur sanırım. Zamanında, belki biraz önce saydıklarımdan da çok etki yaratmış, ama sonradan yıldızı sönmüş, kimi de tümüyle unutulmuş gitmiş pek çok eser vardır. Bunların arasında, öyle görünüyor ki, başlangıçta en az etki yaratmış olanlar çoğunluktadır.

Günlük yaşamın akışı içinde de, herhangi bir şeyin sizi ilk anda büyük etki altına aldığını, ama sonradan, belki hemen o anda, o etkinin pek de geçerli olmadığını görmez misiniz? Dinleyicinin tepkisi de, bilince dayanmadığı, ölçülü ve tartılı bir yargıdan kaynaklanmadığı için, her zaman, bir ölçüde, eserin o an için üzerinde bıraktığı etkiyle sinirli kalacaktır. Bir bakıma boş ve yetersiz sayılması gereken, gürültülü, şamatalı alkışlardan, sonradan kendisini sıyırmasını başarmış eserler de vardır. Layık oluklan başarı da, aslında budur. Kimi eserler de, dinleyiciye daha az coşku verirler ama, bunların değeri ötekilerle kıyaslanmayacak ölçüde büyük olmakla kalmaz, yarattıkları etki de gene kıyaslanmayacak ölçüde derindir. Yaratılan etkinin gerçek değerini ölçmede, dinleyicinin gösterdiği tepkiyi, dışa vuran başarıyı önde tutmak, açık bir yanılgıdır. Bu dış etkiden yola çıkarak, bir sanat eserinin değeri üzerinde yargıya varmaya kalkışmak da ayni ölçüde aldatıcıdır. Dinleyici topluluğu, bir tuhaf yaratık, nasıl, neden, ne türlü davrandığının bilincinde değildir; elinde olmaksızın, kendiliğinden, neredeyse bir barometre gibi harekete geçer. O barometrenin gerçekte neyi gösterdiğini iyi okumaktır aslolan. Eserin asil değerini belirleyen ortak yargı, kendiliğinden, ama birtakım belirli kurallara bağlı olarak çıkar ortaya.

Eleştirmenin görevi değil midir bu?
Dinleyicinin yargılarına kendininkileri de katarak, ortak yargıyı bulma işi asıl ona düşmez mi?

Eleştirmen de yapamaz bunu:

Ne denli istese, yapabileceğine ne denli inansa, gene yapamaz. Neden derseniz, o da dinleyicilerden biridir. Dinleyici topluluğunun ilk tepkisi çoğunlukla yanıltıcıdır ama, varacağı son yargı, aksine, sağlam temellere dayalıdır.

Şimdi biraz da, sanatçıyla dinleyici arasında nelerin olup bittiğini anlamaya çalışalım:

Başlangıçta bunlardan her biri, ancak karşı karşıya geldiklerinde ve bu karşılaşma dolayısıyla, asıl “ben”lerine kavuşurlar. Sanatçı dinleyicisini yönlendirmediği, sanat eserine ilgi uyandırmayı bilmediği, bunu başaramadığı sürece, dinleyici topluluğu (bunun yerine “halk” da diyebiliriz) kendi benliğini kavrayamaz, dinleyici olma niteliğine ulaşamaz; daha önce ne idiyse öylece, özelliği olmayan, herhangi bir kalabalık olarak kalır.

İnsan toplulukları çeşit çeşittir elbette: Bir kalabalığın dinleyici (ya da izleyici) topluluğuna dönüşme süreci, bir at yarışında, bir boks maçında ve Beethoven’ın bir senfonisi karşısında, büyük farklılıklar gösterir. “Bir olayı birlikte yaşama” özelliği, bu can alıcı nitelik, spor dallarında, müziktekinin aynı değildir.

Dahası var:

Yalnız sanat olayları söz konusu olduğunda bile, bu tür farklılıklarla karşılaşırız. Wagner, amacı dinleyiciyi etkilemekten, sarsmaktan öteye geçmeyen ve onu bir anda iyiden iyiye saran, ama hiçbir zaman bir “topluluk” oluşumunu sağlayamayan, dışa yönelik etkilemeleri “Effekt” diye adlandırır. “Effekt", Wagner’e göre, adı üstünde “amaçsız etki yaratma” demektir. Wagner’in ve büyük çalgı ustalarının el üstünde tutulduklar günlerde, müzikçiler hep bu ’’amaçsız etki’’lerin ardından koşarlar, onlardan yardım umarlardı. Ama böyle böyle, tarihte ilk kez, dinleyici-sanatçı ilişkilerinde, bugün de görülen binbir sorun çıktı ortaya, bir yerden ötekine sıçrayan o durmak bilmez, bugünkü müzik yaşamını etki altına alan bozulma, işte o günlerde başladı.

İşin aslı şudur:

Bir dinleyici topluluğunu, ortak değerleri yaşayan, hep birlikte soluk alıp veren, sağlam bir kitle haline getirebilmek, bunu geçici bir süre için de olsa gerçekleştirebilmek için, dinleyiciyi, yalnız tek tek dinleyici olarak değil, o topluluğun, insanlık âleminin bir üyesi, Tanrı’nın yarattığı bir yıldızda oturan bir yaratık olarak, kısaca “insan” olarak saran eserlerin yaratılması gerekir. Yalnızca o tür eserler yoluyla, bir topluluk, içinde taşıdığı gizli gücün farkına varır. İnsanların, gösterdikleri sudan tepkilere, zorlama eğilimlere, bir anlık tercihlere karşın, benliklerinin derininde, varlığına gerek duydukları eserler, işte bu türden olanlardır. Günlük müzik yaşamında, halkın bu tür eserlerle karşılaştığında büyük tepkiler gösterdiği, bunlar güçlükle, isteksizce kabullendiği de bir gerçektir. Buradan, dinleyiciyi, mutluluğunu karşısındaki ile önce zıtlaşmada, sonra da onu kabullenmede bulan bir kadına benzetebiliriz.

Bir eserin dinleyici üzerinde yarattığı etkinin daha çok o esere karşı kullanılabilecek bir kanıt sayılması gerektiğini mi söylemek istiyorsunuz?

Yok, biraz aceleyle varılmış, basite indirgenmiş bir yargı olur öylesi.
Sözgelimi, dinleyicinin üzerindeki etkisini göz önüne alarak, Beethoven’ın eserlerinin değerini yadsıyabilir miyiz?
Aksine, gerçek ve usulüne uygun etkinin değerini daha iyi ölçebilmek için, bize en iyi “Beethoven olgusu” yol gösterebilir.

Beethoven, dinleyicinin üzerinde böylesine etkiliyse, bunun tek etkeni, anlatacaklarını dolambaçsız, açıklıkla anlatabilmesidir.
Anlatımda en büyük ölçüde açıklık, duruluk, sanatçı için, dinleyiciye yönelmenin tek ve en çıkar yoludur.

Yaşamda ve özellikle sanatta, kendilerini dolambaçlı yollardan anlatmaya çalışanların, çoğu kez, basit, dolaysız anlatımdan kaçmak için birtakım bahaneleri olduğuna inanırım ben. Etki yaratmak isteyen, her ne pahasına olursa olsun etki yaratmak için kendini zorlayan eserler vardır. Kimi eserler de, salt var oluşları dolayısıyla, kendiliğinden yaratırlar o etkiyi. Bu yüzden, ilk saydıklarımın başlangıçta uyandırdıkları ilgi günden güne azalır, bozulur ama, ötekilerin büyük etkisini zaman hiç ama hiç eksiltmez.



Çeviren: Üner Birkan | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 151 - 1 Eylül 1986