[1/3]
Avusturya yazınında düş ve gerçeklik
Yazımızın ana başlığı, gerçekte bir serginin adı. Viyana kenti Tarih Müzesi’nce düzenlenen sergi, 28 Mart günü,
Viyana’daki Sanatçılar Evi’nde (Künstlerhaus) açılacak ve 6 Ekim 1985 tarihine değin, yani altı ayı aşkın bir süre boyunca gezilebilecek.

Bunu görebilmek için örneğin,
- resimde Egon Schiele, Gustav Klimt ve Oskar Kokoschka;
- yazında Kafka, Musil, Karl Kraus, Hugo von Hofmannstal ve Arthur Schnitzler;
- mimarlıkta Otto Wagner ve Adolf Loos;
- felsefede Ludwig Wittgenstein ve “Viyana Çevresi”;
- müzikte Gustav Mahler, Arnodld Schönberg, Alban Berg ve Anton von Webern;
- nihayet bilimde Sigmund Freud adlarını şöylece bir anımsamak bile yeterlidir.
Tarihin akışı içersinde çok küçük sayılabilecek bir zaman parçasına bunca parıltının sığabilmiş olması, insana düş gibi gelen bir gerçeklik. Ama bizim amacımız, bu küçük yazı dizisi çerçevesinde bu gerçekliğin tarihsel-toplumsal nedenlerini ayrıntılı biçimde irdelemek değil, yukarda sözünü ettiğimiz dünya sahnesinden bazı görüntüleri -yapabildiğimiz ölçüde- aktarmaya çalışmak. Bu amacımız bize yabancı, ama yine de hayranlığımızı çeken bir donemin büyüsünden değil, ama sanatıyla ve düşünce dünyasıyla etkilerini bizde de sürdüren bir yapıyla karşı karşıya oluşumuzdan kaynaklanıyor.
KULİSLERE BİR BAKIŞ
1870-1930, biri biten, biri başlayan iki yüzyılın eklem noktasını yansıtan bir dönem. Bu dönemin ilk yarısında, çok uluslu bir yapı taşıyan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, dış görünüşündeki görkemi karartmamaya ilişkin tüm çabalara karşın, artık çöküş evresindedir. Yeni bir yüzyıl, görmesini ve duymasını bilenler için tüm “başkanlığını” ve sancılarını sergileyerek yaklaşmakta, ama başta Viyana olmak üzere, imparatorluğun başlıca merkezlerinde operet ve valslerinin atmosferindeki toz pembe bir yaşam, değişen, değişmeye yüz tutmuş hiçbir şey yokmuşçasına sürüp gitmektedir. İmparator I. Franz Joseph’in (1830-1916) tek oğlu, tahtın varisi, kimi otoritelerce bir deha diye nitelendirilen ve ilerde monarşiye çağın gerekleri doğrultusunda bir yön verebilecek tek insan sayılan Prens Rudolf’un 1889’da Mayerling’de -üstündeki esrar perdesi günümüze değin kalkmamış- koşullar altında ölmesinin sonuçları bile gereken ciddiyetle değerlendirilmez.
1914 yılında 1. Dünya Savaşı başladığında, türlü çalkantılar içindeki Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, varlığını artık neredeyse salt simgesel biçimde ve yalnızca Franz Joseph’in kişiliğiyle ayakta tutabilmektedir, Franz Joseph’in 1916’da ölümünden sonra tahta çıkan I. Karl, 1918’de savaşan bitimiyle monarşinin son bulmasına ve cumhuriyetin ilanını önleyemedi.
YAZINDA DÜŞ VE GERÇEKLİK
Avusturya izlenimciliğinin yazın alanındaki temsilcilerinden, ünlü gülmece yazarı ve yazın eleştirmeni Karl Kraus (1874-1936) için dildeki çöküş, çağ sonundaki çöküşün bir göstergesidir. Bu Viyanalı yazar için hiçbir maske, eski dünyanın çöküş belirtilerini ve gelmekte olan Yeni Dünya’nın habercilerini gizleyebilecek güçte değildir. Bu inançla yazın alanında her türlü kemikleşmiş geleneğe, sanatta belirmiş olan gazetecilik üslubuna ve nihayet günün modası saylan, ama gerçekte kalıcı değerden yoksun yazarlar in klikleşmeden kaynaklanan egemenliklerine karşı çıkan Kraus, en güçlü silah olarak yine doğrudan dilin kendisini kullanır.
Kraus’un 1899 Nisan’ında çıkarmaya başladığı Meşale (Die Fackel) adlı eleştiri dergisi,
kısa zamanda en çok okunan, aynı zamanda da en korkutucu yayın organlarından biri olur.
Bu dergide başlangıçta;
- Peter Altenberg,
- Franz Wedekind ve
- Heinrich Mann gibi yazarlarla çalışan Kraus, daha sonra derginin yazılarını kendisi kaleme alır.

Yalnız Avusturya yazınının değil, ama dünya yazınının en büyük adlarından Robert Musil (1880-1942), başyapıtı olan Niteliksiz Adam’da (Der Mann ohne Eigenschaften) I. Dünya Savaşı’ndan hemen önceki Avusturya’yı ele alır. Romanda işlenen zaman parçası, çok kısadır, 1913 Ağustos’undan 1914’te, savaşın başladığı tarihe değin uzanır. Romanında “Kakanien” adını verdiği Avusturya’yı “modern dünyanın çok somut bir örneği” diye nitelendiren Musil, olayların odak noktası olarak da kahramanı Ulrich’i, yani “Niteliksiz Adam“ı alır. Ulrich, içinde yaşadığı evreyi oluşturan insanlarla karşılaştırıldığında niteliksizdir; öteki insanların nitelikleri artık eskimiş, düzmece, kalıplaşmış niteliklerdir. Ulrich’in artık bu tür niteliklerin taşıyıcı olmaması onu geleceğin insanına dönüştürür. Kitapta geçmişin bilançosu, içinde yaşanılan zamanın çözümlenişi ve geleceğin -bulunan belirtilerden yola çıkılarak- önceden bilinmesi, birbiriyle kesişir. Ulrich’in tek tutkusu, “doğru ve gerçek olanı bulmak“tır, ama bu tutkunun rehberliğindeki yolu, onu gerçeklere değil, salt olasılıklara götürür, çünkü Musil’in kendisi, geleceğin dünyası konusunda iyimser değildir. Niteliksiz Adam, yalnız konusu açısından değil, ama içerdiği biçimsel deneylerle de öncü bir yapıt niteliğindedir. Roman, haklı olarak, yalnız Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun değil ama bütünüyle eski Avrupa’nın bir tür çöküş öyküsü sayılmıştır.
Ele aldığımız dönemde Musil, kahramanı Ulrich’in ağzından dile getirdiği gerçeği arayış çabalarında yalnız değildir.
Avusturya yazınının en önemli şairlerinden ve oyun yazarlarından Hugo von Hofmannsthal (1874-1929), içinde yaşadığı dünyanın karşıtlıklarını,
yapaylığını ve derinlikten yoksunluğunu çok genç yaşta kaleme aldığı bir yazıda şöyle dile getirir:
“Bugün modern sayılan iki şey var:
Yaşamın çözümlenmesi ve yaşamdan kaçmak...
İnsanlar ya kendi ruhsal yaşamlarının anatomisine girişiyorlar, ya da düş görüyorlar...
Modern sayılanlar, yalnızca eski mobilyalarla, yeni yeni sinirlilik durumları...”
İçinde yaşadığı dönemin değerler kargaşasının bilincine tümüyle varan Hofmannsthal, sanatçı kişiliğinin gelişme sürecinde geçmişin gerçek değer taşıyan sanat geleneklerinin bir yeniden-üreticisi olmayı amaç bilir. Bu amaç doğrultusunda tiyatro veriminde antik çağ tragedyalarını ve Avusturya’nın barok tiyatro geleneğini yeni içeriklerle canlandırır.
Freud’un, ele aldığımız dönem içersinde Viyana’da etkinlik göstermesi, tüm ruhçözümleme (psikanaliz) yönteminin ilkelerini de burada geliştirmiş olması, yalnızca bir rastlantı sayılamaz. Ruh çözümleme, yalnızca Viyana da mı gerçekleşebilirdi, başkaca bir yer söz konusu olamaz mıydı, sorusu, bugüne değin çok sık sorulmuştur. Kesin olan nokta, psikanaliz ile, o yılların Viyana’sının toplumsal konumu arasında çok sıkı bir bağın bulunduğudur.
Bir yandan çöküş belirtilerinin varlığı, öte yandan da bu belirtileri görmezlikten gelmeye çalışan bir yaşam biçimi ikilemine biraz yukarda değinmiştik. Bu ikilemin en belirgin biçimleri, Viyana’nın büyük burjuva kesiminde yaşanır. Adi geçen dönemde bu kesim, ayni zamanda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndaki sanatsal ve kültürel patlamanın da odak noktasıdır. Doğal olarak bu, nispeten az sayıda kişilerden oluşma bir kesimdir; öte yandan o yılların Viyana’sı, nüfusu eşi az rastlanır bir tempoyla artan ve bu artışın yol açtığı sancıları çeken bir kenttir. Bu görünümüyle yüzyıl başının Viyana’sı bir anlamda kozmopolit yapıdaki Avusturya-Macaristan imparatorluğu’nun küçük bir kopyası gibidir.
Bu ortamda Freud, o zamana dek hiç girilmemiş, girilmesi için istek de duyulmamış bir alana, görünüş’ün ardındaki dünya’ya el atar,
ilk saptamalarını açığa vurduğunda karşılaştığı büyük tepki de bundan ötürüdür.
Bir başka büyük Avusturyalının, Stefan Zweig’in 26 Eylül 1939 günü Londra’da, Freud’un cenaze töreninde yaptığı konuşma,
Freud’un girişiminin çetinliğini en canlı biçimde sergileyen belgeler arasındadır:
“Bizler ve zaman, Freud örneğiyle bir kez daha gördük ki, yeryüzünde düşünce adamının özgür ve bağımsız yürekliliğinden daha görkemli bir yüreklilik yoktur, o, başkalarının korktukları için ortaya çıkarmadıkları, dile getirmekten bile çekindikleri bilgileri bulup ortaya çıkarmak yürekliliğini gösterdi; bu nedenledir ki, bu tür bir yürekliliği hiçbir zaman unutmayacağız. Freud, durup dinlenmeksizin, yaşamının son gününe dek ve hep tek başına, başkalarına hep meydan okuyarak, girilmemiş alana adım atmakta direndi, insanlığın öğrenme yolundaki sonrasız savaşımında bu düşünce yürekliliği, bizim için eşsiz bir örnek oluşturmaktadır.”
“Bilinçaltı”, “ruhsal bunalımlar”, “ruh çözümleme” gibi kavramları artık günlük yaşamının bir parçası olarak algılayan günümüz insaninin bu örneğin önemini ayrımsamaması, belki pek kolay değildir. Ama gerek toplumsal, gerekse bireysel gerçeklerin zorlaması karşısında genelde hep düşleri yeğleyen o zamanın Viyanası için birinin kalkıp da ruhsal bunalımların çözümü için düşleri -yani insanların tek sığınağını!- çıkış noktası yapması, bilinç bile neredeyse bir bilinmez diye algılanırken, bilinçaltının sergilenmesi, gerçekten tedirgin edici bir durumdu.
Bir bütün olarak ele alındığında, ruhçözümleme yönteminin iki büyük sonuç doğurduğu söylenebilir.
- İlk sonuç, ruhçözümleme (psikanaliz) yoluyla bilimsel psikoloji alanında gerçekleşen reformdur,
- ikinci önemli sonuç ise, modern dünya görüşünün ruhbilimin bakış açısından yeni boyutlara kavuşturulmuş olmasıdır.
Özellikle, bu iki sonuçtan ötürü psikanaliz -içerdiği yanılgılara karşın- düşünce tarihinde çok önemli bir yere sahiptir.
Freud’un çalışmaya başladığı dönemde ruhbilim, bir donma konumundaydı. Denilebilir ki, bu bilim dalının o zamanki tüm çabası, artık yüzeysel sayılabilecek bir sınıflandırma işlemiyle, aslında hepsi aynı önemde olmayan dış olguların saptanmasıyla sinirliydi. Freud öncesi ruhbilimin bu yoksul görünümü, bir rastlantıdan değil, ama o zamanki egemen sınıfların insana ilişkin temel görüşlerinden kaynaklanıyordu. Bu görüşler doğrultusunda insan, salt aklın sesine kulak veren, doğuştan bir burjuva yaşamına uymasını sağlayacak yeteneklerin taşıyıcısı, zorbalık ya da kötülük içgüdülerine benliğinde yer vermeyen bir varlıktı.
Bu dar görüşlü burjuva anlayışının varsayımları ve soyutlamaları, ilk kez Freud’un ruhçözümleme yöntemiyle temellerinden sarsıldı. Freud bir anlamda, kaos’un nasıl her dünyaya gelen insanla yeniden doğduğunu ve nasıl her yeni insanla birlikte uygarlığın yeniden oluşturulması zorunluluğunun ortaya çıktığını gösteren kişi oldu.
Her türlü kaos ve kargaşaya yanılsamaların tozpembe gözlükleriyle bakan o dönemin Viyana’sı için böyle bir açıklık,
henüz hiç hazır olmadığı bir sınav niteliğindeydi.
Ahmet Cemal | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi 116 - 15 Mart 1985
___________________________________________________________________________________________
[2/3]
Güzel sanatlarda düş ve gerçeklik
Viyana’nın iç kesimini bir halka gibi kuşatan, çevresinde (Parlamento, Belediye Sarayı, Hofburg Sarayı vb. gibi) en önemli yapıların yer aldığı Ring Caddesi, aslında 1857’de başlatılmış bir projenin ürünüdür. Bu görkemli caddenin yapımı için hazırlanan plan, salt mimarlık sanatının sınırlarını çok aşan, bahçe sanatı, resim sanatı ve heykeltraşlık gibi alanları da kapsayan, çok boyutlu bir girişimdi. Böylece Ring (Almanca’da yüzük, çember gibi anlamlara gelir) çok zengin çağrışımlı tarihsel bir simge olmasının yani sıra, yapı çalışmaları ilerledikçe belli bir sanatsal biçemin simgeliğini de üstlenmiş oluyordu. Bu simge, yeni gotik, yeni Rönesans ve yeni barok öğelerinin ardından, özellikle doksanlı yıllarda artık Rokoko biçimlerine kadar uzanmıştı.
Ring Caddesi’nin bu yapısı, aynı zamanda girişimin “düş” yanını da vurgular. Çünkü bu dev proje ilk başlatıldığında, ağırlık noktası imparatorluğun tüm görkemiyle hâlâ ayakta olduğunu vurgulamak düşüncesinde toplanmıştı. Bu düşüncenin kaynaklık edeceği biçemlerin bu durumda ancak “muhafazakâr” diye adlandırılabilecek biçemler olması, doğal karşılanmak gerekir. Gelgelelim yine özellikle doksanlı yıllardan başlayarak, bu geleneksel biçeme karşı çıkan sanatçıların sayıları hızla çoğaldı. İlk kez resim alanında kendini gösteren bu direniş, kısa zamanda başka alanlara da hızla yayıldı.
SECESSİON AKIMI
“Secession” (Kopma) diye adlandırılan akımın öncülüğünü yapan
ve Ringstrasse sanat anlayışına karşı çıkan ressamların kökeni, kısmen Fransız izlenimciliğinde yatmaktaydı.
Bu ressamlar, zamanın gereksinimlerine geleneksel doğrultudaki sanatçılardan çok daha açıktılar.
Ünlü ressam Gustav Klimt’in önderliğindeki Secession grubu, ilk sergisini 1898 Mart’ında açtı. Secession’un 1897’de çıkartmaya başladığı ve 1903’e kadar süren Ver Sacrum (Kutsal İlkbahar) adlı sanat dergisi ise, yalnız döneminde değil, ama bugüne değin Avrupa’da çıkmış en önemli sanat dergilerinden biri olma niteliğini kazandı. Ver Sacrum, resmi makamların hâlâ Ringstrasse üslubunda direnmelerine şiddetle karşı çıktı. Resmi yapı projelerinin gelişigüzel dağıtılmasını protesto etti. Sanat alanında ise dergi, başka çalışmalarının yani sıra, yeni bir “kitap sanatı”nın sözcülüğünü ve savunuculuğunu yaptı. Bu yeni anlayışa göre resimli kitaplarda resim ile yazı, bütünsel sanat yapıtı anlayışı doğrultusunda, yanyana değil, ama artık içiçe yer almalıydı. Bu görüşler, yalnız Avusturya’da değil, ama tüm Avrupa kitap basım sanatında kalıcı etki yarattı.
Sanat yapıtlarında bitki ve çiçek stilizasyonlarına ağırlık tanımak diye özetlenebilecek ve gerçekte Jugendstil üslubuna özgü olan tutum, Ver Sacrum’da ressam Kolo Moser’in çabalarıyla ve geometrik biçimlere ağırlık tanıması aracılığıyla yeni bir doruk noktasına erişti. Kolo Moser’in ve mimar Josef Hoffmann’ın bu alandaki çalışmaları, aynı zamanda Viyana Atölyeleri’nin (Wiener Werkstaette) de doğumunu hazırladı.
VİYANA ATÖLYELERİ
1903 yılında kurulan Viyana Atölyeleri, gerek anılan dönem Viyana sanatının, gerekse Avrupa sanatının çok önemli kilometre taşlarından birini oluşturur. Josef Hoffmann, Kolo Moser ve banker Fritz Waerndorfer tarafından kurulan Viyana Atölyeleri, tüm sanatların birbiriyle eşdeğerde oldukları düşüncesini temel almıştı. Bu atölyelere katılan sanatçılar da, kendi özel alanlarının dışında kalan sanat alanlarında da ürün verme tutkusu içindeydiler. Viyana atölyeleri düşüncesine kaynaklık etme bakımından, John Ruskin ile William Morris’in toplumsal ütopyalara ilişkin düşünceleri büyük önem taşır.
Viyana Atölyeleri’nin çalışma programı, 1905’de Moser ve Hofmann’ın imzalarıyla yayımlanmıştı.
Bu programın bir yerinde şöyle denmektedir:
“Elin yerini makine, zanaatkarın yerini de işadamı almıştır.
Bu gelişmeye karşı çıkmaya kalkışmak, çılgınlık olur. Ama biz yine de atölyemizi kurduk.”
Sanatların eşdeğerliliğinin yanı sıra, malzeme alanında da “demokrasi”yi savunan kuruculara göre, sanatsal açıdan bakır da en az öteki değerli madenler kadar değerliydi. Dolayısıyla kullanımda malzemenin ucuzu-pahalısı diye bir ayrım, önem taşımıyordu. Öte yandan artık ’endüstrileşmiş” kitap basımının alternatifi olarak, en iyi kâğıttan ve en pahalı deriden oluşturulan kitaplar savunuluyordu.
Viyana Atölyeleri, 1932 yılında dağılana değin amaçlarının çoğunu gerçekleştirdi ve bugün her biri antika değeri taşıyan, sanatsal bakımdan değeri çok yüksek ürünler yarattı. Bu ürünler, en basit günlük kullanım eşyasından pencere camlarına değin geniş bir alanı kapsar.
Ancak, Viyana Atölyeleri’nin bu gerçeklik yanından başka, bir de düşsel yanı bulunmaktaydı:
Üretilenler çoğunlukla ancak varlıklıların evlerine girebilecek kadar pahalıydı. Her açıdan amaçlanan yetkinlik düzeyi de bu pahalılığın baş nedenlerinden birini oluşturuyordu.
Günlük kullanım eşyalarının dışında,
- 1905-1911 yılları arasında mimar Josef Hoffmann tarafından yapılan ve Viyana Atölyeleri’nce döşenen, Brüksel’deki Stoclet Sarayı ile,
- 1904-1908 yılları arasında Otto Wagner’in yaptığı, Kolo Moser’in vitrayları ve
- Othmar Schimkowitz’in heykelleriyle süslenen Steinhof Kilisesi, Viyana Atölyeleri’nin bugün de ayakta duran en önemli yapıtları arasındadır.
RESMİN ÜÇ DEVİ: KLİMT, SCHİELE, KOKOSCHKA
Sanatının etkileri Orta Avrupa sınırlarını çok aşan Viyanalı ressam Gustav Klimt (1862-1918), Viyana Jugendstil akımının başlıca temsilcisi ve Fantastik Gerçekçilik Akımı’nın en büyük öncülerindendir. Avrupa’daki Jugendstil akımının etkisiyle akademik geleneğe karşı çıkışı giderek güçlenen Klimt, 1897’de Joseph Maria Olbrich ve Josef Hoffmann gibi sanatçılarla, daha sonra Secession adıyla ünlenecek olan Avusturya Sanatçılar Birliği’ni kurdu. Viyana Üniversitesi tarafından çeşitli bölümlere asılmak üzere sipariş edilen ve “Felsefe”, “Tıp”, “Hukuk” adlarını taşıyan tabloları, ortaya çıktığında büyük bir skandal yarattı, daha sonra da Nasyonal sosyalistler tarafından yakıldı. Resmi makamlardan gördüğü büyük tepkiye karşın zamanla Viyana sosyetesinin gözdesi haline gelen Klimt, 1917 yılında Viyana ve Münih sanat akademilerinin onur üyeliğine seçildi.
Klimt’in üslubunun ağırlık noktası, insan vücudunun yumuşak renklerle ve erotik öğelere ağırlık tanınarak, natüralist bir tutumla canlandırılışında toplanır. Bir mozayik görünümünü taşıyan figürlerin işlenişinde 1905’den sonra, yani sanatçının “altın üslup” diye anılan döneminde, altın rengi yüzeyler egemen olmuştur.
Aynı zamanda son derece usta bir grafik sanatçısı olan Klimt,
kendisinden sonraki ressam kuşaklarının yanı sıra, tüm uygulamalı sanatlar alanını da derinden etkilemiştir.
Yüzyılımızın ilk çeyreğinde en büyük fırtınaları koparan sanatçılardan biri olan Egon Schiele (1890-1918), uzun süre yanlış yorumların odak noktasında kaldı ve bir “pornografi uzmanı” diye tanıtıldı. Üç yıl boyunca Viyana Sanat Akademisi’nde okuyan Schiele, geleneksel anlayışla bağdaşamayacağını anlayınca bu kurumdan ayrıldı ve kendi anlayışında olanlarla birlikte Neukunstgruppe’yi (Yeni Sanat Grubu) kurdu. 1907’de tanıştığı Gustav Klimt, Schiele’yi hararetle savundu. Başlangıçta Jugendstil akımının çerçevesinde kalan Schiele, daha sonra dışavurumculuğun resimdeki en önemli temsilcilerinden biri olmuştur.
Ressam, grafik sanatçısı, kitap süslemecisi ve yazar olarak ün yapan Oskar Kokoschka (1886-1980), dışavurumculuk akımının en önemli temsilcilerindendir. Viyana’da uygulamalı sanatlar okulunda öğrenim gördükten sonra Berlin’e giden Kokoschka, burada Yeni Secession akımının bazı sanatçılarıyla ilişki kurdu. Bu arada dışavurumcu “Sturm” dergisinin yayımcısı Herwarth Walden’le tanıştı ve bu dergide ilk tiyatro oyununu yayımladı. Ağır yaralandığı Birinci Dünya Savaşı’nın ardından, Dresden Akademisi’ne profesör olarak atandı. Açtığı sergilerle uluslararası alanda çok büyük başarılar kazandıktan sonra Viyana’ya yerleştiyse de, Nazilerden ötürü 1934’te Prag’a, 1938’de de İngiltere’ye gitti.
Kokoschka’nın yapıtları, gerçekçi eğilimlerle çeşitli sanat akımları arasında sürekli bir çekişmeyi ve hesaplaşmayı yansıtır.
Modern sanatın en önemli temsilcileri arasında sayılan Kokoschka, yaptığı tiyatro dekorlarıyla da büyük yankılar uyandırmıştır.
MİMARLIKTA DÜŞ VE GERÇEKLİK
Geçen yüzyılın sonlarında, bu yazımızın girişinde, sözünü ettiğimiz Ringstrasse yapımı büyük ölçüde tamamlanmış, bu görkemli caddenin iki yanı parlamento, Burg Tiyatrosu gibi çeşitli gösterişli yapılarla süslenmişti. Ancak bu yapım işlerinin tamamlanmasıyla birlikte eski kuşağın mimarlık anlayışı da son bulmuş oluyordu. Bundan böyle gösterişin yerini, geniş ölçüde kullanım amacı ağır basan bir mimarlık anlayışı alacaktı. Viyana’da artan nüfusla birlikte özellikle işçiler için yeni konut gereksiniminin doğması da böyle bir anlayışın egemen olmasını kolaylaştırdı.
Dönemin ilk büyük mimari Otto Wagner, başarısız denebilecek bir başlangıç döneminden sonra -ki, bu başarısızlığın tek nedeni, Wagner’in yeni fikirlerine kuşkuyla bakılmasıydı-, 1894 yılında Viyana Akademisi Mimarlık Okulu’nun başına getirilmesiyle etkinliklerini gönlünce yoğunlaştırabilme olanağına kavuştu. Wagner’in 1895 yılında çıkan Modern Mimarlık (Moderne Architektur) adli kitabı, yeni bir dönemin ders kitabı sayılır. Bir program niteliğindeki bu incelemede temel sav, sanatsal yaratma sürecinin çıkış noktasının ancak modern yaşamın gerekleri olabileceğidir. Otto Wagner, amaca uygunluk ilkesinin egemenliğindeki mimarlık anlayışını özellikle Viyana’nın ulaşım projesi çerçevesinde inşa ettiği istasyon yapılarında uygulama olanağını buldu. Bu amaçla kurduğu, yetmiş kişinin çalıştığı atölye, bir okul niteliğini de kazandı. Yine Viyana’da yaptığı köprüler, bugün teknik konstrüksiyonla sanatsal biçimin yetkin düzeydeki bireşim örnekleri olarak günümüzde de hayranlık uyandırmaktadır.
Mesleğine Wagner’in öğrencisi olarak başlayan Josef Hoffmann, işe Wagner’in disiplinli biçimler dünyasıyla Batı Avrupa Art Nouveau akımı arasında bir denge arayışıyla koyuldu. Çeşitli mobilya taslaklar ve iç imkânlar, Hoffmann’ın ilk döneminin ağırlık noktasıydı. 1902’de, Secession’un 14. sergisi ise Hoffmann’ın iç mekân düzenleme sanatının doruk noktasını gözler önüne serdi. Yapıların diş görünüşünde belli ölçüde İngiliz etkilerini yansıtan Hoffmann, iç düzenlemelerde odaların bölünüşü, ışığın dağılımı ve kullanılan renkler açısından o zamana değin Avusturya’da görülmemiş yenilikler getirdi.
Yüzyılımızın başı Avrupasının üçüncü büyük mimari Adolf Loos, Wagner ve Hoffmann’a oranla modernleşme doğrultusunda daha köktenci bir tutuma girdi. Bu durum, Loos’un hemen tüm girişimlerinde geniş ölçüde yalnız kalmasına yol açtı. Meslek yaşamına konutlar ve dükkan düzenlemeleriyle başlayan Loos, kısa sürede işleve mutlak geçerlik tanıyan, dekorasyon öğelerini ise tümüyle safdışı eden bir anlayışa geçti. Etkiyi daha çok kullandığı malzemenin birinci sınıf olmasıyla sağlamaya çalıştı. Konutlarda bireylerin kendilerine özgü bir “özel mekâna” kavuşmalarına büyük önem verdi. Bu bakımdan Loos’un yapıtları, Anglo-Sakson etkilerini de yansıtır. Viyana’da Michalerplatz’da inşa ettiği apartman, Loos’un tüm görüşlerini yansıtan, ama aynı ölçüde de büyük tepkiyle karşılanan bir yapıt oldu. Loos’un mimarlık anlayışının özellikle modern kent yaşamı açısından taşıdığı önem ne yazık ki kendisinden çok sonra anlaşılabildi.
Ahmet Cemal | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi 117 - 1 Nisan 1985
___________________________________________________________________________________________
[3/3]
Gustav Mahler ve Geçiş Dönemi
Gustav Mahler’in (1860-1911) asıl önemi, tam bir geçiş dönemi bestecisi olmasından kaynaklanır; biçemi, müzikte büyük bir dönemin artık son bulduğunu yansıtan bir aynadır. Mahler biçemi, bu bilinçle işlenmiştir. Yaratısının kaynaklarını romantizmde bulmuş olan Mahler, müzikte modern çağla da köprü kurar. Bu, Mahler’in gerçekliğini oluşturur, sanatçının düşsel yani ise, tümüyle üzerinde durduğumuz dönemde sürdürdüğü yaşamı boyunca insanlık açısından müziği kurtarmak, müziğin yardımıyla da insanlığı kurtarmak yolunda harcadığı çabalardır. Bruckner ile Schönberg arasında yer alan Mahler, yaşamının sonlarında bu düşleri bakımından “kırıklık” konumuna gelecektir.
İçinde yaşanılan zaman parçası, gerçekte tüm inançların sarsılmaya başladığı, genelde gerçekleri yalınlıktan uzaklaşarak perdelemenin yeğlendiği bir dönemdir. Mahler, geleneği temel alan Brahms’dan ve din öğesinin coşkusunu odak noktası yapan Bruckner’den sonra, “ayaklarını yere basma“yi seçmek ister. Kaynaklari, Haydn’ın doğallığı, Beethoven’ın 6 ve 9. senfonilerindeki temel düşünceler ve Schubert’in Lied sanatıdır. Bu arada Bruckner’in görkem tutkusuna da yabancı değildir. Senfonilerine görkemi yaratan etkilerin yanı sıra, halk ezgilerini de sokan Mahler’in bu tutumuyla amaçladığı, içinde yaşadığı zamanın “çok yüzlülüğünü” müzik alanında sergilemektir. Anlatım amacının sürekli ağır basması, Mahler’in ekspresyonist yanını oluşturur.
Lied mirasına hep bağlı kalmış olan Mahler, Lied ile senfoni karışımını özellikle 8. Senfoni’sinde ve Toprağın Şarkısı’nda sergiler.
Yaşamı boyunca asıl ününü besteci olarak değil, ama orkestra şefi olarak yapan Mahler,
1897-1907 yılları arasında Viyana Operası’nın müdürü olarak çalışırken, kurumu bugünkü düzeyine getiren bütün temelleri oluşturdu.
Mahler’in 1911 yılında ölümüyle birlikte, müzik tarihinde bir dönem de kapanmış oldu.
Aynı yıl, Arnold Schönberg tarafından kaleme alınan Mahler’in anısına ithaf edilen Armoni Kuramı yayımlandı.
Schönberg bu kitabın son sayfasında yeni bir müzik kuramının ilk haberlerini de vermişti.
ARNOLD SCHÖNBERG VE OKULU
Müzik tarihinde Schönberg adı, klasik tonalitenin son bulması ve bunun yerini yeni bir konstrüksiyon ilkesinin almasıyla eşanlamlıdır.
Yaşamı boyunca düşüncelerini benimsetmek ve yaymak uğruna çok çetin kavgalar veren Arnold Schönberg (1874-1951),
Viyana’da çevresine,
- Alban Berg,
- Anton von Webern,
- Egon Wellesz,
- Hans Erich Apostel,
- Erwin Ratz gibi kısa süre sonrasının çok ünlü adlarından oluşma bir öğrenci çevresi toplamıştı.
Oniki ton müziğinin ilkelerini yaymaya da bu çevrede başladı. Bir süre Prusya Sanatlar Akademisi’nde kompozisyon profesörlüğü yaptı. Ancak 1933’te Hitler’in iktidara gelmesiyle bu görevinden ayrılmak zorunda kaldı ve yaşamının sonuna değin kalacağı Amerika’ya gitti.
Schönberg, 1922 Temmuz’unda bir öğrencisine yaptığı açıklamada, Alman müziğinin önderliğini gelecek yüz yıl için garantiye alan bir “buluş” yaptığını belirtmişti.
Alman müziği, Schönberg için Johann Sebastian Bach’tan Johannes Brahms’a kadar olan müzikti.
Sözünü ettiği buluş ise, “oniki adet yalnızca birbiriyle bağıntılı ton” aracılığıyla beste yapmaktı.
Schönberg’in on iki ton dizisine temel olan düşünce, tüm tonların ilke olarak eşdeğerliliğidir.
Dizi, birinci planda ton yüksekliklerini değil, ama ton bağıntılarını düzenler.
- Bu yöntem atonaliteyi, başka deyişle tonaliteden vazgeçmeyi şart kılar.
- Müzikal bağlam, her şeyden önce belli bir temadan geliştirilen çalışmayla kurulur.
- Bu yöntem salt beste yapmayı değil, ama “sorumluluk bilinci taşıyan” bir beste yapma eylemini dile getirir, başka deyişle estetik denetimi öngörür. Müzikal bir düşünce, somut olarak betimlenebilmelidir.
Bulduğu yöntemle klasik tonaliteyi bir yana iten Schönberg, gerçek konumu, kendi uygulamaları açısından aslında gelenek ile, asıl kendisinden sonra güç kazanacak olan modern akımın ortasında yer alan bir sanatçıdır. Zaman zaman (örneğin 2. Oda Senfonisi’nde olduğu gibi) tonal besteye dönen Schönberg, yaşamının sonuna değin on iki ton dizisini dışavurumcu anlatımla birleştirdi.
Schönberg’in verimi bir bütün olarak değerlendirildiğinde dikkati çeken bir başka nokta da, sanatçının gerek öğretisinde, gerekse uygulamalarında klasik biçimleri temel almış oluşudur. Değişik olan, Schönberg’in bu biçimleri gerçekleştirmede izlediği yoldur.
BERG VE WEBERN

Berg, her şeyden önce çok büyük dramatik yeteneği olan bir sanatçıydı. Başyapıtı sayılan ve Georg Büchner’in oyununu temel alarak oluşturduğu Wozzeck operasi 1925 yılında ilk oynandığında, müzik dünyasında büyük tartışmaların kaynağı oldu. Berg’in ikinci opera yapıtı olan Lulu, müzikal üstünlüklerine karşın Wozzeck’in düzeyine ulaşamadı.
Lirik Süit başlıklı yapıtıyla, oniki ton yönteminin en başarılı örneklerinden birini veren Berg, müzik ve beste çalışmalarının yani sıra Schönberg’in yapıtları üzerine kaleme aldığı incelemelerle de büyük önem kazandı. Schönberg Okulu’nun en şiddetli eleştirilere hedef olduğu yıllarda Berg’in yazıları, bu akımın güçlenmesine büyük katkılarda bulundu.
Anton von Webern (1883-1945), yapıtlarının kısalığı nedeniyle önceleri müzik dünyasında pek dikkati çekmedi. Ancak, bu yapıtların yoğunluğu ve “tek bir tözden tüm yapıtı geliştirme” yöntemine, yani oniki ton yönteminin temel düşüncesine sıkı sıkıya bağlılığı nedeniyle, oniki ton müziğinin gerçek yerleştiricisi Webern oldu. Webern’in müziği bu yapısıyla daha sonraki tüm modern girişimlere de doğrudan kaynaklık etti.
Oniki tonla kompozisyon yöntemi, 1940’lara kadar yalnızca çok dar bir çevre tarafından benimsendi.
- Söylediğimiz döneme kadar bu yöntemin uygulayıcıları,Schönberg’in kendi öğrencileriyle,
- bir de Webern’in öğrencisi René Leibowitz’le sınırlı kaldı.
Sistemin iyice yerleşmesine kadar gerek Almanya’da, gerekse Fransa’da,
- Strawinski,
- Hindemith ve
- Bartok’un neo-klasik anlayışlarıyla ritmik dünyaları ağırlık noktası olmayı sürdürdü.
- Oniki ton sisteminin modern müziğe kazandırdığı boyutların iyice anlaşılmasından sonra,
özellikle son dönem besteleri bakımından Igor Strawinsky, bu akımın en önemli temsilcilerinden biri oldu.
- Bu arada, sistemin sonraki en güçlü kuramcılarından biri olarak Theodor W. Adorno’yu da anmak gerekir (1903-1969).
BİTİRİRKEN
1870-1930 arasında, yani baştan beri konu aldığımız dönemde Viyana’da olup bitenler, salt bir kentin ya da bir ülkenin kültür ve sanat yaşamında ani bir canlanma olgusuyla sınırlı değildir. Ayrıca, bütün bu hızlı gelişmelerin Viyana’da olması, bir rastlantı diye de nitelendirilemez. Gerçekle düşün bu denli birbirine karıştığı, eşikten adımını atmış yeni bir yüzyılın kimilerince bu denli görmezlikten gelinmesi, düşle gerçeklik arasındaki çatışmanın da doğal ortamını yaratmıştı.
- Bir özet vermek gerekirse, anılan dönemi önce bir yoğun arayış dönemi diye adlandırabiliriz.
Bu, her alanda kalıplaşmış, yeni gereksinimleri karşılayamaz olmuş düşüncelerin, kavramların ve biçimlerin yerine modern yaşamın gereklerine yönelmiş bir arayıştır.
Şunu da belirtelim ki,
söylediğimiz dönem Viyana’sında bu, asla yaygın bir arayış olmayıp, gerçek anlamda dar bir çevreden kaynaklanır
ve geniş kesimlerin de başlangıçta küçümsenmeyecek tepkileriyle karşılaşır.
Örnek olarak,
- bir Schönberg’in müzik alanında,
- bir Loos’un ve Schiele’nin mimarlık ve resim alanlarında yaşadıklarını anımsamak, yeterlidir.
- Dönemin ikinci özelliği, her alanda kalıcı sonuçlara ulaşılmış olmasıdır.
Dar bir çevreden kaynaklanan arayışlar, sonunda ruhbilimden sanat ve kültürün tüm alanlarına değin geçerliliğini değişik oranlarda günümüze değin sürdürmüş
çoklarının bundan sonra da sürdüreceği aşamalarla noktalanmıştır.
Mimarlık alanında,
- işlevsellik düşüncesinin yerleşmesi,
- Viyana Atölyeleri ile birlikte günlük yaşamda işlevsellik ve sanatın birlikte yer almaları,
yazın alanında başta,
- Kafka,
- Musil ve
- Broch olmak üzere türlere getirilen büyük yenilikler,
müzikte,
- elektronik müziğin ve
- günümüzde müziğin vardığı en ileri aşamaların temelini oluşturan girişimler, bu büyük hareketin yalnızca birkaç örneğidir.
En önemlisi ise, bütün bu girişimlerin, kültür, düşünce ve sanat yaşamını dünya çapında, kalıcı biçimde etkilemiş oluşudur.
Kısaca söylemek gerekirse, Viyana’da geçtiğimiz Mart ayında açılan ve Ekim ayına değin sürecek olan Düş ve Gerçeklik başlıklı sergi,
yüzyılımızın en görkemli sergilerinden biri olmasının ötesinde yüzyılımız temellerine ilişkin bir döküm olma niteliğini de taşımaktadır.
Ahmet Cemal | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi 118 - 15 Nisan 1985