Konuşma Sanatı


Güzel ve etkili konuşmanın yolu yordamı üstüne

Son günlerde “yüksek makamlar”ın iç ve dış sorunlara ilişkin “çıkış” ve açıklama”ları, köşe yazarlarının “üslup sorunu” üzerinde durmalarına, “üslup tartışmaları”na yol açtı.

Daha geniş açılı bakılırsa, “konuşma sanatı”ydı gündeme gelen.
Biz de bu sayımızda “konuşma sanatı”nı konu aldık.

Yalın bir tanımla konuşma, duygu ve düşüncelerimizi, görüp yaşadıklarımızı karşımızdakilere sözle iletme işidir. Bu bağlamda günlük yaşamımızın ayrılmaz bir parçası gibidir. Tıpkı solumak, yemek yemek, su içmek, yürümek gibi yaşamımızı oluşturan doğal bir etkinlik. Toplumsal bir etkinlik de diyebiliriz buna. Konuşma, bir düşünce alışverişi, başka bir deyişle yaşantılarımızı başkalarıyla paylaşma işidir.

Demokratik bir toplumda toplumsal yaşama büyük bir ölçüde bu yolla katılabiliriz.
Olaylar, olgular, sorunlar karşısındaki düşüncelerimizi söze dönüştürerek açıklayabiliriz.

Şurası tartışma götürmez bir gerçektir ki susan, konuşmayı bir etki ve etkileşim aracı olarak kullanmaktan kaçınan ya da bu aracı kullanma gücüyle donatılmamış bireylerden oluşan toplumlarda sağlıklı bir demokratik ortamdan söz edilemez.

Konuşma çok yönlü, çok boyutlu bir iletişim aracıdır. Çağlar boyunca konuşmanın insanoğluna sağladıkları, onun kullanmasını bilenin elinde ne denli güçlü bir silah olduğu bilim adamları, yazarlar, ozanlarca dile getirilmiştir.


Eski bir Mısır şiirinde konuşmanın gücü, insana sağladıkları şöyle dile getirilir:
                                                                                                                      Güçlü olmak istersen söz ustası ol:
                                                                                                                      Dil, yiğit elindeki kamçı gibidir.
                                                                                                                      İyi konuşan daha merttir iyi döğüşenden.
                                                                                                                      Dize getiremezler yüreği cerbezeli olanı,
                                                                                                                      İyilikle, adaletle hüküm sürer,
                                                                                                                      Atalar dilini güzel konuşan.

Bu eski Mısır şiirinde vurgulanan gerçeği Yunus Emre de başka bir açıdan şöyle belirtir:
                                                                                                                                   Sözünü bilen kişinin
                                                                                                                                   Yüzünü ak ede bir söz
                                                                                                                                   Sözü pişirip diyenin
                                                                                                                                   İşini sağ ede bir söz.

“Sözü pişirmenin”, güzel ve etkili bir biçime dönüştürmenin yolu yordamı nedir?
Nelere dikkat edilirse ya da uyulursa söylenilmek istenenler tam, doğru, etkili ve çarpıcı biçimde iletilebilir?
Dinleyiciyi etkilemenin, onunla bütünleşmenin sözel bir yöntemi var mıdır?
Kişilerin ya da yığınların yüreğinde sözün, titreşim yaratması, onları coşkulandırıp devindirmesi hangi koşullara bağlıdır?

Bunlar ve bunlara benzer nice sorular üzerinde durulmuş, düşünülmüştür bugüne değin. Sözü güzel, etkili ve doğru kullanmanın yolları bulgulanmaya çalışılmıştır. Bu çalışmalar başlı başına, bağımsız bir alan, bir bilgi ve bilim dalı niteliğini kazanmıştır.

Adına sözbilim (rhétorique) dediğimiz sözün üstün, çarpıcı ve etkili bir değer kazanmasının yollarını gösteren bilim ve bilgi dalı bu tür çalışmaların ürünüdür bir bakıma.

Sözbilimciler, çağdaş konuşma uzmanları ve kuramcıları konuşmanın da kendine göre ilkeleri, yasaları olan bir sanat olduğu gerçeğini vurgulayagelmişlerdir. Bu ilke ve yasaların bir bölümü doğrudan doğruya konuşmacıyla daha doğrusu onun ses tonu, vurgulama ve tonlama, söyleyiş, sözcüklerin anlam ve duygu yükünü zenginleştirecek el ve yüz hareketlerini kullanıp kullanmamayla ilgilidir. Bir bölümü de konuşmacının seçtiği konu, konunun gerektirdiği bilgilerle donanıp donanmadığı, bunları sunuş yöntemlerini tanıyıp tanımadığı noktalarını içerir. Bir bölümü de dinleyicilerle konuşmacılar arasındaki etkileşimi gerçekleştirmeye yöneliktir.

Kimlerin önünde konuşacaktır konuşmacı?
Dinleyicilerin bilgi ve kültür, yaş ve cinsiyet, iş ve uğraş, sayısal durumu nedir?
Bunlar biliniyor mu?

Konuşma sanatının kuşatım alanı içine giren bu yönler, daha çok yöntemle ilgilidir büyük ölçüde. Sesin eğitiminden soluğun denetimine, sözcük vurgusundan konuşma türlerine değin hemen hepsinin üzerinde değişik açılardan durulmuştur. Çünkü konuşma çok yönlü ve çok boyutlu bir olgudur. Dokusunda değişik yönlerden birbirine bağlı olan türlü öğeler yer alır. Bu öğelerse, özetleyerek söylemek gerekirse hem örgensel, hem fiziksel, hem de dilseldir. Fiziksel ve örgensel öğeleri bir yana bırakarak dilsel örüntü üzerinde ayrıntılara inmeden kısaca duralım.


ÖĞRETME VE BİLGİLENDİRME

Günlük, sıradan konuşmalar, dertleşmeler, söyleşmeler bir yana bırakılırsa her konuşmanın dokusunu yönlendiren ve belirleyen belirli bir amaç vardır. Kimi konuşmalarda öğretme ve bilgilendirme amacı öne çıkar. Konuşmacı dinleyicilerinin bilgi dağarcığını zenginleştirmek için birtakım bilgileri, düşünceleri onlara anlaşmak, iletmek ister. Bunun için açıklamalara, yönlendirmelere girişir. İster istemez kimi kavramları açmaya, tanımlamaya, yorumlamaya yönelir. Dinleyicilerin ilgilerini diri tutmak, onları düşünsel bir etkinlik içine sokmak için zaman zaman soru tümcelerine yaslanır. Yer yer terimlere, tanımlamalara, örneklemelere, karşılaştırmalara, sayılamalara, tanıklamalara başvurarak söylediklerini inandırıcı kılmaya çalışır.

Öğretme ve bilgilendirme amacının ağır bastığı konuşmalarda (konferanslar, açıklamalar, söyleşiler vb) genellikle konuşmanın tanıtma bölümü ya doğrudan ya da açıklayıcı bir boyut taşır. Çünkü kimi kavram ve terimler çok boyutlu bir özellik gösterir. Bunlar üzerinde herkesin değişik anlam yüklemeleri olabilir. Bu nedenle konuşmacı, konuşmasının dokusunu boyutlandıracak temel kavramları ve terimleri açarak konuşmasına girer.

Söz gelimi, Macit Gökberk’in bir konuşmasının girişinden alıntıladığımız şu tümceler bu tür açıklayıcı tanıtımı örneklendirir:

“Konuşmanın adına Millet Oluş Yolunda Dil Davası dedim. Burada dava sözü geçiyor. Dava çözülecek soru, eski deyişle söylersek: Halledilecek mesele demektir. Bugün bu anlamdaki dava söz yerine, problem sözünü kullanmaya başladık. Problem veya aslı olan Yunanca şekli ile problema ‘üzerinde çekişilen soru’ demektir. Bugün dilimizin karşımıza bir dava, bir problem olarak çıktığını söylemeye bilmem lüzum var mı?”

Öğretici boyutlu, başka türlü söylersek öğretme ve bilgilendirme amacının yönlendirdiği konuşmalarda, gelişme ve tartışma bölümünde de vurgulanmak istenen noktalara ya da dinleyicilere aktarmak istenen bilgilere göre değişik yollara başvurulur.

  • Betimleme,
  • eleştirme,
  • tanımlama,
  • açıklama,
  • gösterme,
  • gözden geçirme,
  • yorumlama,
  • öyküleme...
                              gibi birbiriyle kesişen yollardan, biçimlerden yararlanılır.


DAVRANIŞ VE DUYGULARI ETKİLEME

Kimi konuşmalarda da dinleyicilerin davranış ve duygularını etkileme amacı ağır basar. Konuşmacılar, onları belirli düşüncelere, inançlara inandırmak, bu inanç ve düşünceler doğrultusunda davranmalarını sağlamak isterler. Siyasal içerikli konuşmalar, seçim kampanyalarında parti sözcülerinin konuşmaları, anma ve kutlama günlerinde yapılan konuşmalar genellikle bu amaca yaslanır.

Kuşkusuz bu tür konuşmalarda da açıklamalar, yönlendirme ve eleştirmeler bulunabilir. Öğreticilikten tümüyle uzak değildir. Ne ki öğretme ve bilgilendirme asıl amaç değil bir tür araçtır bu tür konuşmalarda. Asıl olan, dinleyicilerin duygu ve davranış düzeyini etkileme, onları istenilen yönde değiştirmedir. Böyle olunca da bu tür konuşmalarda konuşmanın dilsel, biçimsel ve içeriksel örüntüsünde,

  • yol gösterme ve öğütleme,
  • kanıları ve inançları değiştirme,
  • belirli bir eylem ya da davranışa yöneltme
                                                                            yollarından biri ana örge olarak kullanılır.

Sözcük seçimini, tümce örüntüsünü, düşünceyi geliştirme yollarını da bu örge belirler.

Dinleyicilerin davranış ve duygularını etkilemeye yönelik konuşmalarda konunun sunuluşu değişik yollarla gerçekleştirilir. Bunların en yaygın, yerleşik olanı ilgi ve duyguları kamçılayıcı tanıtmadır. Çoğu kez konuşmacı doğrudan ya da açıklayıcı bir tanıtma yerine dinleyicilerin ilgilerini, duygularını kamçılama yolunu seçer. Daha söze başlarken dinleyicileri coşkulandırmak, edilgin durumlardan etkin duruma geçmek ister. Sözcüklerini, tümcelerini bu doğrultuda kullanır.

Sabahattin Eyüboğlu’nun bir radyo konuşmasından alıntıladığımız şu tümcelerde bu tür ilgi ve duyguları kamçılayıcı tanıtma görebiliriz:

“Selam olsun, Anadolu’nun orta yerinden, Türkiye halkının bağrından dünyaya seslenmiş olan Yunus Emre’ye;

 Halkın ağzından konuşmuş ve halkı kendi ağzından konuşturmuş Yunus Emre’ye;

 Türkçe, insanca ve Yunusça olmasının sırrını, yani gerçek şiirin sırrını bulmuş Yunus Emre’ye;

 Yüreğini, düşüncesini ezenlere karşı ezilenlerden yana koymuş Yunus Emre’ye;

 Sevgiyi, insanlığı yücelten, Tanrılaştıran, Tanrıyı alçakgönüllülere, insanlığa, sevgiyi indiren Yunus Emre’ye;”

Tanıtma bölümünde gördüğümüz bu duygusal boyut, konuşmanın akışı içinde zaman zaman yükselerek, kimileyin de düşerek varlığını korur.


DİLİN KULLANIMI

Konuşma sanatı üzerinde çalışanlar, hemen her türlü konuşmanın (hazırlıklı, hazırlıksız) başarısını büyük ölçüde dilin kullanımına bağlarlar. Kullanılan dil, açık ve kolayca kavranır nitelikte olmalıdır. Türü ne olursa olsun temelde bir iletişim biçimidir konuşma. İleti açık seçik değilse, sisli ve bulanık bir nitelik taşıyorsa algılanması gerçekleşmez.

İletilecekler (düşünceler, savlar, kanılar, duygular, görüşler vb.) konuşmanın örüntüsü içinde kolayca kavranır bir duruma nasıl getirilebilir?

Bu, her şeyden önce konuşmacının söylemek istediklerini tam karşılayacak uygun sözcükleri seçmesine, yalın bir söyleme dönüştürmesine, somutlamanın olanaklarını kullanmasına bağlı bir olgudur. Bu bağlamda iyi bir konuşmacı dilin kendisine sunduğu olanakları çok iyi bilen kimsedir. Bu yönden konuşurken kendini sözcüklerin akışına kaptırmaz. Neyi, nasıl söyleyeceğinin bilinci içinde davranır.

Diyelim ki sarı kavramını dile getirecektir.
Türkçede bu kavramla ilgili değişik sözcükler vardır; aralarında ince ayrımlar bulunmasına karşın hepsi de bu kavramla ilgilidir:

  • Sarı,
  • sarımtrak,
  • sapsarı,
  • sarıca,
  • sarışın,
  • samani,
  • limonî,
  • nohudî,
  • kula,
  • kanarya sarısı,
  • altın sarısı,
  • altunî,
  • devetüyü,
  • fildişi,
  • sazbenizli,
  • turnagözü gibi,
  • limon gibi,
  • balmumu gibi,
  • safran,
  • kükürt...

Bunlardan hangisi belirtmek istediği sarıyı eksiksizce karşılayabilir?
İyi bir konuşmacı bu soruyu sorabilen kimsedir.

Ayrıca konuşmasının sözcük dokusunu soyutluk, somutluk, terimsellik, çokanlamlılık, dinleyicilerce bilinip bilinmediği gibi yönlerden de değerlendirir.

Yalınlık da konuşmanın açıklığını, kavranırlığını sağlayan öğelerden biridir. Tümceleri gereksiz sözcüklerden arındırma işidir yalınlık. Düşünceyi en az sözcükle biçimlendirmedir. Bunun gibi genellemelerden kaçınma, düşünceleri adlandırma, örnekleme, karşılaştırma, daha doğrusu somutlama da konuşmanın kolay kavranabilirliğini etkiler. Ancak bu konuşmada kullanılabilecek dilin kuru, asık suratlı olması olması anlamına gelmez. Canlı, tekdüzelikten uzak, çarpıcı ve sürükleyici bir hava taşıyacaktır.

Rus romancısı K. Paustovski yazarlığın gizini sözcüklere bağlarken şöyle der:

“...bir sözcüğü öbürünün yanına öyle getireceksin ki, okuyucunun yüreğindeki tel titreyecek...”

Bu saptayım, güzel ve etkili konuşma için de geçerlidir.



Emin Özdemir | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 172 - 15 Temmuz 1987
________________________________________________________________________________



Tarihin Kendilerinden Beklediği Sözü Söyleyenler

              “Söz ola kese savaşı, söz ola bitire başı
                Söz ola ağılı aşı, bal ile yağ eder bir söz.”

Böyle diyor bir söz ustası olan Yunus Emre.

Bu Türkmen kocası, çevresindeki halk adamlarıyla nasıl konuşuyordu, öğretisini kütlelere nasıl anlatıyordu?
Şiirin o kadar etkili olanaklarına düz sözün, konuşmanın hangi renklerini, tadlarını katıyordu?

XIX. yy.'a kadar süren uzun İslam ortaçağı boyunca konuşma hem insanın üstün bir gücü sayılmış, hem de belirli kurallara bağlanıp kısıtlanmıştır.


GERÇEĞİ APAÇIK SÖYLE

Güzel, etkili konuşmak, söz ustası olmak hep bir artam (meziyet) sayılmıştır. Devleti yönetecek olanların ya da onun hizmetinde yer alacakların bu artamı taşıması beklenmiştir. Tarihin düğümlediği noktalarda devletin başında bulunanların hangi kanatlı sözleri söylediğini, birkaç unutulmaz tümceyle güçlükleri nasıl çözüverdiğini tarihler anlatır.

Bütün bu sözlerin gerçekten güzel olanları doğruyu apaçık söylemeyi başaranlardır.

Gücünü böyle doğruluğundan, apaçık oluşundan alan güzel konuşma örneklerinin en eskisini ve en güçlülerinden birini Orhun Yazıtları’nda buluyoruz.

Kül Tigin (732) ve Bilge Kağan (734) yazıtlarında Bilge Kağan’ın ağzından Göktürk Devleti’nin serüveni, halkın karşılaştığı sorunlar, altedilen güçlükler dile getiriliyor. Bilge Kağan’ın kendisinin güzel konuşup konuşmadığı konusunda kesin bilgimiz yok. Ama yazıtları kaleme alan yeğeni Yolığ Tigin’in bu sanatın gizine varan biri olduğu apaçık belli.

Şu yoldan sürüp gidiyor halkına karşı konuşan Bilge Kağan’ın söyledikleri:

“Altın, gümüş ve ipeği sayısız, öylece veren Çin budununun dili tatlı, armağanları yumuşakmış.
 Bu tatlı dili, yumuşak armağanlarıyla kandırarak uzaktaki budunları yaklaştırırmış...

 Ey Türk budunu!
 Onun tatlı diliyle, yumuşak armağanlarıyla bozulup çoğunuz öldünüz.
 İçinizdeki kötü kişiler sizi şöyle kışkırtmışlardı:

‘Uzakta iseler kötü armağan verirler, yakında iseler iyi armağan verirler.’

 Bilgisiz kimseler bu sözlere inanıp yaklaştılar; çoğunuz öldünüz.

 Türk budunu!
 Oraya yine varırsan öleceksin...”

Tarihi 1250 yılı aşan yazıtlarda konuşma sanatı en gösterişsiz ama etkili biçimde uygulanmıştır. İslam uygarlığı döneminde de doğruların böyle kolay anlaşılacak biçimde ortaya konulması istenmiştir. Ancak yazı dilinin gösterişli güzellik anlayışına bağlananlar bu ilkelere kulak asmayı bir yana bırakmışlardır.


SÖZ NASIL OLMALI?

İslam uygarlığı döneminin ilk büyük yapıtlarından Kutadgu Bilig dönemin örnek insan tipinin nasıl konuşması gerektiğini anlatırken şunları sıralar:

“Çok konuşma, sözü az ve birer birer söyle. Yüz bin sözün düğümünü bir sözde çöz...
 Dili iyi gözet, başın gözetilmiş olur; sözünü kısa kes, ömrün uzun olur.”

Bu yapıtta örnek insana “sözü güzel ve iyice düşünerek söyle ve kısa kes” diye öğüt verilir:
“Çok dinle fakat az konuş; sözü akıl ile söyle ve bilgi ile süsle.”

Kutadgu Bilig’de hükümdara şu öğüt verilmektedir:
“İnsanlar arasında şu iki kişiyi seç ve şu iki işi ver:
 Biri yazmasını bilen kâtip, biri konuşmasını bilen elçi.”

Elçide konuşma sanatı yönünden aranan nitelikler ise şu yolda belirlenmiştir:
“Çok kitap okumalı, söz söylemesini bilmeli...
 Sorulan soruya doğru yanıt verebilmesi için onun sözden anlar ve hazırcevap olması gerektir...
 Sözü yumuşak ve şeker gibi olmalıdır...

 Elçinin işi hep sözle olur; sözü iyi olursa dileğine kavuşur.”

XV. yy.'da Kabusname çevirisinde Mercimek Ahmed’in güzelim Türkçesiyle iyi söylenmiş sözün her şeyden önce doğru söz olduğu belirtilmiştir:

“Dükeli halka vaciptir ki sözü iyi söyleyenler ve hem yahşı anlayanlar.
 İmdi ey oğul sen dahi sözün yahşısını söyle.
 İlla yalan söyleme, yalancı olma.
 Cehdeyle ki sözü gerçekliğiyle maruf ve meşhur bilinesin.
 Şöyle ki eğer zaruret olup bir kez yalan söylersen dahi gerçeğe geçe.
 Pes ne söylersen doğru söyle, yalan söyleme.
 Ve şol gerçeği dahı söyleme ki yalana benzer ola.”


AHLAK VE DİN KURALLARI

Duruk İslam toplumunda insanın günlük yaşamını, tutumunu, davranışlarını belirleyen katı kurallar sözle, konuşmayla ilgili alanı da kapsamıştır.

Eşrefoğlu Rumi, Müzekki’n-Nüfus adlı dinsel-tasavvufsal yapıtında az söylemenin yararlarını sıralar:

“Azizim.
‘Bil ve âgâh ol ki çok söylemek ve konuşmak insanı çok ziyanlara uğratır.
 Müslümana gereken; dilini her yerde kollamalı, icabetmeyen yerlerde konuşmamalıdır ki dilin âfatlarından emin olabilsin.
 Zira âfatları çoktur.
 Ebubekir Sıddık Hazretleri mübarek ağızlarına taş alırdı. Bunun sebebi ansızın yaramaz bir söz söyleyivermesinden korkardı...

 Aziz kardeşlerim!
 Dil insanda ne din bırakır ne mezhep.
 Hepsini bozar-yıkar, geçer.
 Eğer saklanmazsa küfür söyler, insanı kâfir eder.
 Neuzü billah, insanı âhirete imansız götürür.
 İnsana başlar kestiren, kanlar döktüren dildir.
 Onun için Resul Hazretleri (Tanrı’nın salâtı ve selamı onun üzerine olsun) buyurmuşlardır:

“Sükût eden selamet buldu.’ ”

Bu sınırlamalara karşın, konuşma, kültürün temelini ve yayılma aracını oluşturmuş, güzel konuşma aranan, önemsenen bir değer olmuştur.


GÜZEL KONUŞANLAR

Güzel konuşma toplumsal yaşamda insana geniş olanaklar sağlayan bir durum olmuştur. Eskilerin talakat-ı lisan, tatlı dillilik diye adlandırdığı nitelikler, yerinden söz söyleme, nükte yapabilme, sözü uygun öykücüklerle süsleme gibi yetenekler bir devletliye kapılanabilme olanağı kazandırmıştır.

Latifi tezkiresinden şair Leali tanıtılırken bu yeteneğinin ona kazandırdıkları şöyle anlatılıyor:

“Ve kendi dahi enva-ı kemalat ve şirin kelimatla şahlar meclisine girmiş ve nice selâtın ve mülûk sohbetine ermiş, vafir tevarih ve letaif ve menakıp bilir kimesne idi.

 Bu vasıta ile Sultan Mehmet’in meclis-i hassına duhul edip izz-i huzurunda izzet ve itibar buldu.”

Güzel konuştuğu için ilgi gören, önünde olanakları açılan ünlülerden biri de Evliya Çelebi’dir. Hazırcevaplığı, yerinde verilmiş yanıtları seyahatnamesinde sık sık dile getirilir.

Ancak Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde yer alan yüzlerce güzel konuşma örneği, yere ve zamana uygun söz arasında bir tanesi bütün ötekilerden farklı, hepsinden daha güçlü görünür. Bu sözler ölüme giderken eşkıya Kara Haydaroğlu’nun ağzından çıkmıştır.

Eşkıya bu kötü yola niçin saptığını soran sadrazama,
“Canım dede efendi, kurt oğlu kurt idik.
 Kişi aldığına göre satar ve baba dedesinden gördüğünü eder, elhükmü-lillah” yanıtını verir.

Yataklarının nerede olduğu sorulunca da şöyle der:
“Sultanım, bunun sonu mahşerde sual olacaktır.
 Çıkası bir canım için bu kadar ibadullahı ele verip ve ateşe yakıp onlardan olan ve bellerde medfun olan malları bir bir diyemem.
 Koca vezir, gün akşamlıdır.
 Dün doğdum, bugün ölürüm.
 Hemen işini gör.”

Etkili konuşma ancak doğruyu çekinmeden söylemekle olur.
Süse, gösterişe, biçime değil öze yönelik konuşmanın aydın insan olma sorunuyla ilişkisini toplumumuzun öğrenişi çok yenidir.

Tanzimattan sonra sözle değil artık yazıyla, gazete ve dergi makalesi ile, kitapla aktarılan düşünce ve bilgi bazı dönemlerde ve bazı çevrelerde konuşma ustalarının elinde de biçimlenmiştir.

Üniversitedeki dersleriyle birlikte söyleşileriyle Mütareke yıllarında bir kuşağın üzerinde derin izler bırakan Yahya Kemal bunlardan biridir.

Bambaşka bir yaradılışın, inancın adamı olan Mehmet Akif’in Kurtuluş Savaşı yıllarında güzel konuşma yetisini daha farklı bir alanda kullandığı, camilerde eylemi destekleyen hutbeler verdiği bilinir.

Bir hutbesinde İslam dünyasını aklın ışığında uyanmaya şöyle çağırır:

“Muhterem Müslümanlar!
 Hele bakınız, geçmişi şöyle bir gözden geçiriniz!
 Şayet dünyanın dört bir köşesinde Afrikalarda, Asya’nın içlerinde, Filipin Adaları’nda ve daha bilmem nerelerde bulunan Müslümanların ne zelil, ne hakir, ne sefil bir tarzda yaşadıklarını, sömürgecilerin bunlara nasıl zulmettiklerini bilmiyorsanız bari Anadolu’daki, Rumeli’deki kardeşlerimizin başından geçmekte olan felaketleri düşününüz.

 Evet sizin uzaktaki Müslümanlardan haberiniz yoktur. Çünkü onlarla ilgilenmezsiniz. Çünkü ilminiz yok.
 Çünkü Müslümanlığı bir iki farzı, o da yarım yamalak eda etmekten ibaret sanıyorsunuz.”

Akif’in tam karşısındaki bir edebiyat adamı - düşünürün döneminde konuşmalarıyla yarattığı etkiyi Yakup Kadri’den öğreniyoruz.

Yazar, Atatürk kitabında Tevfik Fikret’in 2. Meşrutiyet’ten sonraki yönetime yönelttiği eleştirileri konu ediniyor:

“Acaba nice yıllardır, hasretini çektiğimiz kahraman bu mudur?
 İçimizden çoğu, ümitlere kapılarak şairin oturduğu tepenin yolunu tuttu.
 Bu tepeye oldukça dik, uzun ve dolambaçlı bir yokuştan çıkılırdı ve üstüne manzum sözler kazılı bir kayanın önünden geçilerek bir büyük güvercinliği andıran münzevinin evine girilirdi.

 O, sert yapılı, geniş omuzlu bir adamdı.
 Kemikli yüzünün ortasında, sivri, uzun, ve mütecaviz bir burnu vardı.
 Bu burunda, biz, bir kartal gagasının mehabetini buluyorduk.
 Lakin, bunun altındaki çökük ağız yapmacıklı bir sesle konuşmaya başlayınca, biraz evvelki kartal, yerini yavaş yavaş öfkeli bir papağana terkediyordu.
 Papağanda bir fassal acuze tavrı vardı.
 Bizim şair de mükemmel fasletmesini (adam çekiştirmesini) bilirdi.
 Yalnız o kadar mı?
 Heyhat; evet, yalnız o kadar...”


TARİHİN UYGUN DÜŞTÜĞÜ AN

Güzel konuşmak bir biçim sorunu değildir. Yaradılışın, birikimin verdiği olanaklarla tarihsel gerekirliğin zorunlu kıldığı zamanda bekleneni söyleyebilmektir.

Ziya Gökalp hiç güzel konuşamazdı.
Halide Edip’in Türkçesi kılçıklıydı.

Ama birincisi batan imparatorluğun yıkıntıları arasından yeni bir düşüncenin ilkelerini çekip çıkardı, çevresine yaymayı başardı.
İkincisi Sultanahmet mitinginin dünya halklarına elini uzatan, hükümetlerin haksız yönetimine ise eleştiri yönelten konuşmacısı oldu.

Parlamenter yaşam bizde konuşma sanatı için yeterince besleyici bir tarla, elverişli bir uygulama meydanı olmuş sayılmaz. Parlamentonun çatısı altında her defasında tarihin kendisinden beklediği ile denk düşen konuşmaları ancak iki konuşmacı yapabilmiştir.

Bunlardan birincisi Atatürk, ikincisi İsmet İnönü’dür.

Atatürk bir konuşma ustasıdır.
Okunuşu 6 gün süren “Büyük Söylev” ancak hümanizmacı yazarların sadeliğiyle karşılaştırılacak basit bir tümceyle başlar:

“1919 yılı Mayıs’ının 19’uncu günü Samsun’a çıktım.”

Bu alabildiğine yalın tümceyi açıklayan, öğreten, coşku veren sayfalar izler. Her tümce, her paragraf anlatımda özlü, aydınlık ve etkili olma başarısını gösterir.

Meclis’te seçim yasasıyla ilgili bir önerge vardır.
Milletvekili adaylarının Türkiye sınırları içinde doğması ya da bir seçim çevresinde 5 yıldır oturması aranacaktır.
Atatürk’ün söyledikleri şunlar olur:

“Ne yazık ki benim doğum yerim, bugünkü sınırlar dışında kalmış bulunuyor.
 İkincisi, herhangi bir seçim bölgesinde beş yıl oturmuş da değilim.
 Doğum yerim, bugünkü ulusal sınırlarımızın dışında kalmıştır.
 Ama, bu böyle ise, bunu ben istemiş değilim ve bunda hiçbir suçum yoktur.
 Bu, bütün yurdumuzun, ulusumuzu dağıtıp yok etmek isteyen düşmanların bu işteki başarılarının biraz olsun önlenemeyişinden ileri gelmiştir.
 Eğer düşmanlar amaçlarına tam olarak ulaşmış olsalardı, Tanrı korusun, bu tasarıya imza atan bayların doğum yerleri de sınır dışında kalabilirdi.
 Bundan başka, bu maddenin istediği koşul bende yoksa, yani beş yıl sürekli olarak bir seçim bölgesinde oturmamış isem, o da, bu yurt uğrunda yaptığım ödevler yüzündendir.
 Eğer bu maddenin istediğini niteliği kazanmaya çalışsaydım, İstanbul’u kazandırmakla sonuçlanan Arıburnu ve Anafartalar’daki savunmalarımı yapmamaklığım gerekirdi..
 Eğer bir yerde beş yıl oturmak zorunda bulunsaydım, benim, Bitlis’i ve Muş’u aldıktan sonra Diyarbakır’a doğru yayılan düşmanın karşısına çıkmamaklığım Bitlis’i ve Muş’u kurtarmak gibi önemli ödevimi yapmamaklığım gerekirdi.
 Bu bayların istediği nitelikleri kazanmak isteseydim, Suriye’yi boşaltan orduların artıklarından Nalip’te bir ordu kurarak düşmana karşı savunmaya girişmemekliğim ve bugün ‘ulusal sınır’ dediğimiz sınırı edimli olarak çizmemekliğim gerekirdi.
 Sanıyorum ki, ondan sonraki çalışmalarımı herkes bilir.
 Hiçbir yerde beş yıl kalamayacak ölçüde çalışmış bulunuyorum.
 Ben sanıyorum ki, bu çalışmalarımdan dolayı ulusumun sevgisini ve yakınlığını kazandım.
 Belki bütün Müslümanlık dünyasının sevgisini ve yakınlığını da kazandım.
 Bu sevgi ve yakınlıklara karşılık yurttaşlık haklarından yoksun bırakılacağımı hiç aklıma getirmezdim.”

Strateji ustası Atatürk’ün bir tarih döneminde söylediği sözlerin önemi bugünkü sorunlarımıza da çözümleri içermesindedir.

Örneğin, ulusal siyasayı savunur ve bunu şöyle tanımlar:

“Ulusumuzun güçlü, mutlu ve sağlam bir düzen içinde yaşayabilmesi için, devletin bütünüyle ulusal bir siyasa gütmesi ve bu siyasanın iç örgütlerimize tam uyumlu ve dayalı olması gereklidir.

‘Ulusal siyasa’ demekle anlatmak istediğim şudur:

 Ulusal sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi gücümüze dayanarak varlığımızı koruyup ulusun ve yurdun gerçek mutluluğuna ve bayındırlığına çalışmak; gelişigüzel, ulaşılamayacak istekler peşinde ulusu uğraştırmamak ve zarara sokmamak; uygarlık dünyasının uygarca ve insanca davranışını ve dostluğunu beklemektir.”

Aynı yolda tam bağımsızlık hedefini konu edinir:

“Tam bağımsızlık demek, elbette siyasa, maliye, iktisat, adalet, askerlik, kültür... gibi her alanda tam bağımsızlık ve tam özgürlük demektir.
 Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulusun ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir.”

Atatürk gibi İsmet Paşa’nın da konuşmaları aydınlık, konuyu tam olarak kapsayıcı niteliktedir. Özelden genele yönelir, bu niteliğiyle söylendikleri dönemden sonrası için de yol gösterici olmayı sürdürür.

İşte DP yönetimi sırasında Atatürk devrimini tartışan bir konuşması:

“Atatürk devrimlerinin dayanağını ve felsefesini ben Adnan Menderes’e anlatmak isterdim.
 Onun sandığı gibi devrimcilik, ulusu gerici, ilkel bir bölümle ileri görüşlü bir bölüme ayırmak demek değildir.
 Devrimler ulusun toptan ilerici ve uygarlıkçı nitelikte olduğunu esas alarak şimdiye kadar uygarlık yolundan alıkoymuş sınırlı siyaset bezirgânlarının sataşmasından kurtarmak hareketidir.

 Din sömürücülüğünden yakınmak vatandaş çokluğunun dindarlığından yakınmak demek değildir.
 Böyle bir yorum çok bilgisizce, Başbakan’ın deyimiyle pek mezbuhanedir.

 Din sömürücüsünün marifeti şudur:

‘Bunlar vatandaşın bir kitlesini, hatta büyük çoğunluğunu Haçlılar diye adlandırırlar, ilan ederler ve masum vatandaşları birbirine düşürmek için bütün zehirlerini akıtırlar.
 Sonra karşısına geçerler, din sömürücülüğünden yakınmayı vatandaşın dinsel duygularına saygısızlık diye göstermeye çalışırlar.
 Böyle siyasetçilerin elinde ulus kaderinin kazaya uğramaması başlıca dileğimizdir.”

Söyledikleri güzel sanılan, ancak içeriği kof, geleceğe bir bildiri sunmayan konuşmacılar çok olmuştur.
Bunlar “hatip”, hatta “milli hatip” diye de nitelendirilmiştir.
Bugün siyaset adamları arasında da o geleneği sürdürenler vardır.

Konuşması etkili olsun diye teknik adamlardan ders alanlar bile görülmektedir.

Ama gerçekle çakışmayan, tarihin beklentisine yanıt vermeyen sözün herhangi bir güzellik kazanması mümkün olamayacağı gibi inandırıcı olması şansı da yoktur.

Böyle anlatım örnekleri su üzerine yazılmış yazı gibidir, nasıl olur da geleceğe seslenme gücü taşıyabilirler?..



Konur Ertop | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 172 - 15 Temmuz 1987
________________________________________________________________________________



Tarihimizde Siyasi Hitabet Örnekleri

Tarihimizde siyasi hitabet örneklerinin bilinebilen ilki, sanırız Yavuz Sultan Selim’in, 1514 yılında, İran Hükümdarı olan Şah İsmail’e karşı Çaldıran Savaşı’na giderken, ordugâhında mırıltılar yükselmesi üzerine atına atlayıp yeniçerilere karşı yaptığı konuşmadır.

Bu konuşmanın kaynaklarda yer alan bölümü de çok kısa ve kestirmedir:

- “Ben tek başına da olsa gideceğim, er olan ardımdan gelir, dileyen de karısının koynuna gider!..”

Görevleri padişaha yağcılık yapmak olan Osmanlı müellifleri, tarihimizin bu ilk siyasi askeri hitabet örneğini üç aşağı, beş yukarı bu sözlerle özetleyerek aktarır ve yeniçerilerin bu sözlerle galeyana gelip padişahının ardından Çaldıran’a varıp, Safevi ordusunu yenilgiye uğrattıklarını yazarlar.

Çaldıran Savaşı aslında, Türk’ün Türk’ü kırdığı, Müslümanın Müslümanı kestiği bir kardeş ve din-mezhep kavgasıdır.

Daha doğrusu bir iktidar kavgası...

Bu savaş öncesi ve sonrasında Anadolu ve Güney Azerbaycan’da “Kızılbaş” denen onbinlerce Türkmen boğazlanmış, savaş alanında ise her iki taraf da binlerce kurban vermiştir.

Osmanlı Devleti tarihinde bilinebilen ikinci hitabet örneği, Gülhane Hattı Hümayunu’nu okuyan, padişah adına Tanzimat-ı Hayriye’yi ilan eden sonradan “Büyük” diye adlandırılacak olan Mustafa Reşit Paşa tarafından verilmiştir.

On altı yaşında ve dört aylık Padişah Sultan Abdülmecit adına Dışişleri Bakanı Mustafa Reşit Paşa tarafından kaleme alınıp, Gülhane Parkı kapısı önüne toplanan binlerce İstanbullu ve yabancı elçilere Osmanlı devlet yöneticilerine karşı okunan bu fermanla, Türkiye’de Tanzimat dönemi açılmıştır.

Yani Batı’ya yönelme, Batı’ya öykünme ve el yardımıyla gerdeğe girme dönemi...

Sonradan sadrazam olan, uzun yıllar Osmanlı Devleti’nin kaderini elinde tutacak olan Mustafa Reşit Paşa, “eski köye yeni âdet” olan bu fermanı okumaya gideceği günün öncesinde, bu konuşmasından sonra kellesinin de gidip gitmeyeceğini bilememenin kuşkusu içinde yaşamıştır.


POLİTİKACILAR KÜRSÜLERDE

Ama Türkiye’de siyasi hitabet asıl, parlamenter düzene geçildikten sonra başlamıştır.

Mustafa Reşit Paşa’nın 1839’daki Gülhane Hattı Hümayunu’nu okuyuşundan sonra 1877’de Meclis-i Mebusan toplanıncaya kadar bir kez daha büyük kalabalıklar önünde söz söyleyen konuşmacı, hatip görülmez.

Görülmez zira Osmanlı toplumunda böyle bir gelenek yoktur. Yöneticiler salt buyruk verirler ve kayıtsız koşulsuz yerine getirilmesini isterler. Buyrukların ise öyle süslü püslü ve dinleyenleri inandırıcı olacak konuşma desteğine gereksinimi yoktur.

1876 yılında Birinci Meşrutiyet ilan edilip ilk Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı toplandığında, ilk Osmanlı hatipleri boy gösterir.

Bunlardan biri, önce “efendi” iken sonradan “paşa”lık verilen İstanbul mebusu Hasan Fehmi Paşa’dır (1835-1910).

“İhtiyar Jön Türk” de denen Hasan Fehmi Paşa hukukçu, gazeteci, profesör, yazar, vali, elçi, milletvekili, Meclis Başkanı, ayan üyesi (senatör), Danıştay Başkanı ve bakanlık yapmış biridir. İlk hitabet örneğini, 1877 Meclisi’nde, 93 Savaşı başladığında Meclis kürsüsünde yaptığı konuşma ile vermiştir.

Sonraları Abdülhamit döneminin baskılı günlerinde de, sözünü esirgemeyen bir konuşmacı olarak kalmış ender kişilerden biridir ve İkinci Meşrutiyet günlerini de görmüş, o dönemde de mebus seçilmiş, adalet Bakanlığı yapmıştır.

Osmanlıların gene bu ilk Meclisi’nin
  • İzmir mebusu Yenişehirlizade Ahmet,
  • Kozan mebusu Mustafa,
  • İstanbul mebusu Astarcılar Kâhyası Hacı Ahmet,
  • gayrimüslim mebuslardan Suriye mebusu Nakkaş, İstanbul mebusu Vasilaki Efendileri de dönemlerinin siyasi hatipleri arasında saymak gerekir.

Bir de bütün bunlardan da önde gelen bir başka hatip daha vardır ki o da Mevlevi Şeyhi Osman Efendi’dir.
1877 Anayasası’nın ilan edileceği günlerde, Mithat Paşa’ya destek olarak tekkesinde yaptığı konuşmalarla inanılmaz ölçülerde etkin olmuş, mebus seçildiği halde de bu görevi kabul etmemiş bir halk hatibidir.


DEĞİŞİK YER VE ZAMAN HATİPLERİ

Sultan Abdülhamit döneminin bir başka hatibi de, Sırrı Paşa’dır (1844-1895).
Çeşitli yerlerde valilik yapan yazar ve bilgin Sırrı Paşa, başka yöneticilerin hiç akıllarına getirmedikleri bir işi yaparak atandığı illerde işe başlarken ve ayrılırken verdiği nutuklarla dikkati çekmiş bir hatiptir.

Gene bu dönemde hatipliği ve hitabetiyle dikkati çeken bir başka sima ise, hitabetini yargılandığı Rumeli Divanı Harbi’nde gösteren 93 Savaşı kahramanlarından eski Harp Okulu Kumandanı Süleyman Paşa’dır (1838-1892).

Saray müdahaleleri yüzünden kötü yönetilen ve ağır bir yenilgiyle sonuçlanan 93 Savaşı’ndan sonra (1877-1878), yenilginin sorumlularından biri diye Abdülhamit tarafından verildiği Divanı Harp’te tam bir yıl sorgulanmış ve bu sorgulanma sırasında, konuşmalarıyla savcıyı perişan etmiştir.

Sultan Abdülhamit yönetiminin ilk kurbanlarından biri olan “Sarıklı İhtilalci” Ali Suavi (1838-1877) de döneminde iyi bir konuşmacı, kitleleri ardından sürüklemeyi beceren biri olarak dikkati çekmiş, ne var ki, Beşiktaş Muhafızı Yedi-Sekiz Hasan Paşa’nın sopa darbeleriyle beyni parçalanarak öldürülmüştür.

Türkiye’de siyasi hitabet, asıl İkinci Meşrutiyet sonrasında belirgin bir hal almış ve adı bilinebilen ilk büyük sözcüsünü üstelik de “hatip” sanıyla anılacak biçimde yaratmıştır.

Türkiye’nin gerçek anlamdaki bu ilk büyük siyasi hatibi, Ömer Naci’dir (1880-1916).

Ömer Naci’nin en önemli hitabet örneği de, 1913’te İttihat ve Terakki’cilerin Babıali’yi basarak, Sadrazam Kâmil Paşa’yı alaşağı ederek bir hükümet darbesi yaptıkları ve iktidarı ele geçirdikleri gün, Babıali karşısında halkın toplanmasını sağlayan ünlü konuşmasıdır.


KOMİTACI BİR HATİP

Eski bir subay, bir İttihat ve Terakki “komitacı”sı olan Ömer Naci’nin, kar yağışlı bir günde, bir merdiven sahanlığından boyun damarları kabarmış, avaz avaz bağırarak, ağzı köpüre köpüre yaptığı bu konuşmada neler söylediği araştırıldığında görülen odur ki, söyledikleri “Vatan-millet-Edirne... Yaşasın Meşrutiyet, kahrolsun istibdat!..” edebiyatından öteye bir anlam ve derinlik taşımamaktadır.

Ne var ki gür sesi, teatral tavırları ile tipik bir devrimci olan Ömer Naci, Namık Kemal edebiyatından gelen içi boş ama yaldızlı ve mutantan laflarıyla ve gerçekten büyük bir yetenek ile kulakları çınlatmakta, kamuyu etkilemesini bilmektedir.

Nitekim, o, Babıali baskınının iki kahramanı varsa ve bunlardan biri, elinde tabanca Başbakanlık binasına yanında fedaileri olduğu halde giren Binbaşı Enver Bey’se (sonradan Enver Paşa), öteki de, sokakta halkoyunu hemen bir anda yaratan Ömer Naci’dir.

Ömer Naci, daha Harp Okulu öğrenciliği yıllarında dikkatleri üstüne çekmiş bir konuşmacıdır, sonradan Atatürk olacak Mustafa Kemal’in yakın ve sevdiği, etkisi altında kaldığı bir arkadaşıdır. Genç yaşında İttihat ve Terakki kadrolarında yer almış, hitabet gücünü önce illegal olan bu cemiyete adamış, Balkanlar’da komitacılık yapmış, Abdülhamit takibatına uğradığı için Paris’e kaçmış, orada da komitacılık yapmış, İran ve Kafkasya’ya geçerek gizli çalışmalarda bulunmuş, 1908 Meşrutiyeti’nin ilanından sonra yurda dönmüş, ateşli konuşmalarıyla halkı etkilemesini bildiği için partisi tarafından Anadolu’ya propaganda gezilerine gönderilmiş, İtalya, Balkan ve Birinci Dünya savaşlarında silahıyla, örgütçü olarak ve konuşmalarıyla hep hazır bulunmuş, 1912 Meclisi’ne seçilmiş, salon konuşmalarından çok halka karşı konuşmalarıyla gönülleri fethetmiştir.

1916’da Doğu Anadolu’da bir propaganda gezisindeyken tifüse yakalanmış ve Kerkük’te ölmüştür.

O öldüğü zaman Ziya Gökalp bir şiirinde şunları yazmıştır:
                                                                                           O, yalnız bir hatip, bir mert değildi,
                                                                                           O, yalnız millete hemdert değildi,
                                                                                           Fert olsa yanmazdım, o fert değildi,
                                                                                           Milletin canlanmış imanıydı o!..


KONUŞKANLAR ÇOĞALIYOR

İkinci Meşrutiyet’in ilanını sağlayan İttihat ve Terakki’nin başlangıçtan bu yana ikincil hatipleri de vardır.

Bunların önde gelenleri Filozof Rıza Tevfik (Bölükbaşı) ve Selim Sırrı (Tarcan)’dır.

1 Ocak 1909’da İkinci Meşrutiyet’in ilk Meclis-i Mebusanı toplandığında ve parlamenter düzen işlemeye başladığında daha başka hatipler de belirir.

  • Sonradan Maliye Nazırı olacak olan Selanikli Cavit Bey (1876-1926),
  • sonradan Sadrazam da olacak Hukuku Profesörü, Roma Sefiri Hakkı Paşa (1862-1918),
  • Meclis-i Mebusan Reisi olacak Jön Türklerin en eskilerinden ve inatçılarından Ahmet Rıza Bey (1859-1930),
  • Hukuk Profesörü, ayan azası, bakan, İzmir Mebusu Seyyit Bey (1866-1924),
  • Übeydullah Efendi (1857-1937),
  • Babanzade İsmail Hakkı (1876-1913) hep İttihat ve Terakki ekolünden hatiplerdi.


Elbette ki, bu iktidar kadrosunun karşısında, muhalefetin hatipleri de yetişecekti.

  • Vaaz edebiyatından gelmiş Mustafa Asım Efendi,
  • sonradan Hürriyet ve İtilaf’ta yer alacak ve Şeyhülislamlığa kadar yükselecek Mustafa Sabri ve Mustafa Fevzi efendiler
  • ve en önemli muhalefet sözcüsü Dersim mebusu, İstanbul Barosu Başkanı, avukat, gazeteci Lütfi Fikri (1872-1934),
  • Prens Sabahattin (1877-1948) muhalefet saflarının sivrilmiş hatipleriydi.

  • Gene Meşrutiyet meclislerinde adlarını duyurmaya başlayıp asıl ünlerini Ankara Meclisi’nde yapacak Hamdullah Suphi (Tanrıöver),
  • Avukat, Hukuk Profesörü Celalettin Arif,
  • Doktor Fazıl Berki de bu dönemin konuşmacılarındandır.

Hıristiyan milletvekillerinden,
  • Van şivesiyle konuşan Erzurum mebusu Vartakes,
  • Bulgar mebusu Boşo Efendi ve
  • Ermeni mebusu Zöhrap da İkinci Meşrutiyet’in önemli hatipleriydi.

  • Ateşli bir yazar olduğu kadar da heyecan uyandıran bir konuşmacı olan gazeteci Ahmet Samim (1886-1910),
  • “Natuku Şehir” adıyla ün yapan Avukat Bahattin,
  • İdare Hukuku Profesörü iken 34 yaşında apandisitten ölen ve konuşmalarıyla öğrencilerini hayran bırakan Ahmet Şuayip (1876-1910),
  • Avukat Haydar Rıfat (1877-1942) gene İkinci Meşrutiyet döneminin kürsülerinin aranan hatipleri idiler.


21 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanının hemen ardından başlayan coşkulu günlerde, sokak ve alan gösterileri, mitingler, Türk toplumuna yeni gelenekleri getirmişti.

Hemen her köşebaşında bir hatibin yaptığı konuşmalar bir anda çevresine yüzlerce kişinin toplanmasına neden oluyordu ki, bu dönemde, Meşrutiyet meclislerinin ilk hatipleri ilk konuşma denemelerini yaptılar.

Sonra,
  • 31 Mart olayı (1909 yılı 13 Nisan’ı),
  • Avusturya’nın Bosna-Hersek-i ilhakı nedeniyle Sultanahmet Camisi avlusunda düzenlenen büyük miting,
  • Trablusgarp Savaşı’nın, Balkan Savaşı’nın çıkışı nedeniyle düzenlenen gösteriler,
  • Babıali baskını,
  • İzmir’in işgali üzerine düzenlenen gösteriler parlamento dışında yeni yeni hatiplerin ünlenmesine neden olmuştur.

Örneğin Bosna-Hersek’in Avusturya tarafından ilhakı üzerine düzenlenen büyük protesto gösterisinin yıldız sözcüsü, sonradan generalliğe yükselen ve Doğu cephesinde tifüsten ölen Hafız Hakkı Paşa’dır (1879-1914).

İtalya ve Balkan savaşları nedeniyle düzenlenen gösterilerde,
  • Cavit Bey,
  • Ömer Naci,
  • Sinop Mebusu Hasan Fehmi (1877-1933),
  • Celalettin Arif,
  • muharrir Aka Gündüz,
  • sonradan TBMM üyesi olacak İnas İdadisi Müdiresi (Kız Lisesi Müdürü) Nakiye Hanım (Elgün),
  • İzmir’in işgalini protesto için yapılan Sultanahmet Mitingi’nde Halide Edip Hanım (Adıvar),
  • aynı amaçla Kadıköy’de düzenlenen mitingde Münevver Saime Hanım (Asker) ve
  • Ahmet Kemal (irticalen okuduğu şiirlerle) birer yıldız gibi parladılar.

Yazar Süleyman Nazif (1870-1927), 1920 Ocak ayında İstanbul Darülfünun’unda düzenlenen bir Pierre Loti’yi anma gününde, işgalcileri öylesine kızdıran bir konuşma yaptı ki, sonunda İngilizlerce Malta Adası’na sürgün edildi ama, işgalcileri küplere bindiren bu konuşma ve gazetelerde yayımlanan “Kara bir gün” başlıklı yazısıyla milletin bağrında taht kurdu.


NUTUKLAR DÖNEMİ BAŞLIYOR

Kurtuluş Savaşı yıllarındaysa Ankara’da toplanan ilk TBMM içinde, İstanbul meclislerinden yetişmiş gelmiş,
  • Celalettin Arif Bey,
  • Hamdullah Suphi Bey (Tanrıöver),
  • Tunalı Hilmi Bey,
  • Mehmet Emin Bey (Yurdakul),
  • Hüseyin Avni Bey (Ulaş),
  • Şeref Bey (Aykut),
  • Seyit Bey gibi hatiplerin yanısıra,
  • Refik Koraltan,
  • Muhittin Baha Pars,
  • Rasih Kaplan,
  • Refik Şevket İnce,
  • Mahmut Esat Bozkurt gibi genç konuşmacılar da dikkat çekmeye başlamıştır.

Cumhuriyetin ilk yılları boyunca,
  • Mehmet Emin Yurdakul’dan “Milli Şair”,
  • Hamdullah Suphi Tanrıöver’den ise “Milli Hatip” diye söz edilecektir.

Ne var ki, siyasi hitabet dünyamızda Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e doğru bir köprü oluşturan bu hatiplerin tümü de daha çok “vatan-millet, din-iman” edebiyatı yapan, kürsülerde “mutantan” gürültüler çıkaran ama içerik olarak pek de derinliği olmayan konuşmacılardır.

Örneğin kürsülerden çok, ahbap söyleşilerinde, üç-beş kişi arasında olduğunda söz söyleyip, kürsülere pek çıkmayan ve konuşma yeteneği de pek kıt olan çağdaşları Ziya Gökalp ile bunların söyledikleri karşılaştırıldığında bu sığlık çok daha iyi ortaya çıkar.

Gene bu dönemde, geçerli ses tonuna ve bangır bangır bağırarak konuşma alışkanlığına pek sahip olmayan Mustafa Kemal Paşa, hiç kuşku yoktur ki, ilk Meclis’in en önde gelen konuşmacısıdır. Nitekim Gazi’nin bu ilk Meclis’te yaptığı pekçok konuşma ve hele 1927’de söylediği “Nutuk”, Türkiye’deki siyasi hitabet örneklerinin en parlaklarından biridir.

Gene bu dönemde, söyleyiş biçiminden çok, içeriğinin doluluğu ve derinliği ile başarılı hitabet örnekleri veren bir başka politikacı, giderek nutuklarındaki tek cümlenin bile yerinin değiştirilmesi hemen hemen olanaksızlaşan bir yapıya kavuşan konuşmacı da, bağırıp çağırmadan, anlatacaklarını sakin sakin söyleyen İsmet Paşa’dır (İnönü).

Türkiye’deki asıl siyasi hitabet patlaması ise, ilk TBMM’den sonra, 1946’da girilen çok partili demokrasi denemesi döneminde olmuştur.

Bu arada, hak yememiş olmak için, gene ilk Meclis döneminin başarılı sözcülerinden,
  • Abdülkadir Kemal (Öğütçü),
  • Sinop milletvekili Hakkı Hami,
  • Mustafa Necati,
  • Ali Şükrü ve
  • Çolak Selahattin (Köseoğlu) beylerin de adlarını saymak,
hatta bunlara,
  • Vasif Çınar,
  • Doktor Reşit Galip ve
  • İsmail Muştak Mayokan adlarını eklemek gerekir.


Çok partili demokrasi denemesi döneminin ilk ve önemli hatibi, halk arasında “Anadolu fırtınası” olarak anılacak olan Osman Bölükbaşı’dır.
Demokrat Parti saflarında politikaya giren bu matematikçi, bir militan olarak, kapalı salonlardan çok meydan mitinglerinin vazgeçilmez hatibidir.
Türkiye’nin dört bir yanını dolaşıp alanlarda on binlerce kişiyi coşturan Osman Bölükbaşı’nın Demokrat Parti’liliği kısa sürmüştür.

“Muhalefete muhalefet” yaparak 1948’de bu partiden kopup Millet Partisi kurucuları arasında yer alan, Cumhuriyetçi Millet Partisi, CKMP ve sonra yeniden Millet Partisi maceralarını yaşayan Bölükbaşı’nın iktidarlara sürekli acımasız eleştiriler yağdırdığı ve ilgiyle, zevkle dinlenen konuşmalarından bugün geriye ne kalmıştır diye bakıldığında, demokrasi savunuculuğu ötesinde pek kalıcı bir yan olmadığı görülür.

Ama bu Bölükbaşı, çıktığı kürsülerde yıllar ve yıllarca hep kendisini dinletmeyi bilmiş, ama sıra oy almaya geldiğinde hiç de hitabeti kadar başarılı olamamış bir siyasi hatiptir.

Bölükbaşı’nın yanı sıra, yıldızı parlayan, kitlelere heyecan getiren bir ikinci büyük konuşmacı, DP kurucularından ve sonra bu partinin Genel Başkan’ı, Başbakan olmuş Adnan Menderes’tir.

Menderes’i izleyen öteki ünlü DP’li siyasi hatipler,
  • Refik Şevket İnce,
  • Samet Ağaoğlu,
  • Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu,
  • Agâh Erozan,
  • Tevfik İleri,
  • Celal Yardımcı,
  • Feridun Fikri Düşünsel,
  • Refik Koraltan diye sıralanabilir.

CHP saflarında da,
  • Recep Peker,
  • Şükrü Kaya,
  • Faik Ahmet Barutçu,
  • Behçet Kemal Çağlar 1960’lara kadar adlarını duyurmuş konuşmacılar olmuşlardır.


1960 sonrasının ikinci Cumhuriyet döneminde ise, konuşmacılıkları ile ilk dikkat çekenler,
  • İsmet İnönü,
  • Osman Bölükbaşı gibi geçmiş dönemlerden kalmış lider politikacıların yanısıra,

Adalet Partisi’nde
  • Gökhan Evliyaoğlu,
  • İhsan Sabri Çağlayangil,
  • Ferruh Bozbeyli,
  • ve sonra kendini geliştiren ve gerçekten büyük bir söz ve siyaset ustası olan Süleyman Demirel,

Cumhuriyet Halk Partisi’nde
  • Dr. Suphi Baykam,
  • Turhan Feyzioğlu,
  • Turan Güneş,
  • Emin Paksüt,
  • Muammer Aksoy,
  • Sırrı Atalay,
  • ve tıpkı Demirel gibi hitabetini giderek geliştirerek Başbakanlık koltuğuna kadar tırmanan Bülent Ecevit,

Türkiye İşçi Partisi’nde de
  • Çetin Altan,
  • Behice Boran ve
  • Mehmet Ali Aybar,

Milli Birlik Grubu’nda da
  • Ahmet Yıldız’dır.

Siyaset dünyasının bu konuşma yıldızlarının yanısıra, daha parlamentoya girmeden gene siyasi hatip olarak ün yapanlardan,
  • TİP sözcüsü Avukat Orhan Arsel,
  • Türk-İş Genel Sekreteri, sonra başkanı ve daha sonra senatör Halil Tunç, büyük birer konuşma ustası olarak adları edilmeye değer hatiplerdir.


KARAOĞLAN EFSANESİ VE SONRASI

Gelmiş geçmiş başbakanlar içinde, kuşkusuz hatip olarak anılacakların başında Atatürk ve İnönü gibi Kurtuluş Savaşı’ndan gelmişleri saymazsak, en parlak olanı, bir zamanlar dağa taşa adını “Karaoğlan” diye yazdırmış Bülent Ecevit’tir.

Adnan Menderes ve Süleyman Demirel de başarılı hatiplerdi ama, hitabet ustalığı bakımından Ecevit’ten geride olduklarını söylemek gerekir.

Bülend Ulusu, Sadi Irmak, Naim Talu, Ferit Melen, Ürgüplü gibi yakın geçmişin bir dizi başbakanı ise, siyasi hitabet yeteneği bakımından Bülent Ecevit bir yana, Menderes ve Demirel’le bile kıyaslanamayacak ölçüde geri plandadırlar.
Hatta bunlara hatip bile denemez...

Günümüzün başbakanı Turgut Özal’a gelince, giderek açılmakla birlikte, başarılı bir hatip olduğunu Özal için de söylemek kolay değildir.

Aynı şey SHP lider kadrosu için de sözkonusudur. Bu partinin lideri Erdal İnönü hatip değil, kötü hatip bile değildir.
Bu partide, bir belirli ölçüde Aydın Güven Gürkan ve Cüneyt Canver dışında siyasi hitabet ustası sayılabilecek politikacı göstermek zordur ve örneğin yasaklılar arasında olduğu için sesini yeterince duyuramayan bir Deniz Baykal ile denk sayılabilecek hatip göstermek bu kadro için söz konusu değildir.

DYP’nin Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk, ağzı laf yapar bir avukat olmasına karşın, Demirel’le kıyaslanamayacak ölçüde geride bir hatiptir.

Her fırsatta konuşmasına, pek çok deneyim edinmiş olmasına karşın, sayın Kenan Evren’i de siyasi hatipler listesinde bir yere oturtmak olası değildir.



İlhami Soysal | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 172 - 15 Temmuz 1987
________________________________________________________________________________



Nurullah Ataç’tan
Konuşmak

Sovyet Rusya’nın büyük şairi Vladimir Mayakovski (ben pek bilmem ama bilenlerin söylediğine göre kudretli bir söz sanatkârı imiş) bazen canı sıkılıp;

“İnsanlar böyle bir düzine konuşmasa birbiriyle geçinmeleri kolaylaşır, yeryüzünde felaket de bu kadar olmazdı” dermiş;

Fransız şairlerinden Francis Jammes da (onu oldukça bilirim, son zamanlarda rağbetten biraz düşmüştü ama, doğrusu, hiç fena değildir) bir şiirinde:

                 Tuhaf! biz neden böyle düşünüp konuşuyoruz?
                 Gözyaşları, öpüşler, onlar konuşmazlar ki!..
                 Ama gene anlarız; ayak sesi bir dostum,
                 En tatlı sözlerden de daha tatlı değil mi?      diyor.

Her devrin, her milletin kitaplara geçmiş, geçmemiş hikmetinden konuşmayı, hiç olmazsa boş yere konuşmayı yeren, insanları susmaya davet eden sözler bulmak kabildir. Gerçi, hiçbir şey söylemeden, hatta düşünmeden birbirimizin yüzüne bakmanın, kendimizi tabiat karşısında, zamanın akışında sanki kaybedivermenin büyük bir lezzeti vardır; bazen bir duruşumuz birbirimize, fikrin bir türlü kavrayamayacağı, dilin de anlatamayacağı ne emsalsiz şeyler sezdirir!

Ama ben konuşmaya bayılırım; muhakkak bir şey bildirmek, fikir alışverişi etmek için değil, söylediklerimi pek bilmesem de, bana söylenenleri pek anlamasam da olur. Sevdiklerimin sesini duymak, asıl istediğim işte odur. Sesini duymadığım insan, yüzüme bakışı ne kadar tatlı, elimi tutuşu ne kadar sıcak olursa olsun, nasıl söyleyeyim, bir resim gibi benden uzaktır. Bana yabancıdır. Karşımdakilerin gerçekten var olduklarına, yüzlerinden, ellerinden, vücutlarından ziyade, sesleriyle inanırım. Bunun için konuşmayı severim.

Bana: “Ya görmek, ya işitmek kabiliyetini kaybedeceksin; hangisinden geçebilirsin?” deseler zannederim hiç düşünmem, gözlerimi feda ederim.

Bu renk renk, şekil şekil dünyayı, Nabi Efendi’nin harikulâde bir mısraında övdüğü:
                                                                                                                                Hezâran dilberi-i mavzun
                                                                                                                                Hezâran duhteri-i hasına ile dolu dünyayı görmek, gönlümüzün kolaylıkla kabul edeceği bir şeydir demek istemiyorum;

Naili ile beraber:
                          Mestâne nukuş-i suver-i âleme baktık
                          Her birini bir özge temâşâ ile geçtik       diyememek de elbette ağırdır.

Ancak işitememek, sevdiklerimin sesini duymamak bana ondan da daha katlanılmaz bir mahrumluk gibi geliyor.


Yabancılarla konuşmasını bilmem. İlk tanıdığım insanlara birçok şeylerden bahsederim, şiirler okurum, neler biliyorsam hemen önlerine dökerim, hatta bilmediğim şeyleri de onlara bilirim gibi göstermek istediğim olur.

Sonra kendimden nefret ederim. İlk konuşmada kendimi karşımdakine beğendirmek, onda benim hoş, parlak sözler söyleyebilen bir insan olduğum intibaını uyandırabilmek arzusu mizacımın bir türlü atamadığım bir zâfıdır. Ama böyle kendimi beğendirebilirsem, istediğim intibaı bırakabilirsem, kendimden olduğu kadar, karşımdakilerden de nefret ederim...

Demek o öylesine kimselerden hoşlanır bir insanmış...

İlk tanıştığımız gün, bütün o gösterişlerine rağmen, yahut onlar için, hafifseme ile bakmış, hükümlerini verdiklerini hissetmiş olan insanlara hayranlık duyarım; onların hükümlerini değiştirmek isterim. Çoğu, buna imkan olmaz: Ya onlar benden kaçar, yahut ben onlara rastladıkça, beni hafifsediklerini sezip ezilir, bunun tesiriyle de büsbütün nahvet gösteririm.


Asıl sevdiğim konuşma, düşünmeye mecbur olmadan söylediklerime ehemmiyet verilmediğini, onların unutulacağını bilerek konuşmaktır. Yani sevdiğim, beni sevdiklerini de bildiğim kimselerle konuşmak...

Bazı insanlar vardır, uzun uzun, derin derin düşünürler, ona göre cevap verirler. Hem daima böyledirler.

Ne oluyoruz?
Ne diye kendilerine bu derece ehemmiyet verirler?
Onların diyecekleriyle dünyanın hangi meselesi halledilecek?
Kendilerini biraz da bırakıversinler, belki, o zaman benim beklediğim sözü, sırlarını bildirecek değil, özlerini sezdiriverecek, kendilerini bana tanıtacak, benden büsbütün başka bir şey olmadıklarını, yani sadece bir insan olduklarını öğretiverecek sözü bulurlar.

Öyle uzun uzun, derin derin düşünerek verdikleri cevap, hemen daima unutulur, bütün sözler gibi unutulur; ama havadan, sudan bahsedersek, hiçbir ehemmiyet vermeyerek söylenilmiş sözlerin, kendimizi bırakarak edilmiş “iki çift lakırdı”nın gönlümüze daha silinmez bir iz bıraktığı çoktur.



Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 172 - 15 Temmuz 1987