“Avrupa kültür yaşamında ve oluşumunda,
çeşitliliklerin, uzlaşmazlıkların, yarışmaların,
bütünleyiciliklerin bereketli karşılaşması yatar”
Avrupa, coğrafya bakımından bir kıta, çapıyla pek de önemli olmayan bir kıta; bir yerde, o dev Asya’nın Batı’ya, Atlas Okyanusu’na doğru bir uzantısı.
Ne var ki, bu küçücük kıtada, insanlık tarihinin en görkemli kültür serüvenlerinden biri yaşanmıştır.
Adına “Avrupa Kültürü” dediğimiz kültür, XV. yüzyılın sonlarıyla XVI. yüzyıldan başlayarak bu topraklarda boy atar.
Nedir bu kültürün kimliği?
TEMELDEKİ ÜÇ KAYNAK
Pek de bilinmiş olsa tekrarlayalım:
Avrupa kültürü, Ortaçağ’ın sonlarında palazlanmaya başladığı sıralarda, İlkçağ’dan Yunan ve Roma’nın mirasına kondu.
Eski Yunan, başta felsefe, edebiyat ve sanatıyla etkiledi; idari ve hukuksal kavramlar Roma’dan geliyor.
Ya Hıristiyanlık?
Hıristiyanlık, Ortaçağ’da, kilisesiyle Batı’nın inanç dünyasına damgasını vurdu.
Ne var ki Ortaçağ’da Kilise, insanların yalnız imanıyla ilgili değildir, sosyal yaşamın hemen her alanında büyük bir rol oynadı; karışmadığı pek az şey oldu.
Ancak, düşünce özgürlüğünün karşısına çıkardığı -o zaman zaman korkunç- engeller bir yana bırakılırsa, Ortaçağ’da, yer yer olumlu, “uygarlıkçı” rolleri de görülüyor Kilise’nin.
Gerçekten, Batı Roma İmparatorluğu, kavimler göçünün altında ezilip çöktüğünde, eski dünyanın yıkıntıları ortasında, Yunan ve Roma’nın kültürel değerlerine sahip çıkarak gelecek için onları kurtaran Kilise oldu; Üniversiteleri o kurdu; mimarlıktan müziğe değin güzel sanatları abası altına o aldı ve destekleyip geliştirdi.
Bütün bir Ortaçağ’ın iktisadi ve sosyal düzeni “feodal”dir Batı’da; değerler sistemini -hemen hemen tek başına- Hıristiyanlık, giderek Kilise temsil eder.
Ne var ki, o çağın sonlarına doğru iktisadi ve sosyal düzende olduğu kadar, değerler sisteminde de köklü değişmeler başlar; Avrupa kültürünü yoğurup ona asıl kimliğini kazandıracak olan da işte bu değişikliklerdir.
Ne olur?
XVI. yüzyıldan başlayarak kapitalizm ortaya çıkar ve bayraktarlığını yapan yeni bir sınıf da palazlanmaktadır:
Burjuvazi.
Feodal düzene, onun sahiplerine, yani soylulara ve o düzenin değerlerine kaşı amansız bir mücadele başlamıştır. Avrupa kültürüne, kapitalist temel üzerinde damgasını vuracak olan işte bu sınıftır, onun dünya görüşüdür.
Avrupa kültürünün bir gerçeği bu.
AKILCI HÜMANİZMA
Avrupa kültürünün ilk biçimlenişi, burjuvazinin bir başkaldırısıyla başlar:
Edebiyat ve sanata dönük yüzü “Rönesans”, dine dönük yüzü “Reform”dur bu başkaldırının. Rönesans, Batı Avrupa’da edebiyat ve sanatın yeni bir yöne çevrilişi, Eski Yunan ve Roma’ya coşkuyla bağlanış; reform, Katolik Kilisesi’nin karşısına dikiliş.
Bütün bunlar, güçlü bir düşünce akımıyla -aşağı yukarı- aynı zamanda gelişti; Ortaçağ’ın sonlarında İtalya’da doğup oradan bütün Batı Avrupa’ya yayılan bu akım “Hümanizma”dır.
Ne getiriyordu Hümanizma?
Katolik Kilise, bütün doğal eğilimleri günah deyip damgalayarak ve çilecilikle nefsi köreltmeyi erdem diye ilan ederek insan kişiliğini sürekli alçaltırken, hümanistler insanın yüceliğini ilan ediyor, aklın gücünü ve yetkinliğe ulaşma olasılığını göklere çıkarıyorlardı. İnsanın yazgısını saptayan Tanrı değildi; bu yazgıyı sonsuz olasılıkları kullanarak biçimlendiren insanın tâ kendisiydi. Evrenin merkezi olarak insan, Tanrı’nın yerini alıyordu.
Skolastiğin eleştirisi, feodal dinsel ideolojiye karşı mücadele: Hümanizmanın ilerici yanını belirleyen bunlardır.
Bu yeni dünya görüşü, insanın toplumdaki rolü hakkında da yeni bir ölçüt getiriyordu; “bireycilik” buradan doğacaktır.
Bireycilik, giyim ve kuşama varıncaya dek her alandadır; inanç ve ahlakta da serbestlik ister; Kilise’nin baskısına direnir, giderek başkaldırır ona.
Protestanlık, işte bu başkaldırının dindeki görünüşü.
İlk aşamada, düşünürler, Hıristiyanlığa bağlılıklarını sürdürürler yine de; sistemleri, imana akılcı bir temel kazandırmaya da dönüktür bir bakıma:
- Erasmus,
- Descartes,
- Leibniz,
- Malebranche böyledir.
XVII. yüzyılın sonlarından başlayarak bir ikinci düşünürler dalgası, Tanrı’nın varlığını yadsımaya kadar gitmese de, vahyedilmiş dinle hemen tüm ilişkilerini keser; Tanrı diye de kimi zaman gördükleri Evrendir:
- Spinoza,
- Berkeley,
- Kant böyledir.
XVIII. yüzyılın kimi Fransız filozofları, Kilise’nin can düşmanı da olsa, Yüce Varlık’ı kabul ederler:
- Başta Voltaire ve
- Rousseau’nun da tutumu budur.
Son olarak, bir üçüncü düşünürler kuşağı,
- Hume,
- d’Holbach,
- Helvetius tam bir tanrıtanımazlığı öğütlerler;
XIX. yüzyılda,
- Hegel,
- Auguste Comte,
- Feuerbach da, tanrısız bir hümanizmanın temellerini atarlar.
Bütün Avrupa kültür tarihi, “akılcı bir hümanizma”nın tarihidir bir bakıma. Ve gitgide gelişen bir “laikleşme”nin de.
Hümanist bakış, akılcı görüş, laik yaklaşım, Avrupa kültür kumaşını dokuyan ana lifler arasında; o kumaşın haslığı da başta buradan geliyor.
Unutmayalım:
Bir hümanizmanın XIX. yüzyılın sosyal gerçekliğinde, bir noktadan sonra soyutta kaldığı ortaya çıkınca, Marx-Engels, diyalektik materyalizmi kurarken, temellerini attıkları aslında gerçek bir hümanizmadır da:
Kapitalizmin yerine geçecek olan sosyalizmin kurtaracağı, insanın ta kendisidir.
MODERN BİLİMİN TUTUŞTUĞU OCAK
XVI. yüzyıldan yola çıkarak yeni bir bilimsel görüş de olgunlaşmaya başlar; ilk fetihleri de “doğa bilimleri”ndedir.
Gerçekten, daha XIV ve XV. yüzyıldan başlayarak, önde gelen düşünürler ve bilginler, yeni araştırma yöntemlerinin uygulanması zorunluluğu üstünde ısrar ediyorlardı. Dış dünyanın incelenip araştırılması yolunda -sayısı gitgide artan- sesler yükseliyordu; araştırma yöntemi olarak da, aklın doğruladığı ve genelleştirdiği “gözlem” ve “deneyim”i ileri sürüyorlardı.
Rönesansın en büyük dehalarından biri olan Leonardo Da Vinci, deneyime dayanan bir bilimin uygulamadaki önemine dikkati çekerek şöyle diyordu özetle:
“Bilim kumandan, uygulama ise askerleridir”.
“Yaşamda en gerçek yol gösterici, bilimdir” sözünün bir başka söylenişi.
Çok geçmedi bilim, dinin gerici dogmatizmine karşı başkaldırdı. Evren üstüne olsun, insanın o evrendeki yeri üstüne olsun, o tarihe değin ne tasarlanıyor ve biliniyor, baştan aşağıya değişti; ve, artık kör bir imana değil, doğanın kanunlarına dayanan, dünya hakkında bilimsel bir tablo çıktı ortaya.
Modern bilim önce Avrupalıdır.
Bu bilimsel fethin aşamalarını da pek iyi biliyoruz:
XVI. yüzyılda Kopernik’le ilk büyük hamlesini yapan bilim, XVII. yüzyılda ilk devrimci çağını yaşar:
- Kepler,
- Galilei,
- Harvey,
- Descartes,
- Newton...
Hangi birini saymalı?
Aydınlıklar yüzyılının filozofları,
- Auguste Comte’u,
- Darwin’i,
- Karl Marx’ı,
- Curie’si,
- Einstein’ı ile tüm modern dünya ve şu içinde yaşadığımız çağdaş dünya bundan doğacaktır.
Bütün bu gelişmeler içinde, Avrupa kültürünün yakaladığı en önemli gerçeklerden biri, “ilerleme düşüncesi”dir.
En geç XVIII. yüzyıldan başlayarak, bilim, doğanın yanı sıra topluma da gözlerini çevirirken, bu düşünceyi gerçekliğin her yanına uygulayacaktır. Bu ilerleme, Hegel’le “diyalektik” bir içerik kazanır.
XVIII. yüzyılın sonlarında başlayıp XIX. yüzyılda kara Avrupa’sına sıçrayan Sanayi Devrimi sonucu ortaya çıkan sosyal sorunda, burjuvazi, karşısına dikilmiş yeni bir sınıfa, proletaryaya karşı, kapitalist düzenin son nokta olduğunu, değiştirilmesini kabullenemediği bir sırada, Marx-Engels, aynı ilerleme düşüncesinden hareketle, diyalektiği maddeci bir yoruma tabi tutarak, insanlığı bekleyen geleceği işaret etmişlerdir:
Kapitalizmi sosyalizm izleyecektir, izlemek zorundadır.
Dikkat edilsin, burjuvazi/proletarya çatışması, önce Avrupa toplumlarının karşılaştığı bir sorundu; o soruna olumlu yanıt getiren de, yine Avrupa kültürünün kendisi olmuştur. O kültürün ne denli yaratıcı olduğunu gösterir bu.
Avrupa kültürünün en büyük fetihlerinden biri olan Marksizm için, yüzyılımızın sayılı filozoflarından Jean-Paul Sartre da, son büyük eserlerinden birinde, “Diyalektik Aklın Eleştirisi”nde şunları söyleyecektir:
“Tarihte Descartes ile Locke’un dönemi olmuştur;
Kant’ın ve Hegel’in dönemi olmuştur.
Son olarak da -içinde yaşadığımız- Marx’ın dönemi gelmiştir.
Bu üç felsefenin üçü de, sırasıyla, bütün bir düşünceyi besleyen tarla ve bütün bir kültürün ufku oluyor.
Daha önce söyledim, şimdi de tekrarlıyorum: İnsanlık tarihinin tek geçerli yorumu diyalektik maddeciliktir”,
“ve, çünkü -yine Sartre’a göre- gerçekliğin kendisi Marksisttir ve Marksizm, hiç olmazsa çağımız için aşılmaz durumdadır.”
LİBERALİZM VE SİYASAL ARMAĞANI: BATI DEMOKRASİSİ
XVII ve XVIII. yüzyılların akılcılığı, Batı toplumları için belli bir sosyal ve siyasal öğreti de koymuştur ortaya:
Adı “liberalizm” bunun.
“Batı demokrasisi” ya da “klasik demokrasi”, işte bu liberalizmin siyasal alandaki uygulanışı.
Nedir Batı demokrasisi?
Hangi ilkelere dayanır?
Siyasal liberalizm, en güzel anlatımını 1789 tarihli “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi”nin 1. maddesinde bulur:
“İnsanlar, hakları bakımından “özgür ve eşit” doğar ve öyle yaşarlar.”
Nedir eşitlik?
Hiç kimsenin, kendisini, başkalarının üzerine çıkaran birtakım haklara ve ayrıcalıklara “miras yoluyla” sahip olamaması; ve bütün insanlar birbirlerine eşit olduğuna göre, toplumda siyasal iktidarı kullanacak kimseleri de yurttaşların kendilerinin belirlemesi. Bunun da sonucu, hükümdarlık yerine cumhuriyet, giderek demokrasi, “temsili sistem” ve “seçim”dir.
Ya özgürlük?
Özgürlük, bir kimsenin istediği gibi düşünebilmesi, düşündüğünü yapabilmesi ve istediği gibi hareket edebilmesi.
Tek sınırı var bu özgürlüğün: Başkalarının özgürlüğü
Özgürlük, yalnız başkalarının özgürlüğünü sınırlamaz, aynı zamanda siyasal iktidarda bulunanları da sınırlar.
“İktidarın sınırlanması”, siyasal liberalizmin dikkati çeken bir başka yanı.
Hemen bütün kurumlar bu amaca dönüktür.
Siyasal liberalizm, “eşitçi” ve “özgürlükçü” olarak, bir görüş ya da öğreti yararına tekelciliği ve ayrıcalığı kabul etmez;
özgürlüğe saygılı oldukça, her görüş ve düşünce serbesttir; serbestçe tartışılır, serbestçe örgütlenirler.
Bunun sonucu olarak, Batı demokrasisi “çoğulcu”dur; ve yalnız yurttaşları değil, yönetenleri de bağlar bu ilke.
Siyasal liberalizm, Batı Avrupa’da uluslararası bir örgütlenmeye de gitmiş durumda.
İki uluslararası örgüt görüyoruz:
Avrupa Konseyi ile Avrupa Parlamentosu.
Hemen ekleyelim:
Kökleri XIX. yüzyıla giden, ancak XX. yüzyılda kesin çizgilerle ortaya çıkan gelişmeler, batı demokrasisine bazı değişiklikler getirmiş ve sonuçta onu “klasik” kimliğinden sıyırıp “sosyal demokrasi” denen yeni bir kimliğe büründürmüştür.
Bu değişmede, sosyalist düşünce ve hareketlerin katkısı ise pek büyüktür.
DİYALOGLAR KÜLTÜRÜ
Son bir çözümlemede nedir Avrupa’nın kültürel kimliği?
Fransa’nın düşünen kafalarından Edgard Morin yeni bir kitap yayınladı:
Adı, “Avrupa’yı Düşünmek”.
O ilginç eserde yanıtlamaya çalıştığı sorulardan biri de bu.
Şöyle diyor özetle:
“Avrupa kültüründe önemli olan, yalnızca temel düşünceler (Hıristiyanlık, hümanizma, akıl, bilim) değil, bu düşünceler ve onların zıddı da. Avrupa’nın dehası çoklukta ve değişmede değil yalnız, değişmeye yol açan çoklukların diyaloğunda. Bu deha, yeninin yeni olarak üretilmesinde değil, eskiyle yeninin uzlaşmazlığında (yeni için yeni, modaya, yüzeyselliğe, züppeliğe ve uydumculuğa düşer). Başka bir deyişle, Avrupa kültür yaşamında ve oluşumunda önemli olan, çeşitliliklerin, uzlaşmazlıkların, yarışmaların, bütünleyiciliklerin bereketli karşılaşması, onların diyalektiği yani...
Avrupa’nın kültürel kimliğinin asıl özünde olan bu diyalojiktir, yoksa bu kimliğin şu ya da bu öğesi ya da anı değil.”
Doğru, doğru olduğu kadar da ilginç bir değerlendirme.
Server Tanilli | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 169 - 1 Haziran 1987
______________________________________________________________________________________
Soruşturma
Avrupa Topluluğuna girmemiz ya da giremeyişimiz Türk kültürünün geleceğini nasıl etkiler?
Abidin Dino:
Türk sanatçıları, çoktandır Avrupa pazarlarında
Asıl sorun, Türk halkının baskısız gerçek bir demokrasiye kavuşmasıdır.
Türkiye’nin Avrupa Topluluğu’na Ortak Pazar’a girip girmemesinin Türk sanatçılarına ilişkin etkileri üstüne konuşmak bana oldukça aşılmış bir sorun görünüyor.
Türk sanatçıları Avrupa’ya ve Ortak Pazar’a zaten çoktandır girmiş bulunuyorlar.
Bilinen şey, tarih boyunca bölge bölge Ortak Pazar’lar kurulmuş ve birtakım kültür, üretim ve ticaret gelişmeleri sağlanmıştır böylece. Aslına bakarsanız Osmanlı İmparatorluğu Cezayir’den Peşte’ye kadar üç kıtayı kapsayan bir ortak pazar kurmuş, bu çerçeve içinde birtakım değerleri şu ya da bu ölçüde serbest dolaşıma kavuşturmuştu. Ne var ki gönül rızasıyla benimsenmiş değildi bu bütünlük, o ayrı konu...
Avrupa ile ilişkilerimize gelince, Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak için elbirliği eden Batı ülkeleri, bizi sadece bölüşülecek bir sömürü alanı olarak görüyordu. Önünde sonunda yabancı orduları yenip püskürttükten, Cumhuriyet’i kurduktan, Atatürk’ün ülkeyi çağdaş düzeye eriştirme çabalarından sonradır ki bu sefer eşit koşullar altında Avrupa ile ilişkiler gündeme getirilebilmişti.
Gerçi daha öncelerinden başlayarak, Tanzimatçılar, Genç Osmanlılar, Jön Türkler bu yolda çalışmalarda bulundular.
Örneğin sanat alanında Şeker Ahmet Paşa ve arkadaşları, yağlıboya resim sanatını kavramak için Paris’e uğramışlardı.
Daha sonraları Çallı İbrahimler, Nurullah Berkler de aynı şeyi yaptılar, ne var ki bu çalışmalar öğrencilikle sınırlanan tek taraflı bir deneyden öte gitmemişti. Bir şeyler alıyorduk, fakat bir şeyler verebildiğimiz yoktu daha. Aydın olarak bu tek taraflı ilişki, Genç Osmanlılar için de söylenebilir. O günlerin önemli Avrupalı düşünürleri, sanatçılarıyla gerçek bir alış-veriş kuramamışlardı. Namık Kemal bile hiçbir iz bırakmamıştı Batı dünyasında.
Daha sonraları Yahya Kemal, Closerie de Lillas kahvesinde, pek de ahım şahım bir şair olmayan Moreas’tan başka bir kimse ile tanışamamıştı. Belki ortada yetersiz bir dil sorunu vardı, ya da kültür alanında köken başkalıkları.
Sanatsal “Avrupa Ortak Pazarı”na giren ilk kişi Nazım Hikmet’ten başkası değil.
Moskova’da 1920’li yıllarını genç bir şair olarak yaşamış Nazım, kendisini göstermeye başlamıştı bile. Hemen sonra 1931’de, Fransa’nın en değerli kişileri, sanatçıları, dergileri Nazım’ın şiir çevirilerini coşkuyla basmışlardı.
Bizim memlekette Nazım’ın siyasal bir dayanışma sonucu dış ülkelerde tutulduğunu sanırlar. Aldanıyorlar. Nazım’ı anlamış, sevmiş, göklere çıkarmış soldan olduğu kadar sağ kültür kanadından da kimseler pek çok. Bu zıt görüşlü kişileri çeken özellik, Nazım’ın Doğu kültürünü Batı kültürüyle aynı düzeye getirmiş olmasında. Büyük şairin belleklerde ve belgelerde yer etmesinin nedeni budur.
Resim alanında sanırım öğrenciliği aşıp “Kültür Ortak Pazarı”na ilk giren kişi ya da kişilerden biri, Fikret Mualla’dır.
O derbeder, kimi zaman hırçın, kimi zaman sevecen kişiliği ve zekâsıyla Fikret, çarçabuk yerini almıştı Fransa’da. Avrupa müzelerinde yer etmeyi başarmış Türk ressamları, heykeltraşları çoğalıyor.
Dünyanın ve Avrupa’nın en büyük konser salonlarında konser üstüne konser veren az mı müzik sanatçıları var bizde?
Ya festivallerde ödül kazanan sinemacılarımız?
Ya Almanya, Fransa, İngiltere, Danimarka, İsveç’te sevilen şairlerimiz?
Yaşar Kemal’den söz etmeye gerek yok sanırım...
Alın size taptaze iki örnek daha:
Alman-Türk yapımcılığı ve teknik işbirliğiyle Zülfü Livaneli’nin “Yer Demir Gök Bakır” filmi.
Ayrıca, Erden Kıral’ın İsveç-Alman-Türk eş üretimi ile meydana getirilmiş “Dilan” filmi...
Kusura bakmasınlar ama bizim politikacılarla finans ve endüstri kralları, kendileri Avrupa’nın Ortak Pazar kapılarında bekletilirken, bizim sanatçılar kendi güçleri ve çabalarıyla bu “Pazar”a girmiş bulunuyorlar. Bunda şaşılacak bir şey yok. Sanatsal düzeyleri yeterli de ondan. Beri taraftan kimileri kof değerler sunmaya kalkışınca sonuç yürekler acısı...
Nasıl anlatmalı bilmem ki, gülünç bir kavram olan “lobi” kuvvetiyle bir iş başaracağımızı sanıyorsak boşuna zahmet!
Her alanda çürük mal satmaktan, “hayali ihracat” yapmaktan sakınalım.
Gülle şampiyonu bir çocukcağızı omuzlarda gezdirirken öte yandan bir şairi açlık grevine zorlamak, sanatçılara eziyet etmek yakışık alır mı?
Atatürk’ün öğüdü boşuna değildi. Ama dinleyen yok, her şey olabilirsiniz efendiler, ama sanatçı olamazsınız demişti Atatürk, sayın devlet bürokratlarına. Gerçi gölge etmesinler, başka ihsan istediğimiz yok. Kaldı ki bu gölge, bu kâbus, kâh sansür, kâh mahkeme kapısı, kâh gezi özgürlüğünü kısıtlama, kâh hapis, kâh vatandaşlıktan atma olarak çöküyorsa sanatçıların başına, Avrupa Topluluğu’na arka kapıdan bile girmek nasip olmaz politika önderlerine.
Avrupa bir yana, asıl sorun, Türk halkının baskısız gerçek bir demokrasiye kavuşması değil mi?
●
Murat Belge:
Önemli ve olumlu bir adım
Önemli, çünkü, kültür alanında verilecek kararları etkileyecek...
Avrupa Topluluğu’na üye olmak ya da olmamak, her alanı olduğu gibi, kültür alanını da etkileyecektir. Kültür alanında verilecek kararların niteliğini belirleyeceği için önemlidir; ikinci olarak da, günlük pratiğin kültüre de yansıyacak akışında yapacağı değişiklikler açısından önemlidir.
Türkiye içine kapanık, ciddi bir izolasyon içinde yaşayan bir ülke olagelmiştir. Topraklarının genişliği, nüfusu, uzun ve karmaşık tarihi ile dünyadaki yeri açısından bakıldığında, kendi dışındakiler tarafından şaşılacak kadar az tanınan bir ülkedir. Aynı zamanda, kendi dışındaki dünyayı da şaşılacak kadar az tanıyan bir toplumdur. Avrupa Topluluğu içinde yer almak, nedenleri burada anlatılamayacak kadar karmaşık olan bu izolasyonun kabuğunu yarmakta, parçalamakta önemli bir adım olacaktır.
Bu izolasyonun, son kertede, belirli egemen çevrelere yarayan bir durum olduğu kanısındayım. Bu ülkede yaşayan insanların kendilerini yalnızca bu ülke içinde geçerli kılınmış kavram ve değerlere göre tanımlamaları, “işte biz böyleyiz” kültürü, başka türlü de olunabileceği bilincinden yoksunluk, belli bir yönetim tarzının en sağlam ve güvenilir dayanağı oluyor.
Onun için Avrupa Topluluğu’nun sığıntı yanaşmalığı değil de, meşru üyeliği uzun vadede sağlıklı gelişmelere temel hazırlar. Bunun olmaması, yani herhangi bir nedenle AET dışında kalmamız, bildik birçok sıkıntımızın devamı anlamına gelecektir.
●
Necdet Uğur:
Nasıl Avrupalı Olunur?
Avrupa’yı Avrupa yapan temel ilke, insana değer ve öncelik verme ilkesidir.
Topluluğa üye olmak için başvurumuz Avrupa ile ilişkilerimizi yeniden gündeme getirdi. Gerçekte bu konu gündemimizin gedikli bir maddesidir. Yaklaşık iki yüzyıldır bu madde kimi zaman başa geçer, kimi zaman gerilerde kalır, ama gündemden çıkmaz. Biz onlara benzemek, onlar gibi olmak için çırpınırız; arayı kapatmak telaşıyla. Onlar bizsiz edemezler. Gözleri üstümüzde, elleri içimizdedir; güçlenirsek dengelerini bozarız, güçsüzleşirsek elden çıkarız korkusuyla.
Bir garip ilişkidir bu. Bizim açımızdan hayranlık, güven duygularıyla yüklü; onlar açısından küçümseme, katı çıkar hesaplarıyla dolu. Arada bir canımız yandığında gerçeği görür gibi olur, öfkeleniriz. Ama çok geçmeden bıraktığımız yerden, hiçbir şey olmamış gibi başlarız. Onlar olmadan onlar gibi olamayacağımıza inanmış gibiyizdir.
Gerçekten böyle midir acaba?
En doğrusu tarihin tanıklığına başvurmak!
Avrupa bunca yüzyıldır kendi dışında ilişki kurduğu toplumlardan hangisini Avrupalı yapabilmiştir?
Hiçbirisini; onları kendi çıkarı için kullanırken uygarlık götürüyormuş izlenimi vermeye çalışmıştır, o kadar.
Üye değiliz, ama bir süredir Avrupa Topluluğu ile iç içeyiz. Kentlerde, kırsal kesimde milyonlarca insanımız her gece televizyonda, her yaz turistik bölgelerimizde, yıllardır onların ülkelerindeki işyerlerinde Avrupalı yaşam biçimini, davranışlarını izliyorlar; dünya görüşlerini dinliyorlar. Düşünce üretmelerini sürekli engellediğimiz aydınlarımız da oralardan çağdaş düşünceyi yakalamaya çalışıyorlar. Milyonlarca insanımızın Avrupa yaşam biçimleriyle, kültürüyle etkileşim içinde olmaları iki topluluğun yakınlaşmasına bir ölçüde katkıda bulunuyor, ama bütünleşmeleri için yetersiz kalıyor. Yaşanmamış etkileşim, üretilmemiş kültür eğreti oluyor.
Gerçek bir bütünleşme bize özgü olanla, Avrupa’ya özgü olan arasında bir denge kurabildiğimiz zaman sağlanabilir. Halkımızın kendi değerleriyle uyum içinde olan; halkımızca benimsenen, desteklenen bir denge.
Avrupa’da görüp özendiklerimiz, uzun bir süreçten sonra oluşan toplumsal yapılarının ürünleridir. Onların toplumsal yapısı kentleşme, sanayileşme ve insana değer, öncelik verme ilkesi üzerine kuruludur. Yaşam biçimlerini, davranışlarını, dünya görüşlerini toplumsal yapılarının bu nitelikleri belirler. Kurumları, kuruluşları, yasal düzenlemeleri, kamu hizmetleri bu niteliklere göre oluşmuştur.
Biz de yirminci yüzyılın ikinci yarısından beri tarihsel bir dönüşüm içindeyiz. Toplumumuzu kentleşme ve sanayileşmenin gereklerine göre oluşturmaya çalışıyoruz. Oldukça da yol aldık. Ne var ki Avrupa’yı Avrupa yapan temel ilkeyi, insana değer ve öncelik verme ilkelsini görmezlikten geliyoruz. İnsanımıza yasak savarcasına ilgi gösteriyoruz. Üstelik on yılda bir, filiz kıran fırtınası gibi, yeşeren ya da tomurcuklanan neyimiz, kimimiz varsa hep birlikte eziyoruz. İnsanımızdan, kendi kendimizden korkar gibiyiz. Kendimize güvenimiz yok.
Öte yandan kentlerimize yeni gelen insanlarımızın büyük gizil gücünü de boşa harcıyoruz. Onlar beraberlerinde çeşitli alt kültürler, gelenekler, töreler, renkler getirdiler. Bunlar uzun süredir kentlerin potasında birleştirilmeyi bekliyor.
Sorun yeni insanlarımızın büyük gizil gücünü kullanıp kullanamayacağımızdadır. Kullanamazsak bu potadan, bugün olduğu gibi, yarı-kentli bunalım toplumu çıkar. Kullanabilirsek, onların üzerine yatırım yapar, yönetime katılmalarını, kendi işlerinde söz sahibi olmalarını sağlayabilirsek, onları iyi işleyebilirsek, potadan özgün bir kültür, tam-kentli, çağdaş bir toplum çıkar.
Bu temel eksiğimiz sürdükçe Avrupa Topluluğu’na girmişiz ya da girmemişiz fark etmez, kültürümüzde önemli bir değişiklik olmaz. Temel eksiğimizi giderebilirsek, Avrupa Topluluğu’na girmesek bile, Avrupalı oluruz, hem de onlardan daha renkli, daha sağlıklı Avrupalı.
Bizi yalnız biz Avrupalı yapabiliriz.
●
Cengiz Çandar:
Türk toplumu kültürel kutuplaşmaya sürüklenebilir
Kültürel “dış taarruz”un içerde katı bir direnmeyle karşılanması ihtimali çok güçlüdür.
Türkiye’nin Avrupa Topluluğu ile bütünleşmesi bir yana, tam üyelik için başvuru yapmasının ardından gelecek sürecin bile Türk toplumunu giderek şiddetlenecek bir kutuplaşmaya sürüklemesi kaçınılmaz gözüküyor.
Bu, Türkiye’nin coğrafyasının büyük bölümü Asya kıtasında, nüfusunun ezici çoğunluğunun ise İlam kültür ailesine mensup olmasına karşılık, Avrupa Topluluğu’nun 12 üyesinin aralarındaki tüm farklara rağmen Greko-Romen ve Judeo-Chrétienne (Yahudi-Hıristiyan) kültürünün kaynaşmasında ortak bir zemin bulmuş olmalarından kaynaklanıyor.
Türk intelligentsiyasının önemli bir kesiminin kendisini Batılı sayması, Batı kültüründen etkilenmiş olması, devletin kurumlarının birçoğunun Batılı kurumlarla aynı bünye içinde yer alması Türkiye ve Türkler ile Avrupa ve Avrupalılar arasındaki uçuruma yaklaşan kültür farklılığı gerçeğini ortadan kaldırmıyor.
Avrupa Topluluğu’na tam üyelik sürecinde Türkiye’nin topluluğun normlarına uygun olarak ya da uymak için tam üyeliğin önündeki bazı engelleri kaldırması söz konusu olacaktır. Kalkacak olan sadece gümrük engelleri ya da ithal ikamesini sağlayan türden iktisadî mekanizmalar olmayacaktır. Kapının aralanmasıyla ve her zaman olduğu gibi, herhalde en başta Avrupa kültürünün uzantıları Türkiye’ye dalacaktır.
Türkiye gibi kimlik sorununu henüz çözememiş olan ülkelerde kültürel “dış taarruz”un içerde katı bir direnmeyle karşılanması ihtimali çok güçlüdür.
Antalya plajlarında üstsüz sayısının artmasından, eşcinsellere destek eylemlerinden, teravih namazında İstanbul camilerinin görülmedik ölçüde dolup taşmasına, Ramazan ayında Anadolu’nun her köşesinde oruç tutmamanın bir baskı olarak algılanmasına kadar uzanacak yaygın bir zemin üzerinde Türkiye’de kültür kutuplaşmasının yaşanacağını düşünmeliyiz.
Türkiye’nin Avrupa Topluluğu’na tam üyelik başvurusuyla birlikte iki devasa ihitmal toplumun önüne dikiliyor:
- Türk toplumu iç bütünlüğünü iyiden iyiye yitirip dağılma noktasına gelebilir;
- Türkiye kimlik sorununu nihayet çözebilir.
İkinci ihtimalin gerçekleşmesinin Türkiye’ye Avrupa Topluluğu’nda yer bırakacağını sanmıyorum.
Birinci ihtimalin gerçekleşmemesi ise bir yanıya Avrupa’nın çoğulcu, mülti-kültürel bir yapıya kendisini alıştırmasına, bu fikre kendisini alıştırmasına bağlı. Ama, bu konuda henüz iyimserlik yaratacak bir işaret gözükmüyor.
Avrupa’nın içinde 2 milyonu aşkın Türk yaşıyor. Çeyrek yüzyıldır Avrupa’da bulunan bu topluluk bile Avrupa bünyesinden dışlandı, entegre olamadı. 50 milyonun üzerine tırmanan koca Türkiye ile kültürel entegrasyon nasıl sağlanacak?
Kaldı ki, Türkler bir yana, Avrupa, kolonyalizmin sayesinde kimliklerini ezdiği, tümüyle kendi kültürü içinde öğüttüğü, kendi dilini konuşturduğu milyonlarca Kuzey Afrikalı’yı, Fransa’daki Fas, Cezayir ve Tunus kökenlileri hazmedemedi. 20. yüzyıl sonlarında 70 milyona yaklaşacak “öteki kültür”ün insanları olan Türkiye’nin insanlarını nasıl hazmedecek?
Bu, “sorun”un Avrupa ile ilgili yüzü.
Türkiye, Avrupa Topluluğu’na tam üye olsa da olmasa da tam üyelik başvurusunun açacağı süreç, en azından kendi kültürel kimliğini netleştirmesine yardımcı olacaktır.
●
Aziz Nesin:
Girsek de mi olur, girmesek de mi olur
AT’ye katılmamızın kültürel yanı ikincil sorundur. Asıl sorun ekonomiktir.
Türkiye’nin AT’ye katılmasının ya da katılmamasının Türk (Türkiye) kültürüne olumlu ya da olumsuz ne etkileri olabilir?
Bu soru bana sözlü olarak sorulduğunda, birden düşüncem AT’ye katılmamızın kültürümüze hiçbir etkisi olmayacağı doğrultusundaydı.
Neden böyle düşünmüştüm?
Çünkü, Türkiye AT’ye katılsa da, katılmasa da, Avrupa Topluluğu’nun tam bir üyesi olmasa bile, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana ister istemez Avrupa Topluluğu’nu oluşturan ülkelerdeki kültürün egemen olduğu bir ülkedir.
Nedir bu kültür?
Bu kültür, Batı dünyasının simgelediği çağdaş kültürdür. Batı ülkeleri simgelediği için bu kültüre Batı kültürü de denilmekte ve bu yüzden Batı kültürüne (Batılılaşmaya) karşı tepki gösterilmektedir.
Şunu demek istiyorum:
AT’ye resmen girmesek de, (doğrusu alınmasak da demeliyiz) Türkiye’nin kültürü, çağdaş kültürü simgeleyen Batı kültüründen ayrılacak kopacak mıdır?
Somut örneklerile söylemek gerekirse, AT’ye resmen alınmadık diye Türk sineması, tiyatrosu, Türk yazını, Türk yaşayışı değişecek midir?
Hayır, hiç sanmıyorum.
Tersini düşünelim:
Türkiye AT’ye girerse (alınırsa), üç büyük kentimiz (İstanbul, Ankara, İzmir) dışındaki il ve ilçelerdeki çay bahçelerinde, aşevlerinde ve benzeri yerlerde “aileye mahsus” yazılı levhalarla, kadınlı toplulukla salt erkekli toplulukları birbirinden ayıran ilkellik önlenecek mi?
Yalvarıp yakarmalarımız sonunda ya da pekçok zorladığımız için AT’ye acıyıp ya da lütfedip aldılar diye (doğrusu çıkarları öyle gerektirdiği için) ramazan günü cıgara ya da içki içenlere Türkiye’de hoşgörüyle bakılacak mıdır?
Hiç sanmıyorum.
Eski hamam eski tas, üstelik tellaklar bile değişmeyecektir.
Evet, bu soru bana sözlü olarak sorulduğunda, ilkin böyle düşünmüştüm. Ama konuyu biraz daha derinlemesine düşününce yanılmış olduğumu anladım. Yanılmamın, kültürü özel ve dar bir anlamda alıp, genel ve kapsamlı olarak almamamdan, yani kültürün yaşamımızın bütünü ve bir yaşam biçemi demek olduğunu düşünmememden ileri geldiğini gördüm.
Toplumsal ilişkiler başlayınca, ilişkide bulunan toplumların birbirlerinden etkilenerek kültürlerinin değişmemesi olanaksızdır. Türk işçilerinin yirmi şunca yıldan beri Almanya’da bulunmaları, karşılıklı olarak etkilenerek Türk ve Alman kültürlerinin değişmesine neden olmuştur. (İçki içmek, yüz yıkamak, burun silmek, kavga etmek, aptest etmek biçimleri bile birer kültürdür).
Örneğin, cıgarası kalmayan bir Alman, bir başkasından tek cıgara isteyip alınca, bu tek cıgaranın parasını öder, öbürü de bunu parasıyla alırdı. Bu, onların töresiyken, Türk işçileriyle ilişkiye girdikten sonradır ki, verilen tek cıgaranın parasını almanın ayıp olduğunu öğrenmişler, onlar da azçok birbirlerine cıgara ikramına başlamışlardır. Bu bir kültür değişimidir.
Türk köylüsü kavgayı, ya aşamar atarak ya da güreşir gibi boğuşarak yapardı. Eskiden, yumruk yumruğa dövüşmezdi. Çünkü, yumruk atmak, makineyi, makine kolunu, çarkı, mili taklit etmek demektir. Makineyi dahaca yaşamamış olan, yaşamına makine girmemiş olan Türk köylüsü, yaşamınca toprakla boğuştuğu, hayvanla cebelleştiği için güreşerek, boğuşarak kavga ederdi. Amerikan ve batı sinemasıyla değindikten, onu seyre başladıktan sonradır ki yumruk yumruğa kavgaya başlamış, yani kavga kültürü değişmiştir.
Kültür bir yaşam biçemi olarak genel anlamda alınınca -ki böyle almak gerekir- AT’ye katılmamızın Türkiye kültüründe değişiklik yapacağına hiç kuşku yoktur. Bu değişikliğin ne yönde olacağı ayrı bir konudur. Kuşkusuz, hem olumlu hem olumsuz yanları olacaksa da, şimdiki AT’yi oluşturan ülkelerin bize göre çağdaş kültür üstünlüğü gözönüne alınırsa, bu değişimin olumlu yanlarının ağır basacağına inanmamız gerekir. Böyle olduğuna (olacağına) göre AT’ye katılmamızdan yana olmamız gerekir gibi görünüyorsa da, ben yine de bu katılmadan yana değilim.
Çok kapsamlı bir soru sorup yanıtını bir sayfayla sınırlamış olmanız gerekli açıklamayı yapmamı önlüyor. Neden AT’ye katılmadan yana olmadığımı açıklayamıyorum.
Yine de şuncasını söylemem gerekir:
AT’nin oluşma amacının başat nedeni, kültürel değil, ekonomiktir. Her ekonomik olgu, zorunlu olarak toplumsal ve kültürel sonuçlar doğuracağı için, AT’ye katılmamızı salt bir kültürel sorun olarak görmek yanlış olur. Bu yüzden AT’ye katılmamızın kültürel yanı, birincil değil, ikincil sorundur. Ana sorun ekonomiktir.
Öyle görünüyor ki, bugün yurdumuzun pekçok ilerici ve demokrat aydınları da AT’ye katılmamızdan yanadırlar. Haklı değillerse de haklı gibidirler. Çünkü AT’yi oluşturan çağdaş uygarlığı simgeleyen ülkeler, Türkiye’nin aralarına katılabilmesi için, birtakım demokratik gerekleri, insan haklarına saygıyı, özgürlükleri koşul olarak ileri sürüyor ve bu konuda dayatmalarda, hatta zorlamalarda bulunuyorlar. Bunlar da Türk aydınlarının istemleri ve özlemleridir.
Türkiye iktidarı da salt AT’ye katılabilmek için, AT’nin dayatmasıyla birtakım demokratik gösterilerde bulunuyor. İşte bu yüzden Türk aydınları AT’ye katılmamızı istemekle haklı görünebilirler. Ama bilmeliyiz ki, AT’nin birincil amacı, bu demokratik istemler, yeni kültüre ve özlemlerimize uygunmuş gibi görünse bile, AT’ye katılmamızın ekonomik çıkarlarımıza uygun olup olmadığını düşünmemiz gerekir.
Benim gibi karşıt düşünceliler olsa bile, önünde sonunda Türkiye’nin AT’ye alınacağı belli oluyor. AT’ye katılmamızı istemeyişimizin birçok ussal nedeni olmakla birlikte, bir duygusal nedeni var.
Ussal nedenler yanında duygusal neden önemli olmasa da onu da açıklayayım:
AT’yi oluşturan ülkeler, bizi aralarına almak istemez ve pekçok almama bahaneleri ileri sürerlerken, “Aman ne olur, bizi de aranıza alıverin!” diye yalvar yakar olmamız, kapılarda eşiklerde dolaşıp siftinmemiz ulusal onuruma dokunuyor. NATO’Ya da bizi yıllarca yalvarta yalvarta almışlardı. Elbet, AT’ye katılmayı istemeyişimizin tek nedeni bu ulusal duygusallık değil.
●
Hilmi Yavuz:
Büyük bir dönüşüm beklemeyelim
Üstelik her şeyi de Tanzimatçı bir kafayla Avrupa’dan beklemeyelim.
Önce, önemli saydığım bir olgunun altını çizmek istiyorum:
Kültürümüze ilişkin sorular, ancak siyasal bir bağlamda sorulabiliyor.
Gerçekten Batılılaştık mı, yoksa hâlâ Doğulu muyuz?
Kentlileştik mi, yoksa hâlâ köylü müyüz?
Türk-İslam sentezi mi (ne demekse?), Doğu-Batı sorunsalı mı?
Bu sorular, Türk kültür yaşamının gündemine, ne yazık ki, sadece siyasal içermeleri dolayımında geliyor.
AET sorunu olmasaydı, ‘Acaba Batılılaştık mı?’ sorusu gündeme gelmeyecekti.
Aydınlar Ocağı, ANAP iktidarının kültür politikasını belirlemeseydi, Türk-İslam sentezinden söz edilemeyecekti.
Oysa bunlar, güncel siyasaya gönderme yapmadan da gündeme gelmeliydi. Ama, gelmiyor.
Avrupa Topluluğu’na girmemizin, ya da girmememizin Türk kültürünü nasıl etkileyeceğine gelince:
Doğrusu, özellikle AET’ye girişin büyük bir dönüşümü gerçekleştireceğini sanmıyorum. Bu dönüşüm, gerçekleşmişti zaten. Levi-Strauss’un belirttiği gibi, bütün dünyayı kuşatan global bir iletişim ağı içerisinde, bir kültürün hiç değişmeden, kendisi kalabilmeyi sürdürmesi olanağı kalmadı artık. En ‘yabanıl’ kültürler bile kendilerine özgü’lüklerinden çok şeyler yitirdiler. Bu kuşatıcı, dönüştürücü ve global iletişim ağı içerisinde ulusal kimliklerin korunabildiğini söylemek zorlaşıyor giderek.
Ancak, bütün bu dönüşümlere karşın, gene de, Batılı olabildiğimizi öne sürebilmek, bana pek kolay görünmüyor. Batılı olmak, her şeyden önce kentli olmaktır. Batılılaşmak, kentlileşmekle eşanlamlıdır. Dolayısıyla sorun, gerçekten kentlileşip kentlileşmediğimiz biçiminde konulmalı diye düşünüyorum.
Örneğin, Batılılaşmanın ayırt edici ölçütlerinden biri, belki de başlıcası olan sivil toplumun kurumlaşması, kentleşme olgusuyla birebir bir bağlantılı içindedir; sivil toplum, kentlerle birlikte varolmuştur.
Öyleyse, sivil toplum’un kurumlaştırılabilmesi için kentsel yaşamımızın yeniden ve köklü bir biçimde örgütlenmesi gerekir:
Yurttaşın sivil (medeni) haklarına sahip çıkabildiği bir örgütlenme.
İlginç bir gözlem olduğu için aktarmakta yarar var:
Türk halkı, kendisine demokratik haklar ‘verildiği’ sürece, en doğru seçmeyi yapabiliyor. 1950 seçimleri, hatta bir ölçüde 1982 seçimleri bunu gösteriyor. Ama bu haklar ‘geri alındığında’, halkımızın bunlara sivil, yasal ve demokratik bağlamda sahip çıkabildiğini söylemek zor. Türk halkının demokratça bir sağduyuya sahip olduğuna, demokratik haklar kendisine verildiğinde onu, o dönemin koşulları gereği en doğru biçimde kullanmasına bakarak karar veremeyiz.
Türkiye’de geleneksel politik toplum, sivil toplumun da işlevini üstlenmiştir.
Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın, o çok ünlü “Türkiye’ye sosyalizm gerekiyorsa, onu da biz devlet olarak yaparız” sözü, bana, bu bağlamda son derece anlamlı geliyor.
Avrupa Topluluğu’na katılmak neyi dönüştürecek?
Büyük iletişim devrimi, bize yeni yaşam formları (Tanpınar bunlara yeni ‘hayat şekilleri’ derdi herhalde...) getirdi.
Ama derinlemesine bir zihniyet değişikliğini gerçekleştirebilir mi?
Hiç sanmıyorum. Üstelik her şeyi, Tanzimatçı bir kafayla Avrupa’dan beklemeyelim diyorum.
Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 169 - 1 Haziran 1987
______________________________________________________________________________________
Kimlik Bunalımımız ve Gençlerimiz
Eğitim düzenimiz ne Avrupa’yı ne de kendimizi yeterince tanımamıza olanak vermiyor.
Avrupa Kulübü’nün eski üyelerinden, Türkiye’mizin gidişini izlemiş, önemli ve yetkili bir yabancı, bir sohbet sırasında gençlerimize soruyordu:
“Ülkeniz AT’nun kapısını çalıyor, ama siz, gençler, kendinizinasıl duyuyorsunuz?
Batılı mısınız, yoksa Doğulu, daha doğrusu Ortadoğulu musunuz?”
Karşınızdakiler çoğu yabancı dilde eğitim görmüş ve görmekte olan, hatta Batı kültürünü yüksek öğrenim dalı olarak seçmiş aydın adaylarımızdı; Cumhuriyetten kırk yılı aşkın bir süre sonra doğmuşlardı, ömürlerinin önemli bir bölümünü 2000’li yıllarda geçirmeye hazırlanıyorlardı ve bu doğrudan soru karşısında bocalayarak duraklıyorlardı. İçlerinden bazıları bildikleri basmakalıp formülleri öne sürmeyi denediler, ama masum görünüşlü sorunun ardında yatanı sezinleyereki son zamanlarda tanık oldukları olayları, izledikleri tartışmaları kafalarında evirip çevirerek sustular. Türkiye’nin, seçimini, daha kendileri dünyaya gelmeden çok önce kesin olarak yaptığını söylemek istediler, ama bunun o sorunun yanıtı olmadığını farkediyorlardı.
Belki farkettikleri bir şey daha vardı:
Avrupa’yı, kendilerini Avrupalı sayıp saymadıklarını söyleyebilecek kadar derinine bilmedikleri. Avrupa ile, Avrupa’nun blucinleri, şarkıları, modaları, dedikoduları ile haşır neşirdiler ama tanımıyorlardı Avrupa’yı; Avrupalı nasıl yaşar, nasıl düşünür, kendilerine ne gözle bakar, tarih boyunca sorunları ne olmuştur, güncel sorunları nedir, doğru dürüst bilmiyorlardı.
Çok uzun yıllardır, kendilerinden önceki kuşaklar da pek çok kez “Batılılaşma nasıl olmalı, biz bu sürecin neresindeyiz?” sorusunu sorarak yetişmişler, yanıtları bireysel olmuş, çoğu yerde de yetersiz kalmıştı; bu yeterszliğin ölçüsü şimdi ortaya dökülüyordu işte.
O zamanlar kendi yolunda giden Batıyı, kıt olanaklarıyla izleme peşinde bir Türkiye vardı. Kökleşmiş kültür görenekleriyle yenilik ve atılım gereksinimi arasında bocalayarak, içine kapanmakla özüne yabancılaşmak arasında denge tutturmaya çalışarak, Batının düşünce kalıplarını, bilimsel yöntemlerini benimsemeye, bir ibreşime ulaşmaya çabalardı aydınımız. Bugün kültür yaşamımızda ağırlığını duyuran kesim o açmazlarda dört dönerek, Batının kendisiyle yüzleşerek, ya da idealleştirilmiş hayaletiyle hesaplaşarak kendini bulmuştu. Ülkemizde birbirini eleştirmek kolaydı (hâlâ olduğu gibi, sonuçlara bakıp Batıdaki benzerleriyle karşılaştırmak yetiyordu) ama gerçekçi ve eleştirel düşünceyi yerleştirmek kolay değildi.
Ülkesinin “üvey evlâdı” Türk aydınının işi de hiç kolay olmadı:
Batılılaşmanın yeterli ve etkin bir eğitim politikası olarak benimsenmediği, bilgi edinme olanakları pek dar bir ülkede, ilkin Avrupa’yı doğru tanımanın yolunu bulmak gerekiyordu.
Tanıdıkça Avrupa uygarlığının birbirinden ayrı görünümleri ortaya çıkıyordu:
İtalya ile İngiltere, İspanya ile Almanya hangi bütünün parçaları?
Geçmişte ve bugün ortak yanları neydi?
Hangi tarihsel birikimlerin, ne tür toplumsal koşullandırmaların ürünüydüler?
Etkin bir eğitim veren sayılı yabancı öğretim kuruluşu dışında, Avrupa kültürünü hayli yalınlaştırarak ve “tekmili birden” algılamaktan başka yol yoktu; ne algılamayı kolaylaştıracak sistematik çalışmalar, ne tarihsel gelişimi yorumlayacak bilgiler.
Aslında Avrupa kültürünü yabancı kaynaklara başvurmadan edinmek olanaksızdı, o kaynakları doğru incelemeye yetecek yabancı dil bilgisi ise “mutlu azınlık” harcıydı ancak.
KISITLANMIŞ, KABATASLAK BİR AVRUPA KÜLTÜRÜ
Avrupa kültürü, çaresiz, bazı görünümleriyle, kısıtlanarak, kabataslak algılandı. Olay bütünüyle kişilerin gayretine bırakıldığı gibi, yaşanan siyasal dönemlere göre önemli kavramsal sınırlamalara uğruyordu; böylece Batı kültürünün çoğu içeriğinden daha önemli temel koşulu olanö zgür düşünüş biçimi benimsenmedi.
Özetle, Avrupa kültürünün, herbiri ayrı belli tarihsel ve coğrafi koşulların sonucu olan ürünleri topluca, hatta çoğu kez gelişim düzenleri altüst edilerek, aralarındaki bağlantılar anlaşılmadan, özü kavranamadan algılandı. Avrupa’yı tanımadan onunla birlikte yaşamaya alıştık.
Oysa Atatürk’ün armağan ettiği laik Cumhuriyetle geçen yarım yüzyılı aşkın barış dönemi AT ülkelerinin hiçbirine nasip olmamış bir nimetti ve bu süre Batı kültürünü tanımak -ille de onunla bütünleşmek, özdeşleşmek değil, çeşitli ve çelişkin yanlarıyla eksiksiz tanımak- açısından sağlıklı ve bilinçli biçimde değerlendirilmiş olsaydı, kendi kültürümüzü de çeşitliliği ve çelişkileriyle değerlendirebilir, herhalde bugünkü açmazların içinde bunalmazdık.
Avrupa kültürünün -temel ağırlık taşıyan etmenlerden biri olan Hıristiyanlık başta olmak üzere- bazı öğelerini çaresiz gözardı ettik, çünkü Batıya bir model arayışı içinde yaklaşmıştık, örnek alınacak yönlerini ararken Avrupa kültürünün hep beğenilir yanlarını, hep varış noktalarını seçtik, oralara ileten yolu toplumların yüzyıllar boyunca hangi zahmetlerle, kaç kuşağı nelere kurban ederek yürüdüğünü görmek istemedik; ışığın hangi yangınların, özgür düşüncenin hangi bağnazlıkların, sanatsal anlatımın hangi acıların meyvası olduğunu bilmek atılım coşkusuna kapılmış bizler için gereksiz zaman yitimi gibi geldi.
Ortaçağ’ı bilmeden Yeniçağ’ı beğenip benimsedik.
Batıyı tanımak yerine idealleştirdik, en önemli ürünü olan eleştirel düşünceyle donanıp kendimizi gerektiğinde ona karşı savunamadık.
Türk aydınının işi güçtü, Avrupalı benzerininkinden çok daha güç; o, kendini her türlü olanağıyla donatarak yetiştiren toplumunda yerini almak durumundayken, bizimki işe kaynak yetersizliği ve kimlik bunalımı ile başlıyordu, ilkin yakın, sonra uzak çevresiyle hesaplaşmak gibi bir peşin engeli vardı; bunun üstesinden gelecek kadar başarılı olabilenler kendi tarihssel-kültürel önyargılarına ve egzotik düşlerine uygun bir Türkiye görmeyi yeğleyen Avrupalı “dostları” ile hesaplaşmak zorunda kalıyorlardı. Kendi araştırma alanında, kendi halinde çalışma olanağı yok gibiydi, bizde düşünen insan varlığını ancak sürekli olarak birilerine birşeyler kanıtlamakla sürdürebiliyordu.
Avrupa’yı doğru tanıyıp değerlendirmeyi, çabasının ürününü kendi toplumuna yararlı bir bireşime dönüştürmeyi başarabilen düşünür ve yazarlarımızın sayısının azlığına şaşmalı mıyız?
Ya onları izlemeye heveslenen gençlerin yılgınlığının şaşılacak yanı var mı?
O aydınların kaçı bugün toplumumuzda ailelerin çocuklarını özendirmek isteyecekleri kilit noktalarındalar?
Ya da hiç değilse Avrupa kültürünü düzenli izleyebilecek olanaklara sahipler?
AVRUPA: ŞİMDİ DAHA YAKIN DAHA ERİŞİLMEZ
Birkaç yıl öncesine değin Avrupa daha uzaklardaydı, kültürü uzanılıp alınmayı bekler gibiydi. Şimdi ise yığınsal iletişim araçlarıyla hergün daralan, boğuculaşan bir dünyada, tepemizde dönüp dolaşan uydularla kıskıvrak sarılıyız.
Ama gençlerimizin Batı kültürünün temel düşünce kalıplarını ve araştırma alışkanlıklarını edinme olanakları aynı oranda artıyor mu?
Yoksa yerinde sayıyor, hatta bunca teknolojik yeniliğe, bigisayar tutkusuna, yabancı dil kursuna inat, geriliyor mu?
Günümüzde, yüzeysel teknik bilgilerin ötesinde, Avrupa’yı Avrupa yapmış olan değerleri ve davranış biçimlerini gençlerimizin bu koşullarda nereden ve nasıl kazanmalarını bekleyebiliriz?
Yabancı dilde öğrenim veren orta öğretim kuruluşlarının eğitim niteliği sayılarıyla ters orantılı gözüküyor; eğitim yöntemimize egemen olan ezbercilik ile bilgi denetimimize egemen olan “doğru seçeneği bulma” yöntemi, yaratıcı düşünceyi doğmadan öldürüyor; ekonomik güçlükler arttıkça, yabancı dilleri iyi öğrenme, Avrupa ülkelerini yerinde tanıma olanakları da ona göre azalıyor. 2000 yılına doğru geriye sayış başlamışken, eğitilmeyi bekleyen genç insan yığınlarının başdöndürücü bir hızla büyüyüşü, hem bireysel, hem toplumsal bunalımların yanısıra, eğitim düzeyinin hızla düşmesine de yol açıyor. Bugün Türkiye’de eğitici durumunda bulunanlar, eğitmeye yetişemeyeceklerini farkettikleri yığınlarla yüzyüze kalmanın ürküntüsü içindeler.
Tüm bunlar, her kültür içeriği gibi, gereken düzeyin zaten hayli altında kalan Avrupa kültürünün de böyle giderse ülkemizde büsbütün gerileyeceğini, yüzeyselleşeceğini düşündürüyor.
Avrupa Topluluğuna girmeye gerçekten kararlıysak, bunu salt ekonomik bir sorun gibi görmemek, olayın yaşayışımızda ve kültürümüzde önemli sonuçlar verebileceğini, özellikle gençlerimizin davranış ve alışkanlıklarını etkileyeceğini hesaba katmak gerekir; bu sonuçların niteliği ise şimdiden belli ve kaçınılmaz değil, uygulayabileceğimiz bilinçli eğitim programlarına büyük ölçüde bağlıdır.
Avrupa Topluluğuna giriş Türkiye’nin Cumhuriyetle yaptığı seçimi pekiştirebilir. Batı ile bugüne değin kurulamamış bilinçli ve sistemli ilişkileri kurmamız, yeryüzündeki kültürel konumumuzu daha iyi değerlendirmemiz açısından bir şans olabilir.
Bunun için olayı herşeyden önce gerekli kadroları (yabancı dil ve kültür eğitimi yoluyla) yetiştirme sorunu olarak görmek, işe sıfırdan değilse bile sıfıra yakın bir yerden başlamaya razı olmak, Avrupa’ya ayak uyduracak bir Türkiye’nin yığınlarını değilse bile, aradaki bağlantıyı sağlayacak, Avrupalı ile “başedebilecek” gurupları oluşturmak zorundayız.
AT’YE GİRSEK DE, GİRMESEK DE...
Aslında, kolayca etkilenebilen, kolayca sürüklenebilen ve yeterince eğitilmeyen genç yığınların giderek artan bir çoğunlukla bulunduğu, dolayısıyla her türlü ideolojik ve ticari nitelikli yabancı propagandaya açık bir ülke olarak, Avrupa Topluluğuna girsek de, girmesek de, kendimizi bulabilmek, Avrupa ile diyalog kurabilmek, Batısıyla Doğusuyla yabancı kültürler karşısında dayanabilmek için buna zorunluyuz.
Bu alanda pek çok şey yapılabilir.
Önümüzdeki on yıl içinde,
- Avrupa ülkelerinin kültürleri teker teker, sistemli olarak -ama skolastik olarak değil- ele alınabilir, olumlu ve olumsuz, bize uyan ve uymayan yönleriyle irdelenebilir,
- tarihsel gelişim çizgisi içinde, aramızdaki ortak yanlar aranabilir, gelecek için ortak ilgi alanları saptanabilir, bu temelden yola çıkarak eğitim programları hazırlanabilir.
- Her ülkede var olan Türkiye görüntüsü ve hakkımızdaki önyargılar incelenebilir, bunların giderilmesi için düzenli çabalar harcanabilir,
- Avrupalı ile eşitlik ilkesine dayalı gerçekçi bir kültür stratejisi oluşturulabilir,
- başkalarını tanımada, kendimizi tanıtmada neden başarısız olduğumuz araştırılabilir;
özetle, gençlerimiz Avrupalıyı da, kendi kendilerini de yapıcı olarak eleştirecek bir bilinç düzeyine eriştirilebilir.
AT’nun değerleri açısından, özellikle geleneksel ulusalcılığımız açısından getirebileceği sarsıntılar öngörülüp hazırlıklı olunabilir.
Bunların gerçekleştirilmesi amacıyla
- ülkemizde var olan (ve şu anda kendi uygun gördükleri biçimlerde ve yönlerde etkinlik gösteren) Avrupa kültür temsilcilikleriyle ortak çalışmalar düzenlenerek, herbirinin ciddiyeti ve bize verdikleri değer oranında geliştirilebilir.
- Avrupa ülkelerinin nitelikli kültür ürünlerinin (özellikle uluslararası düzeyde ödüllendirilen ve ilgi toplayanların) uzmanlarca önyargısız olarak seçilip, ülkemizde de genç yığınların erişebilecekleri bir biçimde sunulması için çeşitli girişimler gerçekleştirilebilir, destek sağlanabilir.
Tüm bunlar yapılabilir; yapılırsa 2000 yılının eşiğinde ve AT kapılarındaki tehlikeli kimlik bunalımımızdan bireşimsel ve çoksesli bir ulusal kültürün avantajı da doğabilir.
Bugün herşeye karşın hâlâ “yapılabilir” olanın yapılıp yapılmayacağını ise önümüzdeki on yıl gösterecek.
Gül Işık | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 169 - 1 Haziran 1987
______________________________________________________________________________________
Çeviri ve Batılılaşma
Batı kültürünü Osmanlı kültürüne aktarmak için ilk çeviri hareketini başlatanlar,
çevirinin içeriğinde Batı felsefesinden yola çıkmışlardır.
Osmanlı Türk toplumu yüzyıllar boyunca Batı dünyasına; Batı’nın bilimine, kültürüne, sanatına kapalı kalır. Bu dünyanın çok yönlü, zengin kültüründen habersiz, bir “inziva” içindedir.
“Devlet gemisi” de, Münif Paşa’nın deyişiyle “orsa boca gitmektedir”.
Kısaca, koca imparatorluk, içinde bulunduğu açığın dışındadır.
Batı dünyasına açılmanın bir ayakta kalma sorunu olduğu düşüncesi, az sayıda Osmanlı aydınının kendi içinde kalan bir sır gibi, bireysel düzeydedir.
Batı’ya açılışı, kendi anlayış boyutları içerisinde resmileştirme demek olan “Tanzimat ilanı” da Osmanlı Türk toplumunu Batı dünyası (o zamanki deyişle Avrupa) ile karşı karşıya getirmez. Toplumun öncelikle kendi gazetesi yoktur, dergisi yoktur.
Yazılı Batı’yı yansıtacak kitaba ise beş yüzyıldan fazla bir süredir rastlanmıştır.
Hıristiyan Batı, dininin reddettiği Kuran’ı yüzyıllarca önce kendi diline çevirmiştir de Müslüman Osmanlı, kendi dininin tanıdığı, kutsal kitap saydığı İncil’i Türkçeye çevirmemiştir.
Yazılı Batı kültürünün Osmanlı Türk kültürü sınırlarından içeri girmesi için Tanzimat’ın ilanından yirmi yıl daha geçmesi gerekecektir.
Osmanlı Türk toplumunun yabancı olduğu Batı düşüncesini, dünya görüşünü içeren ilk çeviri, 1859 tarihinde yapılır.
- Berlin’den dönen Münif Paşa, Aydınlanma çağı filozofları Fantonelle, Fénelon, Voltaire’den çevirdiği diyalogları Muhaverat-ı Hikemiye,
- Paris’ten dönen Şinasi de Fransız şairleri Lamartine, La Fontaine, Racine ve Gilbert’den çevirdiği şiir parçacıkları ile Telemaque’tan şiire dönüştürdüğü bir paragrafı Tercüme-i Manzume adıyla bu yıl içerisinde yayımlarlar.
Bu çevirilerle Batı dünyasının düz yazısı ve şiiri “Batıya kapalı” Osmanlı Türk sınırlarından içeriye ilk adımı atmış olur.
Çevirenlerin dış ortak yanları, ikisinin de Bâbıâli Tercüme Odası’ndan gelmesi, ikisinin de Batı’yı görmüş olmasıdır.
Yazılı Batı kültürünü yazılı Osmanlı kültürüne taşıma çabalarında ikinci adım üç yıl sonra, bu kez Münif Paşa - Şinasi ikilisi yerine Münif Paşa - Yusuf Kâmil Paşa ikilisi tarafından atılır.
1862 yılında
- Yusuf Kâmil Paşa, Fénelon’un Telemaque’ını Tercüme-i Telemak;
- Münif Paşa, Hugo’nun bugün Sefiller adıyla tanınan yapıtının bir bölümünü Mağdurin Hikâyesi adıyla Türkçeye kazandırırlar.
İki ay ara ile yayımlanan bu çevirilerin sahiplerinin dış ortak yanı, ikisinin de Kahire’de uzun zaman kalarak orada Fransız etkisini ve Mehmed Ali’nin reformlarını birlikte görmüş, ikisinin de Fransızcayı bu yerde öğrenmiş olmalarıdır.
Yazılı Batı böyle gelmeye başlar bize.
Sonraki yıllarda, yavaştan başlayan, gittikçe sayısını artıran çeviriler görülür. Hepsi de bu üç yılda üç adamın yaptığı çeviriyi izler.
İLK ŞİİR ÇEVİRİLERİ
Çevirinin ilk yılları oldukça durgundur.
Genel bir bakışla şunlar görülür:
Şinasi’nin Tercüme-i Manzume’si şiir çevirisi hareketini başlatır. Fakat 1860’lı yıllarda, ne herhangi bir kitapta toplanmış, ne de tek olarak yayımlanmış şiirlere rastlanır.
Şinasi’nin çevirisinden on iki yıl sonra, 1870’de iki şiir çevirisi yayımlanır.
Önce, “Şûrayı Devlet muavinlerinden” Subhi Paşazade Ayetullah Bey, Fransa-Prusya savaşının güncellik kazandığı dönemde, Marseillaise’i Türkçeye çevirir. Şiir Terakki gazetesinin 22 Ağustos 1870 tarihli 431. sayısında yayımlanır. Batı’dan yapılan ikinci şiir çevirisi budur. Marseillaise, içinden geçen “Hürriyetin sesi, hürriyetin korunması, zulüm erbabı” gibi tahtı ürkütecek biçimde yorumlanmaya yatkın, “bireyi kışkırtıcı” sözleriyle siyasal ağırlıklı bir manzumedir.
Türk şiirinin kabuğunu kırmasında, yeni bir yöne zorlamasız dönebilmesinde etkileri açıkça görülen ilk şiir çevirisi ise Edhem Pertev Paşa eliyle yapılır.
Paşa, Hugo’nun Les Feuilles d’Automme adlı şiir kitabındaki XX. şiiri “Tıfl-ı Naim” adı ile çevirerek Hakayiku’l Vakâyi’de yayımlar (no. 92, 8 Ramazan 1287 / 11 Aralık 1870). Geleneklere uygun olarak, devlette görevi olan Edhem Pertev Paşa’nın adı yoktur bu şiirde. Bu şiirle Türk edebiyatı, Batı şiirinin duygusal ve düşünsel boyutları ile ilk kez karşılaşır.
Ayrıca, Edhem Pertev Paşa’nın J.J. Rousseau’dan yaptığı “Beka-yı Ruh / Felsefe-i Hayat” başlıklı şiir çevirisi de yayımlanır.
Servetifünun dönemine doğru görünen odur ki, toplu şiir yayınları şöyle dursun, bireysel şiir çevirilerine bile sık rastlanmaz.
DÜZYAZI ÇEVİRİLERİ
Bu alanda,
- birinci sırayı Münif Paşa - Şinasi ikilisinin,
- ikinci sırayı Münif Paşa - Yusuf Kâmil Paşa ikilisinin oluşturduğu çizgiye bir yarım sıra daha eklenir:
Bu, 1864’te Ahmet Lütfi’nin Daniel Defoe’dan yaptığı Robinson Crusoe çevirisidir. Hikaye-i Robenson adıyla yayımlanan çeviri, kısaltılmış şekliyle Arapçasından yapıldığı için, dil ve kavram karşılıkları bakımından tümüyle Batı’yı içermez. Burada Batılı bir roman, Doğulu bir dilden alınmıştır.
Yine 1860’lı yıllarda kitaplaşmamış bazı uzun çevirilere de rastlanır.
Edhem Pertev Paşa’nın J.J. Rousseau’dan yaptığı bir çeviri Mecmua-i Fünûn’da “Beka-yı şahsi ve neviye hizmet azam-ı isaniyet olduğuna dair makale” başlığıyla ve “An aza-yı Divan-ı Muhasebat” imzası ile yayımlanır (no. 33, Ramazan 1282 / Şubat 1865). Lord Edward’ın yazdığı bu uzun mektubunda Rousseau, intihar üzerine düşündüklerini söyler. Bu çeviriden sonra Mecmua-i Fünûn yayımına ara vermek zorunda kalır.
Bir yıl sonra yeniden çıkmaya başladığında, kapanışını bazı beklenmedik nedenlere ve mali durumunun bozulmasına bağlayan bir ihtar yazısına da yer verir. Dergi, bu sayısında Lord Edward’ın Rousseau’ya cevabının Halep Vilayet-i Celilesi Merkez Kaymakamı ve Umur-ı Ecnebiye Müdürü Edhem Pertev tarafından yapılmış çevirisini yayımlar (no. 34, Muharrem 1283 / Mayıs 1866).
(...)
1870’ler, çevirinin hareketlendiği yıllardır.
- Voltaire (Hikâye-i Hikemiye-i Mikromega, 1871, Çev. Ahmet Vefik Paşa),
- Chateaubriand (Atala, 1872, Çev. Recaizade Mahmud Ekrem),
- Silvio Pellico (Mes Prisons, 1873, Çev. Recaizade Mahmud Ekrem),
- Le Sage (Topal Şeytan, 1872 Çev. Kadri),
- Bernardin de Saint Pierre (Pol ve Virjini, 1873, Çev. Sıddık),
- V. Hugo (Notre-Dame de Paris’ten Garip Nine, 1875, Çev. Azize Hanım),
- Alexandre Dumas (Monte Kristo, 1871-1873, Çev. Teodor Kasap),
- Lamartine (Graziella, 1878, Çev. Yusuf Neyyir),
- Alexandre Dumas Fils (La Dam o Kamelya, 1879, Çev. Ahmet Midhat) örnek olarak sayılabilirler.
- Swift gibi İngiliz,
- Schiller gibi Alman yazarlar da bu yıllarda Türkçeye girerler...
Bu yıllar içerisinde artık Batı’dan çeviri tarihsel bir olay olmaktan çıkar. Aynı yapıt bazen birkaç kez, bazen de başka başka çeviricilerce yeniden çevrilir. Böylece çeviri günlük yaşamın içerisine girer.
TERCÜME-İ MANZUME
Batı’dan ilk şiir çevirisi örneklerini veren bu kitapçık, 1859’da taşbasması ile yapılan ilk baskısından sonra birkaç kez daha basılır. 1860 Aralık’ında dizgi harfleriyle baskısı çıkar.
Bu arada Şinasi, Müntehabat-ı Eş’ar’ını yayımlar (15 Safer 1279 / 14 Ağustos 1862). Bu kitap, bazı düzeltmeler ve eklerle birlikte Ramazan 1287 / Kasım-Aralık 1870’te bir kez daha basılır.
Ebüzziya Tevfik’in kurduğu Kütüphane-i Ebüzziya’nın bu çeşit yapıtların basılmasını üstlenmesi, Şinasi’nin çevirisine daha bir yaygınlık kazandırır.
(...)
Tercüme-i Manzume, beş yüzyıllık Divan Şiiri geleneğinin karşısına Batı şiir anlayışını çıkarmaktadır.
Zevkiyle, yapısıyla, bütünselliği ile bambaşka nitelikte olan bu şiirler, Osmanlı Türk toplumuna Batı’nın daha önce hiç işitmediği ölümsüz adlarını da getirir:
- Racine,
- Gilbert,
- Lamartine,
- La Fontaine,
- Fénelon.
Geleneksel manzumlar yerine düşünce ile duygunun, parça yerine bütünlüğünün egemen olduğu Batı şiiriyle ilk karşılaşma böyle başlar. Şinasi, sonraları şiirlerinde, yazılarında savunacağı siyasal öze de bu çevirinin bazı şiirleriyle girme fırsatını elde eder.
(...)
Dikkati çeken bir nokta da, Tanzimat’ın Batı’ya yönelişinde etkileri olan Osmanlı Türk aydınlarının (Münif Paşa, Ziya Paşa ve öbürleri), çevirilerde kendi siyasal tercihlerine göre ve bu tercihlere uygun düşen parçaları, -araya sıkıştırmak üzere- özellikle seçmiş olmalarıdır. Şinasi de çeviride bunu yapıyordu. O kendi yazı ve şiirlerinde de despot yönetimleri hedef almış, onlara hak ve adalet anlayışı ile karşı çıkmıştır.
MUHAVERAT-I HİKEMİYE VE GETİRDİKLERİ
14x21 cm. boyutunda, seksen sayfalık bir kitaptır.
(...)
Muhaverat-ı Hikemiye, 18. yy. Fransa’sının geleceğe yönelik fikirlerini taşır. Bu diyaloglar ele aldıkları konularla, sorunlara bakış açılarıyla, özgür tartışma biçimleriyle skolastik yapının karşısına yeni bir dünyadan sesler olarak çıkarlar.
Çok yönlü değerlendirmelere açık bu diyaloglar kitabı üzerine Ahmet Hamdi Tanpınar şunları söyler:
“...Bilhassa genç yaşta okuyanların düşüncesinde, bu küçük kitabın bir ihtilâl yapmamış olması imkânsızdır. Zaten bu diyalogları seçen muharrir de böyle bir tesir istiyordu. Muhaverat-ı Hikemiye’nin daha ehemmiyetli tarafı vardır. Münif Paşa’nın üslubu, bu kitabın çıktığı senelerde en ileri üsluptur.”
Bu üslup J.J. Rousseau’dan yaptığı çevirilerde daha belirgindir. Çevirinin, dil geleneklerinden sıyrılarak kitabın aslındaki düz anlatımı yansıtma çabası içinde olduğu görülür. Oldukça sadedir.
FELSEFE, AYDINLANMA ÇAĞI VE ÇEVİRİ
İlk çevirilerde, içinde bir ölçüde felsefe dozu olan yapıtların seçildiği görülür. Şinasi, Münif ve Yusuf Kâmil Paşa’lar, Aydınlanma Çağı düşünürlerinin bu çağa egemen olan temel fikirlerini topluma yaymak, yerleştirmek isterler.
Muhaverat-ı Hikemiye’nin “mukaddeme”sinde Münif Paşa, “diyalog”un yararından söz ederken bu tarzın, bir düşünceye yapılacak karşı itirazı da kendi içinde bulundurmasının değeri üzerinde durur.
Yapıtları çevrilen üç düşünür de Aydınlanma Felsefesinin filozoflarıdır.
Daha çok bir geçiş dönemini simgeleyen Fénelon ve Fontenelle ile felsefeye yeni bir bakış açısı getirir; felsefeyi kullanma çabaları başlar.
Aslında bir bilgi, bilim üzerine bir düşünce, fakat rasyonel ve akla dayalı teorik bir bilgi olan felsefe, çağın gereksinimleri ile ele alınır; sosyal felsefe gelişmeye başlar. Bu çağın düşünürleri akılda, aklın üstünlüğü ve evrenselliği üzerinde birleşirler, bu evrensel akıl, çağının anlayışına göre, insanın mutluluğunun, gelişmesinin de yol göstericisidir. Evrensel akıl bireylerin mutluluğunu toplulukların mutluluğu haline de getirecektir.
- Önyargılar terkedilmelidir, dogmalar yıkılmalıdır, doğaya ters düşen, insanı mutsuz kılan, akla uymayan gelenekler, görenekler de insanın insanlığına karşıdır.
- Katolik dini dogmalarla insanı “harcamıştır”.
İnsan aklının her şeyin üstünde görülüşü, her şeyin insan aklına göre değerlendirilmesi toplum ve devlet hayatına, ahlaka, dine yerleşmiş kurumlara bakışlarda yeni ufuklar açmıştır. Bunun içindir ki, aşılmaz, sarsılmaz, değişmez sanılanlar ters yüz olmuştur. - Edebiyatta da akıl en yüksekte görülür bu çağda.
- Bilim başa alınır, duygu, düş, ritm vb. aklın ardında kalır.
- Gazete yazıları, yüzyılın özelliği olur.
- Edebiyatla felsefe pratik çözüm getirdikleri dalları da kapsamlarına alarak zaman zaman iç içe olurlar.
- Felsefenin öncelikle topluma yararlı olacak ilkeler göstermesini, toplumsal yaşam koşullarını düzeltmesini ele alan sosyal felsefe gelişir.
Geçerliliği bu dönemde artan “diyalog” tarzı da felsefenin “düşünme” özünü ortaya koyar.
Münif Paşa’nın amacı da topluma neyi “nasıl” düşüneceğini öğretmektir. Onda, dogmalardan kurtulmanın yolu da buradan geçer, düşüncesi egemendir.
Görünen odur ki; yazılı Batı kültürünü Osmanlı kültürüne aktarmak için ilk çeviri hareketini başlatanlar, çevirinin içeriğinde Batı felsefesinden yola çıkmışlardır.
Dündar Akünal | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 169 - 1 Haziran 1987
______________________________________________________________________________________
17 Mayıs 1957’de yitirdiğimiz Nurullah Ataç’ı ölümünün 30. yıldönümünde anarken,
bu sayımızın ana konusu olan “Avrupa Kültürü” üzerine görüşlerini yansıtan bir yazısını sunuyoruz.
Bu yazının Ataç’ın düşünür yönünü ortaya koyması bakımından da önem taşıdığı kanısındayız.
Batı’ya doğru
Batılıyı Batılı eden bir geçmiş, bir gelenek olduğunu düşünmüyoruz.
O geçmişi, geleneği öğrenmeye çalışmıyoruz.
Başlangıcı, gelişmeyi bilmeden sonuçları kavramaya özeniyoruz.
Bir söz vardır, çok söylenirdi eskiden, bugün de söylendiği oluyor:
“Doğu Doğu’dur, Batı da Batı.”
Doğulu bir kişi, dilediğince edinsin Batı acununun bilgilerini, yıllar boyu dolaşsın, otursun Avrupa ülkelerinde, ne yaparsa yapsın, gene bir Doğuludur, tam bir Batılı gibi duyup bir Batılı gibi düşünemez...
Eskiden çok söylerdik bunu.
Doğulu olmayı bir üstünlük sayardık da onun için. Batı ülkelerinde bilim daha ileriymiş, yaşayış bizimkinden iyiymiş, olsun!
Başka bir erdem bulurduk kendimizde. Batılılarda olmayan, olmayacak bir erdem.
Neymiş o erdem?
Şudur diye gösterilemez, bir tek sözle anlatılamaz. Çevremizden, toplumdan, gelenekten aldıklarımızın, duyduğumuz günden beri bize işlemiş, bizi yoğurmuş etkenlerin hepsi. Severdik onları, iyi, doğru, güzel bulurduk. İyi, doğru, güzel oldukları açık işte, besbelli, düşünmek, araştırmak istemez!..
Sonradan sarsıldı bu kanımız, imanımız. Bir kurt düştü içimize, övünmemiz azaldı. Batı acununun o bakımdan da bizden üstün olduğunu anladık. Bunun için de eski övünme kalmadı. Batılı olmadığımızı yalnız başkalarından değil, kendi kendimizden de saklamaya kalktık.
“Doğu Doğu’dur, Batı da Batı...”
Omuz silkerdim bu söze.
“Neden” derdim, “Bizim etimiz, kemiğimiz başka mı? Doğa başka türlü mü yaratmış bizi?” derdim.
Batılılara benzemek isteyince, Batılı olmak isteyince neden ulaşamayalım o ereğe?
Şimdi de öyle düşünüyorum. Ancak şimdi duyuyorum, anlıyorum o sözün büsbütün boş olmadığını. Bizde bir Doğululuk, Batılılardan bir başkalık var.
Bir üstünlük mü?
Yoksa bir eksiklik mi?
Durmuyorum bunun üzerinde.
Yalnız biliyorum ki, bu yüzden, bu Doğululuk, başkalık yüzünden Batılı olamıyoruz.
Onlar bizi anlıyor mu?
Yeri yok bunu sormanın:
Onlar Doğulu olmaya, Doğulular gibi duyup düşünmeye özenmiyor ki!
Demek Doğu acununu gerçekten, şöyle içten anlıyorlar mı? Anlayabilirler mi?
Niçin araştıracağım?
Biz ise Batılı olmak istiyoruz, öyle ise başkalığımızı bir eksiklik sayacağız.
Görüyorum ki anlamıyoruz Batı acununu, iyice, gerçekten, içten anlamıyoruz. Bir yere değin gidebiliyoruz, geçemiyoruz ötesine. Öğreniyoruz Batı acununun bilgilerini, bilimlerini, gene de o bilgiler, bilimler sanki dışımızda kalıyor, sinmiyor içimize. O bilgileri, bilimleri ediniyoruz da onları bulan geliştiren soluğu edinemiyoruz. Bir olayla karşılaştık mı, “Şimdi bir Batılı olsa ne yapardı?” diye düşünüyoruz, o olay karşısında Batılının yapacağını yapmak kendi kendine, bizi düşündürmeksizin, aratmaksızın gelmiyor içimizden.
Ancak bugünkü Batı’yı öğrenmeye kalkıyoruz da onun için. Bizi Doğulu eden bir geçmiş, bir gelenek olduğu gibi Batılıyı Batılı edeni bir geçmiş, bir gelenek olduğunu düşünmüyoruz. O geçmişi, geleneği öğrenmeye çalışmıyoruz. Başlangıcı, gelişmeyi bilmeden sonuçları kavramaya özeniyoruz. Bugünkü Batı acunu, Batı uygarlığı yüzyılların ürünüdür, birdenbire doğuvermiş, açılıvermiş değildir.
Biz o uygarlığa birdenbire konmak istiyoruz.
Biliyor muyuz bir Yunan uygarlığını, Latin uygarlığını?
Yunanlardan, Romalılardan sonra, Batı acunu bir ortaçağ, bir uyanış, yenileşme çağı geçirmiş.
Ortaçağda da, uyanış yüzyıllarında da birtakım bilginler, bilgeler gelmiş, dörütmenler gelmiş, yazılarıyla, yaptıklarıyla etkilemişler çevreyi, biz onları biliyor muyuz?
Bugünkü Avrupa diyoruz da yetiniyoruz. Bugünkü Avrupa uygarlığında bütün o geçmiş, çok eski yüzyılların damgası, yankıları vardır. Biz işte o damgayı görmüyor, o yankıları duymuyoruz. Bunun için de bütünü ile kavrayamıyoruz o uygarlığı.
Batı’ya doğru...
Gidiyoruz Batı’ya doğru.
Bir kez çıkmışız yola, kimse durduramaz artık...
Peki ya, hangi Batı’ya?
Bugünkü Batı’ya gitmekle iş bitmez, gerçekten, şöyle içinden anlayıp benimseyemeyiz bugünkü Batı uygarlığını, bütün geçmişini incelemek, öğrenmek, kavramak gerektir.
Kolay değilmiş bu, çabuk olamazmış...
Olur dedik mi?
Bir uygarlığı öğrenmek, benimsemek ivediye gelir işlerden midir?..
Batı’ya gidiyoruz, gideceğiz.
Ancak bilelim ki bütün o güçlükleri göze almazsak yapamayız bu işi, varamayız Batı’ya, vardık diye, Batılı olduk diye kendimizi aldatırız.
O bile değil.
Gerçekten aldanmayız, doğruyu kendi kendimizden saklamaya, kendi kendimize inanmayacağımız bir masal söylemeye kalkarız.
Söz Arasında,
Dost Yayınları, 1957
Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 169 - 1 Haziran 1987