Dünyanın, kuruldu kurulalı, insanlar açısından en büyük sorunu devlet birey ilişkisinin insancı bir temele oturtulması sorunudur; yani -ukalalığa kaçmadan söyleyeyim- her toplulukta ve toplumda yönetenlerin (ki bunlar bir avuçtur), yönetilen çoğunluğun, söz, düşünce ve insanca yaşama özgürlüğünü gemleme ya da ortadan kaldırma eylemlerini hiçe indirmeye karşı çıkma sorunudur.
Lafı uzattım, biliyorum.
Özetleyeyim:
Devlet-Birey ilişkisi, tarih boyunca, hep bireyin ezilmesi, sömürülmesi yönünde gelişmiş bir ilişki olmuştur. Devlet, yani yüzyıl öncesinde Batı’da olduğu gibi, sırtını kiliseye, orduya ve parababalarına dayamış bir avuç insan (kral, imparator) yönetme durumunda oldukları kitleleri, kendi çıkarları doğrultusunda, vatan-millet edebiyatıyla uyutup sömürmüşlerdir.
Bu sömürü özellikle Doğu dünyasında geçerliliğini korumaktadır.
Hukukçular, devleti soyut bir varlık olarak tanımlarlar.
Oysa devlet, halkın gözünde, yönetimi ellerine geçiren ve het-hüt’le ortalığa korku salan, vergi adı altında elini vatandaşın cebine sokan, şan uğruna açtığı savaşlarda yurttaşın kanını isteyen, etiyle kemiğiyle bir avuç insandır.
Size, 1870’ler Fransa’sında bir bahçıvan ağzından devlet kavramını yansıtmak istiyorum.
Fransız romancı Marcel Proust’un Swann’ların Semtinden adlı romanının bir yerinde (Y. K. Karaosmanoğlu çevirisi), Proust ailesinin aşçı kadını Françoise ile bahçıvanı arasında, bir savaş çıkması halinde ne gibi önlemler alınması üzerinde bir konuşma geçer:
Bahçıvan: “Bilir misiniz, Françoise,” der.
“Bir devrim ne de olsa bir savaştan daha iyidir. Çünkü, devrime isteyen gider, istemeyen gitmez.”
“A, tabii; bunu anlarım. Bu daha açık bir iş!”
Bundan başka bahçıvan sanıyordu ki, bir savaş ilanında bütün trenler durduruluyor.
Françoise, “Ha;” diyordu, “kimse savuşup kaçmasın diye.”
Ve bahçıvan Françoise’ı bu düşüncesinde desteklemek için ekliyordu: “Bilmezsiniz, ne kurnazdırlar.”
“lar” edatıyla dile getirilmek istenen şey devletten başka kim olabilirdi ki!
Zaten bizim bahçıvana denilen şey, devletin ahali aleyhine çevirdiği bir dolaptan ibarettir ve eğer, imkânı bulunmuş olsaydı, hiç kimse askere gitmezdi, hele, savaştan mutlaka herkes kaçardı.
Bu konuşmadan da anlaşıldığı gibi, devlet, yöneticilerden başka bir şey değil.
Anadolu halkına, hele İstanbul’a kapağı atan gurbetçilere gelince, devlet, köyde ağa, kentte de yine ağa ama, bu kez “tüccar namıyla maruf azılı parababaları”dır.
Bunu ben söylemiyorum, yazı, öykü, röportaj ustası Necati Güngör söylüyor Yeryüzünde İki Gölge adlı güzelim yapıtında.
Necati Güngör, bu yapıtında İstanbul’un Kazlıçeşme semtindeki, o bir lokma ekmek uğruna, her türlü insanlığın iflas ettiği bir düzen içinde, insanlık onuruna yaraşmayan koşullar altında çalışanları anlatıyor. Okunması, ibret alınarak okunması gereken bir yapıt Necati Güngör’ün bu yapıtı.
Ta Fransız filozofu Victor Cousin’den kaynaklanan “Birey yok, toplum var” sloganı, daha doğrusu ilkesi, totaliter yönetimlerin başlıca amentüsü olmuştur. Toplum içinde bireyin, özellikle üst yönetim düzeyinde hiçe sayılması, Hitler’den, Mussolini’den Stalin’e kadar süregelmiştir.
Bu konuda, bireyin, kişi olarak öneminin vurgulanmasını ön plana alan, Orhan Burian’ın 1952 tarihli yazısını dikkatinize sunuyorum:
HER KİŞİ YENİ BİR SINIFTIR
Amerikan yazarlarından Emerson böyle diyor:
‘Her kişi yeni bir sınıftır.’
Bu söz söyleneli yüz yılı geçiyorsa da söz bugün o zamankinden daha çok üzerinde düşünülmeye değer. Çünkü, o zamanlar Amerikan ve Fransız devrimlerinin getirdiği ‘insanlar özgür doğar ve özgür yaşar’ kavramı henüz taze ve canlıydı. Kişinin toplum ve adalet önünde önemini, bağımsızlık hakkını istemek doğal karşılanır, hele bir şair ya da düşünce adamından beklenirdi.
Oysa, o günden bugüne değer yargıları da çok değişti. Kişinin yeri, değeri de eskisi (yani o devrimler dönemindeki) gibi kalmadı. Bu değişmenin başlıca nedeni yığın kavramının, hele 1848 Devrimi’nden bu yana gittikçe ağır basmasıdır. Halk yığınlarının önem kazanmasının Amerikan ve Fransız devrimlerinin doğal bir sonucu olduğu su götürmez. Hatta, bu noktadan Rus Devrimi de o devrimlerin bir sonucudur.
Ama, görüyoruz zamanla ne oldu:
Yığınların hakkı özgürlük derken, etkileri öylesine arttı ki, bugün yığınların diktatoryası diye bir gerçekle karşı karşıyayız. Kişinin sesi dünyada işitilmez oluyor; Fransız Devrimi’nin ideallerini fazlasıyla gerçekleştireceği beklenen Rusya’daysa büsbütün boğuldu.
Bu duruma göre yorum yapmak gerekirse, kişi için yeniden seferberliğe girişilmelidir. Fen ve sanat erleri, hatta toprak adamları (bir kelimeyle, geniş iktidar ele geçirmekte politika, sanayi ve ticaret adamları gibi doğrudan doğruya bir çıkarı olmayanlar) insanların kişi değeri bilinerek sözü dinlenmek gerektiğini dünyaya duyurup kabul ettirmek durumundadır.
Toplum yaşamının temel ilkelerinden biri kendi mutluluğunu toplumun mutluluğu ile birleştirmektir. Ama, görünüşe bakılırsa, zamanımızda kişiyi hiç göz önüne almayan bir acayip yığın kavramı birçok kafalara hükmetmeye başlıyor. Hatta kimi kez en umulmadık yörelerden, örneğin sanat adamlarından, bu düşünüşü benimseyenler çıkıyor. Oysa kişinin kişi olarak ayrılığı kaçınılmaz bilinecek, Emerson’un sözü yaşamsal bir zorunluluk olarak alınacak bir alan varsa o da sanattır, edebiyattır.
Kişinin ayrılığına değer ve önem verilmeyecek bir toplum olasıdır; o türlü bir topluma özenme belirtilerini etrafta görmek de olasıdır. Ama toplum yararının o kadar külli ve mutlak olarak bellendiği bir dünya gerçekleşecek olursa, o dünyada sanat ve bilime, kişi kafasının kendinden başka bütün kafalara meydan okumasının o müstesna sonuçlarına elveda denmiş olacaktır.
(Yeni Ufuklar, Temmuz 1952)
Vedat Günyol | ADAM SANAT - SAYI: 72 - KASIM 1991