Sovyet yönetmen Andrei Tarkowski, 10 Temmuz 1984 günü Milano’da yaptığı basın toplantısında, artık ülkesine dönmeyeceğini, ancak hangi ülkede kalmak istediğine henüz karar vermediğini açıkladı. 52 yaşındaki yönetmen, 20 yıllık sinema uğraşında altı büyük film gerçekleştirebildiğini, ülkesini, dilediği yoğunlukta çalışma olanaklarına erişemediği için terk edeceğini açıkladı. Tarkowski, 18 aydır İtalya ve İsveç’te çalışmakta, ayrıca 1983 sonbaharında Londra Covent Garden Kraliyet Operası’nda Mussorgski’nin “Boris Godunow"unu sahneleyerek, sanat yaşamında ilk kez opera yönetti.
Sinemaya görüntü, müzik, kurgu, resim, happening sanatları yanı sıra, derin bir edebiyat ve felsefe birikimi getiren, Batılı yazar-yönetmenler Fellini, Bergmann, Herzog, Fassbinder, Bunuel, Saura, Bill Daugless’la karşılaştırıldığında Tarkowski’nin yalnız kendi birikimini değil, tüm Rus yazınının birikimini sinemaladığını saptıyoruz.
Tarkowski, hem sosyalist, hem de kapitalist düzeni yadsıdığını, her iki düzene de filmsel şiirle karşı çıktığını söylüyor.
“Neşeli insanlar beni yanıltır, onlara hiç tahammülüm yok. Ancak hiçbir pürüzü olmayan ruhlar neşeli olabilir; çocuklar ya da çok yaşlılar. Ama neşeli insanlar hiç de bu nitelikte değil. Kanımca neşe, insanın ancak çevresini, içinde yaşadığımız koşulları kavrayamamasından kaynaklanıyor”.
“Nostalghia” diyor Tarkowski “yalnızca memleket hasreti değil. Rusçada nostalghia bir hastalık, öldürücü bir hastalık anlamına gelir. Andrei, ülkesinden uzak bu hastalığa tutulmuştur. Giderilmesi olanaksız bir özlemin hastasıdır. Neyi özler? Gerçeği, gerçek yaşamı özler.”
(Tarkowski’nin “Le Monde”da yayımlanan konuşmasından.)
Kasım 1983’te, gazeteci ve psikiyatrist Irena Brézna, (Basel) Tarkowski ile Londra’da (belki Rusça bildiği için) bir söyleşi yapmayı başarmış. Gazetecinin yönelttiği güncel feminizmi vurgulayan sorulara hiç katılmıyorum, ancak Tarkowksi’nin yanıtlarını Türk okuru için de ilginç bulduğumdan bu söyleşiyi çevirmek istedim.
Brézna: Sovyetler Birliği’nde ünlü olmanızın mutlak bazı ayrıcalıkları var, sakıncaları da var mı?
Tarkowski: Ünlü olmak ve tanınmak gibi konular beni hiç ilgilendirmiyor. Kendi ünüm konusunda hiç kafa yormadım. Ün, benim için anlamsız.
Brézna: Sanki ün sizi rahatsız ediyor. ilişkilerden kaçınıyorsunuz. Hemen hemen hiç görüşme yapmıyorsunuz.
Tarkowski: Gazetecilerle görüşerek, şöhretlerinden yararlanmak isteyenler var. Ben onlardan değilim. Aksine hiç sevmem söyleşileri. Yaptığım söyleşilerden sonra yayımlanan konuşmaların hiçbirini beğenmedim. Beni övdükleri için değil, konuştuğumuz dışında, bambaşka şeyler yazdıkları için. Ünümden dolayı ilgi çeken bir kişi olma duygusu, beni her zaman tedirgin ediyor. Adeta öfkeleniyorum.
Brézna: Konuşmamızın çıkış noktasının hiç de iç açıcı olmadığını mı anlatmak istiyorsunuz?
Tarkowski: Hep böyle. Yapılacak bir şey yok. Zaten çıkış noktası ne demek? Siz ve benim için böyle şey söz konusu değil. Ortada yalnız sizin benimle görüşme isteğiniz var. Ben de bütün gücümle size karşı direteceğim.
Brézna: Bizi bağlayan hiçbir olgu yok demekle yanılıyorsunuz. Filmleriniz var. Bu söyleşi, sizinle konuşabilmek için bir vesile. Sizi tanımak istiyorum. Ama size ulaşmak oldukça güç.
Tarkowski: Ama ne yazık ki, tüm güçlükleri atlatabildiniz. Diğer gazeteciler gibi bu güçlüklere takılıp, gelmeyebilirdiniz. Ama geldiniz.
Brézna: Evet, sizi bir kale gibi kuşattım. İşte şimdi buradayım ve nasıl konuşacağımı bilemiyorum.
Tarkowski: Yalnızca doğallıkla konuşun, yeter.
Brézna: Filmlerinizi duygularımın derinliğinde algılıyorum. Olaylara bakışınız da bana yabancı değil. Ancak, kadın olarak filmlerinizde kendimi göremiyorum. Yapıtlarınızda kadın ancak geleneksel bir rol oynuyor. Siz yalnız erkeğin dünyasını yansıtıyorsunuz. Ve erkeğin bakış açısından, kadın ancak bilmece. Seven, erkeği anlayan ve tüm varoluşu ancak erkekle ilişkisinde beliren bir kadın var filmlerinizde.
Tarkowski: Bu konuyu hiç düşünmedim, kadının iç dünyasını demek istiyorum. Kadına, kendine özgü bir iç dünya sunmak çok güç, bunu yapmak da istemiyorum. Kadının bir iç dünyası var, ama kanımca kadının iç dünyası, birlikte yaşadığı erkeğe sıkı sıkıya bağlı. Bence kadının yalnız olması hiç de doğal bir durum değil.
Brézna: Ya yalnız bir erkek, bu doğal mı?
Tarkowski: Yalnız bir erkek, yalnız olmayan erkekten daha doğal. Bu nedenle benim filmlerimde kadın ya da yalnız erkek dolayısıyla var. Yalnız iki filmimde kadın var: “Ayna"da ve “Solaris"de. Burada da kadın tabii erkeğe bağımlılığı dolayısıyla var. Siz kadının bu rolünü yadsıyor musunuz?
Brézna: En azından kendimi o kadında göremiyorum.
Tarkowski: Birlikte yaşadığınız erkekten, yaşamını sizinkine bağımlı kılmasını mı bekliyorsunuz?
Brézna: Hiç değil. Ben kendi dünyamı yaşayayım, erkek kendi dünyasını yaşasın.
Tarkowski: Bu mümkün değil. Kadın ve erkek kendi dünyalarını yaşarlarsa, onları bağlayan hiçbir şey kalmaz. Kadın ve erkeğin iç dünyalarının müşterek bir dünya oluşturmaları gerekir. Bu gerçekleşemezse, kadın ve erkeğin beraberliği mutsuz, uyumsuz ve giderek ölmeye mahkûmdur. Bir kadının erkeğini değiştirmesi bana çok garip geliyor. Önemli olan onun kaç erkeğin karısı olması değil, önemli olan bir ilke. Kadın, bu ilişkileri, bu evlikleri bir hastalık gibi çeker. Yani kadın bir hastalığa tutuluyor, sonra diğerine, sonra gene bir diğerine. Sevgi, öylesine bütün bir duygudur ki, bir kez daha yinelenmesi olanaksızdır. Ne durumda olursa olsun, olanaksızdır. Kadın, bu duyguyu yineleyebiliyorsa, o zaman sevgi onun için anlamsız demektir.
Brézna: Kadının doğasını bildiğiniz kanısında mısınız?
Tarkowski: Bu konuda bir düşüncem var, tıpkı sizin gibi.
Brézna: Ama ben kadın olarak kendimi derinliğimden tanıyabiliyorum.
Tarkowski: İnsanın yargıya varabileceği en zor olgu kendisidir. Kendi dünyasını koruyabilme çabası gösteren kadınlara şaşıyorum. Bence kadın olmanın anlamı, kadınsal sevginin yeteneği, onun özverisinde yatar. Kadının büyüklüğü de bu. Böyle kadınlara saygı duyuyorum. Böyle kadınlar da tanıyorum.
Brézna: Söyleyecek söz bulamıyorum. Size göre kadının varoluşu ancak erkeğe olan sevgisinde anlam kazanıyor.
Tarkowski: Böyle bir şey söyledim mi? Yalnızca kadın-erkek ilişkisinden söz ettik. Henüz bir durumu açıklığa kavuşturamadım, siz beni saldırganlıkla suçluyorsunuz.
Brézna: Yeterince söylediniz, bunu siz de biliyorsunuz.
Tarkowski: Ben yalnız seven bir insanın artık kendi iç dünyasını içinde saklı tutamayacağını söyledim. Sevdiği insanla kaynaşacaktır çünkü dünyası, başka bir bütünlük oluşturacaktır. Kadını bu ilişkisinden soyutlarsak, ilişkiyi de yıkmış oluruz. Kadın da hemen doğrulup, beş dakika sonra yeni bir yaşama başlayamaz. Çünkü kadının iç dünyası, erkeğe olan duygularına bağlıdır. Bence de kadının iç dünyası, tümüyle erkeğe olan duygularına bağlı olmalıdır. Kadın, sevginin simgesidir. Ve sevgi de, insanın sahip olduğu en büyük değerdir. Burada değer sözcüğünü hem nesnel, hem de soyut anlamda, tüm duyguları kapsayan anlamda kullanıyorum. Yaşama, anlamını veren kadındır. Kurtarıcıyı doğuran Meryem’in, sevginin simgesi oluşu bir rastlantı değil. Kadınlarla bu konuyu konuştuğumda, sanki saygınlıkları ellerinden alınacak duygusuna kapıldıklarını görüyorum. Bence bu kadınlar, gerçek saygınlığı ancak kendilerini erkeklerine tümüyle adadıkları zaman elde edeceklerini unutuyorlar. Gerçekten seven bir kadın, sizin yönelttiğiniz soruları yöneltmez.
Brézna: Ben, insanın hem sevebileceği hem de aynı zamanda kendi iç dünyasını koruyabileceği kanısındayım. Ve korumak zorundayım da. Kadın, kendi yolunu erkeğinin yolu olarak seçerse, kaybeder. Elleri boş kalur. Bu eski, çok eski bir tuzak. Ben de zaman zaman, sevgi içinde bütünleşmeye eğilim gösteren bir kadınım.
Tarkowski: İyi ki öylesiniz. Bu duygunuzla övünebilirsiniz. Ama benim kadından zorla bunu istediğimi sanmayın. Güç kullanarak sevgi kazanılmaz. Bu nedenle görüşüm hiç kimse için tehlikeli değil.
Brézna: O halde sevgi ya var, ya da yoktur.
Tarkowski: Evet, ya var, ya da yoktur. Ve sevgi olmazsa, hiçbir şey olmuyor demektir... insan yavaş yavaş ölüme gidiyor demektir. Ben yalnız kendi düşüncemi aktarıyorum. Tabii herkesin kendi dünyasını yaşadığı, ilişkilerin soğuklaştığı, bencilleştiği durumlar var. Belki böylesi durumlar daha da kolay. Böylesi ilişkiler daha az sakıncalı. Ve feminizm akimi da bu doğrultuda. Gerçekten de bu ve benzeri konularda tartıştığım kadınların tümü, kadın olmanın olağanüstülüğünü kavramamışlar. Her zaman şaşırttı bu durum beni, çünkü kadının iç dünyası, erkeğin iç dünyasından çok başka. Kanımca kadın, bu özelliğinden dolayı erkeğe bağımlı olmadan yaşayamaz. Erkeksiz yaşamaya başladığında, örgensel yaşamını yitirir. Toplumda dilediği yere gelebilir, bir erkeğin işini de üstlenebilir, ama bunlar onu kadınsal kılmaya yeter mi? Hiçbir zaman yetmez.
Feministlerin neyi amaçladıklarını anlıyorum: Artık sorumluluklarını istemiyorlar. Her zaman ezildiklerini ve eşit haklar kazanarak bu durumdan kurtulacaklarını sanıyorlar. Kavrayamadıkları durum şu: insan, kadın ya da erkek, gerçekten yürekten bağımsız olmak istiyorsa, zaten bağımsızdır, özgürdür; özgürlüğü kendisi seçtiği için özgürdür, özgürlükçü bir ülkede yaşadığı için değil.
Bireyin özgürlüğü, ülkesinin özgürlükçülüğüne bağlı değil, kendi seçimine bağlıdır. İnsanların gerçekleştiremedikleri yaşam özlemlerini başkalarının suçu gibi görmeleri beni her zaman öfkelendirir. Bağımsız olmadığını söyleyen kişilere öylesine öfkeleniyorum ki. Bağımsızlığı istiyorsan, bağımsız ol. Seni engelleyen kim? Mutlu olmak istiyorsan. Ama mutsuzsan, mutlu ol.
Kadının uzun bir dönem süresince, dünya politikasının önemli olaylarından dışlandığı şüphesiz. Bu tabii haksız bir durum. Ama günün birinde kadın tüm toplumsal yaşama katıldığında ne olacak bilemiyorum. Buna karşı olmadığımı vurgulamak isterim. Kadının toplumsal yaşama tümüyle katılmasından yanayım. Ama bana öyle geliyor ki, kadın o durumda kendi dilediği konumu bulamayacak.
Brézna: Düşüncenize katılıyorum. Erkek yargıları dünyaya egemen olduğu sürece, kadın konumunu bulamayacak... Erkeğin başarısı ölçüt olduğu sürece...
Tarkowski: Yanılıyorsunuz. Beni önemli bir kariyer sahibi bir kadın kadar rahatsız eden hiçbir şey yok. Erkek olarak haklarımın sınırlandırıldığını sandığımdan değil. Kadının bu durumu bana hiç doğal gelmediği için. Bence böyle bir kadın, görmemezliğe gelmesi gereken bir yola sapmış. Ancak erkekle yanlış bir rekabet onu bu yola sürüklemiş olabilir... Afedersiniz, adınız ne?
Brézna: İrena.
Tarkowski: İrena, dinleyin. Siz kadınsal doğanızdan hoşnut olmadığınızı söylüyorsunuz.
Brézna: Yanlış anlıyorsunuz.
Tarkowski: Şimdiye dek süregelen kadın-erkek ilişkileri dışında yeni ilişkiler olamaz ki. Çünkü dünyamız iki cinsiyetli; istesek de istemesek de. Belki herhangi bir gezegende tek cinsiyetli ya da beş cinsiyetli bir dünya varolabilir ve böylesi bir oluşum o gezegenin varlığının sürebilmesi için zorunludur. Belki böylesi bir gezegende hem bedensel hem de duygusal sevgi için beş varlığa gereksinme vardır. Ama yeryüzünde iki varlığa gerek var. Her zaman bu durum unutuluyor. Neden bu gerçek unutuluyor, bilmiyorum. Haktan, durumdan, bağımlılıktan söz ediyoruz, ama kadının kadın, erkeğin erkek olduğundan hiç söz etmiyoruz.
Brézna: Öncelikle, kadını erkeğe bağımlı kılmanızı anlamıyorum. Ayrıca kadını sevgi, fedakârlık gibi kavramlarla erkeğe bağlamak istiyorsunuz. Oysa bana öyle geliyor ki, siz kendiniz sevgi ve fedakârlığa susamışsınız, ama sanki bu duygular yaşamaya yeteneğiniz yok.
Tarkowski: Bilmiyorum. Olabilir. Bu konuda kesin bir yargıya varmam güç. Ayrıca sizin kurduğunuz tümceleri kurmak bana çok güç geliyor. Belki de kişisel yapınız benimkinden çok başka. Kendinizden beklentileriniz başka. Görülüyor ki siz, benim “Ayna” filmimdeki anne değilsiniz. “Ayna” filmi benim annemi anlatır. Gerçeğe dayanan bir öykü, kayıtsız. Belki de haklısınız, bu filmde kendinizi göremediniz.
Brézna: “Starker” ve “Soloris” filmlerinde insanlığın sorununa genelde bakışınız beni çok etkiledi, bu sorunu filmsel irdeleyişiniz. Bu söyleşiyi yapmamın nedeni de bu. Solaris filminde aşkı da çok olağanüstü ve ince anlatıyorsunuz. Ama Chari’nin tek gücü sevgi. Yaralandığı tek nokta da gene sevgi.
Tarkowski: Siz yara almak istemiyorsunuz. Hiçbir yarası açılmayan bir insan olarak kalmayı yeğliyorsunuz.
Brézna: Bir an için düşünün. Kendinizi bir kadının yerine koyun. Yüzyıllardır hep başkaları için varolmayan koşullandırılmışsınız. Hiçbir zaman kendiniz olamamışsınız. Büyük bir yük değil mi?
Tarkowski: Erkek olarak ayakta kalabilmek de, kadın olarak ayakta kalabilmek kadar güç. Bütün mutsuzluk tüm sorun başka yerden kaynaklanıyor. O da şu: Öyle bir toplumda yaşıyoruz ki, kitlelerin genel düşünsel düzeyi çok yetersiz. Bugün gözümüzü yumup, yarın uyanmayacağımızı da biliyoruz. Herhangi bir akıl hastası bir düğmeye basarsa, üç adet bombanın gezegenimizdeki yaşama son verebileceğini de biliyoruz. Bütün bu gerçeklerin bilincindeyiz, ama onları gene de unutuyoruz. Akılsal ve tinsel ilgilerimiz o denli maddesel varlığımızın esiri ki... hiçbir zaman aklımıza bile gelmemesi gereken sorunlarla ilgileniyoruz. Bu denli toplumsal sorunun varlığı, ne denli akılsızca davranmış olduğumuzun kanıtıdır. Akılsal ve tinsel açıdan doyum kazanmış bir kadın, hiçbir zaman erkeğin gölgesinde kaldığını, ya da onun esiri olduğunu düşünemez. Tıpkı kadın gibi, aynı doyumu sağlamış erkek de, kadını zorlamayı hiçbir zaman aklından geçirmez. Oysa siz getirdiğiniz örneklerle beni böylesi yanıtlara zorladınız. Bu tür sorunların açıklanması bizi hiç de ilgilendirmemeli. Çünkü bu sorunlar, bizim akıldan yoksunluğumuzun belirtileri. Akılsal zenginlikleri şaşılacak boyutlarda kadınlar da tanıdım. Bu kadınlar böylesi sorunları hiç büyütmez, aksine öylesi bir ruh zenginliğine sahiptirler ki, öylesi bir moral güçleri vardır ki, her erkek önlerinde diz çökmeye hazırdır. Ayrıca böyle kadınların önünde diz çökmek ayıp değil, bir şereftir. İşte sorun burada. İlişkileri açıklamaya çalışmak, kötü bir çıkış noktasıdır. Bu konuda çaba harcamak, hoşnutsuzluğumuzun belirtisidir, yoksa eşitlik aramanın değil. Bu ikisi çok ayrı konular. Bence, bugün kadın korkunç bir duruma sürüklenmiş. Gerçekten seven bir kadın bu tür sorular yöneltmez. Bunlar onu ilgilendirmez bile.
Brézna: Gerçekten seven kadın, sevgisini bir erkekte toplamaz, tüm dünyaya dağıtır. Nükleer savaşın dünyayı tehdit ettiğini söylediniz. Nükleer silahlar erkeklerin önderliğindeki bir dünyada üretilmiştir.
Tarkowski: Madame Curie’nin katkısını da unutmayalım.
Brézna: Sorumlular dünyamıza egemen olan erkeklerin gücü. Kadının, kadınsal içgüdülerle egemen olacağı bir dünya, belki de bu apokaliptik sonuca varmazdı. Böyle bir dünyada kadının sorumluluğunu taşımayıp, kendisini sevgiye ve bir erkeğe atamasını nasıl düşünebiliyorsunuz?.. Erkeğin, kadının sıcak sevgisiyle gezegenimizi perişan etmesine seyirci mi kalsın?..
Tarkowski: Bu korkunç, korkunç bir varsayım. Ne demek istediğinizi anlıyorum. Ama, söylediklerinize şaşıyorum. Erkeğin dünyamız hakkında ayni kuşkuları taşımadığını mı sanıyorsunuz. Erkeğin bu dünyanın efendisi olduğunu sanıyorsanız, yanılıyorsunuz.
Brézna: Ya kim?..
Tarkowski: O.
Brézna: Nerede o?..
Tarkowski: (Eliyle yukarıyı gösteriyor)
Görüyor musunuz söyleşi nereye varıyor. Sonuçları tartışıyoruz, nedenleri tartışacağımıza. Önemli nokta şu: İnsan, varoluşunun temel nedenini kavramamışsa, bu dünyaya neden geldiğini ve ömrünü neden burada yaşadığını bilmezse, o zaman işte dünya zorunlu olarak bugün içinde bulunduğumuz koşullara sürüklenmiş demektir. İnsanlık, daha “aydınlanma çağında” hiç ilgilenmemesi gereken konularla ilgilenmeye başladı. Maddesel dünyaya eğilmeye başladı. Bilmek, öğrenmek isteği insana, özellikle erkeğe egemen oldu. Ayrıca kadın, erkek kadar bilime susamış değildir. Peki, ne oldu?.. İnsanlar, kör gibi çevrelerini ellemeye başladı. Ellerinden başka çevrelerini algılayacak uzuvları yokmuş gibi davrandı. Bu dünya ile ilgili o denli şey öğrendik ki, toplumsal bir uyum kazanmamız, mutluluğumuz gerekirdi. Hayır. Tam aksi. Yeryüzü hakında ne kadar çok bilgi edinsek, bununla uğraşan uzmanlarımız giderek atalarımızın bildiklerinden daha azını kavradığımızı saptıyor. Bizler, yanılgıların gücü altındayız. Yeryüzü üzerine çok şey bildiğimize karar verdik. Ama, hiçbir şey bilmiyoruz. Dünyanın küçük bir kesiti üzerine bildiklerimiz, bütünü için yetmiyor, çünkü yeryüzü sonsuz. Kanımca insanın varoluş amaç, bilip tanımakta yatmıyor. Bu, insanin entelektüel görevi. Ama temel sorunu değil. Varolmanın temel sorunu, yaşamın anlamını kavrayarak yaşamakta. Örneğin atomun bölünmesiyle yeni bir enerji kaynağı buluyoruz ve bu enerjiden nasıl yararlanıyoruz?.. Atom bombası yapıyoruz, intihar silahı. Söylemek istediğim, buluşları olumlu yönde kullanma yeteneğinden yoksunuz. Bunun da nedeni, insanın niçin yaşadığını bilmemesi. Bilim adamı, yaşamının anlamını, buluşlar gerçekleştirmekte görüyor. Bu, gerçeğe pragmatik bir yaklaşımdır. Sanatçı, sanat yapıtları gerçekleştirmek için yaşıyor. Herkes üzerine düşen görevle yaşıyor, bir görevin parçalarıyla ve eşitsizliği algılıyor, birbirine gıpta ediyor. Oysa, her insan kendi yaşamının anlamını kavrayıp, buna göre yaşamalı. Bu doğrultuda herkesin hakkı var ve herkes eşit haklara sahip: Sanatçı, işçi, papaz, köylü, çocuk, köpek, erkek ve kadın.
Yaşamın anlamını keşfedemezsek, onu-bunu kurcalamaya başlayıp, sorunlar yaratırız. sorunlar, yaşamın anlamını kavrarsak, hiçbir zaman ortaya çıkmayacak. Benim görüşüm bu. Başlangıçta, her şey yerli yerinde. Uygarlığımızın içine düştüğü çıkmaz, bir oransızlıktan kaynaklanıyor. iki kavram uyumsuzluk içinde: Maddesel ve ussal gelişim. Bu, insanın kendisini doğaya ve diğer insanlara karşı korumaya karar vermesiyle başlamış. Toplumumuz, bu yanlış temel üzerine kurulu. İnsanlar birbiriyle sevgi, dostluk, bir düşünce alışverişi dürtüsüyle ilişki kurmuyor, tabiî yaşamını sürdürebilmek için. Ama, ben insanın başka türlü de yaşamını sürdürebileceğine inanıyorum: İnsan olduğu için hayvan olmadığı için. Eski toplumlarda, insanların doğa ile uyum içinde yaşadığı ve akıl almaz sonuçlar elde ettiği toplumların yaşadığını biliyoruz. Örneğin Sanskrit yazılarında uygarlıkları saptanan Doğu kültürleri ussal ve nesnel yaşam arasında bir uyum sağlamayı başarmıştır. Bu kültürlerden kalan belgeler, uygarlığın eski çağlarda gelişebildiğini de göstermektedir. Bu uygarlıkların neden ortadan kalktığı sorusu yöneltilebilir. Başka kültürlerin oluşması, onlara düşmanlık beslemesi ve gelişmelerini engellemesi onları yok etmiş olabilir. Bilmiyoruz. Ne olursa olsun, insan yeryüzüne, düşünsel açıdan kendi kendini inşa etmek için geldiğini, içindeki ’kötülüğü’ yenmesi gerektiğini, bencillikten kaynaklanan ’kötülük’ dediğimiz duyguyu yenmesi gerektiğini kavramak zorundadır. Bencillik, insanın kendi kendini sevmediğinin belirtisidir, kendi kendini kavramadığının ve sevgi kavramını yanlış anladığının kanıtıdır. Tüm kavram ve olguların deformasyonu burada yatar.
Bilim dünyamızın budalalığı, yanılgısı ve giderek artan olumsuz sonuçları, kadının gerektiği anda dümene geçmemiş olmamasında değildir.
Bu olumsuz sonucun nedeni, insanlığın düşünce düzeyinin gereken yüksekliğe ulaşamamış olmasındadır.
İnsanlık yeni enerji kaynakları arayacağına, düşünce değerlerini yüceltme doğrultusunda çalışsaydı, düşünce enerjisi arasaydı, bugün konuştuğumuz sorunlar var olmayacaktı. O zaman insan daha uyumla, akılsal, düşüncesel bir gelişimin denetiminde gelişecekti. Akılsal gelişim sürecinin, entelektüel süreç gibi insanı tek yönlülüğüne sürüklemeyeceği kanısındayım. Çünkü akılsalcılık, aynı zamanda uyumluluk kavramını da içerir. Bunun dışında her şey, siz ne kadar haklı da olsanız, ikinci planda kalır. Filmlerimde kendinizi bulamadıysanız, bu benim haksız olduğumu göstermez. Anlatmak istediğim kadının gerçeğini yansıttım ben.
Çok önemsiz sorunlarla uğraşıyoruz ve bugünün krizli dünyasını kurtardığımızı sanıyoruz. Oysa yanılgıya düşüyoruz. Kanımca bu tür sorunlarla uğraşmak çok tehlikeli. Bizi temel sorundan uzaklaştırır: Akılsal düzeyde sürdüreceğimiz mücadeleden. Akılsal/tinsel mücadele her alanda veriliyor. Bu nedenle herkes bu mücadeleyi anlıyor. Hiç eğitim görmemiş, ama yüce ruhlu bir insan, temel sorunun nerede yattığını kavrar.
Gerçek sorumluluğunu kavramış bir insanın, temel sorunları yoktur. Yaşamın anlamını bilerek, yeryüzünde yaşama karşı görevimizi yerine getirerek, yaşamak istiyoruz. Ama çoğunlukla başaramıyoruz. Henüz yeterince güçlü değiliz. Bu yolu seçmek ve bu yolda yürümek önemli. Bu temel sorunumuz çözümlenmedikçe, peşimizi bırakmayacaktır. Acı olan günümüz uygarlığının çıkmazıdır. Toplumu akılsal düzeyde geliştirebilmek için zaman gerek. Oysa zamanımız yok. İnsanın geliştirdiği teknik, artık kendi düğmeleriyle çalışıyor. İnsanlar ve politikacılar, kendi yarattıkları sistemin tutsağı oldular. Onları bilgisayarlar yönetiyor. Bilgisayarı devreden çıkarabilmek için kafaca çaba harcamak gerek. Bunun için de yeterli zaman yok. Tek umut, insanın bilgisayarı devreden çıkaracağı an, kafaca aydınlanmasında.
Tezer Özlü | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 101 - 1 Ağustos 1984
___________________________________________________________________________________________Andrey Tarkovsky’nin ardından
Güçlü bir inançtan doğan güçlü yapıtlar...
Kadıköy’den bindiğim vapur lodos yüzünden Haydarpaşa mendireğinin iç tarafından geçiyordu. Çaycı, oturduğum kıç güvertesine ancak gelebilmişti. Çıkık elmacık kemikleri incecene düzeltilmiş bıyığı, düz isyankar saçları vardı. Ne kadar da benziyor Tarkovski’ye diye düşündüm. Radyasyondan madyasyondan korkmadan bir çay istedim, daha yakından bakabilmek için adama. “Büyürün abicim” deyince büyü bozuldu. Çaycı çaycı oldu, deniz deniz, balkabağı balkabağı, fareler fare, ölüm ölüm.
Nezih Coş’un cenazesinden dönüyordum. Her zaman siyasal ya da sinemasal görüşlerine katılmasam da, çıkardığı ve yazılar yazdığı dergiler, gazeteler, her gösterilerine koşturduğu yabancı kültür merkezleri. Sinemayı seven ve yoğun bir ilgi sinemalı yasayan Nezih Coş’u yıkık kavuklu taşlar ve yamuk selviler diyarı Karacaahmet’te toprağa verirken, ondan iki gün önce ölen Tarkovski’yi de anmıştım. Kolay değildi gencecik, üretken insanların ölümüne tanık olmak. Biri burada, biri kuşuçuşu iki bin kilometre ötede ölse de.
Tarkovski’nin son filmi “Kurban”ı Cannes’da izlerken öleceğini bilen ve kabullenen bu insanın bilgeliğine özlenmiştik. Filmden çıkarken Tarkovski’nin sağlık durumunu sorduğum Fransız eleştirmen arkadaşlar, yönetmenin beynindeki üç tümörden iki büyüğünün halledildiğini, ama küçücük olan ötekinin inatla direndiğini söylemişlerdi. Yurdundan, ülkesinden uzakta yaşayan Tarkovski’yi bu küçücük tümör öldürdü işte. İnce bir sızı gibi yüreği saran gurbet sancısının türevi olan ve benim “nostalghia” adını taktığım tümör. Yaşayası sinema ustamızı da iki yıl önce kıskacına katıp ölüme kadar sürükleyen bir hain hastalık.
ÖLÜMÜN BAŞI DOĞUM
1932’de Volga kıyısında küçük bir köy olan Zavroje’de doğuyor Tarkovski. Babası Sovyetler Birliği’nin ünlü şairlerinden Arseni Tarkovski. Daha sonra yapacağı filmlerde babasının şiirlerinden dizeler aktaran Andrey Tarkovski, Moskova yakınlarında devlet sanatçılarının oturduğu bir kasaba olan Peredelkino’da büyüyor. Eğitimini önce müzik, resim ve heykel üzerine yoğunlaştıran Andrey, daha sonra yapacağı filmlerde bu sanatsal eğitiminden büyük ölçüde yararlanıyor. Öylesine ki, “Stalker” filminin çekimini birkaç kez istediği renk niteliğini tutturamadığı için durduruyor. “Nostalghia’ filminin insanı acıya ve tutkuya taşıyan renkleri sanki şeytanin soluğunun boyanıp duvara asılabileceği öyküsünün gerçekleşebilirliğinin bir kanıtı. Güzelduyu açısından kendini güzel sanatların her türünün eğitimi ile geliştiren Tarkovski, daha sonra Arapça öğrenmeye başlıyor. Üniversite öğrenimini jeoloji dalında yapan genç Andrey, bütün Sibirya’yı jeolog olarak dolaşıyor.
Bu deneyimlerden giderek fizik ile fizikötesi arasındaki ilişki ve çelişkiyi sürekli içinde duyması bir rastlantı değil. Kendisinin bir doğulu olduğunu sık sık söylüyor Tarkovski.
Son filmi “Kurban” üzerine yazdıkları arasında şu sözlere rastlıyoruz:
“Doğu düşünce biçimlerine daha bir yakinlik duyuyorum.
Bu dizge içinde insanlar polemiksel üstünkörülüklerle uğraşmak yerine İçtengelen bir Ses’in çağrısına kulak verebiliyorlar.
Benim için yaşamsal konu, çağdaş kültürümüz ve uygarlığımızda ruhani bir varoluşa yer bırakılmamasıdır.
Maddi zenginliklere yönelişimiz, bizi ruhani boyutumuzdan uzaklaştırdı. Ben inanan bir insanım ve bizi hiçbir rejim zorlamamasına rağmen koştuğumuz ruhani intihar beni hayrete düşürüyor. Tinsel bütünlüğü yakalamanın bir yolu da insanın kendisini kurban olarak sunabilme yeteneğine kavuşmasındandır.
Böylece kendisini kurban edebilen kişi, anlamıştır ki, kendisini fizik olarak bile kurtarmak istese, benliğine kendisini unutturup tinselliğine yer açmalıdır. Doğru, dünyamızda, böyle bir tutum saçma görülebilir ve çevresindekiler için kuşkusuz bir sinama oluşturur ama bu eylemler onu özgürlüğüne götürecek yol olacaktır.”
Tarkovski’nin kendine özgü ve tüm yapıtlarında yansıyan “tinibütün” tutumuna katılmasak bile, bu tutkusu onun filmlerinin yadsınamaz içerik ve biçim mükemmelliğini oluşturuyor. Sinemaya yirmi dört yaşında adım atıp, yirmi sekiz yaşında “Silindir ve Keman” adlı mezuniyet filmini yaptıktan iki yıl sonra gerçekleştirdiği ilk uzun konulu filmi “İvan’ın Çocukluğu”nda bile kurban temasına rastlıyoruz.
"Bana kendimi tanıttı” dediği profesörü Mikhail Rommun sınıfından arkadaş olduğu Andre Koncalovski ile senaryosunu yazdığı bu filmde Sovyet ordusu için Alman cephesi gerisinden bilgi toplayan bir çocuğun öyküsü anlatılıyordu. Kahramanlık gerektiren durumlar, yurtseverlik duyguları ve çocuğun duyarlı fakat duygusal bakış açısı sanki filmin sıradan savaş filmi olduğu izlenimini verebilirse de, Tarkovski’nin etkileyici kış manzaraları ve İvan’ı saran büyülü ışıklarla film birden bambaşka bir havaya bürünüyor. Bir görev sırasında kaybolan İvan’ın, Berlin düştükten sonra ele geçen Alman dosyalarında betimlenen ölümü filmin saygılı tavrının altını çiziyor. Kaderin soğuk eli ile savaşta kurban edilen İvan çocuğun masumiyetinin olağanüstü bir soyluluğa ve beceriye dönüşmesi, filmin kahramanlığa şiirsel bakış açısıyla birleşince evrensel bir boyut kazanıyor.

FANTASTİK BİR ÖZNELLİK
1972’de yaptığı “Solaris” adlı bilim kurgu filmde yine fizik ve fizikötesi çelişkilerini irdeleyen Tarkovski, 1975 yılında gerçekleştirdiği “Ayna” adlı filmle teknik ve anlatının yapısı açısından getirdiği “Ayna", kırk yaşlarında bir adamın, aynı sanatçı tarafından oynanan, annesi ve karısının çevresinde dönenen içdökümünü anlatıyor. Tartışılmaz öznelliği nedeniyle bu film, Tarkovski ile ülkesindeki siyasal çevrelerin arasını açıyor.
Aynı sorunlar Tarkovski’nin 1979 yılında gerçekleştirdiği ”Stalker” filmi çevresinde de gelişiyor. Cannes Film Şeniği’nde “korsan” bir gösterimi yapılan film karamsar güzelduyusu ve içeriği ile bilim-kurgusal bir yolculuğu anlatıyor. Girilmesi yasak olan bir bölgeye girmek isteyen bir bilim adamı, bir yazar ve onlara kılavuzluk eden “Stalker"ın yolculukları, ak perdede fiziki mekanlarda geçse de, bu serüvenin Tarkovski’nin tüm filmleri boyunca tutkuyla bağlandığı, insanın iç dünyalarını irdeleme isteğinin sonucu olduğunu görüyoruz.
Her ne denli aile kökeni olarak ayrıcalıklı bir kesim içinde yetişmiş de olsa,
özelliği ve tine dönüklüğü Tarkovski’yi, eytişimsel özdekçi düşüncesinin egemen olduğu toplumuyla kaçınılmaz bir biçimde ters düşürüyor.
"KURBAN"IN “NOSTHALGHIA"SI
Batılı sinema çevrelerinde bütün zorluklara rağmen ülkesinde yaşadığı ve Sovyetler Birliği düzeniyle uzlaşmış göründüğü için, filmleri çok beğenilmesine karşın ağır bir biçimde eleştirilen Tarkovski, 1982 yılında İtalya’da “Nostalghia” adlı filmini gerçekleştiriyor. Mekan İtalya ama filmin ruhu Slav. Tarkovski ülkesinin insanı, kokusu ve ruhunu İtalya’ya taşıyor. Tez yazmak için İtalya’da dolaşan bir rus aydınının aracılığı ile. Ağır sinema diline karşın olağanüstü görsel niteliklere sahip bu film yönetmenin çağdaş uygarlığın insana kendini ve tinselliğini unutturan hızına bir yanıt sanki.
Son filmi “Kurban"da sanki bir “vasiyet filmi” gerçekleştiren Tarkovski, sanki tüm yaşamının ve filmografisinin sentezini getiriyor akperdeye.
İsveç’te çekilmesine ve konu isveç’te geçmesine rağmen tamamen Slav kişiliği ve güzelduyusunun egemen olduğu filmde, su kıyısında bir köşkte yaşayan Aleksander adlı gazeteci-yazarın doğum günü aile arasında kutlanırken, ülkenin başbakanı bir televizyon konuşması ile nükleer bir savaşın başladığını söylüyor ve yayın kesiliyor. Alçaktan uçan bombardıman uçaklarının gürültüsü masanın üzerindeki kristal kadehleri şıngırdatırken, içi titreyen Aleksander Tanrıya yakarıyor. Eğer bu savaş olmazsa, tüm varlığından ve yakınlarından, hele çok sevdiği küçük oğlundan vazgeçecektir. Sabah olduğunda dünyanın yıkıma uğramadığını gören Aleksander verdiği sözü tutacaktır.
İnanılmaz bir ustalık ve içtenlikle anlatılan “Kurban” filmi gerek görsel nitelikleri, gerekse her karede yaşanan tutkulu inançla sinema tarihinin dönüm noktalarından biri. Andrey Tarkovski’nin son filmi ama inanıyorum ki sinemaya yeni bir bakışın da başlangıcı ille Tarkovski’nin tinsel ya da dinsel yaklaşımı ile aynı düzlemde olmak zorunda değiliz. Ama onun kadar güçlü olan bir inancımız varsa, sanatsal olanaklarla bu inancı ayni güçle anlatabilmeliyiz. Ödünsüz ve tüm benliğimizle katıldığımız bir yaratım süreci ile üreterek yapıtlarımızı. Yaşamı.
Yavuzer Çetinkaya | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 160 - 15 Ocak 1987
___________________________________________________________________________________________
Andrey Tarkovsky’nin ardından
Su, şiir, sinema, vesaire...
“Herkes bana filmlerinde şunun ya da bunun anlamını soruyor. Korkunç bir şey bu! Sanatçı kendini açıklamak zorunda değildir. Filmlerim hakkında o kadar derin düşüncelere dalmam ben... Hem o filmlerdeki sembollerin neyi sembol ettiklerini de bilmiyorum. Bence önemli olan, duyguları ayaklandırmaktır. Hangi duygu olursa olsun! İçinizde yer değiştiren şey ne olursa olsun! Eğer gizli bir anlam peşindeyseniz, olup biten her şeyi ıskalayacaksınız demektir. Bir filmi seyrederken düşünmek, o filmle olacak ilişkinizi örseleyecektir. Bir saati parçalara ayırın, işlemez artık o saat. Bir sanat eserini de parçalamadan çözümlemek imkansızdır.”
Tarkovski öldü. Artık olağanüstü güzellikteki filmleriyle mutsuz çoğunluğun canini sıkmayacak, mutsuz azınlığın aklini dürtmeyecek, mutsuz çoğunluğu esnetmeyecek, mutsuz azınlığı tedirgin etmeyecek, mutsuz çoğunluğun uzağına düşmeyecek, mutsuz azınlığın yakınından havalanmayacak, Tarkovski artık yeni bir şey yaparak kimseyi rahatsız edemez. Ölmüş bulunuyor.
Geriye sekiz tane film bıraktı.
- Herkesin bildiği gibi, ilk filmi 1960’ta çektiği “Silindir ve Keman”dı. Senaryoyu Andrei Mikhalkov Kontchalovski ile beraber yazmıştı.
- İki yıl sonra “İvan’ın çocukluğu”nu çekti.
- Dört yıl bekledi, sonra... belki de bütün zamanların -ne demekse?- en güzel Rus filmini, “Andrei Roublev”i yarattı.
- Altı yıl daha bekledi, 1972’de bir uzay-şiiri olan “Solaris”i,
- ondan iki yıl sonra da da otobiyografik filmi “Ayna”yı çekti.
- Beş yıl daha bekledi ve 1979’da bir başyapıt daha yarattı: “Stalker.” Gezginci bir serseri/izcinin bir yazar ile bir profesörü, bilinmeyen bir ülkede, girilmesi kesinlikle yasak olan bölgeye götürüp, getirmesini anlatır Stalker. Hem de nasıl anlatır!
- Ondan dört yıl sonra İtalya’da “Nostalgia”yı yaptı. Doğuştan sürgün Andrey Tarkovski’nin resmi sürgünlüğü böylece başlamış oldu.
- Geçen yıl yaptığı “Sacrifice” ile tamamladı yeryüzü serüvenini.
●
“İnsanlar filmlerimde ’gizlediğim’ bir şeyler varmış gibi düşünmekten hoşlanıyorlar.
Oysa, adamın birinin, saklamak istediği düşünceleri üstüne, oturup bir de film yapması aptalca gelir bana..
Görüntülerim, kendileri dışında hiçbir şeyi temsil etmiyorlar.
Asıl sorun şudur sanıyorum:
Sanata duyguyla, coşkuyla yaklaşmayı unuttuk. Kurgucular gibi, yazıişleri müdürleri gibi yanaşıyoruz yapıta.
Oysa her şey çok daha duru ve yalın. Çocuklarda da var aynı yalınlık ve onlar benim filmlerimi pekiyi anlıyorlar.
Çocukların gölgesine bile erişecek düzeyde ciddi bir eleştirmen tanımadım bugüne dek.”
●
Bence gelmiş geçmiş en iyi Su sinemacısıydı Tarkovski. Su ya da Sular onun filmlerinde baş kişiliktir bir bakıma. Su’yu onun kadar iyi, yerinde ve son damlasına kadar kullanan bir yönetmen gelmemiştir denebilir bu taraflara. “Andrei Roublev”de Su neredeyse başroldedir. “Solaris"te durup dururken yağmaya başlar yağmur, ama her yere değil, filmin kahramanlarindan birinin omuzuna yağar yalnızca. Aynı yağmur “Stalker"de yine yağacaktır ama bu sefer filmin üç kişisinin bir ucundan seyrettiği bir odanın içine... Başlar, hızlanır ve bir yağmur nasıl dinerse usul usul, öylece diner. Su, Stalker’de her yerdedir. Stalker su içinde uyur.
“Nostalgia”da Andrei, elinde aziz Katerina için yaktığı mumla, diz boyu suların bir ucundan diğer ucuna ulaşmaya çabalar inatla. Evet, Ateş/Işık/Aydınlanma temaları da çok belirgindir Tarkovski’nin yapıtında ama Su hep oradadır. Su olarak elbette, sembol olarak değil.
●
“Nostalgia, birbirini gerçekten tanımayan insanların birlikte yaşamasının imkânsızlığı üstüne bir filmdir.
Birbirini tanıma/anlama zorunluluğunun yarattığı problemler üstüne bir film olduğu da söylenebilir.
Biz Ruslar Dante’yi bildiğimizi iddia edebiliriz, siz İtalyanların Puşkin’i bilme savınız gibi.
Oysa tümüyle, gerçekten olanaksızdır bu.
Sinema, yüksek gerilimler içeren bir sanattır ve bu gerilimlerin tümünün de anlaşılır olması gerekmiyor. Anlaşılmamak peşinde değilim ama örneğin Spielberg gibi filmler yapmam olanaksız. Bir gün bende öyle bir eğilim ya da yetenek görürsem, ölüveririm kederimden.
Kurosawa, Mizoguchi, Bresson, Bunuel ve Bergman.
Bu yönetmenler ve bir de Dovzenko olmasaydı, sinema diye bir sanat olmazdı bugün.”
Sinema varlığını sürdürecekse, sairlerin sayesinde olacaktır bu iş.
Öyleyse işi şairle bitirelim, sinemanın gerçek şairi Tarkovski için okuduğumuz bu yazıyı.
1967 güzünde Borges, kendisiyle söyleşen Richard Burgin’e uzun sohbetinin ortasında şöyle diyor:
“Biliyor musunuz, sizi temin ederim bazı insanlarda yazın duyumu yoktur. Bu yokluğun sonucu olarak, okudukları bir şey hoşlarına giderse, nedenselliği uzak yerlerde aramaya başlıyorlar. Yani bu şiiri sevdim, bu hikayeyi merakla okudum, okurken kendimden çok hikayenin kişileriyle ilgilendim diyeceklerine, bütün metnin yarı-gerçekler, gizli işaretler, sembollerle tıkabasa dolu olduğunu düşünmeye başlıyorlar.
Evet diyorlar, hikâyenizi beğendik ama ne demek istediniz aslında?
Buna yanıtım hep şöyle oluyor:
Bir şey demek istemedim, hikâyenin kendisini anlatmak istedim yalnızca. Daha az sözcükle ve daha öz anlatabileydim, öyle yazardım elbette. Hikayenin gerçeği, o hikâyenin kendisidir, değil mi? İnsanlar bunu öldümbittim kabullenmezler. Yazarların bir şeyi hedef aldıklarını düşünmek hoşlarına gidiyor. Kendileri hiçbir zaman kabullenmezler ama yazını bir çeşit Ezop Masalları gibi görüyorlar. Her şey bir şeyi kanıtlamak için yazılmıştır sanıyorlar. O şeyi yazma keyfi ya da yazarın bir duruma olan yalın ilgisi ya da bambaşka bir neden akıllarına bile gelmiyor. Sanırım insanlar hep ders almak istiyorlar, değil mi?”
Yaklaşmıyor mu Rus sinemacı ile Arjantinli şair birbirlerine?
Ve üçü için de yinelenemez mi Edip Cansever’in şu güzelim dizeleri?
“Ölüler halinde duracak onlar da
Dışımdaki ölüler, içimdeki ölüler
Bir alaşım halinde, donuk güneşin altında
Ve benim mutluluğumun altında
Akıp gidecek bütün kötülükler
Ölümün armaları gibi
Akıp gidecekler en sonunda.
Niye ölmemeli öyleyse
Yaşamak mutlu bir devinimse.”
Memet Baydur | Milliyet Sanat Dergisi - - Sayı: 160 - 15 Ocak 1987