Devlet ve Sanat: “Klasik” Müzikte “Arabesk” Yönetim

İstanbul: Salon Kavgası, Bütçe Kaygısı, Yetki Karmaşası...

Geçen yıl yaşanan ilginç bir olay:

Güher ve Süher Pekinel, İstanbul’da Atatürk Kültür Merkezi’nde bir konser veriyorlar. Piyano, öteki enstrumanlar gibi kolay taşınabilir bir enstruman olmadığı için, İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nın piyanolarını kullanılıyorlar doğal olarak. Ancak daha provalarda sırasında, bu piyanoların artık miadını doldurduğu, neredeyse akort tutmayacak nitelikte olduğu görülüyor.

Pekinel’ler, bu aletleri kullanmak istemediklerini söylüyorlar. Ama bir yandan da çaresizlik var. Nitekim konser bu piyanolarla veriliyor. Sorun, tabii Pekinel’lerin konseriyle çıkmadı ortaya. O piyanoların bir konserde, hele bu enstrumana özgü bir soloda sağlıklı kullanılamayacağını İDSO’daki herkes biliyor. Herkes piyanonun provalardan konsere bir odadan bir başka odaya, bir kattan öteki kata taşınmasının, bu enstrumanın ömürünü kısaltacak önemli bir olay olduğunu da biliyor. Ama yine de uygulama bu. Provalar başka kattaki bir salonda yapılıyor, konserler bir başka kattaki salonda. Piyanolar ise neredeyse dökülen aynı piyanolar.

Sorunun kaynağı, İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’na Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca ayrılan bütçenin, iki piyano almaya dahi yeterli olmaması. Bırakın piyanoyu, orkestranın gereksinme duyduğu, satın alınması daha kolay enstrumanları, örneğin bir fagotu almaya yetmemesi.

Bütçenin İDSO’ya getirdiği engellemeler, yalnız enstrumanlara duyulan gereksinimin karşılanamamasıyla kalmıyor. Ama en önemlisi bu. Salon sorunu, personel sorunu yine ucu dönüp dönüp bütçeye dayanan sorunlar.


İstanbul’da müziğe, klasik müziğe olan ilgi, kentin genel yapısındaki hareketlilikle ne denli doğru orantılıdır, bu tartışılabilir, ancak İstanbullu müzikseverler haftanın iki günü (cuma günleri verilen konser, cumartesi yinelenir), İstanbul Devlet Senfoni’nı dinlemek için Atatürk Kültür Merkezi’ni doldururlar. Aynı binadan yararlanan İstanbul Devlet Opera ve Balesi ise seyirci karşısına çıkmada, orkestradan biraz daha şanslıdır, çünkü haftada üç-dört, bazen beş kez AKM’nin Büyük Salon’unu kullanma olanağı bulurlar.

Bu konserler, gösteriler hangi koşullarda, nasıl kotarılır?
Eserleri kimler seçer?
Bu seçimi yapanları kimler yönlendirir?
Sorunlar nasıl çözümlenebilir?

Birbiri ardına gelen bu sorular, ortaya konan sorunlar, son zamanlarda, söz konusu kurumların bünyelerini aşarak, yukarıdaki örrnek olayda olduğu gibi sunulan gösterilere, konserlere yansımaya ve sanat çevrelerinde yoğun biçimde konuşulmaya başladı. Bütçe, salon, kadro, personel gibi sorunların büyük bölümü, her iki kurum için de geçerliydi.

Ama kurumlara özgü sorunlar da oldukça fazlaydı:

Senfoni Orkestrası’nda yönetimin her yıl değişmesini öngören, böylece kurumun politikasında bir süreklilik sağlanmasını engelleyen yönetmelikler gibi...

Sorunlara, giderek çıkmaza dönüşen aksaklıklara geçmeden önce, söz konusu kurumların genel yapılarına, çalışma düzenlerine ve koşullarına bir göz atmakta yarar var.


OPERA’DA MÜDÜRÜN SONSUZ YETKİSİ

Önce İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nden başlayalım. 1309 sayılı Yasa ve ilgili yönetmeliklerle yetkileri belirlenen bir genel sanat yönetmeni ve müdürün yönetimindeki bu kurumda, müdür önce Danışma Kurulu’nu oluşturuyor ve eserlerin seçiminden daha nice küçük ayrıntıya değin tüm konularda, dilerse bu Danışma Kurulu’na danışıyor, ama kararı yine kendisi veriyor.

Yani sınırsız bir yetki. Şu anda İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin başında bu yetkiyi kullanan kişi ise Okan Demiriş.

İstanbul Devlet Opera ve Balesi, bu yıl içinde 10 yeni eseri sahneye taşıdı. Geçen yıldan bu yıla kalan 5 eserle birlikte bunların sayısı 15’e ulaşıyor.

15 eserden sadece biri yerli opera: Geçen yıl, dünya prömiyeri yapılan Okan Demiriş’in “Karyağdı Hatun” adlı operası.

Gelecek yılın açılışı için de bir yerli opera hazırlanıyor: “IV. Murat”.

İşin ilginç yanı, “IV. Murat” da bir Okan Demiriş operası.

Yasalarda belirtilen çerçevede müdürün eserlerin seçiminde tek yetkili olduğunu öğrendiğimiz için, Okan Demiriş’e bu mutlu raslantı üzerine görüşlerini soruyoruz. Demiriş, yerli operalar konusunda Milli Güvenli Kurulu’nun gerek Ankara, gerekse İstanbul’daki kurumlara bazı öneriler getirdiğini ve seçimlerin bu doğrultuda yapıldığını belirtiyor. Üstelik bu operalar, Milli Güvenlik Kurulu’nca ilgili kaynakların araştırılması sonucu saptanıyormuş.

Yabancı eserlerin seçiminde ise, yine müdür, bütçe sorununu da göz önünde bulundurarak, telif hakkı, şan, piyano, koro notaları gibi orkestra materyallerinin sağlanması, rol alacak oyuncuların yeterliliği gibi konuları değerlendirerek kararını veriyor.

İstanbul Devlet Operası’nın kadrosunda bu yıl 82 solist var. Bunlardan 15-20 kadarı, sezon boyunca hemen hiç sahne almadı. Yani, sergilenmekte olan 15 operada da rolleri yok. Buna karşılık, aynı anda 6-7 operada birden rol alan solistler var. İlgililer, bu konuda doyurucu bir açıklama yapmaktan kaçınıyorlar. Kimine göre operada önemli bir kadro fazlalığı var, özellikle solist kadrosunda oluşan birikim yüzünden koroda olup da solistlik için gerekli tüm koşullara sahip bazı elemanların da ataması yapılamıyor, bu konuda açılması gereken sınavlar açılamıyor. Kimine göre ise, solistlerin seçimleri sahnelenecek operanın gereksinimine ve yönetmenin isteğine bağlı yapıldığından, böyle bir solist fazlalığının oluşması doğal karşılanmalı.


BASIN DANIŞMANI DRAMATURGLAR

Kadro sorununa değinirken göz ardı edilemeyecek bir başka konu, operada sergilenen eserlerdeki dramaturji eksikliği.

Opera yönetmenliğinde, kadroda bir baş dramaturg, bir dramaturg, bir de dramaturg yardımcısının bulunması gerektiği belirtiliyor.

Baş dramaturg görevini, operada hem solist, hem yönetmen, hem de program broşürünün hazırlanması gibi birçok göreve birden koşan Yekta Kara üstlenmiş. Tabii, bu kadar çok işin arasında yetişebilirse. Operada dramaturg kavramının da yanlış anlaşıldığını düşündürebilecek yaklaşımlar var. Yekta Kara’nın program broşürünü hazırlaması gibi, öteki iki dramaturg yardımcısı da, operanın basınla olan ilişkilerini düzenlemekle görevlendirilmişler. Basınla ilişkiler kuşkusuz çok önemli, ama dramaturgun besteci ile yönetmen arasındaki ilişkiyi düzenlemesi asıl, ama zorunluluklar karşısında ihmal ettiği görevi.

Okan Demiriş, bu konudaki sorunun, Türkiye’de dramaturg olarak görev yapacak nitelikte kişilerin bulunmamasından kaynaklandığını belirtiyor.


BEŞ AY TATİL

Opera ve bale ile orkestranın ortak aksaklıklarından biri de, yaz aylarında beş aya varan tatil süresi.
Ekim ayında perdelerini açan bu iki kurum, etkinliklerini Mayıs ayının ilk haftasına değin sürdürüyor.

Bu tatil süresi nasıl değerlendiriliyor?

Opera ve bale, Haziran ayında genellikle turneler ve festival gösterrileriyle programını bir ay daha götürebiliyor. Örneğin bu yıl 1-16 Haziran tarihleri arasında Güney’e bir turne yapılacak. 6 Haziran’da Marmaris’te, 10 Haziran’da İzmir’de temsiller verilecek. Geriye kalan üç aylı süre ise, Okan Demiriş’e göre, çok doğal bir tatil süresi.

Şöyle açıklıyor Demiriş:

“Opera ve balede görevli sanatçılar yıl içinde cumartesi, pazar tatillerini kullanamazlar. Zaten takvimdeki resmi tatiller ile bu günleri toplarsanız, üç ayı bile aşan bir süre çıkar ortaya. Yani bizim bünyemizdeki sanatçılar da, normal öteki çalışanlar kadar tatil yapar, belki de daha az. Kaldı ki, yeni dönem çalışmalarımıza Eylül ayında başladığımızdan bu tatil süresi üç değil, iki ay olarak düşünülmelidir.”

Dünyanın hiçbir yerinde benzeri görülmeyen bu tatil süreci, orkestra bünyesinde de, festival ve üniversite konserleriyle turnelerle değerlendirilmeye çalışılıyor. Ancak, festival konseri (o da bir kez olmak üzere) bazı yıllar oluyor, bazı yıllar olmuyor. Üç üniversite konseri için de aynı geçerli. Turneler ise, bir düzenlilik ve süreklilik kazanmış değil henüz.


ORKESTRA MI, PİYASA MI?

Orkestranın günlük çalışma programı da sanatçılara oldukça büyük bir rahatlık sağlayan bir düzenle yürütülüyor. Her gün, öğleden önce üç saat birlikte çalışan orkestra elemanları, öğleden sonra eğer konseri yönetecek şef gerekli görürse yeniden toplanıyorlar. Gerek yıllık tatil süresinin oldukça uzun olmasının, gerekse günlük çalışma düzeninin sağladığı boşluklar, orkestra elemanlarının İDSO dışında da etkinlikler göstermesine olanak tanıyor. Çoğu kullandıkları enstrumanda Türkiye’nin yetenekli ve başarılı adları olan bu sanatçılar, plak ve stüdyo çalışmalarında görev alıyorlar ya da otel ve gazinolarda program yapıyorlar.

Aslında Türk Hafif Müziği ve Caz Müziği alanındaki çalışmalara, yadsınamayacak katkıları bulunan bu sanatçılar, devlet memuru statüsünde bulunmaları nedeniyle, bu çalışmalarını yasadışı olarak yürütüyorlardı. Devlet memuru olarak aldıkları maaşların sınırlı oluşu nedeniyle, bu durum biliniyor, ancak yetkililerce göz yumuluyordu. Şimdi yeni düzenlemeyle, gerek opera ve bale, gerekse senfoni orkestrasındaki sanatçıların ekonomik koşullarına bir rahatlık getirildiğinde de, Bakanlık bir genelge yayınlayarak, olayın üzerine kararlı bir şekilde gidilmesini istedi.

Şimdi olayın orkestra üyelerini belli bir seçime zorlayacak bir yönü var:

Yaşam standartlarını, dışarıda yaptıkları müziğin sağladığı yam gelirlere göre kurmuş müzisyenler, ya İDSO’dan koparak piyasa müziğini seçecekler ya da belirli bir maaşı kabullenip yine klasik çalmayı sürdürecekler.

İDSO’nun çiçeği burnunda müdürü Murat Gürol’la göre, bu seçimlerde mutlaka kaybeden bir taraf olacak.

Gürol şöyle diyor:

“Eğer yaşam koşullarını değiştirmek istemeyen ve bu yüzden İDSO’dan ayrılan sanatçılar olursa, bundan orkestra önemli ölçüde etkilenir. Ama İDSO’da kalmayı seçenler de, Türk Hafif Müziği’nin kalitesini büyük ölçüde düşürecektir, hatta bazı orkestralar yanacaktır.”


HER YIL DEĞİŞEN YÖNETİM

Murat Gürol, İDSO’nun yeni müdürü. Bir yıl boyunca müdür olarak görev yapacak.

Yukarıda da belirttiğim gibi, senfoni orkestrasında yönetimin her yıl Mart ayında değişmesini öngören bir yönetmelik var. Bu yönetmelik birçok sakıncayı da beraberinde getiriyor. Tam sezonun ortasında yapılan değişikliğin bir yandan sanatçılar üzerinde, bir yandan da daha önceki yönetimce yapılmış ilişkilerin sürdürülmesinde ortaya koyduğu olumsuz etkiler var. Ama en önemlisi, kurumun politikasında bir süreklilik sağlanması mümkün olmuyor bu yönetmelikle. Bu konuda, Bakanlık’ça bir yasa taslağı hazırlandığı, seçimin kademeli olarak yapılması ve en az üç yıl görev yapacak bir müdürün atanması gibi konularda girişimler yapıldığı belirtiliyor.

Aslında yeni müdür Murat Gürol’u sayısız sorun bekliyor önümüzdeki günlerde.

Öncelikle ekonomik çıkmaz nasıl aşılacak?

“İDSO, yıllardır çok küçük bütçelerle idare etmek zorunda kalmış. Eskiden Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın bütçesinin çok alıtnda olan İDSO bütçesine şimdi bir denge getirildi, ancak bütçe, güncel harcamalara bile yetmediğinden, temel gereksinimler birikerek günümüze değin ulaştı. Bugün artık bıçak kemiğe dayanmış durumda.

 Bugüne kadarki sorunlar nasıl çözülecek?

 Öncelikle enstrüman sorunu. Frak, smokin, vb. giysiler sorunu. Bu sorun yasada olduğu halde bütçeden karşılanamıyor.
 Personel sorunu, vb.”


SORUNLAR... SORUNLAR

Personel sorunu.
İstanbul Devlet Senfoni Orkestası’nın gündemindeki en önemli sorunlardan biri de bu.
Ucu yine bütçeye dayanan bu sorun kurumun bazı temel gereksinimlerini bile çözememesinin en önemli nedeni olarak gösteriliyor.

Örneğin, öteden beri yakınılan bir sorun da İDSO’nun solist, eser, şef, vb. program değişikliklerinin önceden haberlenememesidir. Ancak, İDSO’nun bu sorunu çözümleyecek, basınla olan ilişkilerini kuracak bir elemanı yok. Her yıl, yurt dışından birçok şef konuk olur İDSO’ya. Gelen konuklarla ilgilenecek yabancı dil bilen elemanların olmaması da bir başka eksiklik kuşkusuz.

Sonra, salon sorunu.
Ancak, o günden bu yana, bu soruna bir çözüm getirilebilmiş değil.

Bu durumdan en çok hoşnutsuz olan kurum ise, İDSO. Yine Murat Gürol’un görüşlerini alıyoruz:

“Öncelikle, Atatürk Kültür Merkezi’nin sanat etkinlikleri için mi, yoksa konferans, toplantı, vb. için mi kullanılacağına karar verilmeli. Geçenlerde İDSO’nun bir konseri bu nedenle iptal edildi. Ama bizim için ideal olan AKM’nin dışında kendi konser salonumuzun olması. Bunun için, akanlık katında girişimler var. Maslak’ta ya da Erenköy’de bir alanın konser salonu olarak düzenlenmesi söz konusu. Şu anda kullandığımız salon akustik kaygılar göz önünde tutulmadan hazırlanmış. Bizim sonradan koyduğumuz panolar yeterli olmuyor. Bir başka sorun ise, provaları yaptığımız salon ile konser verdiğimiz salonun aynı salon olmaması. Bu sorun hem konserlerin kalitesinde olumsuz etki yapıyor, hem de bir salondan ötekine taşınan enstrümanların yıpranmasına yol açıyor.”

İDSO’nun sorunları bunlarla kalmıyor. Garip karşılanacak bazı uygulamalar da kurum dışında soru işaretleri yaratıyor.

Örneğin, dünyanın çeşitli ülkelerindeki orkestralar, yılbaşı konserleri düzenlerlerken, bizde İDSO yılbaşında ve onu izleyen haftadaki konserleri erteliyor.

Murat Gürol’a göre, “Yılbaşı konserleri geleneksel bir olay, bizde böyle bir gelenek yok.”

Bir başka aksaklık, orkestra üyelerinin bazılarının (özellikle piyanist, arpist ve vurmalı çalgıların) çalınacak eserlerin partisyonları gereği diğer üyelere oranla daha az sahne almaları.

Murat Gürol’a göre, bu da “Olağan sayılabilecek bir durum. Çünkü bu enstrümanları kullananlar solist olarak görev aldıklarında, oldukça ağır bir çalışma üstlenmiş oluyorlar.”

Ve buna benzer daha nice sorular, sorunlar...
Öğrendiğimize göre, konu şu sıralarda ciddi boyutlarda Bakanlığın gündeminde. Yeni bir yasa hazırlanması yolunda komisyon çalışmaları yapılıyor. Ancak sanat çevrelerinde bu kurumların özerk olmaları konusundaki yönelime, bakanlığın yaklaşımı çok olumlu değil. Bu konudaki en önemli kuşku, söz konusu kurumların bilet girdileriyle hizmet giderlerini karşılayabilmelerinin mümkün olmayacağı düşüncesinden kaynaklanıyor.

Yani sorun, yine bütçe sorunu.

Bakalım, son gelişmeler, kadro-bütçe-hizmet dengesini sağlayabilecek mi?



Bülent Berkman | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 166 - 15 Nisan 1987
_____________________________________________________________________________________



Ankara: Prefabrik barakalarda opera ve bale provaları...

Bilindiği gibi, Ulu Önder Atatürk sanata ve sanatçıya gereken değeri vermiş, sanatın gereklilik ve vazgeçilmezliğini yalın ve çarpıcı bir biçimde vurgulamıştır. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte pek çok alanda olduğu gibi müzikte de “Çağdaş Uygarlık Düzeyi”ne ulaşma yolunda büyük atılımlar yapılmıştır. Çok kısa sayılabilecek bir sürede sanatçılar yetiştirilmiş, sanat kuruluşları oluşturulmuştur.

Bu yazımızda bu kuruluşlardan ikisinin, ‘Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası ile Ankara Devlet Opera ve Balesi’nin bugünkü durumlarına değineceğiz.

Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın kuruluşu 161 yıl önceye kadar uzanmaktadır.

1826 yılında “Muzikai Humayun” adıyla kurulan Orkestra, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Atatürk’ün buyruğuyla 1924’te Ankara’ya taşındı.

“Riyaseticumhur Musiki Heyeti”, “Riyaseticumhur Filarmoni Orkestrası” adlarıyla görev yapan Orkestra, Kuruluş Kanunu’nun çıkarıldığı 1957’de “Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası adını aldı. Konserlerini değişik salonlarda veren orkestranın 1961 Ekim’inde 800 dinleyici alabilen kendine ait bir konser salonu oldu.

Dünyanın en eski orkestralarından biri olan Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’na sanırız bazı şeyleri yeniden gözden geçirmemiz, bu değerli kuruluşumuzun daha iyiye, daha güzele ulaşabilmesi için düşünce ve güç birliği yapmamız gerekiyor.

Örneğin, 800 dinleyici kapasiteli konser salonu başkentte dinleyicinin gereksinimini artık karşılayamaz hale gelmiştir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, pek çok dinleyici konserlerde oturacak yeer bulamamakta, konseri ayakta izlemektedir. Hele çok ünlü sanatçıların konserlerinde salon “iğne atılsa yere düşmeyecek” kadar dolmaktadır. Ara geçitlere, merdivenlere oturarak konseri izlemeye çalışanlar insana sanat ve sanatçı adına mutluluğun yanı sıra mutsuzluk da vermektedir.

Salon önceleri sergievi olarak yapıldığı için gerek işletmecilik gerek kullanım açısından bazı güçlüklere neden olmaktadır. Sahne, çok geniş kadrolu eserleri rahatlıkla seslendirecek büyüklükte değildir.

Genel provalar dışında sanatçıların bireysel çalışma yapabilecekleri odaları bulunmadığından, çalışmalar provalarla kısıtlı kalmakta, bu da gerek sanatçıların gelişmesini gerek programda yer alan eserlerin yorumlanmasını olumsuz yönde etkilemektedir.

Bilindiği gibi, orkestraların yeterli gelişimi yapıp yapmamalarında en önemli etkenlerden biri genel müzik yönetmenleridir. Geçmişe baktığımızda Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın zaman zaman değerli şefler yönetiminde büyük atılımlar yaptığını, tutarlı bir çalışma sistemi oluşturduğunu görürüz.

Dr. Ernst Praetorius, Tadeusz Strugala gibi yönetmenlerle orkestra sistemli çalışmalar yapmıştır. Ancak 1985-86 konser mevsiminden itibaren orkestramızın genel müzik yönetmeni olmamış, çok değişik isimler bir-iki konser yönetmek üzere ülkemize gelmişler, o an için beğeniyle karşılanan yorumlar sergilemişlerse de orkestranın özlenen oranda aşama yapmasına katkıda bulunamamışlardır.

Sanat tabii ki pahalı bir iştir. Yeterli ücreti verdiğiniz an sanatçıyı angaje edebilir, onun hizmetinden yararlanabilirsiniz. Aksi halde dilediğiniz kişi veya kişilerle değil, ödeyebileceğiniz ücreti kabul eden kişilerle hizmeti yürütebilirsiniz. Orkestramızın kadrolu 2 şef yardımcısı bulunmakla birlikte, devlet sanatçısı olan bu sanatçılarımızın hizmetinden bu sıralar pek yararlanılamamaktadır.

Sazların eksikliği de orkestranın başarısını olumsuz yönde etkilemektedir. Yeni sazlar alındığı takdirde orkestranın entonasyonu daha temiz, tınısı daha doyurucu olacaktır. Salondaki konser piyanoları sahnenin yeterince geniş olmamasından ötürü sahne gerisine alınmakta, konser sırasında sahneye taşınmaktadır. Bu sürekli taşıma ve piyanoların eskiliğinden ötürü mekanizmaları akort tutmamakta, konser sırasında birkaç dakika içinde akort bozulmaktadır. Bundan sonra da gerek yorumcu gerek dinleyici için müziğin yorumlanması fazla zevk vermemeye başlamaktadır. En kısa sürede yeni piyanoların satın alınıp hizmete sunulması sanatçıyı da dinleyiciyi de yönetimi de rahatlatıp mutlu edecektir sanırız.

Sorunlardan biri de bazı engellerden ötürü istenilen eserlerin materyallerinin rahatlıkla sağlanamaması yüzünden fazla geniş bir repertuar uygulanamaması...

Bu durum yabancı bestecilerin eserlerinin yanı sıra, eserlerinin basım, dağıtım ve benzeri hakları dış ülkelerdeki editörlerce alınmış Türk bestecileri için de geçerlidir. Bu konularda yaşanan güçlüklerden ötürü zaman zaman program değişikliği yapılmak zorunda da kalınıyor ayrıca.

Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın yaklaşık 120 kadrosu olmakla birlikte, bugün için kadrosunda devlet sanatçılarıyla birlikte 90 kişiden biraz fazla elemanı bulunuyor. Çalgı grupları arasında en çok kemancılara gereksinim duyuluyor. Orkestra bu gereksinimi Devlet Opera ve Balesi Orkestrası üyeleri ile Devlet Konservatuarı öğretmen ve ileri sınıf öğrencileriyle karşılamaya çalışıyor.

Bunun yanı sıra, birkaç kişi dışında, orkestradaki genç elemanların büyük bölümü, bireysel olarak kendini yenilemek için fazla bir çaba göstermemektedir maalesef. Değerli orkestramızın verimini olumsuz yönde etkileyen faktörlerin en kısa sürede giderilmesini diliyoruz.


ANKARA DEVLET OPERA VE BALESİ

Değerli sanat kuruluşlarımızdan Ankara Devlet Opera ve Balesi’nin en büyük sorunlarından biri şu andaki binasının yetersiz kalışıdır. Uzun yıllar opera ve tiyatro hizmetlerinde kullanılan binada günümüzde bale temsilleri de sergilenmektedir. Çalışmalarını yıllarca Resim ve Heykel Müzesi (eski Türk Ocağı) binasında sürdüren Bale, bu binanın 1976 yılında restorasyonunun başlaması üzerine opera binasının bahçesine yapılan prefabrik barakalara yerleştirildi. Halen çalışmalar bu prefabrik barakalarda yapılıyor.

Bugün, haftanın üç günü de opera, müzikal, bale etkinliklerine bir gün de genel bakıma ayrılmış bulunuyor. Bunların orkestra, solist, koro, genel provaları, ışık, dekor, kostüm ve benzeri sahne arkası çalışmaları da dikkate alındığında ne denli yoğun bir trafik olduğu ortaya çıkar.

Devlet Opera ve Balesi’nde yaklaşık 65 orkestra üyesi, 60 solist sanatçı, 95 koro sanatçısı ve 100’ün üzerinde bale sanatçısı bulunuyor. Orkestra şefi ise bir tane. Şu anda orkestra şefi Rengim Gökmen aynı zamanda Genel Müzik Direktörü Devlet Opera ve Balesi’nin. Şef gereksinimi dış ülkelerden getirtilen sözleşmeli şeflerle karşılanıyor. Opera orkestrasının da başta keman olmak üzere yaylı çalgılar üyelerine gereksinimi var. Bu gereksinim Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası üyelerinin katılımlarıyla karşılanmaya çalışılıyor. Yani iki orkestra birbirini takviye ediyor.

Opera Korosu’nda da ses grupları arasında bazı dengesizlikler var.
Örneğin alto sayısı oldukça az. Ülkemiz iklim ve benzeri koşullardan ötürü tenor ses grubunda da sıkıntı var. Sınav açmadaki bazı güçlükler giderildiği takdirde gereksinim duyulduğu an kısa sürede sınavla istenilen ses grubuna eleman alınmalı be gruplar arasında doğacak dengesizlikler zaman kaybetmeden giderilmelidir.

Kollektif çalışma ve büyük emeklerle sahneye konan eserlerin daha çok sayıda sanatsever tarafından izlenebilmesi için daha büyük bir salona gereksinim duyulmaktadır. 695 kişilik salonun bugünkü izleyici potansiyelinin gereksinimlerini karşılayabildiği pek söylenemez. Özellikle bazı eserlerde bilet bulmak çok güç oluyor ve insanlar o eserleri izleyebilmek için uzun süre beklemek zorunda kalıyorlar. Aslında sevindirici de bu. Demek ki, bu değerli sanat kuruluşumuz o eserlerde başarılı, beğeniliyor, halkımız sanatı seviyor ve sanatçıyı takdir ediyor.

Bazı eserlerde genç yeteneklerimizi izliyor, başarılarından mutluluk duyuyoruz. Gençlere daha çok olanak tanındığı takdirde, birçok yeni yeteneği zevkle alkışlayacağımızı umuyoruz.

Daha iyiye, daha güzele ulaşmak dileğiyle.



Mahir Dinçer | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 166 - 15 Nisan 1987
_____________________________________________________________________________________



İzmir: Taşıma suyla dönen değirmen...

Müzik yaşamında çok uzun yıllar derin bir sessizliğe gömülen, ülkemizin üçüncü büyük kenti İzmir’in, on iki yıllık bir senfoni orkestrası, beş yıllık bir operası var. 1975’ten bu yana, arada Dokuz Eylül Üniversitesi’ne bağlı Güzel Sanatlar Fakültesi’ni, Devlet Konservatuarı’nı da sayarsak, İzmir’de müzik ortamı ile ilgili çevrim tamamlanmış oluyor. Bir bakımai müzik etkinliklerini, hoşnutluk verici, yüz ağartıcı düzeylere çıkarabilmek için her türlü hazırlık tamam demek bu.

Önce, tablonun olumlu yanlarına bakalım:

İzmir Devlet Senfoni Orkestrası da, İzmir Devlet Opera ve Balesi de, kuruldukları, çalışmaya başladıkları günden beri, kentin müzik ve sahne yaşamını canlandırdılar, zaman zaman , kendilerinden bekleneni fazlasıyla vermeyi başardılar.

1975’in son aylarında, bir tür “toplama orkestra” niteliğinde olan, taşıma suyla değirmen döndürmeye çalışan orkestra yok artık. Onun yerini, yetmiş üyeden kurulu, dışarının yardımına gereksinmesi kalmamış bir senfonik kuruluş aldı. İzmir Devlet Konservatuarı’nı bitiren genç müzikçiler, öteki orkestralara, dışarılara kaçıp gitmiyorlar, kendi kendilerinin orkestrasında çalıyorlar.

Opera da öyle:
1982 yılından bu yana, kısır olanakları içinde, oldukça başarılı opera temsilleri gerçekleştirildi bu kuruluşta. Orkestrada on iki, operada beş yılın tam bir dökümünü çıkarmak söz konusu değil bu yazıda ama, öyle bir döküm çıkarılacak olsa, göğüs kabartacak etkinlikleri sıralamakla, olumlu tablonun dinleyicilere ve izleyicilere de, bu kuruluşu oluşturan sanatçı ve yöneticilere de, geçenleri anımsatıcı, öğretici yanlarını vurgulamış olurduk.


MADALYONUN ÖTEKİ YÜZÜ

Tablonun olumsuz yanları üzerinde durmamız ise, sanırım daha bir çarpıcı olacaktır. Olumsuzlukları hazırlıyan etkenlerin başında kuşkusuz, o bitemeyen derdimiz, belli bir kültür politikasından yoksun oluşumuz yatıyor. Gerçekten, Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin ekonomide, dış ilişkilerde, turizmde belirli gelişme çizgileri, seçtikleri belirli politikaları vardır da, kültürde böyle bir politika izlendiği görülmüş değildir bugüne dek.

Son duruma bir bakalım:

Kültür işlerimizle uğraşan iki temel bakanlığın, “Kültür ve Turizm Bakanlığı” ile “Milli Eğitim Bakanlığı”nın çalışmalarını hangi politika yönlendiriyor dersiniz?

Kalkınmayı yalnızca geliri yükseltmekten, dış satımları geliştirmekten, kişileri varlıklı kılmaktan ibaret sayan, kuru, tek yönlü anlayışın kültürdeki, eğitimdeki yansımaları değil mi?

“Yatırım”la (moral yatırımla) ilgili olan, devlet bütçesine gelir sağlama özelliği olmayan “kültür” uğraşıyla, bir “gelir sağlama işi” niteliğinde olan “Turizm”i bir arada yürütme işleri omzuna yüklenmiş, garip kuruluşlu bir bakanlığın, kültür adına hangi hayırlı adımları atmasını bekleyebiliriz?

Kültür ve Turizm Bakanlığımız da, turistik tesislerde yatak kapasitesinin arttırılmasını, turizm potansiyelimizin yeterli ölçüde değerlendirilmesini hep önde tutuyor da, niteliği, özelliği gereğince, doğrudan doğruya para getirmeyen, aksine para harcamayı gerektiren, ama uzun vadede en verimli yatırım sayılması gereken kültür uğraşını dışlıyor durmadan. Bu yüzden de devlete bağlı kültür ve sanat kuruluşları, yılda yıla daha kısırlaşıyor, cılızlaşıyor. Yeni soluklar alamıyor, yeni atılımların ardından koşamıyorlar.

Politikasızlıktan mı, yoksa, besbelli bir “kısırlaştırma”, “yozlaştırma”, “kendi haline bırakma” politikasından mı söz etmeliyiz?

Sanırım, ne yazık ki ikincisi doğru bunların.

Öyle olmasaydı, pespaye sokak kültürü, arabesk geriliği böylesine egemen olur muydu toplum yaşantısına?


EN BÜYÜK DERT

Kültür işlerinde politikasızlığın doğal sonucu, İzmir’deki orkestra ile operanın, çalışmalarını rahatça yürütebilecekleri, doğru dürüst birer mekândan, bir konser ve opera salonundan yıllardır yoksun bırakılmalarıdır.

Öteki büyük kentlerimizde de aynı sorun derece derece vardır ama, İzmir’in salon derdi, hepsinden büyüktür:

Orkestra, konserlerini akustik koşulları elverişsiz, hantal bir salonda, Ege Üniversite’ne bağlı “Atatürk Kültür Merkezi”nde vermek zorundadır.

Operaysa, İzmir Milli Kütüphane Vakfı’nın malı olan, yılların “Elhamra” salonunun dar çerçevesine neredeyse kasaba ölçüleri içinde kalan sahnesine ve sahne gerisine sıkışmış kalmıştır.

İzmir’e bir “opera binası” borcu olan Büyükşehir Belediyesi, bu borcu yerine getirmek için, gerçekleşmesi yılların geçmesine bağlı olan, görkemli (!) “Konak projesi”ni öne sürmekte, başkaca herhangi bir adım atmamaktadır.

Orkestranın sürekli bir yönetmenden, sorumlu bir “müzik direktörü”nden yoksunluğu, yıllar boyu sürmüştür. Bu mevsim başında, anılan sorunun çözümlenebileceği umudu belirmişse de, sonuç iç açıcı olmaktan henüz uzaktır. Orkestranın, bu yazının kaleme güne kadar verdiği 24 konserde tam 16 yönetmenin görev almış olması, gerçeği bütün çıplaklığıyla öne serecek niteliktedir. Bu yüzden, İzmir’in genç orkestrası, eğitimden, disiplinli çalışmadan uzak, kendi halinde bir gelişme içindedir. Kendilerinden yardımcı yönetmen olarak yaralanılabilecek, deneyimli, bilgili genç müzikçilere eğitim ve yetiştirme görevi verilmemekte, orkestranın “stil, entonasyon, denge, dağar, zenginleştirme, kitaplık ve arşiv oluşturma” gibi temel sorunları, bilgiyle, kültürle, plan ve program içinde ele alınıp çözüme ulaştırılamamaktadır.

Operada, yerleşik sanatçıların sayısı düşüktür. Temsiller için, öteki devlet kuruluşlarından sürekli yardım umulmaktadır.

“Opera Orkestrası” olarak hizmet gören topluluğun üyelerinden büyük bir bölüm (yaklaşık üçte bir), Senfoni Orkestrası kadrosundan gelişmiştir. Dışarıya muhtaç olmanın yarattığı güçlükler yüzünden, içinde bulunduğumuz mevsimin ikinci yarısında, yeni bir opera temsilinin gerçekleştirilmesi umutları ne yazık ki suya düşmüş durumdadır.


KENTLE BÜTÜNLEŞME

Orkestra ve operanın İzmir’e getirdiklerini, içinde bulundukları olumsuz koşulları kısaca özetlemeye çalıştığım bu değerlendirmeyi, temele ilişkin bir saptamayla sonuçlandırmak istiyorum:

“Yılların alışkanlıklarını yıkmak” gibi önemli bir işlevi üstlenmiş olan bu kuruluşlar, en geniş anlamıyla “kentle, kentliyle, bütünleşmek”, “İzmir’in orkestrası - İzmir’in operası” olmak zorundadır. Bunu başarmaktan henüz uzaktırlar. Kültürde politikasızlığın yarattığı bir sonuç olduğuna göre, bu alanda devletten yardım ummayı beklemeleri de doğaldır. Ama, bunun yanı sıra, kendileri de bu konuda ellerinden gelen çabayı göstermeli, kente mal olmayı, en azından genç dinleyicilere, izleyicilere, okullara, öğrencilere kucak açmayı bilmeli, görevlerini bu bilinçle yürütmelidirler.

Yoksa, devletten avuç dolusu para alan, ama ancak yılın altı-yedi ayında çalışan, geri kalan günlerini boş geçiren “imtiyazlı sanat erbabı” arasında sayılmaktan kendilerini kurtaramayacaklardır.



Üner Birkan | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 166 - 15 Nisan 1987
_____________________________________________________________________________________



...Ve başka ülkelerde durum

Müzik alanındaki gelişimine daha 12. yüzyıldan başlayarak “çoksesli”liğin alabildiğine geniş olanaklarını, zengin renk yelpazesini oluşturan kural ve kuramlarını saptayıp, kulakları koşullandıran Batı evreninde kısa bir inceleme ve araştırı, böyle bir ortama karşı bu ikilemlerdeki sanat kuramlarında çalışma programı ve biçimlerinin gizden daha başka bir düzen içerdiğini gösterecektir.

Gerek devlet, gerek yerel yönetim ya da sayılı “kamu tüzel kişiliği” statüleriyle hizmet gören bu kurumların yıllık, aylık, haftalık ve günlük çalışmaları daima en yetkine ulaşmanın, en iyiyi vermenin sorumluluğu altında saptanmış, başka kamu hizmeti görenlerle en azından eş değerli olması gözetilmiştir.

Türlü ülkeler kültür temsilciliklerinden sağlanan bilgiler, basılı yayınlar ve kişisel gözlemlere bakılırsa, sosyalist Doğu ülkelerindeki çalışmaların süre ve yöntem yönünden en ağır koşulları içerdiği anlaşılıyor.

Genel olarak “Kuzey yarım küresi”nde yer alan bu ülkelerdeki kültür çalışmalarında “tatil” yılda yalnız bir ay kabul edilmiş, Ağustos ayı uygun görülmüş.

Opera ve bale kurumlarındaki yeni mevsim çalışmaları Eylül’ün ilk iki haftası boyunca geliştiriliyor, aynı ayın ikinci yarısında bir önceki mevsimin en beğenilen bazı eserleri sunuluyor, ilk “yeni eser” galası en geç  Ekim ortalarında yapılıyor.

Çalışma ve provalar her gün üç saat öğle sonrası olmak üzere, altı saat; koro, orkestra, baleden marangozhane ve başka atöylelere kadar...

Büyük kurumların tatil ayında “festival”lere katılma ya da başka ek çalışmaları olduğu takdirde tatil süreleri yıl içinde görevlilerin isteklerine göre ayarlanıyor.

Bazı Avrupa ülkelerinde devlete ya da yerel yönetime bağlı tam profesyonel kurumlarda durum pek büyük başkalık göstermiyor. Eğer festivaller gibi olağanüstü çalışmalar bahis konusu olmazsa, opera ve bale kurumları iki ay (örneğin Viyana Devlet Operası, “Temmuz” ve “Ağustos”) tatil yapıyor. Ancak aynı aylarda festivallerde görev almış topluluklar, çalışmalarını tatil döneminde kendi yuvaları dışında sürdürürlerse, anlaşma gereği “fazla iş ücreti” adıktan başka, üyelerin elverdiğince isteklerine göre düzenlenmiş tatil hakları geçerli sayılıyor.


BAŞKA ÖRNEKLER

Bir başka örnek; Federal Almanya’da türlü statülere bağlı 89 kuruluştan (opera, bale, senfonik orkestra, oda orkestrası) doğrudan devlete bağlı ve devlet denetimindeki 77’sinde sözleşme ile bağlanan btün sanatçıların teknik ve idari görevlilerin yıllık tatil süresi yalnız 65 gün. Sanatçı veya görevli, kendi özel durumuna göre koşullar uygun bulundukça tatilini bölmeden, dilediği mevsimde kullanabiliyor. Opera, bale ve konser programlarına bakıldığında durumu gözlemek kolay.

Örneğin Berlin Alman Operası, mevsimi Haziran ayı sonunda kapatıyor, Ağustos sonu çalışmalar Eylül’ün son haftası da gelenek üzere temsillere başlıyor.

İngiltere ve Fransa’da çalışmalar Federal Almanya’ya bakarak pek büyük ayrılık göstermiyor.

Londra Covent Garden ve Sadler’s Wells,  Paris Büyük Opera’da tatil bütün hizmetliler için iki ayı aşmıyor.
Durum Birleşik Amerika’da, profesyonel orkestralar için aynı. Sürekli temsil veren  New York Metropolitan ve Kent operalarında tatil tam iki ay.
Genelde New York Filarmoni, Philadelphia, Boston, Chicago, Los Angeles senfoni orkestraları ve başka büyük, ünlü benzerlerinin tatil süresi aynı.
Amerika’da opera ve bale gösterileri bilindiği gibi yılın belirli aylarında, belirli sürelere göre ayarlanmış. Mevsimlere göre değişiyor.
Örneğin “San Francisco opera mevsimi” sonbaharda üç ay.

Daha kapsamlı araştırmaların sonuçları pek başka olmayacaktır.
Batı’ya özgü çalışma coşkusu, gelenek ve yöntemi, kültür ve sanat hizmetleri için de hakka ve mantığa dayanmayan tatil anlayışına karşıt bir inanç oluşturmuştur.

Gene uzun tatillerin çalgı çalanın elini, şarkı söyleyenin sesini körleteceği bilinir. Günlük çalışma süresini de aynı düşünceyle en az altı saat olarak koşullandırır.

Ve tüm sanatçılar ve başka görevliler yaşamlarını sağlayan vergi kaynaklı ödeneği ve gişeye ödenen paranın karşılığını hak etmek için çalışır önce...

Aynı bilince kavuştuğumuz gün hiç kuşkumuz olmasın Avrupa’nın ve tüm Batı’nın kapıları daha biz zorlamadan açılacak, sağlam bir kültür yapısının da temelleri atılacaktır.

Doğal olarak, eğer isteniyorsa ulaşılacaktır böyle bir sonuca...



Faruk Yener | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 166 - 15 Nisan 1987
_____________________________________________________________________________________



Devlet Sanatçısı kimdir, kim olmalıdır?

Devlet, sanatı ve sanatçıyı korumalı ve özendirmelidir. Bu, çağdaş sosyal devlet anlayışının bir gereğidir.

Günümüzde sosyal devlet, halkın gelişmesini ve eğitilmesini önde tutmaktadır.

Bu nedenle, çağdaş anayasaların hemen tümünde olduğu gibi [!], 1982 Anayasası’nda da sosyal devlet anlayışı yer almıştır:

“Devlet, sanat faaliyetlerini ve sanatçıyı korur. Sanat eserlerinin ve sanatçının korunması, değerlendirilmesi, desteklenmesi ve sanat sevgisinin yayılması için gereken tedbirleri alır.” (Md. 64).

Devlet sanatçılığı, bu özendirme yöntemlerinden biridir.

Daha çok sosyalist ülkelerde sanatçıları bu tür sanlarla desteklemek yoluna gidildiği sanılırsa da, pek doğru değil bu. Sanatın toplum yaşamındaki özel yeri, toplumun eğitimine katkısı ve etkisi, sanatçıyı her dönemde ve her ülkede toplumun önde gelen kişileri arasında bulundurmuştur.

Devlet gücünü elinde tutan kişi veya kurumlar, sanatçının bu işlevini ve etkinliğini de göz önünde tutmuştur. Bunun için sanatçıyı desteklemiştir, korumuştur; sanatçıyı güdümlemek, kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya da çalışmıştır.

Başta SSCB olmak üzere bütün sosyalist ülkelerde sanat devlet eliyle örgütlenip yürütülmektedir. Hemen bütün sanatçılar kamu kaynaklarından ücret almaktadır. Bunların arasında seçkinleşmiş olanlarına türlü sanlar verilip özel olanaklar sağlanmaktadır.

Ne var ki, bu uygulama, yalnız sosyalist ülkelerde değil, Batı ülkelerinde de başka biçimlerde bile olsa görülmektedir. İngiltere’de, Almanya’da bu tür uygulamalar vardır.

Örneğin İngiltere’de, kendi alanında seçkinleşen sanatçılar, ister yaratıcı olsun, isterse uygulamacı-yorumcu (icracı) türlü sanlarla ayırt edilir. Bu sanlar dizisinde “Sir” “Dame” gibi soyluluk sanlarıyla benzer olanları da var. Kuşkusuz, sanatçının kendisine verilen, soyuna geçmeyen türden sanlar bunlar. Ama sanın özelliğinden de anlaşılacağı üzere, bunu kökeni epeyce eski dönemlere uzanmaktadır. Yani krallıkla devletin özdeş olduğu dönemlerden kalma.

Ülkemizde de sanat etkinliklerini korumayı Anayasal bir görev olarak üstleniyor devlet. Çeşitli alanlarda ya doğrudan ödenekli kurumlar oluşturarak ya da türlü destekler sağlayarak yapıyor bu koruma ve özendirme işlevini.

Devletin bu tutumu, kuşkusuz doğrudur, yerindedir; çağdaş gelişmeye uygundur. Sosyal devlet toplumun moral kalkınmasını, ekonomik kalkınması denli, onunla birlikte görev saymaktadır.

Toplumun gönenci (refahı)  bireyin mutluluğu, yalnızca ekonomik varsıllıkla ölçülmez.

Yalnız özgürlüklerin korunması, sağlanması değil, bireyin özgürleştirilmesi de çağdaş devletin görevidir.

Topluma yönelik bu işlevleri yeerine getirmede devlet, kuşkusuz sanat etkinliklerini de bir kamu hizmeti olarak doğrudan örgütleyebilecektir.

Devlet Tiyatroları, Devlet Opera ve Balesi, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, Devlet Senfoni Orkestraları gibi kurumların yanı sıra, sanat eğitim ve öğretimi yapan kurum ve kuruluşlar da halkın kültürel eğitimine, toplumun moral, kültürel kalkınmasına doğrudan katkıda bulunmaktadır.

Bu kurum ve kuruluşlarda çalışanlar da kamu kaynaklarından ücret almaktadır. Gerek gördükleri iş, gerekse ücret durumu nedeniyle de bu kişiler kamu görevlisi  -ya da Yönetim Hukuku terimiyle kamu ajanı-  durumundadır.

Devleti yönetenlerin düşünce ve tutumu zaman zaman değişmektedir.

Kimi iktidarların siyasal anlayışlarının ya da iktidarı kullanan kadroların kişisel görgü, birikim ve beğenilerinin sonucu olarak sanata ve sanatçıya olan tutum ve davranışları değişmektedir.

Bunun sonucunda sanatçı, gereksiz kişi gibi görülebileceği gibi, çok önem ve değer verilen kişi olarak da görülmektedir.

Bunun sonucu, devletin sanata ve sanatçıya bakışında ve yaklaşımında hâlâ bir kurumsallığın gelişmemiş olmasıdır.


“DEVLET SANATÇILIĞI”

1971 yılında ilk kez dönemin Kültür Bakanı Talat S. Halman’ın girişimiyle Türk sanatına çeşitli alanlarda, türlü biçimlerde hizmet ederek seçkinleşmiş sanatçılara bir onurlandırma yöntemi uygulandı.

Mart 1971’de yayımlanan yönetmelik esas alınarak bir bölüm sanatçıya “Devlet Sanatçılığı” sanı verildi.

Bunların hepsi çoksesli müzik alanından seçilmişlerdi:

  • A. Adnan Saygun,
  • Necil Kâzım Akses,
  • Ayla Erduran,
  • Ayşegül Sarıca,
  • Mithat Fenmen,
  • İdil Biret,
  • Suna Kan,
  • Verda Erman,
  • Gülay Uğurata.

15 Mart 1971 günü 13779 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Devlet Sanatçısı Olacak ve Bu Haktan Faydalanacak Sanatkârlar ile Bunların Niteliklerine Dair Yönetmelik”e dayandırılan bu işlemin yasal bir kaynağı ve dayanağı yoktu.

1972 yılında bir kanun hükmünde kararname ile 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 60. maddesine bir fıkra eklendi. (23.12.1972 günlü 2 sayılı K.H.K.) bu fıkra “Devlet Sanatçılığı” uygulamasının yönetmelike düzenleneceğini öngörüyordu.

2 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile getirilen düzenlemeye göre çıkarılması gereken yönetmeliğin hazırlanması 1981 yılına değin uzadı. 23 Haziran 1981 günlü  17339 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan “Devlet Sanatçısı” Olacak ve Bu Haktan Yararlanacaklar ile Bunların Nitelikleri, Seçilmeleri ve Görevleri Hakkında Yönetmelik ile konu bir kez daha düzenlendi. Bu kez iş, bir yasaya da dayanıyordu.

Bu yönetmeliğe göre, “Devlet Sanatçısı” olacakların Devlet Opera ve Balesi’nde, Devlet Tiyatroları’nda, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nda, Devlet Senfoni Orkestraları’nda ve Devlet Konservatuarları’nda görevli üstün yeteneklere sahip ve uluslararası ün yapmış sanatçı, sanatkârlar (!) ile Kültür Bakanlığın’na bağlı kurumlar dışında aynı nitelikleri taşıyan sanatçılar arasından seçilmeleri öngörülüyordu. Yönetmelik bunlarda aranılan nitelikleri, seçilme yöntemlerini ve devlet sanatçılarının görev, hak ve yükümlülüklerini düzenliyordu.

Yeni yönetmeliğe göre kimlere bu sanın verileceği belirlenirken, amaçlanan “besteci”, “müzisyen”, (icracılar, orkestra yönetmenleri) ve sahne sanatçıları olduğu saptanıyordu (Md. 6).

Yönetmelikle “Devlet Sanatçısı” sanının alanların hakları da doğrudan Devlet Memurları Yasası’ndaki ilkeler doğrultusunda düzenlenmişti. Görevler ve yükümlülükler hep devlet memurluğu, öğretim üyeliği ya da uygulayıcılık çerçevesinde tutulmuştu (Md. 4,6,15,16,17,18,19). Devlet sanatçılarına istisnai memuriyetlere ilişkin akçalı haklar sağlanır (Md. 14).

Özetle, bu yönetmelikte belirlenen esaslara göre “Devlet Sanatçılığı” bir bölüm, kamu kurumlarında memur statüsünde çalışan müzik ve sahne sanatçıları için öngörülmüştü. Yani, hem sanatın alanı, hem de sanatçıların görevli bulundukları kurumların alanı çok sınırlı idi. Gerçi 6. maddenin son fıkrasında ayrıca Kültür Bakanlığı’na bağlı kurumlarda çalışmamakla birlikte yukarda belirtilen nitelikleri taşıyan sanatçılara da “Devlet Sanatçısı” unvanı verilebilir. Ancak bu gibiler, bu yönetmelikteki ve 657 sayılı Devlet Memurları Yasası’ndaki ilgili mali haklardan yararlanamazlar hükmü bulunmakta idi. Ancak bu hükmün varlığı bile, yönetmeliğin daha çok memur niteliği taşıyan sanatçıları amaçladığını daha iyi belirtiyordu.

1981 yılında çıkan yönetmelikten sonra,
  • Cemal Reşit Rey,
  • Nevit Kodallı,
  • Hikmet Şimşek,
  • Gürer Aykal,
  • Tunç Ünver,
  • İsmail Aşan,
  • Suna Korad,
  • Meriç Sümen ile
tiyatro sanatçıları,
  • Yıldız Kenter ve
  • Cüneyt Gökçer’e “Devlet Sanatçılığı” sanı verildi.


YÖNETMELİĞİN KAPSAMI GENİŞLETİLİYOR

Aradan altı yıla yakın bir süre geçtikten sonra yönetmelik yeniden düzenlendi.
1 Şubat 1987 günlü 19359 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan bu son yönetmelik de 1981’dekinin başlığını taşıyor:

“Devlet Sanatçısı Olacak ve Bu Haktan Faydalanacak Sanatkârlar ile Bunların Niteliklerine Dair Yönetmelik”

Bu kez yönetmeliğin 2. maddesi
“güzel sanatların sahne sanatları (tiyatro, opera, bale) fonetik sanatlar (çoksesli müzik ve geleneksel Türk Müziği), plastik sanatlar (resim, heykel, seramik, Türk süsleme sanatları, fotoğraf), sinema dallarında faaliyet gösteren üstün yeteneklere sahip ve uluslararası ün yapmış sanatçılar arasından ‘Devlet Sanatçısı’ seçilecekler...” diyerek kapsamı genişletmektedir.

Ne var ki, bu genişletilmiş kapsam da yazın ve mimarlık gibi iki temel sanat dalını dışta tutuyordu. Hatta, sahne sanatçılarını içeren yönetmelik, oyun yazarlığını dışlamakta idi.

Önceki yönetmelikte “Devlet Sanatçılığı” sanı doğrudan kamu görevlisi olarak belli kurumlarda çalışanları içermekte idi.
Bu kez de aynı kurumlar belirtilmiş; ancak ayrık kural daha açık biçimde getirilmiştir:

“”Devlet Sanatçısı unvanı verilmek için Devlet kuruluşlarında görevli olma şartı aranmaz. Ancak, Devlet kuruluşlarında görevli olmayan Devlet Sanatçıları bu yönetmelikteki ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’ndaki ilgili malî haklardan yararlanamazlar”. (Md. 4/son)

Yönetmeliğe göre, Devlet Sanatçısı olacaklarda aranan nitelikler; “üstün yeteneklere sahip ve uluslararası ün yapmış olmak”tır. (Md.2)

Yönetmeliğin 4. maddesinde ise “üstün yetenek” her sanat dalı için ayrı ayrı belirlenmektedir.

Örneğin bestecilerde ve sahne sanatçılarında uluslararası ün yapmış olma koşulu yoktur. Buna karşılık besteciler “Türk ruhunu orijinal ve gelişmiş bir üslup içinde olgun bir yazı tekniği ile aksettiren üstün yaratıcılık gücünü ve yeteneğini göstermiş olmak, Türk toplumunun kültürüne ve sanat eğitimine hizmette bulunmak”. (Md.4/A-I-a).

Sahne sanatçıları ise “sanatçı olarak kişiliği ve çalışmalarıyla Türk toplumunun kültür miras ve değerlerini yaşatıcı ve yüceltici katkıda bulunmuş, bütünüyle Türk kültürüne ve evrensel sanata çağdaş değer ölçüleri içinde hizmet etmiş olmalı”dır. (Md. 4/A/III-a).

Bunlar esnek ve çoklukla ne anlama geldiği bile belirsiz ölçütlerdir.
Bu ölçütlere dayanarak seçiciler kurulu dilediği sanatçıyı seçer, dilemediğini dışarda bırakabilir.

Yönetmeliğin “uluslararası ün”le ilgili tanımlaması ise şöyle:

“Yurt içinde ve yurt dışında, önemli sanat merkezlerinde başarı sağlamış olmak veya uluslararası seviyede kendini üstün bir sanatçı olarak kabul ettirmiş bulunmak”. (Md. 4/B)

Bu maddenin yazılışndan anlaşıldığına göre uluslararası üne kavuşmuş sanatçılara başkaca koşul aranmaksızın “Devlet Sanatçısı” sanı verilebilecektir.

Oysa kapsam maddesinde “üstün yetenek ve uluslararası ün” denmek suretiyle iki niteliğin birliktte aranacağı kabul olunmaktadır. “Ve” bağlacı birliktelik anlatır. İki koşul ayrı ayrı değerlendirilecekse “veya”, “ya da” bağlaçlarından biri konmalı idi. Son ödüllendirmede bütün sanatçıların “uluslararası ün” taşıdığı söylenemez.

Yeni yönetmeliğin bir özelliği de Devlet Sanatçısı sanını alabilecek sanatçıların çalıştığı yere veya kuruma olan bağına bakmamasıdır. Yukarıda değindiğimiz 4. maddenin son fıkrasının getirdiği anlayışla devlet kuruluşlarında görevli olmayan, özel bir kuruluşta ya da bağımsız çalışan sanatçılara da “Devlet Sanatçısı” olabileceklerdir. Ancak Devlet Memurları Kanunu’nundaki özel akçalı haklardan yaralandırılmayacaklardır. Belki bu da bir aşamadır. Ama salt onursal bir san, aynı sanı taşıyan öbür sanatçılardan bir ayrım getirecektir.


SEÇİCİ KURULLAR

Devlet sanatçısı sanını verecek seçici kurulların oluşumu ise yönetmeliğin 5. maddesindedir.
Sahne sanatları, geleneksel Türk müziği, çoksesli Türk müziği, plastik sanatlar ve sinema dalları için ayrı ayrı beş seçiciler kurulu öngörülmektedir.

Hepsi 9 kişiden kurulu olan kurulların tümüne Bakanlık Müsteşarı; ilgili müsteşar yardımcısı, Güzel Sanatları Genel Müdürü katılmaktadır.
Kurulun öbür üyelerinden ikisini ise YÖK Başkanı atamaktadır nedense!?
Kurulun öteki üyelerini ise Kültür Bakanı atamaktadır.
Hepsi de memur nitelikli kişilerden hemen hemen. Bu da kurulların oluşumundaki “resmi”liği ortaya koymaktadır.

Yönetmelik incelendikçe “Devlet Sanatçılığı”nın hep devlet memuru ya da daha geniş deyimle kamu görevlileri için düşünülmüş olduğu belirginleşmektedir.
Devlet Sanatçılığının sona ermesinden söz eden 12; hak ve görevlerinden söz eden 14; yorum kurslarından söz eden 15. maddelerde bu anlayışın pekiştiğini görüyoruz.

Öyleyse, son atamalara (seçme demek ne denli doğrudur böylesi bir işleme) bakarak eleştiri yapanlar gereksiz üzülmemelidir.
Bu işlem bugünün Kültür Bakanının ve onun üyesi bulunduğu iktidarın anlayışının ürünüdür.
Bu düzenleme bütünüyle yanlıştır, sakattır. Düzeltilmesi gerekir.
Öncelikle şunu belirtelim ki, böyle bir özendirme ve destekleme yöntemi benimsenecekse bu bütün sanat dallarını içermelidir.

Ülkemizde en etkili, en yaygın sanat dallarından biri olan yazını dikkate almayan; sahne sanatçılarını içerdiği halde oyun yazarını dışarda bırakan; mimarlığı unutmuş gözüken bu düzenlemenin eksikliği yanlışlığı ortadadır.

Devlet açısından hiçbir sanatı öbüründen üstün tutma olanağı yoktur.

Eğer bu onurlandırma ve özendirme Türk Kültürünü çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarma ve ulusal sanatı evrensel bileşime eriştirme doğrultusunda katkıda bulunan, üstün nitelikleri olan yetenekli düşünce, kültür ve sanat adamlarımızın gönendirilmesi amacıyla yapılıyorsa, bu iş dar alanlara sıkıştırılmamalıdır.

Bunun için yapılacak kural düzenlemesi Devlet Memurları Kanunu’nun içine neden sokulmuştur?

Özel bir yasa ile bütün sanatçıları kapsayan bir düzenleme yapılmalıdır. İster kamu görevlisi, isterse özel kesimde ya da bağımsız çalışanlar arasında bulunsun sanatçı üstün yeteneklşi ve uluslararası üne sahip olabilir. Öylesi onurlandırılmalı ve onun onurundan toplum yararlandırılmalıdır.

Böyle bir onurlandırma salt “onursal” kalmamalıdır. Devlet bu sana layık görülecek sanatçılara, oluşturulacak bir kamu kaynağından akçalı ödül verebilir. Hattâ gelir de bağlayabilir. Böylece sanatçının geçim sıkıntısı ya da kaygısı ile yaratıcı çalışmalarının engellenmesi önlenir. Daha çok sanat çalışmasının yöneltilmesi sağlanabilir.

Böyle bir ödüllendirmenin ve ödemenin gerekçesi de ortadadır. Üstün yetenekli sanatçının yaratıcılığının toplumun gelişmesine katkısı olacaktır; bunda da kamu yararı vardır.

Kuşkusuz bu noktada, Devlet Sanatçısını belirleme yönetimindeki sakıncaları da tartışmak ve önlemek gerekir.

Değerlendirme “Devlet” adına yapılmaktadır. Sanatçıya verilen san da “Devlet” sözcüğünü içermektedir.

Ne yazık ki, son kırk yıllık uygulamalar çoklukla siyasal iktidarların Devlet ile Hükümet’i bir tutma eğilimini ortaya koymuştur. Devlet adına yapılan işler çoklukla yürütme erkini elinde tutan siyasal iktidarların damgasını taşımaktadır.

Çünkü iktidarlar, sanatın toplumu yönlendirme gücünü kullanarak güdümleme yolunu tutmaktadır. Bu yüzden kendi siyasal görüşlerine aykırı saydıkları sanatçıları, ne denli üstün yetenekli ve uluslararası üne sahip olursa olsun, dışlamaktadır. Dışlamak ne söz, bir bölümü yurt dışında yaşamak zorunda bırakılmakta; bir bölümüne ise pasaport bile verilmemektedir. Buna karşılık siyasal inanç ve görüşlerini kendininkine yakın saydığı sanatçıları yüceltip destekleyerek özendirmektedir, yüreklendirmektedir, beslemektedir.

Bu nedenle bu işi siyasal etki ve baskılardan kurtarmak, dışarda tutmak gerek. Bu değerlendirmeler iktidarın kol uzaklığından ötede yapılmalıdır. Yoksa Devlet adına yapılan bu ödüllendirme Hükümeti o dönemde elinde tutan iktidarların damgasını taşır. Öyle yanlış değerlendirmeler yapılır ki, gerçekten bu sana layık olanlarda utanç ve sıkıntı duyabilirler onu taşımaktan. Bu nedenle kültür ve sanat etkinliklerini özerkleştirmek, siyasal iktidarın baskısından kurtarmak gerekiyor.

Kuralları genel ve sürekli biçimde düzenlenir ve uygulama görevi siyasal baskıların ve el uzatmaların dışında tutulursa “Devlet Sanatçılığı”nın yararlı olacağı kabul edilebilir.



Atilâ Sav | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 166 - 15 Nisan 1987