Kentler, kuşaklar gibi, yaşamın gençlik, olgunluk, çöküş dönemlerini yaşarlar sanki; ama, gene yaşamda olduğu gibi, sonuç sürekliliktir.
Bir İstanbul aşığı olan Yahya Kemal, kentimiz üzerine yazdığı uzun bir yazıda, bu zorunluluğu kabul ederek,
“İnsan ve hayat, her memlekette olduğu gibi, bizde de geniş ve derin bir mikyasta değişti.
İstanbul’un eski semtleri de maziye ait kaldılar”
dedikten sonra ekliyor:
“Eski İstanbul’un güzel semtlerini yaratan Türklük, Şark medeniyeti içinde yaşıyordu; o zaman o medeniyetin manevi havası ile, ahlak ve muaşeret kaideleri ile, hayat şartları ile onları yaratmıştı; şimdi Garp medeniyetinin havası ve onun kaideleri içinde yaşıyor, ona göre mesken, semt ve şehir yaratmaya mecburdur.”
Bu anlatımdaki razı oluş, âşığın, sevgilisinde değişikliğe razı olması, az görülmüş olaylardan sayılsa yeridir. Kişideki değişiklik isteği ile var olana bağlılık, karşıt gibi görünseler de, pekâlâ bir arada ve yan yana bulunabiliyor. Bunu, en öğretici olarak eski kentkerin değişmesi olayında görüyoruz. Kendi bireysel geçmişimizin anılarına bağlı olan yerler yok olup değiştikçe üzüntü, bizden öncekilerin artık eskimiş yapıları ve semtleri yıkıldıkça sevinç duymamız bundandır. Korunması gerekenin tanımı, sanıldığınca kolay sanılmamalıdır.
Haussmann, eskiden inanılmaz güzellikte bir kent olduğunu orada bir sergide görüp şaşırdığım Paris’i nerdeyse kökünden yıkıp değiştirirken (anılarında “İsyan mahalleleri, barikatlar artık ortadan kalkıyor” demişti; gerçekten de yeni Paris halk ayaklanmalarına karşı planlanmıştı),
Baudelaire,
Le vieux Paris n’est plus; la forme d’une ville
Change plus, vit, hélas, que le coeur d’un mortel
şiirini yazıyordu.
Şunu da unutmamalı ki, geçmişe bizi bağlayan güzelliklerdir, o dönemin çirkinliklerini unutmaya yatkınızdır.
Rahmetli Haldun Taner, Markiz’i seviyordu, onun yaşamasını istemesi bundandı; oysa o dönemde Tünel’den Beyoğlu’na dönüşte koca bir yapı, yolu darlaştırmış duruyordu. Haldun onu anımsamak bile istemezdi. Diyelim ben, Alp Oteli’nin yıkılmasına üzülmüşümdür, o otel bir yadigârdı, kalmalı ve tarihini yaşamalı idi. Ama benim o günkü İstanbul’da nefret ettiğim kimbilir ne köşeler vardı! Unutmuşum.
Kuşakların değişmesine gelince, durum büsbütün karmaşıklaşmaktadır. Markiz’i, Alp Oteli’ni bilmeyen bugünkü genç, bizim üzüntümüzü nasıl ve neden anlasın! Onun anıları daha yeni yeni kuruluyor, üzülmesine epey var. Bugünkü Parisli genç Baudelaire’in şiirinde ne anlar kim bilir!
Bir kentin değişik yaşam dönemlerinden her biri, kaç kuşağı içerir, kesin bir şey söylenemez, çünkü bundan yalnız kuşakların değil, tarihsel olayların da büyük etkisi vardır. Eski kentler gerçekten üst üste gelmiş, kat kat kentlerdir; bu katlar o kentin yaşantısını örer, ırasalını oluşturur, özgünlüğünü belirler. Korunacak olan budur. Her eskimiş yapı eski değildir; “eski” içinde yeniyi, süreni taşıyandır. Denebilir ki, her kent, çağa uyarak, demek yenileşerek, ırasalını korur, geçmişin gerçek, süren güzellikleri onu ölümsüzleştirir. Bu bakımdan, İstanbul gibi az bulunur kişilikli bir kenti Chicago’ya benzetmeye kalkmak yanlıştır. Burada tarih, uygarlık, kültür, kentin geleceğini açıkça belirliyor, onu dinlemek, dediklerini anlamak gerekir.
Haliç’in pislikten temizlenip yaşamını bulmasını dört gözle bekliyorum, ama biliyorum ki, tarihteki Haliç, hiçbir zaman geri gelmeyecektir, yeni bir Haliç olacaktır o, can bulmuş bir Haliç. Boğaziçi için de düşüncem budur.
Doğa ile ilişki biçimi, bir ulusun kültürünün göstergesidir.
Niyet ne denli iyi olursa olsun, sonuç şimdiki kültürümüzün aynası kalacaktır.
Melih Cevdet Anday | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 148 - 15 Temmuz 1986
______________________________________________________________________________________
İstanbul gibi üç imparatorluk başkenti, kendine özgü bir mitolojisi olan, olağanüstü güzellikleri barındıran, devlet gibi bir kentte sorumluluk taşımak, bir yandan ürkütücü -belki de sindirici- öte yandan kışkırtıcı, Anglo-Saksonların daha esnek deyimi ile ‘challenging’dir.
Sorumlu mevkiler oralara gelenlerde yaratıcılık, liderlik, yapıcılık gibi olumlu; yıkıcılık, kırıcılık, belki de despotluk gibi olumsuz bütün dürtüleri harekete getirebilir. Herkes için ortak olan bu tavırlar büyük sorumluluk taşıyan mevkilerde, toplum kültürünün yönelimleri ve yine toplum kültürünün örgütlenme olanakları içinde bizleri yücelten ya da sürükleyen kararlara dönüşür.
Sayın Dalan’ın yaptıkları ve yapmak istediklerinin toplum katında karşılaştığı olumlu ya da olumsuz tepkiler, kanımca, sadece fiziksel ve yasal değil, sosyal ve psikolojik boyutlarından ileri geliyor.
Gerçekten de kültürü sınırlı, çağdaş kent deneyimi köksüz, uzmanlığın gerçek bilgiden çok unvan ile varolduğu bir toplumda Sayın Belediye Başkanı gibi hayal gücü kuvvetli (olumlu anlamda) enerjisi çok, cesur bir idarecinin bir şeyler yapmak isterken birçok engellerle karşılaşmaması, yanlışlar yapmaması ve eleştiri hedefi olmaması olanaksızdır.
Bu nedenle de İstanbul’daki oldukça köklü operasyonlar üzerinde düşünceler ileri sürerken, İstanbul, İstanbullu, toplum örgütlenmesi ve toplum kültürü - kent planlaması ve Belediye Başkanı sorumluluğu gibi iç içe olguların sosyo-psikolojik boyutlarını, sözün başında anımsatmakta yarar var.
MENDERES’TEN GÜNÜMÜZE...
Demokrat Parti iktidarında Adnan Menderes köklü kent düzenleme eylemlerine girişmiş, Boğaz Köprüsü’ne kadar uzanan ulaşım zincirinin temellerini atmış ve tarihi yarımadanın geleneksel fizyonomisini değiştiren uygulamaları -kuşkusuz Cumhuriyet tarihi kapsamında- başlatmıştı. Aradan bunca zaman geçtikten sonra diktacı ve eleştiri dinlemez bir tavırla yapılan o kent düzenleme eylemlerinin, hem olumlu, hem de olumsuz sonuçlarını görebiliyoruz. Bir yandan giderek büyüyen ve bir sanayi ve ticaret metropolü haline gelen İstanbul’un büyük arterlere gereksinimi vardı. Bunun için de politik, cesur hatta, belki o zaman için hayalci kararlar gerekiyordu. Öte yandan İstanbul bir dağbaşı değil 2500 yıllık bir tarih kentiydi. Bilgi ve deneyimle ele alınması gereken bir yapısı vardı.
Avrupa’nın hiçbir önemli kentinin tarihi çekirdeğinin içine girmemiş bir karayolu kavşağı çözümünün Aksaray’a yerleşmesi, bilgisizlik ve duyarsızlığın olağanüstü bir görüntüsünü oluşturuyordu. Gerekli olduğu kuşkusuz yollardan geçilirken, karayolları mühendisleri ve “hık” deyici uzmanlar anıtları havalarda bırakıyor ya da yerlerin dibine sokuyorlardı. Anadolu bozkırına yol yapmakla İstanbul’un canlı ve yumuşak dokusunu kanatmak arasında bu uygulayıcılar hiçbir fark gözetmiyorlardı. Menderes’in de düşünecek vakti yoktu.
Bizim Cumhuriyet dönemi kent plancılığımız, eski küçük kentleri doğramak üzerine kurulmuştur. Fakat buna kızmamak gerekir. O uygulamalar, kötü yapılmış olsa da, bir bakıma çaresiz operasyonlardı. Ve aynı davranışlar Batı’da Ondokuzuncu yüzyılda da görülüyor. Haussmann’ın bulvarları da Ortaçağ Parisi’ni doğramıştı. İstanbul’da ve başka kentlerimizde de kurban edilen bir tür Ortaçağ dokusudur. Sadece Ondokuzuncu Yüzyıl Avrupası ile bizim aramızda küçük bir fark var: Onların arkasında örnek alınacak bir yüzyıl yoktu. Bugün İstanbul kent operasyonlarının sorunları da burada başlıyor. Diğer Türk kentlerinde de öyle. Belediyeler çağdaş kent imgeleri düşleyerek kent yapısına müdahale ederlerken hâlâ, kronolojik olarak değilse de karakter olarak, bir Ortaçağ yapısının kalıntılarına hücum ediyorlar. Bir başka deyişle Batı’yı bir yüzyıllık ara ile kronolojik aralığı bozmadan izliyoruz. Kısaca idarecilerimiz, tarihi örneklere bakarsak, pek de şaşacak bir şey yapmıyorlar. Geniş yollar, gökdelenler, metrolar isterken en yaygın çağdaş istekleri dile getiriyorlar. Ve temelde altı milyonluk bir kentin bunalımlarını değerlendirdiğimiz zaman, aktif bir yönetici için cesur, tecavüzkâr hatta riskli davranmaktan başka çare yok gibi de görünebilir.
Bu Janus’un bir yüzü. Fakat Janus’un bir de öteki yüzü var.
UZMANLIĞA SAYGI
Batı’da büyük kent operasyonları yapılırken, bugüne kıyasla, çok daha az gelişmiş bir kent planlama kuramı ve pratiği vardı. O sırada kent planlama, Rönesans’tan bu yana gelen ve işlevselden çok kent estetiği ağırlıklı bir uygulama idi. Ve Barok dönem mimarlığının ve kent vizyonunun geleneği içinde çok ayrıntılı planlarla anıtsal bir nitelikte ortaya çıkardı. Onlarda Avrupa akademizminin bütün ustalıkları ortaya dökülürdü.
Bütün bu planlar bugün kent tarihinde ünleri büyük kuramcı ve mimarlar tarafından yapılmışlardır.
- Paris’te Champs Elyées daha 1667’de Le Notre tarafından saptanmıştı.
- Haussmann’ın projeleri demir bir disiplinle, ayrıntılı projelerle yapılmıştı.
- Bu yüzyılın başında Paris’in fizyonomisini oluşturan projeler 1882’den 1913’e kadar Paris Belediyesi’nde çalışan ünlü mimar Eugéne Hérald tarafından gerçekleştirilmişti.
- Barselona planını yapan, çağdaş kent planlamasında lineer kent düşüncesinin yaratıcısı Arturo Soria y Mata idi.
- Amsterdam’ın gelişme planlarını Henrik Berlage,
- Chicago’nunkini Daniel Burnham gibi mimarlar hazırlamışlardı.
Başka bir deyişle, değerlendirilmesi ne yönde olursa olsun, kentlerdeki ünlü operasyonlar, hemen hepsi sonradan dünya çapında ün kazanmış uzmanlar tarafından ayrıntılı ve yoğun emekli projeler sonucunda geliştirilmiş, çıplak arazide parselasyon yapar gibi uygulanmamıştı. Bugün bu süreç daha ayrıntılı analizler ve iyi düşünülmüş ve üzerinde tartışılmış avant projelere dayanıyor. Bu tür büyük kent yapısı müdahalelerinin çağdaş karakterini görmek için De Gaulle döneminde hazırlanan “Schéma Directeur”den bu yana Paris planlamasının geçirdiği aşamaları, ya da New York’ta Battersby Park alanı için harp yıllarından bu yana hazırlanan projeleri incelemek yararlı olur. Ayrıca bugün kent planlama düşüncesi daha değişik tavırlara da ulaşmıştır. Bugün büyük kentsel operasyonlar tutum olarak mahkûm edilemeseler bile, doğru çözümler olarak şüphe uyandırıyor. “Haussmann Bulvarları” deyimi biraz karalayıcı bir anlamda kullanılıyor. Amsterdam’ı yok etmeden onun yanında yeniyi geliştiren Berlage’nin tutumu övülüyor.
İstanbul’daki kent imarı olayında Janus’un ikinci yüzü de bundan kaynaklanıyor.
İKİLEM
Temelde iyi niyetlerinden şüphe etmeye hakkımız olmayan kent sorumlularının çözmek zorunda oldukları ikilem buradadır.
Bir yandan kontrolsüz olarak, Ortaçağ kafası ve spekülasyonla kangren olmuş fiziksel sorunlarının yanısıra, sosyal ve ekonomik sorunları, örgütlenme, kültür ve kentlilik sorunları olan dev boyutlu ve Türkiye nüfusunun artmasından daha büyük bir hızla büyüyen bir metropol, öte yandan bu boyda sorunlarla hiç karşılaşmamış, dünyadaki gelişmelerden habersiz bir karar mekanizması...
Kuşkusuz Türkiye’de, bazı sorunları, particilik, kulüpçülük, sencilik, bencilik kavgalarından sıyırabilirsek, küçük bir gerçek uzman grubu şu ya da bu köşede vardır. Belediyede de vardır. Fakat Türkiye için bunun yetersiz olduğunu kabul etmek zorundayız. Kaldı ki çözülmesi gerekli ağır sorunlarla karşılaşıldığında, danışmanlık mekanizması işlemediği zaman, Türkiye’de yapılabilecekler dışarıdan, dışarıdan istenecekler Türkiye’den aranmaktadır.
Burada örnek olarak, bir gazete haberi olduğu için inanmak istemediğim, Boğaziçi Koruma ve İmar Planı gibi bir olay var. Türkiye’de yirmi bine yakın mimar, plancı, restoratör var. Boğaziçi koruması ve planlaması üzerinde aşağı yukarı elli yıla yakın üretilmiş sayısız fikir var. Boğaziçi’ni sokak sokak bilen uzmanlar da var. Yurt dışında en son yaptırılacak şey Boğaziçi koruma planıdır. Eğer haber doğruysa, bundan daha yanlış ve hiç kuşkusuz sakıncalı bir karar olamaz. Öte yandan eğer altmış katlı bir gökdelen yapılacaksa, maalesef buna ait her tür ekspertiz malzeme ve teknoloji de yurt dışından gelmek zorundadır.
Dalan döneminin büyük kent operasyonları konusundaki görüşleri bu düşüncelerde temellendirmek gerekiyor.
HALİÇ
Haliç gerek altyapı gerek üstyapı olarak İstanbul Cumhuriyet tarihinin en önemli girişimlerinden biridir. Burada Dalan’dan yana olmak gerek. Sorun girişimin niteliğinde değil, uygulamanın modalitelerinde.
Birincisi Janus’un bir yüzü, ikincisi de öteki yüzü.
Yemyeşil bir Haliç kıyısı kimin gönlünü ve gözünü okşamaz.
Fakat çimen ekmek, bir iki ağaç dikmek bir planlama uygulaması değildir.
Kim olduğuna bakmadan, bütün Türk uzmanlarından yararlanıp Haliç için bir koruma, değerlendirme ve uygulama planı yaptırılmalıdır. Temel ilkelerini saptamak için, eğer doğru örgütlenilirse çok zaman gerekli değildir. Bir ara çözüm olarak yeşil parka itiraz gerekmez. Fakat birbirinden izole projeler de sakıncalıdır. Hele Yeni Cami ile Rüstem Paşa önüne bir karayolu düğümü gibi öneriler, dünyadaki bütün uzmanların lanetleyeceği çözümlerdir.
Haliç’in temizlenen bölgesinde önemli bir yapıt tahribi olmamıştır, Yemiş İskelesi dışında. Kuşkusuz daha itinalı bir yıkımla bir iki şey kurtulabilirdi. Fakat yapılan işin boyutu yanında o kadar önemli sayılmayabilir. Yağkapanı ya da Yemiş İskelesi ise yanlış bir değerlendirme kurbanı olmuştur. Orasını turistik çarşı ve işyeri niteliğinde pitoresk bir kent parçası olarak planlamak olasılığı vardı. Ve İstanbul’a bir uluslararası kent fizyonomisi getiren mahallelerden biriydi. Belki tasarımını doğru dürüst bir türlü öğrenemediğimiz yeni Karaköy köprüsü nedeniyle yıkıldı. Kanımca bu işte hayalgücü kıtlığının ve acelenin payı olmuştur. Kimse tenezzül edip de üniversitelerin Haliç için geliştirdiği projelere bakmadı.
İkinci günah Hal gibi büyük bir yapı ‘kap’larının, yepyeni amaçlar için, biçimlerini de değiştirerek kullanılma olasılıklarının bir kenara bırakılıp yıkılmaları oldu. Kuşkusuz milyarlık yapı kapitali, daha ayrıntılı bir plan olmadığı için, tahrip edildi.
Londra, San Fransisco, Washington, Boston ve daha pekçok ünlü kentte en modern amaçla kullanılmak için restore edilen sayısız sanayi yapısı depo, hal gibi örneğe karşın, biz orada bir temizleme tutkusuna kapıldık.
Haliç’in yakın gelecek için önemli iki verisi var:
Temizlenmiş bir Haliç, kent belediyesi için hem estetik hem de ekonomik açıdan büyük bir potansiyel taşımaktadır. Sadece açılan alanlar değil, fakat ona bakan bütün mahalleler kent içinde yeniden büyük değer kazanacaklardır. Fakat buradaki değerin spekülatif amaçlarla yoğun ve yüksek yapılaşmaya olanak veren değil, prestije dayalı bir değer olduğu unutulursa, Haliç’i temizlemekle yapılan hizmet, tarihi kentin Haliç silüetini bozmakla yapılacak zararla anlamını yitirmiş olabilir.
Burada bütün Haliç silüetini Eyüp’e kadar gözönüne alan, özellikle Fener-Balat’taki yapı stokunun renovasyonunu ve prestij alanları olarak ilerde gelişeceğini düşünen ve eğer olanak varsa, burada kent belediyesine mülk ve kullanım olanağı verecek stratejiler geliştirilmesi gerekir.
Böyle bir yazının sınırlarına sığmayan, fakat çok önemli kısa ve uzun vadeli, küçük ya da büyük boyutlu sayısız proje, İstanbul’u yakından tanıyan plancı ve mimarlar tarafından düşünülebilir. Bizim sayın belediye başkanından ricamız, böylesine kapsamlı bir operasyon için, sevgiye, gerçek plancı ve mimar görüşüne, bilgiye dayalı ve ayrıntılı bir öncelikler stratejisinin yazılı ve çizili olarak hazırlanmasını sağlaması ve çalışmalarını ona göre yürütmesidir.
BEYOĞLU
Belediye operasyonları içinde ikincisi büyük yankıları olan Tarlabaşı ulaşım aksının açılmasıdır. Basındaki bütün tartışmalar, plan analizine dayalı görüşlerden çok, kulaktan duymaya dayalı spekülatif haberler olduğu için bunlara göre fikir yürütmek bilimsel bir nitelik taşımaz.
Tarlabaşı yarması ve yapılacak yüksek katlı yapılara ilişkin yargım da genel, belki de yüzeysel olmak zorundadır. Ne var ki bu kadar önemli uygulamaları profesyonel kamuoyunu haberdar edip tartışmayı bilimsel ve profesyonel düzeyde açmamak doğru değildir. Öyle olursa herkes spekülasyon yerine, olguya dönük bir eleştiri yapmak zorunda kalır ve bundan İstanbul, dolayısıyla da belediye yararlı çıkardı.
Beyoğlu’nun yayaya tahsisi ve Tarlabaşı’ndan Taksim’e çıkan bir yeni aks düşüncesi yarım yüzyıllıktır.
Beyoğlu ve Taksim gibi merkezi iş alanı niteliğinde bir bölgeyi, özellikle Beyoğlu’nun yayaya ayrılması düşüncesi de söz konusu olunca, bugünkü ulaşım düzeni içinde bırakmak söz konusu olmadığına göre, Şişhane’den sonra bu bölgeyi besleyen bir ulaşım aksının tasarlanması kuşkusuz gereklidir.
Bugün yapılmak istenen, Bonatz gibi Türkiye mimarlığını etkilemiş olan mimarların düşüncelerini yeniden değerlendirmektir. Burada bu aksın, ne başına ne de sonuna uymayan büyük boyutlarda açılmak isteği -eğer doğruysa- tartışılabilir bir tasarı olabilir. Bu aksın Tarlabaşı ile Beyoğlu arasında, bütün eski Beyoğlu mahallelerinin karnını yararak geçirilmesi de, -eğer doğruysa- hem tarihi karakterin korunması hem de yayaya tahsis edilecek bir Beyoğlu’nun gelecekteki prestijli alan potansiyelinin heba edilmesi açısından şüpheli bir karar niteliği taşıyor. Buna karşın bölgede, yeri üzerinde herhangi bir öneri ileri sürmeden yüksek yapı yapma isteğinin, iyi tasarlanırsa mahzurlu olduğu kanısında değilim. Kuşkusuz yüksek yapılanma daha yoğun bir trafiği çekme, yani rahatlamak için düşünülen bir aksı hemen aynı trafik yoğunluğuna eriştirme tehlikesini de taşımaktadır.
YEŞİL ALAN UYGULAMALARI
İstanbul Anakent Belediyesi’nin ve diğer belediyelerin yeşil alan uygulamaları, biraz naif olsa da, eğer bir geçit dönemi politikası değilse, övünülecek bir tutumdur. Buna karşın dünyanın en eski tarihi kentlerinden biri için bilinçli bir koruma tutumu olduğuna işaret eden uygulamalar henüz olumlu düzeyde değildir. Anakent Belediyesi’nin yapacağı en uygar davranış, koruma alanında uzmanlık yapmış mimarlarla dolduracağı bir tarihi çevre koruma bürosu kurmak ve kentin bütün tarihi bölgeleri için, vakit geçirmeden koruma planlarının hızlanmasına öncelik vermektir. Bu konunun bir tarihçilik ya da genel kültür sorunu değil, bir uzmanlık sorunu olduğunun kabul edilmesi ve bağımsız bir tarihi çevre bürosunun örgütlenmesi gerekmektedir. Bunun ilerde belediyeye mali kaynak yaratabileceği de akıldan çıkarılmamalıdır. Çünkü koruma alanları, sosyal yapıları bir ölçüde korunsa bile, yeni prestij alanları olarak belediyeye yeni rantlar getirecektir. Batı’da belediyelerin tutumuna örnek olarak Marsilya’da eski kent merkezi olan “Panier” Mahallesi’nde belediyenin koruma amacıyla 150 apartmanı satın aldığını anımsatayım.
GÖKDELEN
İmar sorunları içinde bazen ikincil sorunlar, çok önem kazanıp kamuoyunu flaş haberler olarak işgal edebilmektedir. Gökdelen yapımı onlardan biridir. Eğer İstanbul’da bir kurum altmış katlı gökdelen yapacak bir potansiyele sahipse ve onu rantabl yapacak bir işletme ve de sağlam oturtabileceği bir zemin bulabiliyor ve Türkiye koşullarında çalıştırabileceğine de inanıyorsa, eski kentin göbeğine dikmemek koşulu ile, “yapsın da görelim!” diyebiliriz. Bu Türkiye’de yüksek yapı, alçak yapı tartışmasının, kanımca dışında, bir propaganda olgusundan öteye geçmez.
Türkiye’de politikacıların hizmet aşklarının, çevrelerinin bilgi potansiyelinin kat kat üzerinde olduğu bir gerçek.
Bu çelişmenin iç karartan örnekleri de saymakla tükenmez.
Dalan’ın ikilemi de bu: Üç imparatorlu başkentin hasta organlarını iyi etme isteği ne kadar güçlü ve kışkırtıcı.
Söylenecek söz ne kadar çok, dinleyecek vakit ne kadar az.
Doğan Kuban | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 148 - 15 Temmuz 1986
______________________________________________________________________________________
Haliç kıyısındaki Fener semtinin tarihteki önemi 1603 yılında III. Sultan Mehmed zamanında Rum Patrikhanesi’nin bu semte taşınmasıyla artmıştır.
- Mora,
- Taşoz,
- Samatros ve
- İzmir’den gelen;
- Mavrokordato,
- Kalimahi,
- Moruzi,
- Gika,
- İpsilanti,
- Rosetti gibi soylu Rum ailelerinin Fener’e yerleşmeleri ve 17’nci yüzyılda barok dekorlu kârgir saraylar inşa etmeleriyle semt zengin ve soylu bir görünüm kazanır.
Bu arada Latinlerin, Venedikli tüccarların 15. yüzyıldan 17. yüzyıl ortalarına kadar bu semtte oturdukları, hatta Venedik Elçiliği’nin 1634’e kadar bu semtte olduğu, daha sonra semtin Ortadoks’laşmasıyla elçiliğin 1634’te Pera’ya taşındığı bilinmektedir.
Fenerli soylular Osmanlı İmparatorluğu’nda grammaticoslukla başlayan kariyerlerini güvenirliklerini artırarak işi Divan-ı Humayun tercümanlığına, hatta Eflak-Boğdan Prensliği’ne kadar götürdüler. Bu ayrıntılar bize Fener semtinin tarihteki önemini verirken, Osmanlı İmparatorluğu’nun azınlıklara ne denli hoşgörülü davrandığını da göstermektedir.
HALİÇ’İN KURTULUŞU
1984’ten beri Haliç kurtuldu kurtarılıyor derken, kıyı boyunca yapılan çalışmalar sırasında birçok tarihi eser yıkılmıştır. Bugün, İstanbulluların gözünün alışmadığı kadar geniş yeşil alanlar art arda dizilirken, kıyı boyunca geniş bir asfalt cadde yol almaktadır. Kısa bir geriye bakışla, bu girişimlerin İstanbul’a vurulan ilk keskin kılıç darbesi olmadığını görüyoruz. Ancak geçmişten pek ders alınmadığı için yine aynı bilinçsiz, aceleci yöntemler İstanbul’un coğrafyasına olumlu bir şeyler katarken bir yandan da önemli başka bir şeyleri alıp götürüyor.
İstanbul için neler öncelik taşır ya da taşımalıdır?
Haliç’in bu bağlamda önemi nedir?
İstanbul tarihi bir kenttir, doğal olarak cami, medrese, kilise, külliye, hamam vs. türde tarihi yapılan dışında, İstanbul’u İstanbul yapan sivil mimari örnekleriyle bezenmiş sokakları, semtleri vardır. Ancak 1950’lerden beri İstanbul’u modernleştirme çabaları sırasında, son olarak da Haliç örneğinde görüldüğü gibi, kente cetvelle çizilmiş gibi geniş yollar açmak, bu arada kötü yapılaşma arasına sıkışmış tarihi eserleri onlarla aynı kategoriye sokup bir güzel yıkmak olağan hale gelmiştir.
Oysaki, sorunlar gelişmiş Batı ülkelerinde gündeme geldiğinde, yerel yönetimi denetleyen mekanizmanın (basın-yayın, üniversite, geniş bir kitle vb.) iyi çalışması sonucu sorun tartışılarak, iyice etüd edilerek, plan programla yürütüldüğünden bizde olduğu gibi olayın boyutları tarihi eser yıkımına dönüşmemektedir.
Haliç’te yıkılan tarihi eserlerin tescilli olmadığı söylenmektedir.
- Balat’taki ünlü Karabaş Mahallesi ve Ayazma,
- Eminönü’ndeki canım Yemişçiler Çarşısı (Osmanlı mimarisinin ahşaptan kârgire geçişinin en güzel toplu örneği),
- Galata’daki surların bir bölümü,
- Cibali’de bir sinagog,
- Fener’de Venedik elçilik binası ve daha birçokları Haliç düzenleme çalışmaları sırasında yerle bir edilmiştir.
Ayvansaray’da Vlakerna Sarayı ve İvaz Efendi türbesi, Kaab türbesi kurulan kollektör şantiyesinin arkasında kaybolmuş gibidir.
Haliç kıyısında trafik yükünü azaltmak amacıyla yapılması düşünülen yol, bugün Cibali’deki Balat’taki Eyüp’teki halk için yapıldığı belirtilen parklara ulaşımı engelleyecektir. Yapılacak bu geniş arterle birlikte bölgedeki sosyo-ekonomik katmanlar değişecek, şimdi burada yaşayanlar buradan göçe zorlanacaktır. Dolayısıyla mahallin dokusu da değişecek, daha yüksek, çok katlı yapılan şimdikilerin yerini alacaktır.
Bu gidişle Haliç sırtlarının da betonlaşarak, şu andaki mevcut 19. yüzyıl kârgir yapılarının yıkılarak beton duvalar için arsa haline dönüşeceğini söylemek için falcı olmaya gerek yoktur.
Bu arada birinci derece tarihi eser sayılan 18. yüzyıl Osmanlı Baroğu ilginç süslemelerle bezenmiş Tur-u Sina manastırı kaderinin ne olacağını beklemektedir. Eski manastırın arkasındaki eklentilerin yıkılıp molozların Haliç’e dökülmesinden dolayı ana binada kaymalar neticesi su boruları patlamış ve seki manastırın avlusu küçük bir gölet haline gelmiştir. Bir önlem alınmazsa Tur-u Sina manastırı da yakında maili inhidam olup yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir.
Tur-u Sina’yla birlikte kıyı boyunca birkaç Fener evi, parklar arasında etrafı boş olarak ortada kalmıştır.
Bu binalar yanlarında dolgu binaları olmaksızın bir şey ifade etmemektedir, çünkü kendilerini sınırlayan, belirleyen, başka bir şey yoktur; yani mekân anlayışı zedelenmiştir. Yoldan gelip geçeni, tek başına kalmışlıklarıyla rahatsız etmektedir. Bu yapıların yola cepheleri dardır, zaten yoldan geçen birinin özel bir çaba sarfetmeden binayı tam cepheden görmesi imkânsızdır, yapılar değişik açılardan ve daha çok derinlikleriyle algılanmaktadır. Bir zaman sonra yolun bu noktalardaki darlığından şikayetle ya da binanın sıvası dökülmüş yüzeylerinden şikâyetle son kalanlar da yıkılabilir.
Kanımca öncelikle alınacak önlemlerden biri bu binaların yan yüzeylerinin şimdilik ağaçlandırma yoluyla kamufle edilmesi, uzun vadede ise çevresiyle birlikte etüt edilip, çok bilinçli, iyi tasarlanmış dolgu yapılarla birlikte, geçmişte yani tarihte olduğu gibi sınırlayan, belirleyen bir sokak esprisi içinde ve yeni fonksiyonlarla restore edilerek çevreye daha olumlu bir biçimde kazandırılmalarıdır.
Haliç’te çevre sağlığı için harcanacak meblağın binde biri kadarı böyle olumlu ve örnek bir çalışma (fon kurulabilir) için harcanırsa, her İstanbullunun gurur duyacağı bir olay gerçekleştirilmiş olacaktır.
Gülen Tayşı | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 148 - 15 Temmuz 1986
______________________________________________________________________________________
Haliç’te son yıllarda gerçekleştirilmiş olan yıkımların çeşitli cepheleri üzerinde durulmuş, hukuki açıdan ve korumacılık açısından eleştirileri yapılmıştır. Biz burada konunun bugüne dek belirtilmemiş ayrı bir yönünü vurgulamaya çalışacağız:
Türkiye Yahudileri ile ilgili eserler, Bizans devrinde olup biten şu olayları aktarmaktadırlar:
- I. Konstantin, Yahudileri “günahkâr ve iğrenç bir kavim” olarak tanımlamış, İmparator Fokas’ın emri ile Bizans Yahudileri büyük çapta katliama uğratılmışlardır.
- IV. Haçlı Seferi sırasında Konstantiniye alındığında Flaman birlikleri şehirde yaşayan Yahudileri kılıçtan geçirmişlerdi.
Bizans devrinde gerçekleşen bu olaylara karşılık Bizans’ın yerini almış olan Osmanlı İmparatorluğu’nde Yahudilere karşı hoşgörü gösterildiği kesindir.
Orhan Bey, bir fermanla Bursa’da Etsha Hayım Sinagogu’nun yapımına izin vermiş, Edirne başkent olduktan sonra bu kentteki Yeşiva Din Merkezi, Macaristan’dan, Polonya’dan, Rusya’dan öğrenci çeken önemli bir din akademisi niteliğini kazanmıştı.
Osmanlı İmparatorluğu 15. yy.’da Avrupa’da, özellikle İspanya ve Portekiz’de zulüm gören, ateşe atılan Yahudilere kapılarını açmış. Binlerce Yahudi, II. Beyazıt zamanında gelip büyük şehirlerimize yerleşmiştir. 1992 yılı, bu büyük göçün, yani Avrupa’da katliama uğratılmış bu dinin üyelerinin Türkler tarafından insanca ve hoşgörü ile karşılanmasının 500. yıldönümüdür. Bu çok önemli yıldönümünün dünya çapında kutlamalarla vurgulanması, son yıllarda yapılan ve amacı Türkleri, azınlıkları katliama tabi tutan barbar insanlar olarak göstererek Avrupa ile yakınlaşmamızı engellemek olan kötü propagandaların dengelenmesine yol açabilir. Bu nedenle, İstanbul’da ve Türkiye’nin diğer şehirlerinde yer alan eski sinagogların onarılması, konuyla ilgili sergi ve müzelerin açılması, yayınların yapılması ve seminerlerin düzenlenmesi gerekir.
Hal böyle iken;
- Osmanlı İmparatorluğu devrinde Yahudilerin yaşamış oldukları Balat semti, Haliç çevresi düzenlenmesi sırasında önemli çapta zarar görmüş. Cibali’de yer alan bir sinagog yıkılmıştır.
- Yine Yahudilerin yaşamış oldukları Hasköy’de bulunan Ezger Sinagogu yıkılma tehdidi karşısındadır; bugün depo ve işçi yatakhanesi olarak kullanılmaktadır.
- Fener-Balat bölgesinde bulunan Tur-u Sina Manastırı’nın karşısındaki sinagogun ve yine Hasköy’de bulunan eski Yahudi okulunun onarılıp Osmanlı-Türk Hümanizmasının birer belgesi olarak korunması gereklidir.
- Özellikle Hasköy’de bu açıdan ele alınıp incelenmesi ve onarılması gereken yapıların sayısı hiç de az değildir.
- Gerek Haliç’te, gerekse İstanbul’un diğer bölgelerinde yeterli tarihi ve sosyal envanter yapılmadan girişilen yıkımlar bizi gelecekte Türk Hümanizmasını vurgulamamıza yarayacak önemli belgelerden mahrum bırakmaktadır.
Selçuk Erez | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 148 - 15 Temmuz 1986
______________________________________________________________________________________
Hep ardından gelecek bu kent.
Aynı sokaklarda yürüyeceksin.
Aynı mahallede yaşlanacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Bu kenttir gidip gideceğin yer.
Bir başkasını umma.
-Konstantinos Kavafis (1893-1933)-
Haldun Taner, güzel öykülerinden birinde, “duran bir saatin günde en az iki kez zamanı doğru gösterdiğini” anlatır. Bu gözlemi biraz değiştirerek, ben, yanlış ve çılgınca işleyen bir saatin de arada sırada zamanı doğru gösterebileceğini, ama bu saati mutlaka tamir ettirmenin bir yolunu bulmamız gerektiğini söyleyeceğim. İstanbul’un kent düzenlemesi konusunda, değerli basınımızın ortak deyimiyle, süper belediye başkanımızın hızla ve gözünü budaktan sakınmaksızın işlettiği gürültülü çarkın saatine bir an için bir başka açıdan bakalım. Belki kent düzenlemesi konusunda sık sık yazılar yazan bunca yazar-çizer varken söz bana düşmezdi. ama sağcısından solcusuna nerdeyse tüm köşe yazarlarımızın ağız birliği etmişçesine Dalan’a hayranlıklarını dile getirdikleri bir ortamda, onlardan bir uyarı beklemek boşuna. Nedense bilim adamlarımız, uzmanlarımız, şehircilerimiz de susuyorlar. Umutsuzluktan mı bilmiyorum.
Anıtlar Yüksek Kurulu Başkanı Prof. Dr. Semavi Eyice, “Bu büyük bir problem, Ben anlamıyorum. Birinci derecede tarihi eserler güldür güldür gidiyor, kimse sesini çıkarmıyor. Tarihi eserleri gecekondu yaptılar. Geçenlerde Karacaahmet’in bir bölümünü buldozerlerle yıktılar, kimse ilgilenmedi...” diye yakındığına göre...
Söz konusu olan, Roma İmparatorluğu’nun iki başkentinden biri, binlerce yıllık tarihe, kültür birikimine, doğal güzelliklere sahip bir büyük kent: İstanbul. Henüz binde birini bile özümleyemediğimiz, yaşama sokamadığımız, koruyamadığımız, güzelleştiremediğimiz bir büyük kalıt. İnsanlığın olduğu kadar kendi geçmişimizin de derin kaynağı. Düşlerimizin, aşklarımızın, mutluluklarımızın, tutkularımızın kenti. Buna karşılık, sevgilimiz olduğu halde, bunca hoyrat kullandığımız, çirkinleştirmek için elimizden geleni yaptığımız, kirlettiğimiz, boğduğumuz, yaşanamaz hale getirdiğimiz bir kent. Gizemli, zengin ve büyük İstanbul. Acaba onu, genç, dinamik, “iş bitirici” bir mühendis-müteahhitin eline teslim ederek biraz fazla “havsalası geniş” davranmıyor muyuz?
Söz konusu olan dün ölümsüz “Altın Boynuz”du.
Bugün Beyoğlu.
Yarın belki Boğaziçi.
Önce bu “hızlı” saatin “doğru gösterdiği” bölümü teslim edelim: Kim benim gibi yılda birçok kez Haliç kıyılarına gider, Balat meyhanelerinden birine uğrar, Ayvansaraylı tekne ustalarıyla söyleşir. Eyüplü fotoğrafçıların vitrinlerini dolaşır, Pierre Loti kahvesinde sabah kahvesi içerdi bilmiyorum. ama bunu yapmayanlar bile, o korkunç bozulmayı, çürümeyi, kokuşmayı bilirler, zaman zaman isyan ederlerdi.
Kasımpaşa’da Osmanlı mimarisinin en güzel örneklerinden biraz ilerde her gün binlerce koyun ve sığırın kesildiği mezbaha. Eyüp’te camilerin, türbelerin, mescitlerin az ilerisinde binlerce metrekarelik alanda bir döküm fabrikası. Ayvansaray’da güvercin gibi kayıkların yapıldığı tezgâhların yanıbaşında yağ, pas, sintine savuran tersaneler, 17. yüzyıl olağanüstü Fener evlerinin yanıbaşında çirkin betebe yapılar. Ve Cemal Süreya’nın dizelerine uygun biçimde “tükenmez bir paslanma tutkusunu bir ağız mızıkası gibi ağır ağır denize yedirerek” ölen Haliç. Bedrettin Dalan ve arkadaşları, gözüpek bir çabayla bu pislikleri ortadan kaldırmaya girişmişlerdir. Bu doğru. Ve kimse, aklı başında kimse, özel çıkarları bile olsa, bu gerçeğin aksini ileri süremez. Bugün, Haliç kıyılarını dolaşanlar, gerçekten çevre kirlenmesinin önlenmeye başladığını görüyor, nefes alıyorlar. Bu büyük bir mutluluktur.
Ama,
- niçin hiçbir uzmanımız, gazetecimiz, yazarımız, sanat tarihçimiz, kıyıları dolaşıp nefes alan o iyi niyetli vatandaşa işin öbür tarafını da anlatmıyor? İstanbul gibi bir kenti düzenlemenin “buldozer kafasıyla” olamayacağını?
- Niçin örneğin Sn. Gülen (Yamaner) Tayşı dışında, tek bir Allah’ın kulu çıkıp da sormuyor Haliç’i temizlemek için 17. yüzyıl mimarisinin en güzel örnekleri arasında yer alan ozan Kavafis’in ilk şiirlerini yazmaya başladığı koca bir “Fener Mahallesi’nin” yerle bir edilmemesi gerektiğini?
- O güzelim Yemişçiler Çarşısı niçin yıkıldı?
- İtalyan ve Alman sanat tarihçilerinin ta 1908’lerde inceleyip hakkında monografiler yazdıkları Casa di Venezia niçin buldozerlere terk edildi?
Tersaneleri anlıyorum;
- Ama yüzlerce yıldır kuşaktan kuşağa devrolan bir sanatla Kasım ustaların, Ahmet ustaların doyulmaz güzellikte kayıklar yaptıkları küçük ve pitoresk tezgâhlar niçin kaldırıldı ortadan?
- Cibali Sinagogu, hani Oktay Akbal’ın ilk gençlik anıları arasında yer alan Yahudi mahallesinin nostaljik mekânı niçin şimdi yok?
- Orhan Kemal’in iki köfte bir piyazla demlendiği ve birçok romanına, öyküsüne konu olan Balat Karabaş Mahallesi hangi denizi kirletiyordu?
- Perşembepazarı’nda Şirketi Hayriye binası niçin yok edildi?
Ama en azından Henry Miller’in o olağanüstü “Kara İlkbahar” öykülerinden tanıyorum.
“Bir beton ve çelik putrel ormanı”
Kentin bu anlamda çarpıcı bir güzelliği olduğunu kestirmek zor değil. O kente gökdelenler yakışır.
Buna karşılık Paris, küçük ve büyük alanlar, bulvarlar, altı katlı ve arduvaz çatılı binalar kenti.
Şimdi düşünebilir misiniz hangi nedenle olursa olsun, New York’ta gökdelenlerin yıkılıp Manhattan kıyısının, Cannes’ın, Croisette’ine benzetilebileceğini ya da Paris’in New York’a, Chicago’ya dönüşebileceğini? Düşünebilir misiniz Napoli’nin, Cenova’nın hep “Galata” adını taşıyan ve denize inen o daracık sokaklarının “trafik” nedeniyle “genişletilebileceğini”? Her kentin bir kişiliği, yüzyılların mirası olan özellikleri vardır. Paris o yüzden Paris’tir. Roma o yüzden Roma. Çevre kirlenmesini, mimari bozulmayı önleyeyim derken o kişiliği de yok ederseniz, arkadaşının alnındaki sineği tabancayla öldüren Karadenizli muzip vatandaştan ne farkınız kalır? Sayın Bedrettin Dalan, kendine özgü motiflerle, bu işi bildiği gibi yapıyor olabilir. Belki hiçbir şey yapmamaktan iyidir. Ama yukarda da söylediğim gibi, Sayın Gülen Yamaner dışında niçin bir tek Allah’ın kulu çıkıp da uyarmadı kamuoyunu?
Şimdi Beyoğlu devrede. Söylentilere bakılırsa, eski Pera’nın yarısı gidecek. Beyoğlu’nu kurtarmak ve güzelleştirmek için yapılacakmış bu. “Quand Beyoğlu S’Appelait Péra”nın ve tek tek evleri anlatan “Vieilles Gens Vieilles Demeures”ün yazarı Said Naum Douhany de artık yaşamadığına göre uyarı görevini kim yapacak dersiniz? Başa dönecek olursak, zamanı, durduğu için günde iki kez doğru, ya da yanlış işlediği için arada sırada doğru gösteren bir saatin dışında bir şansımız hiç yok mu? Yani adam gibi işleyen bir saate sahip olma şansımız?
Onat Kutlar | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 148 - 15 Temmuz 1986
______________________________________________________________________________________
Anımsıyorum...
Bir yerlerde yazıp çizmiştim de üstelik...
Niğde, Aksaray’dan ötede, Mamasın’dayım...
Bir yapının içindeyim. Anlatmışlardı da, gözlerimle de göreyim diye gelmiştim.
İçinde bulunduğum yapıda önce Hıristiyanlar dinsel törenlerini yaparlarmış,
sonra da Müslümanlar girer, “tasvir”leri örter, doksan derece öte yana dönüp namazlarını kılarlarmış...
Anımsamaya çalışıyorum...
Başka bir yerde gördüm mü hiç böyle bir karşılıklı hoşgörü.
Hayır!
●
Sare Teyze, sevgiyle bakıyor Koço’ya: - “Barbra! Kardeş gibi değil miydik?”
Boğazın suları, Kuzguncuk’taki yalının içinde ışıldıyor.
Koço, saygıyı, sevgiyi toplamış gözlerine, karşılık veriyor: -”Öyleydik...”
Sare Teyze sürdürüyor: -
“Üç gün, üç gece kapatılırdı İcadiye Caddesi, halılar serilirdi, çiçekler atılırdı... Laternalar 3 tane, 4 tane... Dans ederdik.”
●
Önüme gelene anlatmıştım bir zamanlar...
Antalya’daydım.
Müzede...
Bir taş buldum duvara dayalı...
Üzerinde bir kabartma var... Cebraili betimliyor...
GABRIELI diye adını da yazmış...
Bizans işi ama, yapanı eski çağ beğenisini, ustalığını sürdürüyor...
Bir elinde kocaman bir madalyon var... Üzerinde eski yazıyla ALLAH yazıyor.
Yeni öğrenilmiş bu yazı sonradan kazınmış üzerine besbelli...
Ne demek bu?
“Allah” yazan nasıl bir anlayışla yadsımamış “sahiplenmiş, kullanmış bu taşı?.. Güzel olanı almaktan “benimsemek”ten korkmamış...
Ne güzel böylesine “ayrı gayrı bilmemek”.
Bu insanlar değil mi Anadolu’ya din konusunda serbest düşünceyi getirenler?
O günlere dek saklanabilmek için toprak altına kentler kuranlar, bu insanla gelince güneş ışığına kavuşmadılar mı?
●
Gözümün önünden hiç gitmiyor!..
Edirne’deyim...
Selimiye’nin kuzeydoğu köşesinin dışında... Bu köşede açılmış bir nişin içine başlığı ile birlikte bir eski çağ kolonu yerleştirilmiş...
Yontu katına çıkarılarak... Masaya çiçek koyar gibi.
Onu oraya seve okşaya koyarken ne demek istemiş Sinan?
Geçmiş kültürün ürününe böylesine saygıyla “sahip” çıkarak, o kültürün tümü için “benim” mi demek istiyor?
“Benim hamurumda bu da var” mı demek istiyor?
“MECUSİ OLSAN DA GEL”
Anımsadıklarım çoğalıyor...
Ama örnek olarak buncağızı yeter sanırım...
Şimdi soruyorum:
- Sinan mı daha “kültürlü” yoksa yurdumuzdaki bizim öz malımız kimi yapılara “gavur yapısı” diyenler mi?
- Ülkedeki yönetim değişikliğine hemen ayak uydurup, 1982’deki “Milli Kültür Şûrası”na “Bin Yıllık Anadolu Medeniyetimiz” diye bildiri vererek ondan öncesini kendi uygarlığından saymayan bir yüksek öğrenim kurumumuzun profesörlerinden oluşan bildiri kurulu mu daha kültürlü, yoksa Sinan mı?
- Yaşadığı ülkenin İsa’dan öncesine-sonrasına, altına-üstüne, taşına toprağına sahip çıkan Sinan’ın kültürü, kendisinden yüzlerce yıl sonra gelen bu kişilerle karşılaştırılabilir mi?
- Bugünlerde Müslüman olmayana “selam” vermemeyi öğütleyen sözüm ona din adamları mı kültürlü, “mecusi olsan da gel” diyen mi?
Bu kültürlü-kültürsüz tartışmasını üstelik geçmişle bugün arasında yapmak ne acı...
Elbette profesörlerden oluşan o bildiri kurulu bugünkü Türk aydınının kültürünü yalnız başına simgelemiyor...
- Ama bir kültür kurumunda gelecek kuşakları yetiştirme görevinde bulunabilmeleri de kültürümüzün bugünkü durumuyla ilgili bir şeyleri yansıtmıyor mu?
- Sinan, yalnızca kişisel istemiyle bir eski çağ kolonunu sultanın camisinde seçilmiş bir yere yerleştirebilir mi?
- Sinan’ın bu onaylanmışş davranışı da en azından çevresinden bir şeyleri yansıtmaz mı?
BOĞAZİÇİ KÜLTÜRÜ - YAŞAMA KÜLTÜRÜ
Kimi bilim-sanat adamlarımıza göre toplumumuzda 17-18 yüzyıldan bu yana çağını aşan büyük bir uygarlık yaratısı yok...
Oysa kimi yazarlara göre de “Boğaziçi kültürü” bir Türk yaratısıdır.
“Boğaziçi kültürü” demek bütünsel bir bakışla “yaşama kültürü” demektir. Her şeyin toplamı, yaşama kültürü...
Her türlü bilgimizin bizi götürmesi gereken sonuç: İnsanca yaşama kültürü...
Boğaz’daki yaşama kültürü toplumla paylaşılmamış olsa da, en azından ona örneklik etmiştir.
Bu yaşama biçimi çağdaşlarından gerçekten ayrıdır ve bize özgüdür.
Bu yaşama biçimi doğaya sonuna dek saygılıdır.
Ama doğayı yaşamadan, karşıdan bakarak değil, onunla iç içe olmayı bilerek...
Onu her yönüyle insanca algılamaya çalışan bir tutum içinde...
Bu yaşama kültürü, dereyi-tepeyi, suyu-karayı bilir.
Her birine dönüktür yüzü...
Bir yanı karaya-yeşile, bir yanı denize-maviye bakar.
Yeşille mavi evin ortasında buluşur.
Ay ışığı, gün doğuşu, her şey dengelidir.
Mimarlığı, insana bütün ölçüleri, bütün duyguları, düşünceleriyle saygılıdır.
Bu yaşama biçimi bir uygarlıklar bireşimidir.
İnsancıl ilkeler doğurucusudur.
Boğaziçi’nde, Bizans döneminde bir-iki balıkçı köyünden, barınağından başka bir şey yok...
Daha çok 17. yy.’dan başlayarak yerleşmeler oluşuyor...
Yalılar, plan, kitlesel kuruluş, ayrıntı ve gereç düzenlerinde Osmanlı yaşama biçimini yansıtırlarken orta sınıfa da örneklik ediyorlar.
19. yy.’da batıya kültürce tam yenik düştüğümüz dönemden yalılarda bile bu plan, kuruluş ilkelerinden pek bir şey yitirilmiyor.
Görünüşlerde batıdan gelen şablonlara tıpatıp uyulsa bile, Boğaz’a özgü plan düzeni sürüp gidiyor.
Batıda okutulup yetiştirilen mimarlar bile kopamıyorlar bu Osmanlılıktan...
Bunun en açık kanıtı da Dolmabahçe Sarayı..
Batıya uyup ölçüsü kaçırılmış bu saray bile planıyla olsa olsa kocaman bir Osmanlı evi değil mi?
Kısacası, Boğaziçi’nde ülkemizin her yerinde olduğu gibi ne varsa bizim ürünümüz, bizim malımız...
Bütün bunları neden yazıyorum?
Korktuğumdan...
Neden mi korkuyorum?
Her şeyden önce kimi kültürsüzlerin kültür yorumlarından...
“Bu gavur yapısı, bu şu, bu bu” diyerekten dar kafalarınca ayrımlar yapmalarından korkuyorum...
Bu dursun, bu yıkılsın deyivermelerinden...
Etkin güçler, bütün kentsel düzenlemeleri, mimarlık seçmelerini kendi çıkarlarına göre denetlemek isterler.
Bu denetimlerini de “imar kanunu”, “imar planı” ile kurumlaştırırlar.
Onları ne yeşil ilgilendirir ne de mimarlık gerçekte...
Korulara bir bir girerler, kıyıları ard arda kapatırlar, önlerine gelen güzelliği gözlerini kırpmadan taşlaştırırlar...
Onlar için önemli olan kendi kısa günlerinin kârlarıdır...
Bakmayın onların da Boğaziçi kültürü falan filan demelerine...
Gelseler gelseler, ancak “aynen korunmalıdır” sonucuna gelirler.
Oysa Boğaziçi kültürü elbette bizim kültürümüz ama, Boğaziçi öteden beri varlıklıların olmuştur.
“Aynen” bu varlık düzeni mi korunacak?
Vezir, vüzera, paşa filan yerine şimdi de beylerin, ağaların olarak aynen korunacaksa,
halk suya bile yanaşmayacaksa bundan çağdaş kültürümüze ne yarar gelir.
Bu elbette gelecek adına, toplum adına bir koruma değildir.
Boğaziçi bir kültür ürünüyse (ki bundan kimsenin kuşkusu yok neyse ki) bütün toplumun yararına kullanılır olmalıdır.
Kısacası Boğaziçi her köşesiyle toplumca da gezilebilir-görülebilir-yaşanabilir-algılanabilir olmalıdır.
Boğaziçi, küçük bir Avrupa devleti ölçeğine ulaşan İstanbul’un kültür boğazıdır, yaşaması için gerekli solunum organıdır.
Bu boğaz kıyıları, varlıkların bencillikleriyle kapalı bırakılıp, halka tıkanmamalıdır.
Bütünüyle kültür kurumlarına her yeriyle açılmalıdır.
Biliyorum soruyorsunuz: “Böyle bir düzenleme yapılabilir mi?”
Yapılabilir!
“Sen beş yıl içinde düzenlemezsen, kamulaştırıp ben düzenleyeceğim,
çünkü kamu çıkarları, senin çıkarlarından önce gelir” diyebilen Zürich Belediyesi, kendi ölçeğinde de olsa vermiştir bunun örneğini...
Kopenhag’da da, Frankfurt’ta da üç aşağı beş yukarı böyle davranılmıştır.
“Gene batıdan örnek diyorsunuz değil mi?”
Doğru!
Batıdan örnek, orada daha önce yapılmış olmak koşul mu olacak hep?
Bizim duyarlıklarımıza, yaşama kültürümüze uygun teknolojisini kendimizin oluşturduğu planlamamıza ne zaman güveneceğiz?
Bu planlamayı gerçekten halk yararına ne zaman işleteceğiz?
Yarattığımız Boğaziçi kültürünü topluma ne zaman yaygınlaştıracağız?
Cengiz Bektaş | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 148 - 15 Temmuz 1986
______________________________________________________________________________________
Vapurlardan, trenlerden, şehirlerarası otobüslerden, şehirleriçi önü kalkık garip dolmuşlardan, gecekondulardan, köylerden, mezralardan, Anadolu, Rumeli, Balkanlar ve Avrupa’dan, Arabistan’dan ve Suudi Arabistan’dan, Abu Dabi, Kuveyt ve Bahreynden...
Her yerden geliyorlar.
Uzunu kısası, sarışını esmeri, zengini yoksulu, eğrisi büğrüsü, hırsızı uğursuzu, güzeli çirkini, kirlisi pasaklısı hepsi geliyor.
Yollar tıkış tıkış ve itiş kakış.
Başdöndürücü, ürkütücü kalabalık.
İnsan... insan...
Kapalıçarşı, Mahmutpaşa, Mercan Yokuşu, Tahtakale bir nabız gibi atıyor gürül gürül.
Eskiden bildiğimiz kent değil burası artık.
Her gün yeni bir mahalle kuruluyor, her yöne genişliyor uzantıları ve vantuzlarıyla.
Ozanın dediği gibi “gözlerim kapalı” dinliyorum:
Bir uğultu, bir gürültü, korna sesleri, bağıran çağıranlar, arabesk yaygaralar, amplifikatörlerle yükseltilmiş böğürtüler,
dev uçakların gümbürtüsü, araçların bitmek tükenmek bilmeyen titreşimleri, limandan düdük sesleri, martıların boğazlanıyormuş gibi yaygaraları,
yok olmaya yüz tutan kumruların damlarda homurtuları ve tüm bunların kaynaşmasından doğan garip bir bileşim.
Sanki masallardaki bir dev, sırt üstü yatmış, göğsü kalkıp inerek soluk alıyor.
Belki yorgun bir dev.
Gene “gözlerim kapalı” ama bu kez kokluyorum:
Haliç yönünden ve Kurbağalıdere’den lağım kokuları geliyor.
Temizliyoruz diyorlar ama koku orada.
Büyük caddelerde otobüsler ve taksiler burnuma gaz püskürtüyor.
Mısır Çarşısı’nda baharat ile kavrulmuş kahve kokuları birbirine karışıyor.
Apartmanlar soğan kokuyor.
Gözlerimi açıp bakıyorum.
Uzaya atılmaya hazır füzeler gibi görkemli ve zarif minareler, kubbeler ve kubbeler,
Galata Kulesi,
Galata Köprüsü,
uzaklardan dev bir tanker geçiyor,
çökmekte olan birinci sınıf tarihi yapıt konaklar, onların yerine restore edilerek çimentoya dönüştürülmüş taklitleri,
cumbalı evler, arnavut kaldırımları, bakımsız çeşmeler, surlar ve yalılar, Pera Palas ve Sheraton,
Sarayburnu’nda balık avlayanlar, otobüs bileti satanlar,
Ziya, Arif, Yakup ve Refik,
Medrano Sirki, hanlar ve hamamlar, betebeli apartmanlar,
Çukurcuma, Tom Tom Kaptan Sokağı, Pürtelaş Mahallesi Muhtarlığı,
Maxim Gazinosu, Boğazkesen, Salıpazarı,
Fatih, ve Karagümrük, Koska, Langa Bostanı, Vefa Bozası, Demirhindi (artık yok),
turşu ve lahmacun (bol var), yeni çıkan kutu biralar,
Hollantze Bank-Uni, Banko di Roma, Surp Agop ve Aya Yorgi...
Tarihin çemberinden geçmiş bir kent.
Nerdeyse Fellini’nin “Roma”sı kadar eski.
İmparatorluklar, göçler, saldırılar, savaşlar, kıtlıklar.
Bizans, Doğu Roma,
gözleri oydurulan, burunları kesilen imparatorlar,
ikonoklast ve ikonodüller,
Nika isyanı, Belisarius,
Theodora ve Jüstinyen,
Galatlar ve Ostrogotlar,
Hunlar ve Peçenekler,
Bizantium, Konstantiniye, Dersaadet, İslambol, İstanbul,
Fatih Mehmet, Yeniçeriler ve Sipahiler, Deli İbrahim,
Dördüncü Murat, Kuyucu Murat Paşa, Sokollu, Kösem Sultan, Hürrem Sultan, Patrona Halil ve “İstemezük...”
Geçmişin izleri taşlar...
Taşlar kenti:
Çemberlitaş,
Avrat Taşı,
Kız Taşı,
Atlama Taşı,
Beşiktaş,
Kabataş,
Nişantaş...
Saraylar ve saraylar:
Ayvansaray,
Galatasaray,
Tekfur Sarayı,
Yerebatan Sarayı...
Kapılar:
Topkapı,
Çatladıkapı,
Zindankapı,
Ayakkapı,
Azapkapısı,
Ahırkapı,
Kumkapı,
Narlıkapı,
Silivrikapı,
Edirnekapı,
Balatkapısı,
Yenikapı,
Uğrunkapı,
Bahçekapı,
Çarşıkapı,
Demirkapı,
Eğrikapı,
Odunkapı...
(Evliya tüm surları adımlıyor).
Eziklerin ve çaresizlerin çözüm arayıp yüz sürdükleri kutsal ziyaret yerleri, yakılan ya da bez bağlanan erenler:
Kepçe Dede,
Sarı Baba,
Telli Baba,
İskender Baba,
Nakkaş Baba,
Yatağan Baba,
Zuhurat Baba (sonradan zuhur etti galiba),
Eskici Baba,
Asalı Baba,
Şenlik Dede,
Göbek Dede,
Düğümlü Baba,
Tuz Dede,
Tokmak Dede,
Koyuncu Dede,
Kahhar Baba,
Horoz Baba,
Nalıncı Dede,
Yıldız Baba...
Daha pekçok baba ve dede...
Gizem dolu eski mistik kent, bugünkü kalabalığını öğütüp biçimlendirmeye çalışıyor.
Bilinçaltındaki ağır geçmiş ve onca deneyler, bugünkü yeni güçlerle birleşerek yeni bir seçenek yaratıyor.
Orhan Duru | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 148 - 15 Temmuz 1986
______________________________________________________________________________________
Çevre Düzenlemesinde Süreklilik ve Değişim
Her tarihi şehrin bir altın çağı ve bu altın çağı simgeleyen bir mimari kimliği vardır.
İstanbul denilince akla, surlarla çevrili yarımadada, kubbe ve minarelerin çizdiği o eşsiz silüeti gelir, İstanbul’un karakterini Boğaziçi ve Haliç’in doğal güzelliği ve şehir çepeçevre saran surlar kadar Osmanlı mimarisinin kendine özgü çarpıcı üslubu da belirler. Şehrin tarihi dokusu 1950’li yıllarda ve daha sonra gerçekleştirilen trafiği ferahlatma girişimleri sonucunda yer yer yok olmuşsa da mimari anıtların görüntüsü bozulmadığından çevre bütünlüğü ana çizgileriyle korunmuştur.
Türkiye’nin ekonomik ve kültürel nabzının attığı İstanbul’un, yaşamını yüzyıllar önce yitirmiş bir arkeolojik alan gibi dondurulması düşünülemez. Yeni yapılaşma, yaşayan bir şehrin vazgeçilmeyecek bir işlevidir. Ne var ki, plancı, tarihi bir beldede yeni yerleşim bölgelerindeki serbestiye sahip olamaz; mevcut dokuyu gözetmek, yeni yapılaşmayı şehrin ölçek ve gabari kalıplarına ters düşmeyecek nitelikte olmasını sağlamakla yükümlüdür. Başka türlü söylersek, çağdaş ihtiyaçlardan doğan yapıları, parkları planlar, çevreyi günün koşullarına uydururken, zaman içerisinde oluşan mimari bünyenin görünümünü bozacak -ya da şehrin kimliğiyle uyuşmayacak- her türlü karardan titizlikle kaçınmak zorunluluğundadır.
KARŞIT İKİ ÖRNEK: PARİS-VENEDİK
Açtığı geniş bulvarlarla Louis Napoleon’un ortaçağ Paris’ini ortadan kaldırdığını, dünyanın en alımlı şehirlerinden biri olan şimdiki Paris’in tarihi doku gözden çıkartılarak hemen tümüyle yenilendiğini bize hatırlatacaklar çıkabilir. On dokuzuncu yüzyılda Paris’in yeni bir kimlik kazandığı doğrudur. Öte yandan, ortaçağdan günümüze fiziki bünyesini koruyan Venedik gibi şehirlerin varlığını da unutmamak gerekir.
Geçen yüzyılda Fransa’yı yönetenler Paris’i yeni bir ölçekte yenilemeyi uygun bulurlarken aynı dönemde Venedik Belediyesi şehrin Gotik-Rönesans karışımı görünümünü yaşatmak yolunda çaba sarfediyor, yeninin eskiyi gölgelemesine izin vermiyordu. Yeni bir fiziki görünüm ve ölçeğe kavuşturulan Paris ile tarihi kimliğini koruyan Venedik çağdaş korumacılık anlayışının iki kutbunu simgeleyen değişim ve süreklilik kavramlarının örnekleri olarak karşımızda dururlar. Günümüzde bu iki karşıt değerin dengelenmesi tarihi bir şehrin geleceğini belirleyen temel kurallardan biridir.
HALİÇ VE BOĞAZİÇİ
1950-1960 arasından sonra, 1980’li yıllarda İstanbul şehrin görünümünü büyük çapta etkileme eğilimi gösteren girişimlere sahne olmaktadır. Giderek müzminleşen Haliç sorunu çözüme kavuşturulmuş, kıyıları parazit -ve bu arada bazı değerli tarihi- yapılardan temizlenerek yeniden sağlığına kavuşması sağlanmıştır. yer yer parklarla yeşillendirilen Haliç projesinin olumlu sonucuna karşılık Boğaziçi’ne ilişkin kararlar, tam tersine, yoğunluğu artırıcı ve yeşili azaltıcı nitelikte olduğundan sakıncalı sonuçlara gebe olabilir.
Boğaziçi’nin tarihten gelen özelliği yerleşim birimlerinin kıyılarda yoğunlaşıp yamaçların boş ve yeşil kalışıdır. Oysa bir süredir yer alan uygulamalar, yapılaşmanın, yamaçları doldurmaya yönelik olduğunu gösteriyor. Koruların iskâna açılması Boğaz’ın daha büyük bir bölümünün giderek Cihangirleşmesine yol açabilir ki bunu kimsenin gönül rahatlığıyla benimseyebileceğini sanmam. Birtakım ekonomik çıkarlar uğruna gözden çıkarılamayacak kadar zengin bir doğal hazinedir Boğaziçi.
GÖKDELEN SORUNU
Son günlerde sözü çok edilen gökdelen sorununun da sadece ekonomik kriterlere bağlanamayacağını ya da bu konunun salt teknoloji ve mimarlık açısından ele alınıp tartışılmasının yeterli olmayacağı açıktır. Aslında Beyoğlu bölgesine inşa edilecek bir grup gökdelenin tutarlı bir mimari bütünlüğe sahip olmaması için hiçbir neden yoktur. Oysa İstanbul’un özel konumu içerisinde bir gökdelen kümesinin tarihi yarımadanın silüetini nasıl etkileyeceği sorunu da önem taşımaktadır.
Şu anda Haliç’in kuzeyinde, Tünel’den Şişli’ye uzanan sırt üzerinde yer alan bazı yüksek yapılar (Odakule, Marmara Etap ve Sheraton Otelleri, Ordu Evi gibi) Marmara’dan bakıldığında Galata Kulesi’yle, Eyüp yönünden bakıldığında ise tarihi yarımadanın selatin camileriyle zıtlaşan bir panorama ortaya koyuyor. Bu yüzden yüksek yapıların sayıca artmasının İstanbul’un tarihi görünümünü zedelemesi, başka türlü söylersek, Haliç’in kuzeyinde dev kitlelerden oluşan tırmıksı siüetin güneyindeki zarif silüeti ağırlığıyla ezme tehlikesi söz konusu olabilecektir.
Seine Irmağı’nın kıyısında Eiffel Kulesi’yle yarışan gökdelen apartmanlar, kanımca Paris’in o tek dikey vurgulu siüetini olumsuz yönde etkilemiştir. Gökdelen, göze batmayacağı için, New York’ta sakınca yaratmaz. Ama bu yapı türünün kendine özgü silüeti olan tarihi şehirlerde son derece dikkatle ve ölçülü kullanılması gerekir. Hele çağdaşlaşmanın bir aracı biçiminde sırf bir statü simgesi olarak düşünülüyorsa hiç yapılmaması daha yararlı olur.
1950’li yıllarda İstanbul’da açılan caddeler çok sayıda eski eserin yıkılması, şehirn tarihi dokusunun hiç olmazsa bir bölümüyle bozulması pahasına gerçekleştirildi. Had safhaya varan trafik sıkıntısının giderilmesi tarihi yarımadada geniş arterlerin açılmasıyla mümkün olabilirdi. Bu operasyona katlanıldı, çünkü alternatifi yoktu.
- Boğaziçi’nin yeşil yamaçlarını giderek boğacak plan kararlarının ya da Zeytinburnu ve Tarlabaşı için tasarlanan gökdelenli projelerin alternatifleri acaba yok mudur?
- En azından bunlara alternatif projeler geliştirilmesi gerekmez mi?
Bu sorulara tatmin edici cevaplar verilinceye kadar yukarıda sözü edilen girişimlerin İstanbul’un tarihi niteliğini olumsuz yönde etkileyeceğini düşünmek yersiz ve hatalı olmayacaktır.
Prof. Dr. Aptullah Kuran | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 148 - 15 Temmuz 1986