Ekonomik Yaşam Koşullarının Kültür ve Sanatımıza Etkileri

Sanatın çoğulculuğu da, özgürlüğü de tehlikede

Milliyet Sanat Dergisi, benden bu konuda, kısa bir sürede yazı yazmamı istediğinde zorluklarını düşünmeden kabul ettim. Yazıyı yazmaya oturunca güçlükler ortaya çıktı. Böyle bir yazı için iki alanı yakından tanımak gerekiyor, bunlardan birincisi günümüzün ekonomik koşulları, ikincisi ise günümüzde çok çeşitlenmiş olan sanat dallarındaki gelişmeler. Birinci konunun yakından izleyicisi olduğumu söyleyebilirim. İkinci alanda ise daha çok sıradan bir izleyici durumundayım. Bu iki alanın ilişkisini bu bilgilenme kısıtları içinde kurmaya çalışacağım.


ÖNCE EKONOMİK KOŞULLAR

Günümüzün ekonomik koşulları denilince yaşanılan iki farklı süreci birarada değerlendirmek gerekir. Bunlardan birincisi yaşanılan uzun erimli toplumsal dönüşümdür. Türkiye sanayi öncesinin toplumsal yapısından, yaşadığı hızlı olmayan bağımlı bir sanayileşme süreciyle sanayileşmiş bir toplum yapısına geçmeye çalışıyor.

Yaşanan bu sürecin ortaya çıkardığı değişik toplumsal sonuçlar var. İş çevrelerinin yapısı değişiyor, holdingleşme ve tekelleşme egemen hale geliyor. Hızlı bir kentleşme yaşandı, yaşanıyor. Ama bu kentleşmenin biçimi büyük ölçüde yaşanan yavaş sanayileşme sürecinin getirdiği kısıtlarca belirleniyor. Gecekondulu, dolmuşlu, işportalı bir kentleşme ortaya çıkıyor. Bu dönüşüm beraberinde kültürel dönüşümü getiriyor, değer yargıları, ideolojiler yeniden yorumlanıyor, değişiyor. Kolaycı bir kapitalizmin değer yargıları hegomonik bir egemenlik kurarken, bunun altında onunla zıtlaşmayan bir arabesk kültürü yer alıyor.

Günümüzün ekonomik koşulları denildiğinde kısa erimli bir ikinci süreci de birlikte düşünmemiz gerekir. O da 1980 yılı başından beri uygulanan istikrar politikalarının getirdikleridir. Bu politikalar salt istikrarı amaçlamıyor. Türkiye'nin yaşadığı uzun erimli dönüşümün niteliğinde de bazı değişmeler yapmaya çalışıyor. Türk ekonomisinin dünya ekonomisiyle bütünleşmesini artırmak istiyor. İçe dönük bir sanayileşme modelinden dışa dönük bir sanayileşme modeline geçmek istiyor. Bu politikaların toplumsal sonuçlarını birlikte yaşıyoruz; çalışan kesimlerin hızlı bir yoksullaşması, ülke içinde gelir eşitsizliğinin artışı, rantiye gelirlerinde yükselme, tekelleşme sürecinin hızlanış, burjuvazinin değişik kesimlerine verilen önceliklerin değişmesi gözleniyor.

İzlenen istikrar politikalarının toplumsal sonuçlarını salt ekonomik değişkenler açısından değerlendirmek yetersiz olur. Büyük grupların kayıplarına neden olan bu tür ekonomik politikaların özgürlük ortamında uygulanması olanaksızdır. Bu nedenle bu tür politikaların baskıcı siyasal rejimlerden destek araması kaçınılmaz olur. Bunun ise sanat ve kültür alan açısından önemi açıktır, anlatım özgürlüğünü kısıtlayıcı önlemleri beraberinde getirir.

Günümüzün ekonomik koşullarını tanımlarken üzerinde durduğumuz kısa ve uzun erimli iki süreçten, toplumun sanat ve kültür yaşamını esas olarak belirleyen uzun erimli, olanıdır. Ama kısa erimli olan sürecin de uzun erimli olan sürecin etkilerini pekiştirdiği söylenebilir.

Toplumun içinde bulunduğu ekonomik koşulların değişiminin sanat ve kültür yaşamına dolaylı ve dolaysız etkileri çok çeşitli düzeylerde ele alınabilir.

Bu yazıda seçmeci bir tutumla sadece üç konudaki;

  1. Sanat ürünlerine olan talebin yapısına,
  2. Sanat ürünlerinin topluma ulaşım kanallarının denetlenme biçimine,
  3. Sanatın nesnesine olan etkileri üzerinde durulacaktır.


SANATA OLAN TALEP NASIL OLUŞUYOR?

Sanat ürünlerine olan talebi tüketim alanından ve üretim alanından gelen talep olarak ikiye ayırarak incelemekte yarar var. Önce tüketiciler alanından gelen talep üzerinde duralım. Ekonomik yaşamın getirdiği, artan gelir eşitsizlikleri, artan rantiye gelirleri, holdingleşme ve benzeri süreçler, çok genel çizgileriyle söylemek istersek ikili bir pazar yapısı yaratmıştır. Eğer bu olguyu daha duyarlı bir biçimde söylemek gerekirse ayrımlı bir pazar yapısı vardır diyebiliriz.

Böyle ayrımlı bir pazarın varlığının kanıtlarını son yıllarda en çarpıcı biçimde resim ve müzik alanında yasiyoruz. Büyük kentlerimiz adeta bir resim galerisi patlaması yaşıyor. Üst gelir gruplarımız resim satın alıyor, koleksiyon yapıyor. Benzer bir olgu İstanbul'da eski konutların restorasyonu çabalarında yaşanıyor. İstanbul'un üst gelir grupları arasında bu konuda bir yarışma başlamış durumda.

Bu oluşumu kuşkusuz salt gelir eşitsizliğinin artışı ile açıklamaya çalışmak yeterli olmaz. Artan eşitsiz gelirler, bu tür tüketim için bir olanaklar çerçevesi hazırlıyor. Bu gelirlerin sözü edilen yönde tüketilmesi için başka nedenler gerekiyor. Bu tür satınalmaların, oluşan ve gittikçe büyüyen sanat ürünleri pazarı içinde uzun erimde kârlı bir yatırım olduğunu göstermek de, holdinglerin bu yolla vergi yüklerini hafifletmekte olduklarını söylemek de yetersiz. Tüm bunlar doğru ama başka açıklayıcı etkenleri de eklemek gerekiyor... Büyük kentlerdeki tekelci sermayelerin yönetimi artık ikinci kuşakların eline geçiyor, bu kuşaklarda Batı toplumunun tüketim normları egemen oluyor. Bir kez, bu tür tüketim eğilimi bu çevrede başladı mı, gösterişçi tüketim mekanizmasıyla, toplumsal katman içinde hızla yaygınlaşıyor. Bu, toplumsal katmana aidiyetin işareti haline geliyor... Tüm bunlara, Türkiye'nin 19. yüzyıldan beri Batı'ya açılma yolundaki çabalarının getirdiği birikimi eklemek gerekiyor...

Eğer sanatın geleceği hakkında bir yargıya varmak istiyorsak, bu olguyu saptamak ve nedenlerini sıralamak yetmiyor. Ortaya çıkan durumu sorgulamak da gerekiyor. Türkiye'de sanatla uğraşan bazı çevreler, burjuvazisinin sanata ilgisinin artışını büyük bir iyimserlik içinde değerlendiriyorlar. Kuşkusuz, sanata ilginin artışı genelde olumlu bir gelişme ama bunun ötesindeki yargılar konusunda çok temkinli olmak gerekir. Bu iyimserlik şöyle basit bir çıkarsamaya dayanıyor. Batı'da olduğu gibi Türkiye'de de burjuvazinin talebiyle bir pazar doğarsa, Türkiye'de de sanat oradaki gibi gelişecektir. Bu basit çıkarsama birçok soruyu akla getiriyor.

Çoğulcu toplumun oluşması konusunda hiçbir çaba göstermemiş olan Türkiye burjuvazisinin,
sanata karşı Batı'daki burjuvazinin işlevlerini yerine getirmesi ne kadar beklenilebilir?


Böyle çoğulcu demokratik düzenin değerlerini içine sindirmemiş bir üst gelir tabakasının sanata olan ilgisi bir pazar baskısı yaratmayacak midir?

Yine bu noktada sorulabilir:

Resim alanında görülen bu canlanma ne kadar gösterişçi tüketim olma eğilimini aşarak sanata karşı duyarlılığın artması niteliğini kazanmıştır?

Bu sorunun yanıtı başka sanat alanlarına eğilerek aranabilir.
Örneğin bu kişilerin Türkiye'de yazın alanında olan bitenlere de duyarlılığı artmış mıdır?

Acaba bu toplumsal katmandaki kişiler eskisinden fazla roman okumakta mıdırlar?

Romanların satış sayıları böyle bir ilgi artışı konusunda bize kanıtlar getirmiyor.

Şimdi de eşitsizliği artıran büyüme sürecinin ortaya çıkardığı pazarın düşük gelirli grubunu oluşturan ikinci ucuna gelelim. Bu grubun sanatla olan ilişkileri belirli bir alanla sınırlanmış görünüyor, o da müzik ve belirli bir ölçüde de sinema. resim ve yazın ürünlerinin pazarında bu grup yer almıyor. Bu kesimden gelen talep "arabesk" müzikle karşılanıyor. İçeriğiyle, ezgisiyle bu kesimin içinde bulunduğu durumu değiştirmesine değil, bu duruma katlanmasına razı oluyor. Gerçekte sanat çevrelerinden en dışlanmış olan bir sanat etkinliği toplumsal sistemin bütünlüğünün korunmasında çok önemli bir işlevi yerine getiriyor.


Bu iki öbeğin dışında olan üçüncü bir kesim var, onlar orta sınıf aydınları. Geçmişte sanat pazarında egemen olan kesim buydu. Sanat alanında bu kesimin yargıları hüküm sürüyordu. Bu kesimin egemenlik alanı daralıyor. Belki yazın alanında, müziğin belli türlerinde bu kesimin egemenliği sürüyor. Ama bunların dışında da yeni beğeni çevreleri oluşup varlıklarını koruyorlar. Belli pazarlardan dışarıya sürülüyorlar. Resim pazarında olduğu gibi. Onlara da, üst gelir gruplarının beğenilerini etkilemiş olmakla avunmak kalıyor.

Sanat ürünlerine, üretim alanından gelen bir talep daha var. Dışa açılmış bir sanayiye sahip olmak isteyen bir ülkenin iş çevrelerinin sanat alanında oldukça önemli bir talep yaratması gerekir. Uygulamalı Güzel Sanatlar ya da sanayi tasarımı bölümleri bu talepleri karşılamak için eğitim yapıyorlar. Ama Türkiye'deki üretim faaliyetinin, faaliyet hacmine uygun büyüklükte bir talep yarattığı söylenemez. Bunun nedeni açık; sanayinin büyük ölçüde ithal teknolojiye, bilgiye ve hünere bağlı olarak gelişmesidir. iş çevrelerinin yarattığı talep daha çok satışı artırmaya dönük. Büyük ölçüde reklam ile sınırlı oluyor. Gelişen de uygulamalı sanatların o bölümü. Üretim kesimlerinin yarattığı talep de giyim ve seramik gibi az sayıdaki sektörde yoğunlaşıyor.

Talep konusunda söyleyeceklerimi noktalamadan bir konuya daha değinmek gerekiyor. O da Türk ekonomisinin dışa açılmasının etkileridir. Çok genel bir yargı olarak bir ekonominin dışa açılmasının o ülkenin sanatında evrensel değerlerin, beğenilerin etkisini artıracağı söylenebilir. İşte bu konuda dikkatli olmak gerekiyor. Hangi dış pazara açıldığını bilmeden bu genellemeye gitmek sakıncalı. Eğer açıldığınız dış pazar dünyasının taşrasıysa bu yolla gelen etki de evrenselleşmek değil taşralaşmak oluyor. Yazın alanında Batı pazarına açılma söz konusu. Bu alandaki açılışta, sanatın, açıldığı alanın beğenilerine göre oluşmasından çok evrenselleşmesi söz konusu. Ama ters örnekler de var. Türk mimarlar, dışa açılan müteahhitlik firmaları aracılığıyla Arap ülkelerine proje yapmaya başlayınca o pazarın ideolojik yönelimleri de Türkiye'ye taşındı. İslam mimarlığı akımı bu güdülerle canlandırılmaya çalışılıyor. Henüz Türkiye içindeki uygulamayı etkilemese de söylemde etkili oluyor.


SANATIN TOPLUMA ULAŞIM KANALLARININ DENETİMİ

Günümüzde hemen hemen hiçbir sanat alanında, sanat ürününü yaratan sanatçının doğrudan izleyicisine ulaşması söz konusu değil. Sanatçının izleyicisine ulaşması için bir aracı kanaldan ya da örgütten geçmesi gerekiyor. Bu örgütlerin bir kısmı devletin, diğer bir kesimi piyasa güçlerinin denetimi altındadır... TRT'den Kültür Bakanlığı'na kadar uzanan doğrudan devletin denetimi altındaki kanallar üzerinde burada durmaya gerek yok. Nitelikleri biliniyor. Siyasal rejim, çoğulcu demokrasiye özgü bir yapı kazanmadan bu konuda beklenilebilecekler çok sınırlıdır.

Burada üzerinde durulması gerekenler daha çok piyasa mekanizması içinde oluşandır. Piyasa mekanizması için bu aracılık tam bir iş alanıdır. Bu iş alanında da Türkiye'de pek çok iş girişimleri yan yana yer almış bulunuyor. Ama genel eğilim açıktır. Bu alanda da tekelleşme eğilimi kendisini güçlü bir biçimde ortaya koyuyor. Bu tekelleşme eğilimi değişik sanat alanlarında değişik aşamalarda bulunuyor. Yazın alanında dağıtım kanalları oldukça önemli bir tekelleşme içinde bulunuyor. Kitap yayınlayanlar arasında küçük girişimciler hâlâ varlıklarını sürdürebiliyor. Sinema alanında da dağıtımcılar ve hatta yapımcılar büyük ölçüde tekelleşmiş durumda. Müzikte çok farklı girişimcilik türleri var, korsan kasetçilik vb.gelişmeler var. Resim alanında galeriler hâlâ küçük girişimcilik aşamasında, ama burada da büyüme eğilimleri gözleniyor.

Aracı kanalların yapısını tanımladıktan sonra, bunun sanat üzerindeki etkisi üzerinde durabiliriz. Bu kanallardaki örgütlenme küçük girişimcilik düzeyinde kaldıkça sanat üstünde yönlendirici bir etkiye sahip olamıyor. Sanatın gelişmelerine bağımlı kalıyor. Ama bu kanallar tekelleştikçe sanatı yönlendirmekteki egemenliği artıyor. Sanatçı ile izleyicinin yabancılaşması yapısallaşıyor. Bu kanallar tekelleştikçe hem piyasa talebini koşullandırıyor, hem de sanatın bu kalıplar içinde kalmasını özendiriyor. Talebin yapısının sanat üstündeki belirleyicilik düzeyi çoğalıyor.

Türkiye'de yaşanan ekonomik bunalım ve bu bunalımdan çıkmak için alınan önlemler, tüm alanlarda oldu. Bu gibi bu alanda da tekelleşme eğilimlerini güçlendiriyor. Bunun paralelinde olarak sanat alanında piyasa güçlerinin denetimleri ve yabancılaşma artıyor.



SANATIN NESNESİNE OLAN ETKİLERİ

Sanatın topluma yöneliminde değişik tutumlar söz konusu, sanat toplumun isteklerini yerine getiren bağımlı bir araç gibi görülebildiği gibi, toplumun sadece bir yansıması ya da toplumu değiştirmeyi dönüştürmeyi amaçlayan bir etkinlik olarak da görülebiliyor. Bu farklı bakış açıları sanata ilişkin farklı ideolojik konumları belirliyor. Kuşkusuz, eğer toplumsal yapı değişiyorsa bu değişme sanata karşı her üç bakış açısında da etkisini gösterecek, sanatın nesnesini değiştirecek. Ama bu genel saptamayla yetinmek olanaksız. Eğer sanata ilişkin değer yargılarımızda çoğulculuk egemense yeni sorular sormamız gerekiyor.

Bugün yaşanan ekonomik ve toplumsal dönüşümün sanatın nesnesine getirdiği değişiklik,
yukarıda özetlenen her üç farklı sanat anlayışını kapsayacak zenginlikte ve çeşitlilikte oluyor mu?

Bu yazının başından beri, toplumsal talebin oluşturduğu var olan yapıyı sürdürmekte bağımlı bir araç olarak sanata yaklaşanların, denetim mekanizmalarını nasıl oluşturduğunu gördük. Günümüzün ekonomik koşullarının bu anlamda sanatın nesnesini etkilediği açık. Üzerinde ayrıca durmaya gerek yok. İrdelemenin sürdürülmesi gereken yön diğer bakış açıları.

Sanatta yansıtmacı, ve toplumu dönüştürmeyi amaçlayan bakış açıları açısından,
günümüzün ekonomik koşulları sanatın nesnesinin değişmesinde ne kadar etkili oluyor?

Bu sorunun yanıtı bu sanat geleneklerinin toplumda kendilerini yeniden üretme yollarını bulup bulamadıklariyla yakından ilişkili. Kuşkusuz yaratıcı sanatçı konulan engelleri aşarak bağlı olduğu geleneği sürdürmeye çalışıyor. Ama üretimin koşulları salt piyasada belirlendikçe bu gün geçtikçe güçleşiyor. işte bu noktada çoğulcu toplumun piyasa dış güçlerinin örgütlenmelerinin önemi ortaya çıkıyor. Sendikalardan derneklere kadar uzanan örgütler zinciri piyasa güçlerinin yarattığı baskıları azaltıcı yeni kanallar açma olanağını bulmazsa bu yollar siyasal olarak engellenirse, sanatta çoğulculuğun korunması olanaksızlaşıyor.

Bu bağlamda, günümüzün ekonomik koşullarının siyasal iktidarlarca tanıtılma biçimi ve buna çözüm olarak ileri sürülen ekonomik reçeteler, bu reçetelerin beraberinde getirdiği siyasal düzen anlayışları ve bunların söylemleri sanatın çoğulculuğunun, başka bir deyişle sanatın özgürlüğünün, korunmasında temel belirleyicilerden biri haline geliyor.



Yazı: İlhan Tekeli - Çizgiler: Tan Oral | Milliyet  Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 112 - 15 Ocak 1985
________________________________________________________________________________________



Ekonomik koşullar, kültür ve sanat tüketimini olumsuz yönde etkiliyor

Günümüz ekonomik koşullarının kültür ve sanat yaşamına etkilerini sağlıklı bir biçimde irdelemek için, öncelikle günümüzün ekonomik koşullarını belirlemek gerekir. Bu arada son yıllardaki gelişim ve gelecekle ilgili beklentiler de, üzerinde durulması gereken bir başka husus olacaktır. Sn. Arslan Başer Kafaoğlu, yeni yayınlanan bir incelemesinde (Düşün, Ocak 1985 s. 14 vd.)

Türkiye'nin 1979'dan beri uygulamakta olduğu ekonomik politikaların sonuçlarını yedi başlık altında özetlemekte.

(Hiç kuşkusuz bu dönem aslında 24 Ocak 1980'i izleyen ekonomik politika tarafından biçimlenen bir dönem olmuştur.)

  1. Kişi başına gelir azalmıştır,
  2. Katkılı ulusal gelir azalmıştır,
  3. Fiyatlar beş yılda yüzde 571 yükselmiştir,
  4. işsizlik artmıştır,
  5. Gelir dağılımı bozulmuştur,
  6. Dış borçlar artmıştır,
  7. Tasarruflar azalmıştır.

24 Ocak modelinin bu acı sonuçlarının tümü toplumsal yaşamı ve bu çerçeve içinde kültür ve sanat yaşamını doğrudan ilgilendirir niteliktedir. Fakat bunlar arasında bazıları, doğurdukları sonuçlar açısından daha da öncelikli bir konumdadırlar. Bunlar kişi başına gelirin azalması, aşırı fiyat artışları, gelir dağılımının bozulması ve artan işsizlik miktarıdır, Özellikle ücret gelirlerindeki düşüş ve ücretlilerin milli gelir paylarının gitgide azalması konumuz açısından özel bir önem taşımaktadır.

SSK ücret istatistiklerine dayanarak Sn. Mustafa Sönmez'in ortaya çıkardığı bulgulara göre (Özal Ekonomisi ve İşçi Hakları: İstanbul 1984, s. 76), gerçek ücret indeksi 1977'de 100 olarak alındığı zaman, bu indeks 1984'te 48,9'a düşmüş, yani ücretlilerin gerçek gelirleri son beş yılda yarı-yarıya azalmıştır.

Devlet İstatistik Enstitüsü rakamlarına göre yapılan bu indekse itibar etmek istemeyen olursa, Türkiye İşveren Sendikalan Konfederasyonu'nun istatistiklerine göre de eğer 1977 ücretleri 100 olarak kabul edilirse, ücretler 1982'de 64,6'ya düşmektedir. TİSK'in 1983 ve 1984 için hesapladığı gerçek ücretleri sağlamamız mümkün olamadı. Fakat ne denli saptırılmaya çabalanırsa çabalanılsın gerçek ücretlerde son beş yılda yarı yarıya azalma olduğu gerçeğini saklayabilmek mümkün değildir.

Gerçek ücretlerdeki bu düşüşün yanı sıra, Türkiye'mizde işsizlik oranı da çok tehlikeli boyutlara yükselmiş bulunmaktadır.

Sn. Karacan'ın Devlet Planlama Teşkilatı verilerine göre ortaya koyduğu gibi (Düşün, Ocak 1985, s. 20),
  • 1979'da %14,0 olan işsizlik oranı,
  • 1980'de %15,4'e,
  • 1981'de %16,9'a,
  • 1982'de yüzde 18,1'e ve
  • 1983'te %18,8'e yükselmiştir.
  • Aynı oranın 1984'te daha da yükselmiş olduğunu tahmin etmek sanıyoruz yanıltıcı olmaz.

Demek ki, günümüz Türkiye'si milyonlarca insanın işsiz dolaştığı, reel ücret gelirlerinin dört yıl öncesine göre yarı yarıya azaldığı, gelir paylaşımının aşiri boyutlarda bozulduğu, tatmin edici bir ekonomik büyümeye ulaşamayan bir ülke durumundadır. Ve her ne kadar Sn. Özal aksini söylerse söylesin, gelecekle ilgili beklentiler de umut verici olmaktan uzaktır.

İşte günümüz Türkiye'sinin kültür ve sanat yaşamını böyle bir çerçeve içinde değerlendirmek gerekir. Ancak meseleyi daha anlaşılabilir bir biçimde sunmak için, önce birey düzeyinde ele almak ve daha sonra genelleştirmek istiyoruz.

Bir bireyin elde ettiği gelir ya tüketim harcamalarına gider, ya da tasarruf edilir. İktisatta, yapılan tasarrufun yatırıma dönüşeceği varsayılır. (Zaten öylesine bıktırıcı varsayımları vardır ki, iktisatın...) Ancak bireyin geliri tüketim gereksinmelerini karşılamaya yetmiyorsa, o zaman tasarruf edemez. Buna tasarruf eğiliminin sıfır olması denir iktisat dilinde. Bazen de birey "eksi tasarruf'' yapmak zorunda kalabilir. Yani Türkçesi, borç alarak gereksinmelerini karşılar.

Ülkelerin ekonomi politikalarına yön verenler, genellikle halkın tasarruf yapmasını pek severler. Zira yapılan tasarruflar yatırıma dönüşecek ve hem ekonomik büyümede tatmin edici bir oran tutturulabilecek ve hem de istihdam sorunu çözümlenebilecektir. Yani işsiz sayısı azalacaktır. Böylece bir yandan kitle iletişim araçlarıyla sonsuz bir tüketim özendirilmesi pompalanırken, bir yandan tasarrufun faziletlerini dinleyen halk da şaşkına döner.

Ülkelerin ekonomi politikalarına yön verenler, eğer istedikleri tasarruf oranını "nasihatla'' sağlayamazlarsa, bunu "zorla'' da yapabilirler. Örneğin "tasarruf bonosu'' denilen bir icatta bulunur ve tüm memurların maaşlarının yüzde beşine el koyarlar. Ancak tasarruf etmek için koşulları "namüsait'' olan bono sahipleri, bu bonoları değerinin dörtte birine, beşte birine başkalarına satınca ortaya Cevher Özden gibi "ekonomi dehaları'' çıkar. Siz Cevher Özden'in İktisat Fakültesi'nde konferans vermesine bakmayın. Amaç bilgisinden değil, başka olanaklarından yararlanmaktır. (Deneyimi vb. gibi)

Ülkelerin ekonomi politikalarına yön verenler bazen böyle zorlamalara başvurmak sizin, halkın tüketimini kısabilir ve böylece bir anlamda tasarruf sağlamış olurlar. Bu politikanın aracı da enflasyondur. Örneğin tasarruf eğilimi sıfır olan, yani tüm gelirini tüketime tahsis eden 40.000 lira maaşlı bir memur düşünelim. Eğer o ülkede %50 enflasyon varsa, o memur bir yıl sonra elindeki parayla bir yıl öncesinde aldığı mal ve hizmetin ancak yarısını satın alabilecek, yani gerçek anlamıyla tüketimi yarı yarıya azalmış olacaktır. Bu örneği genelleştirirsek toplumsal olarak tüketim kısılmış olacaktır ki, bu bir anlamda tasarruf olmaktadır. Ancak bu tasarrufun yatırıma dönüştüğünü kimseler görmemiştir. Dünyada tüm yöneticiler enflasyon canavarıyla "cihad" halindedirler, ama nedense başedemezler. İnsan zaman zaman "yahu bu enflasyonu yapanlar uzaydan mı geliyor?" diye düşünecek neredeyse...

Kültür ve sanat, bunu üreten çok ufak bir azınlığın dışında kalan insanlar için doğrudan bir tüketimdir. Kaldı ki, bunu üretenler de kendi alanlarının dışında tüketici durumundadırlar. Örneğin satmak üzere resim yapan bir ressam, bir başkasının tablosunu satın alırken, ya da bir tiyatroya gittiği zaman tüketici durumuna girer. Kültür ve sanata yapılan harcamanın, kişinin kendini yetiştirmesi açısından bir yatırım olduğu düşünülürse de, bu istisnai bir görüş olur ve genel analizimiz açısından fazla bir değer taşımaz.

İnsanların gereksinmeleri hiç kuşkusuz farklıdır. Bu biraz eğitimin, biraz çevrenin, biraz görgünün ve biraz da gelirin bir fonksiyonudur. Fakat herkesin, eski deyişle "mübrem" gereksinmeleri vardır ki; kişi toplumun hangi kesiminden gelirse gelsin bu değişmez. Bu gereksinmeler barınma, yeme-içme ve giyinmedir. Bunlar karşılandıktan sonra kalan gelir tüketilecek, ya da tasarruf edilecektir.

Bir insanın sinemaya, tiyatroya gitmesi; kitap okuması, dergi ve gazete alması vb. yeme-içme, barınma kadar önemlidir ve gereklidir derseniz, güzel bir laf etmiş olursunuz, fakat bu görüş doğru değildir. İnsanlar ancak "vazgeçilemez" giderlerini karşıladıktan sonra kültür ve sanat tüketimine para ayırabilirler. (İktisat diliyle "kaynak tahsis edebilirler")

Türkiye'mizde aslında kültür ve sanat çok ucuzdur. Devletin yoğun desteği tiyatro, opera, bale, konser vb. gibi faaliyetlerin önemli bir bölümünü, seyircinin önüne neredeyse bedava götürmektedir. Giderler, bilet fiyatlarıyla karşılaştırılamayacak kadar fazladır. Aynı şey sinemalar için de geçerlidir. Yöneticisinden figüranına kadar, bu alanın emekçileri gülünç paralarla çalışırlar. Gazeteler, dergiler çoğu zaman maliyet fiyatlarının altında satılırlar. Ve çok enteresan bir nokta olarak Türkiye'de kitap çok ucuzdur. Her ne kadar yeni çıkan kitapları aldığımız zaman elimiz yanıyorsa da, kitap fiyatlarındaki artış ekmek fiyatlarındaki artışın da gerisindedir, peynir fiyatlarındaki artışın da gerisindedir, elbise fiyatlarındaki artışın da gerisinde. Zaten Türkiye'de fiyatı en az artan şey "ücretli emek'' ve daha sonra da "kitap'' olmuştur.

Tüm bunlara karşın Türkiye'de kültür ve sanat tüketimi gitgide azalmaktadır. Sinema ve tiyatro salonları garaja dönüştürülmekte, gazete ve dergi satışları düşmekte, yayınlanan kitap sayısı zaman zaman artmasına karşın, satılan kitap sayısı önemli ölçüde azalmaktadır. Azalmaktadır zira, tüketicinin vazgeçilmez gereksinmelerini karşıladıktan sonra bu alanlara tahsis edebileceği bir kaynak kalmamaktadır.

Yeni türeyen zenginlerimizin bir bölümünün "entel takılmak'' için yaptıkları abartılmış harcamalar bir yana bırakılırsa, bu alanın asıl tüketicisi öğrenciler, başta öğretmenler olmak üzere memurlar ve Türkiye'de şu anda sadece adı kalmış olan orta sınıftır. Bu kesimler ise gitgide dayanılmaz boyutlara ulaşan bir pahalılık karşısında, tam anlamıyla yaşama savaşı vermektedirler. Evine haftada bir et giremeyen bir öğretmenin kitap, gazete, dergi,konser, tiyatro ve sinemaya para ayırabilmesi gerçekten mucizedir (Doğrusu bu mucizeyi başaranlar da var).

Ekonomik koşullar salt bu alanlardaki tüketimi azaltmamakta, bunun yanı sıra toplumun kültür ve sanat yaşamı belirli çevrelerin egemenliği altına girmektedir. Örneğin Türk basını salt habercilik değil; eğiticilik niteliğini de hızla yitirmektedir. Zira milyarlık bir yatırım olan gazete, artık günümüzde daha çok "pazarlama aracı'' işlevini üstlenmiş bulunmaktadır. Ekonomik güç kültür ve sanatı da egemenliği altına almaktadır (Zaten bunun aksini beklemek de saflık olurdu). Toplumumuza yepyeni değerler empoze edilmeye çabalanmaktadır ve başarılmaktadır. Müziğiyle, edebiyatıyla, mutfağıyla, davranış kalıplarıyla tam bir "lümpen kültür" insanlarımızı çarkları arasında ezmeye başlamıştır. Ortada ne kent yaşamının alışılagelmiş kalıpları kalmıştır, ne kırsal kesim yaşamının doğallığı. "Köşeyi dönenlerin", "düze çıkanların", "iş bitiricilerin" egemen olduğu bir toplumda; insan erdemine yakışır tutum ve davranışlar gitgide yadırganır olmaktadır.

Ancak böylesine karamsar bir tablo çizdikten sonra bile, gelecek için umutlu olduğumu vurgulayan birkaç satır eklemekten kendimi alamıyorum. Zira akan su ne denli kirlenmiş olursa olsun; eğer kaynak temizse, eninde sonunda akan su da temiz olur. İnsanin özünden daha temiz bir kaynak var mıdır?



Toktamış Ateş  | Milliyet  Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 112 - 15 Ocak 1985
________________________________________________________________________________________



SORUŞTURMA

Günümüz ekonomik yaşam koşullarının kültür ve sanatımızı ne yönde ve nasıl etkilediği konusunda ne düşünüyorsunuz?

KDV, resim sanatına son darbe oldu

Yahşi Baraz
Kültür ve sanat, her ülkenin ekonomik olarak en yüksek olduğu noktada değer kazanmış, yükselmiştir. Örneğin Mısır piramitleri, Mısır ekonomisinin en üst düzeyde olduğu dönemde yapılmıştır. Günümüzde ise 1950'den sonra A.B.D.'nin saltanatı var. Neredeyse, tüm uygarlıkların ürünlerini satın alma, kendi ülkelerine taşıma durumundalar. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye, bu bağlamın dışında kalıyor. Türkiye'de Selçuklular'dan, 18. yüzyılın sonlarına değin, sanat yapıtları çok iyi değerlendirildi. Daha sonra, ekonomideki çöküş, sanattaki çöküşe de yansıdı. Bunun sonucu olarak, 1900'den sonra dünya çapında sayılabilecek hiçbir sanat yapıtı çıkmadı Türkiye'de.

Üçüncü Dünya ülkelerinin hiçbiri sanat piyasasında etkin değildirler. Bu ülkelerde, sanat etkinlikleri devletten beklenir. Oysa, devletin olanakları, ekonomik açıdan, son derece sinirli olduğu için, bu destek hiçbir zaman gerçekleşmez. O zaman iş yatırımcılara düşer. Sanatın gelişmesi, onu üreten kadar destekleyene bağlıdır. Türkiye'de böyle bir sistem geliştirilmelidir. Sanatımız, daha henüz emekleme dónemindeyken, birbiri üstüne binen vergiler (KDV örneğinde olduğu gibi) resim sanatına da bir darbe vuracaktır. Yatırımcı kitleyi -ki bugün sayıları 3 bini geçmez- sanata özendirecek sistemin kurulması, bu konuda vergi muafiyetinin getirilmesiyle sağlanabilir. Dünyanın hemen hemen her ülkesinde, sanat yapıtları vergiden muaftır.

Bugün Türkiye'de bir yılda gerçekleşen sanat alışverişi. A.B.D.'deki bir tablonun fiyatına eşittir. Yine New York'taki bir el galerinin (Pace Galerisi) aylık işletme gideri 450 milyon TL. iken, İstanbul Resim Heykel Müzesi için bu rakam 400 bin TL. dolaylarındadır. Bu da, ekonomi sanat-kültür ilişkisinin ne denli birbirine yakın olduğunun en somut örneklerinden biridir. 1975'te resim fiyatları, en üst 10 bin lira düzeyindeyken, ekonomik durumdaki değişmeye günümüzün astronomik fiyatlarına gelindi. 1976-82 yılları arasında para el değiştirdi. Eğitimsiz, kültürsüz bir kesimin eline geçti. Resim sanatı da, bu bağlamda, spekülatif bir biçim aldı. Herkes, para ediyor diye, resim satın alma hevesine düşünce, resme sevgiyle yaklaşan gerçek sanat tutkunları piyasadan çekilmek zorunda kaldılar. Böylelikle sanat alışverişi, çok sinirli bir kesim arasında dönmeye başladı.

İlk aşamada, resim sanatını, ekonomik koşullara karşın, geniş kitlelere ulaştırabilmek için, devletin değil, ama özel teşebbüsün katkılarıyla bir Modern Sanat Müzesi kurulmalı ve bu sanat alanını, bu müze yönlendirmelidir. Yoksa Türkiye, ekonomik yönden kendini kalkındıramadığı sürece, Türk sanatı da uluslararası düzeye erişemeyecektir.


Kitabın ucuz olması, yayılması istenmiyor

Memet Fuat
Ekonomik yaşam koşullarının bozulması, sinema, tiyatro gibi, yatırıma dönük sanatları büyük oranda etkileyebilir. Bu sanatlarda sanat alıcılarının yapacakları ödemeler belirleyicidir. Yeterli ödeme yapılamazsa her şey sona erer. Ama öbür sanatlarda sanat alıcılarının ilgisi belirleyici değil, yalnızca yüreklendiricidir. Birçok sanat alanındaki gelişmeler karşılıksız bağlılıkların ürünüdür.

Bir Turgut Uyar'i getiren hangi ödemedir?

Yayıncılığın özellikle korunmadığı, kitabın tehlikeli sayıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Öğrenim dişi okumalara kuşkuyla bakılıyor. Kitabın ucuz olması, yayılması istenmiyor. Yanlış bir değerlendirme. Ama böyle...

Bana sorarsanız, onca yanılgıya kitaplar okunduğu için değil, kitaplar doğru dürüst okunmadığı için düşülmüştür...

Yayıncılığımızın sürekli kötüye gittiği, korunmadığı, desteklenmediği bir gerçek. Böyledir diye şiir, öykü, roman yazılmayacak sanılmasın. Şiir de, öykü de, roman da gene yazılır, yayımlanma yolları da bulunur.

Ama bu alana yatırım yapıp para kazanmak isteyenler geri çekilir, bunun sonucu olarak da yazdıklarının karşılığını alabilen yazarların sayısı azalır. Hepsi bu...


Sanatçıyı istikrarsız piyasa koşullarıyla başbaşa bırakamayız

Özer Kabaş
Günümüzün ağırlaşan ekonomik koşulları ve bir türlü azalmayan enflasyonun etkisiyle plastik sanatçıların dışa bağımlı araç ve gereç giderleri büyük bir hızla artmaktadır. Boya, fırça, tual, füzen, kıymetli desen ve gravür kâğıdı, baskı mürekkebi ve benzeri gibi kalemlerin profesyonel olanlarının hemen hemen tümü ülkemizde üretilmemektedir. Yine profesyonelce bir atölye sahibi olmak veya kiralamak, emlak fiyat ve kira artışları yüzünden giderek daha da zorlaşmaktadır.

Bunun yanı sıra son birkaç yüzyıldır plastik sanatçıların ekonomik girdilerine genelde bakarsak:

  1. Eserlerinin satışları,
  2. Bir kültür ve eğitim kurumunda sabit gelirli olarak çalışmak -memuriyet, hocalık gibi-,
  3. Az bir oranda aile gelirlerinin yeterli olması.

Bu sonuncuya örnek olarak Cezzanne, Manet, Degas, Osman Hamdi, Picabia gibi bazı sanatçıları anımsayabiliriz.

Cumhuriyetin kuruluşundan beri ve hatta ondan biraz önce eğitim ve kültür kurumları sanatçıya patronaj sağlamak açısından epeyce yararlı olmuştur fakat son birkaç yıldır kurumsal gelirler ülkemizin profesyonel sanatçılarını büyük sanat arenalarına çıkaracak desteği sağlayamayacak oranda süratle ufalmaktadır.

Son olarak birinci ekonomik etmene bakarsak yani eser satışlarına...

1975'ten beri İstanbul ve Ankara'da galerilerin çoğalmasıyla resim satışları (heykel hiç değil) oldukça artmıştır. Bu satışların artmasıyla birlikte resim sanatının temel kriterleri de zedelenmiş ve orta lezzette, biraz cici ve atılımcı olmayan bir resim türünü hâkim kılmıştır. Satışa yönelik kriterler ve meta üretimi içgüdüsünün sanat geliştirici ana faktör olmadığı iyice bilindiği için çağdaş birçok sanatçı bu ortama tümüyle teslim olmamaktadır. Bu teslimiyet ayrıca sanatçının özerkliğini de zedeler niteliktedir. Batı sanat dünyasında bu olgunun olumsuz ve dramatik örnekleri çoktur.

Bugünkü ekonomik koşullarda ülkemizde gerçek sanatın oluşmasını istiyorsak sanatçıyı istikrarsız piyasa koşullarıyla başbaşa bırakamayız. Bu koşulların yani sıra bazı kurumsal ve özerkliğe saygılı maddi ve manevi gereksinme vardır.


Şu söylediklerim mutlaka yapılmalı!

Cemal Süreya
Ekonominin şefgarsonuna uyarak fiyatların daha da hızlı ve sürekli artışından yanayım. Öyle olmalı ki, bir kitap 1.000.000.000 liraya satılmalı. Sinemaya gitmek için gerekli para bavulla götürülmeli. Kediler ve köpekler öldürülmeli. Her şey satılmalı. Telif ücretlerinin yüksekliğini düşünün o zaman! Yaşayamayan ölmeli. Ulusal gelir şimdiki gibi 50 milyona değil de, 5 milyona bölünmeli. Tek bir yayınevi olmalı. Ya da en çok iki. Kızkulesi yıkılmalı.

Yazarlık sözgelimi bir ev tezgahı haline getirilmeli. Tankerler gidip gelmeli.

Doğada renk var mi? Sözcük var mı? Yok edilmeli bunlar.

Biyoloji dersine öncelik tanınmalı.

Bütün bunlar bir iki yıllık iş olamaz elbet. Ama 1985'te hiç değilse bir bölüğü uygulanmalı.

Hasan Mellah ve Hüseyin Fellah neyimize yetmez.

Bir de Mağdurin Hikâyesi.

Bütün bunlar yapılmalı.


Kültür ve sanat masalı

Erol Toy
Bir varmış bir yokmuş... Evvel zaman içinde, kültür ve sanat yalnız üreticisi için pahalı, tüketicisi içinse pek.ucuzmuş. Öyle ya, kasideden mesneviye, üreteni yüz sürermiş haki paye. Beğenildi ne güzel... Sahaf gediklerinde sim işlenir, minyatür bezenir, ebru döşenir, deri kaplanır, has kitaplıktan, medrese kütüphanelerine dağıtılırmış. Beğenen hakan olduğunda, bütün bunlar pek ucuza gelirmiş. Üretici de alkışıyla birlikte, sofradan yer, şölenden yar, hazinedenkâr elde edermiş.

Gel zaman git zaman, hünkârın eteğindekiler de, kültür ve sanata yakın gelir düzeye yükselmişler... Gayri beğeneni çoğalanda, beğenmezi de azitmiş. Birinin ak dediğine ötekiler kara deyip, kırk satır koşturur olmuş. Tüketici için iş yine ucuzdaymış.

Üretici için kırk satırla kırk katır arasında pahalılanmış. Kimi beğendirememiş boynu vurulmuş, kimi sevdirememiş derisi yüzülmüş... Yani ya, her bir şeyin bir yolu yordamı varmış... Hakan ve dahi çevresi için yazanda, sofranın köşesinde post edinmek pek zor değilmiş... Hak için ya da halk için yazanda, hafazanallah!.. Bütün devletlûların hışmı üstüne çörekleneceğinden, ölüm arenası bir umut haline gelir imiş... Üstelik bir önceki geçmiş zamanda, hakan "kendüsi" karar verir iken, bir sonrasında fitne fücûrun çokluğundan şaşkına döner imiş...

Devranlar yine değişüp, kervanlar yine yürümekle, devr-i dilârayı Cumhuriyete gelinmiş. Gayri okur yazar taifesi çoğalmakla, kültür ve dahi sanatın pahasında büyük değişiklikler olmuş. Kağıt bedavadan ucuz imiş! Matbaa desen üste para vermekte!.. Mücellitler boş gezmektense kitap kaplamayı hüner sayar!.. Böyle bir ortamda yayıncı, tüketiciye ucuz kitaplar sunmasın olur mu? Eli kalem tutan, kültür ve sanat üretir! Sürekli kitaplar basılır... Yüzbin satar azımsanır, beşyüzbin okunur başlangıç sayılır. Ucuzluktan ötürü öylesine çok kitap okunur ki, kâğıt fabrikaları, matbaalar, mücellitler ve yayınevleri yetişemeyip, mantar gibi yenileri kurulur! Yüzlerce binlerce yazara, her gün yenilerinin eklenmesiyle, bütün ülke, hem çok iyi okurlara, hem de çok iyi yazarlara sahip olur!.. Öyle üç binlik, beş binlik baskılar, önceki zamanımızdan da öncelerine ait diye düşünülür!.. Ve bu ucuzlukta, okurlar şaşırmasın diye seçiciler belirir! Okur adına neyin daha iyi, neyin, daha kötü olduğuna onlar karar verir! Onların önermediği 500 bin okunuyorsa, beğendikleri 5 milyon kişi tarafından okunur! Beğenmedikleri ise vitrinlerde sararır solar ve yeniden kâğıt olsun diye fabrikaya gönderilir! Tüketici için üstelik 'tavsiyeli'' ucuzluğun yanında, üretici için pahası daha da artır. Bir kez beğenilmemek, sararıp solmak yazgıdır. İkincisi bunca ademi huzursuz kılıp, ceza yasasının yüzkırk bir satırlı, yüzkırkıkı katırlı seçmecelerine takılmak vardır. Üstelik %5 ile 10 arasındaki telif ücretleriyle, yayıncı keyfi beklenecektir. Öyle ya, o olmasa kitaplar mı yazılır? Kitaplar mı basılır?

Zaman biraz daha ilerler... Otuz milyonluk okur yazar insanımız, kütüklere işlenir. Kültür ve sanat, bu otuz milyon ile buluştu mu bütün masal dönemlerini geride bırakacaktır. Beş milyon mu kitap okunuyordu, on milyona çıkacaktır. Yumurtanın yarım lira olduğu zamanlarda, kitap on lira idi, patlama ordan gerçekleşmişti! Yumurta otuza çıkınca, kitaplar dehşet pahalı oldu. Kâğıt fiyatları korkunç boyutlara ulaştı, matbaalar pahalılandı. mücellitler burunlarını havaya kaldırdı! Kitap fiyatları yirmi yumurta parasını aşamadıysa da. aşmaya doğru yol aldı. Bu yüzden bir milyon okunan kitaplar, ikibin üçbin kişi tarafından okunur hale geldi. Battı kültür ve sanat!.. Ancak büyük para sahiplerinin edinebileceği bir duruma girip, masal çağları gibi yeni zamanların krallarına hitabeder hale geldi!..

Masalımız da böylece sona erdi.

Kerevetine çıkmadan, kıssadan hisse diyenlere not:

Yüzeyde, çırpıştırma ama çağın tekniğine ve beğenisine uygun kitaptan çok çok pahalı ansiklopediler yüzbinlerce satarken, kitaplar iki üçbinlerde döneniyorsa, bütün suçu pahaya yüklemek yanlış. Kültür ve sanat dünyanın her yerinde, her çağında pahalı olmuştur. Hem üretici için hem tüketici için. Ama, her yerinde her çağında, okuma alışkanlığı edinildikçe değerlenmiştir. Kültür ve sanat, video gibi gösteriş, ansiklopedi gibi özeniş furyasının çok ötesindedir. Kuşaklar boyu alışkanlığı ve kalıtımı gerektirir. Bir kez de özümsendi mi temel besin araçlarından biri olur. İşte o zaman, pahalı da olsa, ucuz da tüketicisini mutlaka bulur. Örnek mi; Fransa'da en ucuz kitap, asgari ücretin 1/66'si kadardır. Türkiye'de bugünün koşullarında bile 1/100'ü...

Sorun, okutabilme, kültür ve sanatı gereksinim haline getirebilme sorunudur. Yapısal değişikliğe uygun, değişikliğin öncüsü olabilecek bir kültür ve sanatı, eninde sonunda, (bu en ve son kültür ve sanatı temel gereksinim sayan birkaç kuşa içermektedir) tüketicisine ulaşacaktır. Zaten işin zor yani, üreticisi için pahalı olanı da budur. Dayanabilene aşkolsun.



Milliyet  Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 112 - 15 Ocak 1985
________________________________________________________________________________________



Soruşturmanın kıyısından

Karaciğerim, işlevini tam olarak yerine getiremediği için olsa gerek, oldukça karamsar bir kişiliğim var. Her ne kadar önlemeye çalışıyorsam da ne yazık ki, bu fizyolojik karamsarlık, zaman zaman, yer yer, değişik oranlarda da olsa, yazdıklarıma yansıyor. Karaciğerimle ilgili otuz yıldır süren bu sorunumu bilmeyen okur ve eleştirmenler, bugüne değin, dünyaya karanlık, hiç değilse sisli gözlüklerin ardından baktığım için böyle yazdığımı ve "böyle" kitaplar yayımladığımı sanıyorlar. Oysa ne mene bir aydınlık içinde görmek, anlamak kavramak istiyorum bunları, içinde yaşadığım toplumu, dünyamızı. Ama, karaciğerim engel oluyor buna.

Çok şükür, bir suredir perhizde ve hekimlerin denetiminde olduğum için, karaciğerim işlevini, tam değilse de, hekimlerin deyişiyle "memnuniyet verici bir biçimde'' yerine getirmekte olduğundan, gerçekleri "gerçek" olarak (duş ve karabasan olarak değil) görebiliyorum. Böyle görebildiğim için de. 1985 ve devam yillar için doğrusu, çok iyimserim.

1 Ocak 1985'ten itibaren uygulanmaya başlanan kadeve'nin, sübyan okullarından başlayarak tüm okur yazarları ve kültür, sanat etkinliklerini içine alması. birçok sorunu, kanımca, kökünden çözümleyecektir.

Şöyle ki:

Örneğin, bir yayımcı olarak, bir devlet kuruluşu olan ve yayımcılık yaşamım boyunca doğrudan doğruya bir dirhem kağıt almayı başaramadığım (karaciğerim o sıralarda berbat durumdaydı). SEKA'dan kadevesini ödeyip kâğıt alan kant tüccarından, kadevemi ödeyip kâğıt alacağım. Bu kağıtları kadevesini ödeyerek basımevine taşıtacağım. Basımevi kadevemi alarak kitabımı dizip basacak. Aynı işlemi, kadeveli olarak, kapağı basan basımevi ile ciltevi de yerine getirecek. Kitabı dağıtıcıya verirken kadeveyi hesaplayacağım; dağıtıcı kitapçıya verirken kadeve ekleyecek. Kitap okuyucuya ulaştığın da, okuyucu, kitabın arkasını çevirip, etiketine bakacak ve haklı olarak, "Yok deve!" diyecek.

Bu hikaye de burada bitecek.

"Karaciğerin gene bozuldu galiba, iyimserlik bunun neresinde?" diyebilir okuyucu.

Oysa, iyimserlik, umut, pembe bulutlar (ne derseniz deyin) hikayenin bittiği yerde başlıyor.

Depodaki bunca kitapla ne yapacak bir yayımcı (örneğin, ben)? Tabii SEKA'ya başvuracak: Alın bu kitapları, öğütün, üzerindeki yazılar silinsin ve defter olarak bana geri verin. Masrafına razıyım. Bir devlet kuruluşu olduğu, dolayısıyla hükümetin kültür politikasını yakından bilen SEKA, kuşkusuz bu isteği yerine getirecek. Depodaki kitaplarımı
alacak, bana süt beyaz ya da saman sarısı (ona da razıyım) binlerce, yüzbinlerce defter verecek.

Tabii ben de bu defterleri okutacağım.

Oh gel keyfim gel...

İnsanoğlu, görüyorsun sevgili okur, her zaman iyimser olabilir.

Ama, benim bir korkum var:

Bu defterleri alanlar, bir şeyler yazıp getirirse, ben de bunların arasından birkaçını önemseyip "Aman bunu başkaları da okumalı'' deyip yayımlamaya kalkarsam ne olacak?

Ne olacağı belli, karaciğerim yeniden bozulacak. Bunca perhiz, bunca denetim boşa gidecek.

Ne yapayım, bu da benim yazgım...

Bağışlayın, "bizim yazgımız'' demek istemiştim.

Görüyorsunuz, daha şimdiden bozulmaya başladı karaciğerim.



Ferit Edgü  | Milliyet  Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 112 - 15 Ocak 1985