Her ideoloji bir dünya görüşünü yansıtır.
İnsan kafası, oldum bittim, yeniliğe, alışılmışın ötesine ve üstüne çıkıp, yaşama her an yeni anlamlar kazandırmak, yeni ufuklar açmak durumundadır doğası gereği.
Bunun ucu ütopyalara dayanır, Platon’dan, Campanella’dan, Francis Bacon’dan geçip XVIII. yüzyılı yalayarak, iki yüzyıl boyunca sağlı sollu “yokülkeler”e yelken açan, gelişen ütopyalara.
İdeoloji kavramını, gelin yetkili bir ağızdan, Emre Kongar’dan dinleyelim:
“İdeoloji ışıktır. Geleceği ve insanın yakın ereğini aydınlatır.
Sıvadır, harçtır. İnsanları birlikte tutar.
İdeoloji bir yükselticidir. Bir ya da birçok kişinin düşünce ve inancını yüzlere, binlere, milyonlara taşır.
Bir kaldıraçtır. Hem de Arşimet’in düşlediği, dünyayı yerinden oynatacak bir kaldıraç.
Düşünce ve inançları kişisel davranışlara çevirerek tarihin akışını bile değiştirir.”
(Oktay Akbal’ın 3 Kasım 1991 tarihli yazısından alıntı.)
Yüzyılımızın, demokrasi dışında ya da yanıbaşında, iki önemli ideolojisi var, gerçekleşme sancıları çeken: Sosyalizm ve komünizm.
Komünizm en büyük uygulama alanını 1917’de Lenin’le Troçki’nin önderliğinde Rusya’da buldu.
Bu, tepeden inme bir uygulamaydı ve Stalin döneminde baskıya, teröre başvurma sürecini yaşadı.
Brecht, bir piyesinde kişilerinden birine şunları söyletir:
“Her ulus kendi rejimini seçer. Ama, her rejim kendi halkını seçmez.
Sovyetlerde bunun tersi oldu. Yani halk kendi rejimini seçmedi.
Rejim kendi halkını yetiştirmeye kalkıştı. Bu halkı yola getirmek için baskıya, şiddete, teröre başvuruldu.”
Bu, Stalin dönemi Rusya’sının resmi yaşam çizgisiydi.
Düşmanlarla çevrili bir dünyada, halkının yoksullaşması pahasına, savaş sanayiini geliştirmekti birinci planda önemli olan.
Oedip adlı trajedisiyle (1931) komünizm sempatizanlığını üstlenen André Gide 1936’da Rusya’ya yaptığı bir yolculuk sonunda, düş kırıklığına uğrar ve o ünlü yapıtını yayımlar:
- S.S.C.B. Dönüşü (1936),
- S.S.C.B. Dönüşü Üstüne Rötuşlar (1937).
Çünkü Stalin Rusya’sında, birey yok, devlet vardı, tıpkı sonradan boy atan nazizmde olduğu gibi.
Arthur Koestler’in Güpegündüz Karanlık adlı yapıtı Stalin’in devlet adına yaptığı terörün bir ibretlik belgesi sayılabilir.
Komünizmi bırakalım da, sosyalizme geçelim, her iki ideolojinin açmazlarına ilişkin koşutluklara değinerek:
Elie Halévy, XIX. Yüzyılda Sosyalizmin Tarihi adlı yapıtında şunları söylüyor:
“Sosyalizm, daha başlangıçtan beri bir çelişkinin sancısı içindedir:
Şöyle ki, bir yandan, 1789 ideolojisinin mirasçısı olduğunu ileri sürmekte, öte yandan, ekonominin devletçi ve buyurgan bir şekline, dolayısıyla da, toplumun totaliterce örgütlenmesine yönelmektedir.”
Görülüyor ki, komünizmde olduğu gibi, sosyalizmde de önemli sorun, kapitalist baskı ve sömürünün yerine, daha koyu ve korkunç bir devlet baskı ve sömürüsünün geçmesine engel olabilme sorunudur.
Stalin Rusya’sında olduğu gibi, devlet, toplumun efendisi olma yoluna girmiş ve proletarya adeta toplama kamplarının kölesi durumuna düşmüştür.
Oysa David Rousset’ye1 bakılırsa Lenin, Marksçı kurama dayanarak, yalnız kuramsal yapıtlarında değil, günlük polemik yazılarında da, devletin yokoluş ve çöküş savını geliştirmiştir, hem, devrimde yirmi yıl önce değil, iktidarı ele geçirdikten birkaç gün önce ve birkaç ay sonra.
Bu ortadan kalkışı gerçekleştirmeye başlamak için pratik önlemler almaya çalışmıştır Lenin.
Son yazılarında, yeni bir bürokratik devletin ortaya çıkmakta olduğunu görmüş ve işçi sınıfına seslenerek bu devlete karşı çıkmasını istemiştir.
Yine son notlarında, bu devlete demokratik bir denetim uygulama yolunu aramıştır boşu boşuna.
Rusya’da komünizm uygulaması bu yüzden başarısızlığa uğramıştır. Ama, bu demek değildir ki komünizm ideolojisi ölmüştür.
İlhan Selçuk, 5 Temmuz 1991 tarihli yazısında şöyle diyor haklı olarak:
“Sosyalizmi bir dünya görüşü, bir felsefe, evreni açıklayıcı bir yöntem, bilimselliğin insan zihnine yansıması diye özümseyemeyen ve yalnız Sovyet denemesiyle sınırlayan kişi karamsarlığa düşebilir; ama sığ bir yaklaşımdır bu...”
Stefan Zweig’e kulak verelim bu konuda. Şöyle diyor bu büyük düşünce adamı:
“Bir düşüncenin (biz diyelim ideolojinin) henüz gerçekleşmemiş olması, o düşüncenin ne yanılgısını kanıtlar, ne de yanlışlığını.
En aşılamayan ve unutulamayan idealler gerçekleşmemiş olanlardır.”
Şurası örtbas edilemez bir gerçektir ki, dünya yüzünden sömürü kalkmadıkça, insanlığın onurunu kollayan ideolojiler hiçbir zaman ölmeyecektir.
Bu konudaki sözlerimi Nezihi Gülcüoğlu’nun Deli Olmak İşten Değil adlı, günceli evrensele aktaran taşlamalarından şu dizeleri sunarak noktalamak istiyorum:
Kapitalizmin vahşetini
Mubah kılar iken dinler,
Sosyalizmin erdemini
Kim yorumlar ve kim dinler.
Karamsar gibi görünen son dize, sosyalizmin su götürmez erdeminin, sömürü vahşetine inat her zaman yorumlanacağının kanıtını dile getiriyor aslında.
Böylesine ağır bir konuyu bırakıp biraz gönül eğlendirelim diyorum, ne dersiniz?
Elimde Metin Üstündağ’ın Möyküler adlı gırgır yapıtı var.
Yazarın ilk yapıtı Langadank doğrultusunda, şakanın doruğunda, toplumsal taşlamanın gırgırında gelişip giden bu yapıttan ufarak teferek alıntılar yapıyorum, sıkı durun:
- Küççük Met-Üst Sölükü’ünden
- Evlilik : İlk kalp krizi
- Feminizm : Kadınlar hamamı
- Okul : Devlet inek üretme çiftliği
- Karakol : İktidar lokantası, kol böreği
- Şeriat : Lokal-anestezi
- Şiir : Beyin kiri, yürek kiri, hara-kiri
- Darbe : Askeri müşterek
- Mafya : Harbi iktidar
- Kürt : Yerli. beyaz yeli. beyaz zenci
- İşkence var mı? yok mu? idam kalksın mı? kalkmasın mı? asmayalım da besleyelim mi? mühim olan ruh güzelliği mi? şuh güzelliği mi? ruh var mı? madde ne? mânâ ne? sana ne?
______________________
(1) David Rousset, Entretiens sur la Politique’da Sartre’la konuşmasında.
Vedat Günyol | ADAM SANAT - SAYI: 73 - ARALIK 1991