Edebiyat ve Deliler & Deliler ve Edebiyat

Aziz Nesin: “Bir insanın hiçbir deliliği yoksa, işte o zaman kötü”

Aziz Nesin yaşamı boyunca, her gün, her an yazı yazma, not tutma alışkanlığında olan insanlardan biri. Bunların çok küçük bir bölümü kitaplarına yansıdı. Ama yetmiş kitabın hiçbirine girmemiş daha nice yazılar, nice notlar dosyalarda. Dosyalara girmemiş yazılar da var.

Sırası gelmişken bir ayrıntıyı belirteyim. Aziz Nesin nasıl kitap okuyor biliyor musunuz?
Kitap sayfasının yanlarındaki beyazlığı kendi yazısıyla doldurarak, okuduğuna ilişkin cümleleri yazarak.

Dosyalarda biriken yazıları, kitaba dönüştürmek için bir tek ömür yetecek gibi değil ama yine de sırası geldikçe bunları ele almaktan geri kalmıyor.

“Bundan birkaç yıl önce yaşamıma girmiş birkaç deliyi yazayım dedim.
 Toplasam toplasam bunların üç-beşi geçmeyeceğini sanıyordum...
 Yıl 1980’di. Bunları yazmaya başladım.
 Ancak yazdıkça, baktım ki listeme yenileri ekleniyor. Hani sonsuza dek gidecek nerdeyse...

 İşte ‘Benim Delilerim’in tohumu böyle atıldı.

 Hayatımda bedavadan sahip olduğum kitaplar vardır. ‘Benim Delilerim’ gibi, ‘Böyle Gelmiş Böyle Gitmez’ gibi...”

“Bedavadan mı?”

“Bedavadan...
 Yani şöyle: Dosyalardan birinde yaşamıma ilişkin birkaç not vardı. Bir-iki sayfa yazmışım.
 Sonra bir de baktım, ‘Böyle Gelmiş Böyle Gitmez’ diye iki ciltlik kitap olmuş.”
 (Bu açıklamaya rağmen, biz yine de “bedava” bir durum görmedik ama neyse.)

“Delilik, toplumun genel gidişine, geleneklerine, yaşantısına uyum sağlayamamak demekse, hepimizde bir parça delilik var, hepimizin yaşamına ‘deliler’ giriyor demektir...

 Bir adamın hiçbir deliliği yoksa, her yönüyle, toplumun genel gidişine harika bir biçimde uyum gösteriyorsa, o zaman korkulacak bir şey var demektir...

 İşte bu düşünceler doğrultusunda, sonunda kendi deliliğime de karar verdim.”

“Sizin deliliğinize geçmeden önce...
 Yaşamınıza giren delileri kaleme alırken nasıl bir yol-yordam izlediniz?”

“İki-üç yıldır, zaman zaman ara vererek yazdım ‘Benim Delilerim’i...
 Kimi zaman bir seçim yapmakta güçlük çektim. Bazılarını incinebilirler diye yazamayacağımı anladım.

 Kimi zaman gerçek kimlikleri anlaşılmasın diye kişinin ya da olayın özünde değilse de ayrıntılarda bazı değişiklikler yaptım.

 Yabancılaşmış kişileri daha rahat yazdım. Çoğu sevdiğim insanlardı. Bu iyi deliler kırılsın istemedim.”

Dünya edebiyatı toplumla uyum sağlayamayan kişilerle dolu.

Bu konuda Aziz Nesin daha da ileri gidiyor:

“Delilik olmasa belki de dünya edebiyatı, dünya şiiri olmazdı.
 Deli kahramanlar çok, deli olmayan kahramanları bulmak güç!

 Shakespeare’in, Moliere’in tüm kahramanları biraz deli değil mi?
 Ya Dostoyevski’ninkiler?
 Çehov kahramanlarının deliliği değil mi onları onca şiirsel kılan?
 Ya Oblamov? O da deli değil mi?

 Örnekler çoğaltmakla bitmez.

 Ama bence en büyük deli, adı üstünde Mecnun.
 Yazılmış yirmi-otuz tane Leyla ile Mecnun var.
 Doğu’da değil de, Batı’da olsaydı böyle bir şey, şimdiye dek üzerine yüzlerce tez, yüzlerce araştırma yapılmıştı.

‘Leyla ile Mecnun’lar arasında en güçlü olanı Fuzulî’ninki.
 Çünkü o Mecnun’u bir prototip olarak yazmış.

 Mecnun’un iktidarsızlığını, iktidarsız aşkın sorunu, aşkı aramanın, aşkı bulmaktan daha güzel olduğu vurgulandığı için Fuzulî’nin ‘Leyla ile Mecnun’u bunca güçlü...

 F. Celalettin imzasıyla yazılar yazan Bakırköy Akıl Hastanesi Başhekimi Fahri Celal Aktulga’nın Fuzulî’nin bu eseri üzerine bir araştırması var bildiğim kadar...

 Leyla ile Mecnun hâlâ beni çok ilgilendiren bir konu.
 İşte yapacağım yüz bin işten biri de Leyla ile Mecnun üzerine bir araştırma yapmak olacak...”

Söz Mecnun’dan açılmışken Aziz Nesin ekliyor:

“Zaten bence her aşk biraz delilik. Eğer gerçekten aşksa...

 Düşünsenize bir kadının bir hareketine, bir davranışına hayran oluyorsunuz, bir süre sonra aynı kadının aynı hareketinden ya da davranışından nefret ediyorsunuz.

 Bu delilik değil de ne...
 Bence insanlar hep âşık olabilirler. İçlerinde o bir parçacık delilik oldukça...”

Aziz Nesin’in “Benim Delilerim”in önsözünde sanatçının bu eserle ve “delilik”le ilgili görüşlerini bulacaksınız.
Eserin son iki “delisi” Aziz Nesin’in babası ve Aziz Nesin’in kendi...

Nedir Aziz Nesin’in delilikleri?

“Ben önceleri kendimi çok dengeli, akıllı sanırdım.
 Ama başkalarının deliliklerini gördükçe, kendime de o açıdan bakmaya başladım.
 Şimdi, her geçen gün deli yanlarımın arttığını görüyorum...

 İnsan kendi deliliğini yazarken ne kadar nesnel olabilir bilemiyorum.
 Sakın kendi deliliğimi yazıyorum diye kendimi methetmeye kalkmayayım...
 Deliliklerimin ne kadarını yazabilirim, ne kadarını yazamam? Bunların yanıtlarını bilemiyorum...”

“Deliliklerinizden birkaç örnek...”

“Peki örnek vereyim:

 Yalnızken kendi kendime yüksek sesle konuşuyorum. Hem de genelde konuşmadığım gibi.
 Kendime kızıp eşek Aziz, hayvan Aziz diye bağırıyorum. (Genelde hiç küfür etmem)

 Sonra çevremdeki eşyalarla falan konuşuyorum. Yüksek sesle.
 Diyelim çay suyu kaynadı. Mutfağa, dur ulan patlama, geliyoruz işte falan diyorum...

 Başka bir örnek:

 Yalnızlıktan hep korktum, kaçtım, hep paylaşmak istedim, ama bakıyorum, yalnızlığı seçer, yalnızlığı sever oldum.
 Hani derinlik korkusu gibi. Derinlikten korkan adam kendini derinliğe atar ya işte öyle.

 Ya da intihar eder gibi. Hani hayattan bıktı da kendini öldürdü derler ya. Bu doğru değildir.
 Yaşamı çok sevdiği ve istediği gibi yaşayamadığı için öldürür adam kendini. İşte benim yalnızlıkla ilişkim de böyle...

 Bir başka deliliğim de cenazemle ilgili. Ama onu anlatmak güç...
 Ödüm kopuyor, hayattayken bana küfredenler, beni sevmeyenler, arkamdan sövenler cenazeme gelecekler diye.
 Rezil bir iş olacak. İstemiyorum böyle bir cenaze.
 Kediler gibi, günün birinde yok oluvereyim istiyorum.
 Şu cenaze işi kafamı nasıl tedirgin ediyor anlatamam. Bu da bir delilik değil mi?

 Adam, sen ölmüş gitmiş olacaksın, sana ne cenazenden derler insana.
 Evet ben ölmüş olacağım, görmeyeceğim, bilmeyeceğim, ama yine de öfff, çok kötü, çok kötü...

 Bir başka deliliğim de çalışma deliliğim.
 Çalışma, artık bir araç olmaktan çıktı amaç oldu.
 Ama taa eskiden beri çalışmaktan başka hiçbir silahım olmadı.
 Ne arkamda varlıklı bir ailem, ne param pulum, ne yakışıklılığım vardı. Bir tek çalışmam vardı...

 Çalışma bir araç olduğu sürece normaldir. Ama araç değil amaç olursa, o da bir delilik değil mi?”

Bunlar birkaç örnekti.
Aziz Nesin’in öteki “delilikleri” için “Benim Delilerim”in sonunu beklememiz gerekiyor.



Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 89 - 1 Şubat 1984
_________________________________________________________________________________



Dünya yazınında “deli” kurmaca kişileri üzerine ileri-geri...

“Humani nihil a me alienum puto”
                                                           Terentius

Deliliğin, “ağyarını mânî, efradını câmî” bir tanımından yola çıkarak yazma olanağım olsaydı bu yazıyı, yaşamda ve kurmacada kimin deli kimin akıllı olduğunu ayırt edebilecek şaşmaz bir ayraç bulunsaydı elimde, iki kolonda toplayıverirdim belli başlı roman kahramanlarını, deli kolonundakileri ele alır, kendim çok akıllı olduğum için, inceden inceye çözümler, deliliklerinin türünü, yeğinliğini, sürecini sergilerdim.

Hoş, neye yarar böyle bir döküm?
Sanata (yazma) ne gibi bir ekboyut getirirdi?
Bilime (psikiyatri) bir katkısı olur muydu?

Neyse ki bunların peşinde değilim zaten bu yazıda.

Düşünülebilecek ve düşülebilecek insanlık durumlarının en karmaşıklarından, dolayısıyla da en zenginlerinden biri: “Delilik”.

Deliliği, zenginlik gibi olumlu anlamla yüklü bir nitelemle birarada anmam da yadırgatıcı gelebilir ilk anda.

Oysa, “aklın yolu birdir” deniyor; deliliğin yolu yordamı ise öyle çok, öyle çeşitli ki, elbet bir zenginlik, bir çeşni getiriyor dünyaya deli. İşte bunun için yazına  -derdi, günü yaşantı olanaklarını kurcalamak olan kurmaca sanatına-  elverişli bir malzeme olagelmiş diyorum. Amaç elbette, dünya edebiyatında rastlanan “deli” kahramanların tüketici bir dökümünü yapmak değil.

İnsanı ve dünyayı (yani bir anlamda kendimizi) tanımamızda (yani bir anlamda yeniden kurmamızda), içine girdiğimiz her kurmaca dünya, kuramsal olarak bize bir kapı, bir pencere, bir lomboz daha açıyorsa, ya da bir mum, bir fener, bir ışıldak daha tutuyorsa; bu kurmaca dünyaların içinde de zaman zaman bir “deli” ediyorsa bizi, gözden geçirilmeye değer tanıştığımız “deli”ler.

Kaç “deli” tanıdım, ya da hangi “deli”lerle tanıştım yazın aracılığıyla diye düşünmeye başladığımda, insanın aklına “deli” roman kahramanlarından önce onların (ve kuşkusuz, “akıllı” olanlarının da) yaratıcıları üşüşüyor.

Ama biz yazarları yazmayacağız ki burada, yazılmış (bir bakıma “müseccel”) delileri yazacağız.
O zaman önce, “delilik”ten ne anlaşılması gerektiği üzerinde durmalı biraz.

Farkındasınızdır, yazının başından beri tırnak içine alıyorum “deli”yi. Serbest kalmasından ürktüğüm için değil!

Herkesin tek ve aynı anlamı yüklediği bir kavram olmadığı için.
Dokuzdan da çok türü olduğu için.
“Deli” nitemi tek bir durumu, belli bir “kondisyonu”(!) imlemediği için.

Bir kavrama bakmanın en (hatta tek) çıkar yolu, dile bakmaktır.

Bakmaya dursak, ben diyeyim yirmi, siz deyin elli akrabasıyla karşılaşırız “deli” sözcüğünün.

  • Kaçık,
  • çılgın,
  • mecnun,
  • meczup,
  • anormal,
  • tuhaf,
  • manyak,
  • divane,
  • zıpır,
  • zirzop,
  • sapık,
  • üşütük...

Zihinsel yoksunluklarla ruhsal sorunlar da birbirine karıştırılır “deli” yaftası kullanılırken.
Nice ayırtı (nüans), hatta nice birbiriyle ilintisiz durum birbirine girmiştir “deli”nin kullanımında.

Tıp, bilimsel titizlik gereği, “deli” sözcüğünü kullanmaktan kaçınır.
Akıl hastası vardır, ruh hastası vardır, kişilik ya da karakter bozukluğu gösteren vardır, marjinal vak’alar vardır ve bunların da alttürleri vardır.
Hemen herbir aksaklığın ayrı bir adı vardır.
Bazılarının da adı yoktur!

Yazın yapıtlarında karşılaştığımız “deli”ler de, bunlardan birine ya da öbürüne girerler, girebilirler kuşkusuz.

Ama biz, ayrıksı sayılandan tutun da, had şizofreniye varasıya, günlük dilde “deli” denecek bir hal-hatır gösteren, yine çok tartışma götürecek bir başka adlandırılışla, “normal” olmayan kurmaca kişileri arasında bir gezintiye çıkalım şimdi. Bırakalım teşhisi, hele hele yargılamayı bir yana; çizmenin koncunda kalarak şöyle bir anımsayalım okuduğumuz “deli”leri.

Doğrudur, bir delinin bir kuyuya attığı bir taşı, kırk akıllı çıkaramaz bazen. Deli kâh gülünçtür, kâh ürkütücüdür, kâh tehlikelidir, kâh ibretliktir... ama en ağır basan duygusal mesajı, derin ve yoğun bir acıdır. Kendi çektiği acı, acı çekmesiyle “neşrettiği” acı ve daha temelde, ona o acıyı çektiren şu ya da bu, gerçeklik temeli olsa da olmasa da alabildiğine somut acı örüntüsü...

Bu bize, yazında delilerin yeri, işlevi, rolü üzerinde düşünürken oldukça anlamlı bir yorum seçeneği sunacaktır sanıyorum.


Aksenti İvanoviç Poprişçev, dünya yazınının en namlı delilerinden biridir.

Gogol’ün bütün kişilerine dağıttığı özelliklerden payını almış, sayfalarına yansıttığı hezeyanları, onu uç bir tip haline getirmiştir. Okurun duygudaşlığına sığınmayacak ve sığmayacak kadar “deli”dir ve öyle abartılıdır ki, onun gibi olmayan herkese, kendisinin hiç mi hiç deli olmadığı güvencesini verir.

Acısı ise, iç-görüye vardığı kısacık bir âna sıkışmıştır:

“Anacığım, kurtar zavallı oğlunu!
 Ağrıyan başına bir damla gözyaşı akıt, ne olur!
 Gör nasıl hırpalıyorlar evlâdını, bağrına bas bedbaht öksüzünü.
 Yok onun yeri bu dünyada artık, insanlar âleminden attılar onu...
 Bari sen acı hasta oğluna anacığım.”

Rus yazınında ve özellikle Dostoyevski romanlarında, şu “deli” dediklerimiz binbir çeşitleme ile kol gezerler ve bu da bana, “tevekkeli değil” dedirtiyor, “sözüm yabana ben de Nietzsche gibi, psikoloji üzerine ne öğrendimse Dostoyevski’den öğrendim!”.

Dostoyevski’nin delilerinin hiçbiri öyle başı hunili cinsten değildir. Çoğu ciddi ve ağır vak’adırlar. Kimi affektif bozukluk (manik-depresif) tablosu sergiler; kimi temelde kişilik bozukluğu taşıyan iflah olmaz bir psikopattır..

19. yüzyıl Rus toplumunun her zamankinden ve her yerdekinden fazla aşağılık ya da yükseklik kompleksi oluşturan bir toplum olduğu izlenimini veren bir yazardır o. Bence amacı 19. yüzyıl Rus toplumunu değil, insanlık için evrensel geçerliği olan ruh tuzaklarını göstermekti.

Kahramanları arasında en akıllı geçindirdiklerini bile, uzun süreli, ne idüğü belirsiz hummalara yakalandırır.
Bunları bir çeşit ağır ve traumatik depresyonlar olarak değerlendirmek pek mümkündür.

Epilepsi, bir cinnet sendromu olarak yakından ilgilendirir Dostoyevski’yi.
Kahramanları içinde birçok epileptik, birçok mazohist, birçok aşırı alçakgönüllü ve aşırı gururlu kişi, birçok aşırı kişi vardır.

Düşünce yapısı olarak parçalanmanın ve sonunda ruhen onulmaz yaralar almanın temelinde hep onur çatışması bulunur. Bu çatışma Dostoyevski’de daima trajik boyuttadır ve trajik boyut, en hafif deyimiyle “ayrıksı” kişilerin yaşantılarıyla somutlanır. Daha temelde ise, kişilik çatlaması ya da kişilik ikileşmesi denebilecek bir tema sık sık yinelenir Dostoyevski’de.

O bununla, “insan gerçeği”nin bin yüzünde ortak olan paydayı, (deyimi terim olarak almak koşuluyla) “diyalektik”i yakalamıştır ve bu saptamayı yazımızın konusu açısından yorumlayacak olursak, kişilik ikileşmesi; uylaşımsal bir “normal”in sınırından, ucu şizofreniye uzanan bir skala sunar bize.

Bu yorumu biraz daha derinleştirmekle varacağımız nokta; söz gelimi İvan Karamazov’un kişiliğinde meydana gelen şizoid çatlamayı, aynı ikileşmeyi iki ayrı kişide tekleştirmeye (örneğin Dimitri ve Alyoşa, Dimitri ve İvan Karamazov’larda, İvan ile Smerdyakov’da) kadar götürmekte olduğudur yazarın.

André Gide, okuduğum en yetkin Dostoyevski incelemesinin yazarı, diyor ki:

“Bunun karşısında Dostoyevski ne sunuyor bize?
 Kendilerine karşı mantıklı davranmaya hiç önem vermeksizin, kendi öz mizaçlarının yetenekli olduğu bütün çelişmelere, bütün inkârlara kendilerini rahatça bırakan kişiler sunuyor.

 Görünüşe göre Dostoyevski’yi en çok ilgilendiren şey budur işte: Mantıksızlık.
 Bunu gizlemek şöyle dursun, belirtiyor boyuna, aydınlatıyor.

 Onda anlatılmamış, açıklanmamış çok şey var muhakkak.
 Fakat insanda birbirine karşıt duyguların bir anda varolduğunu kabul ettiğimiz anda  -ki Dostoyevski de bizi böyle yapmaya çağırıyor-  onda anlatılamaz, açıklanamaz çok şey olduğunu sanıyorum.

 Kişilerin duyguları son kerteye vardırılmak, saçmalık derecesini bulan bir aşırılığa ulaştırılmak dolayısıyla Dostoyevski’de bu birarada varoluş, çoğu zaman özellikle paradoksal görünmektedir.

 …

 Dostoyevski’nin romanlarında gördüklerimiz, onun bize sunduğu ikilik örnekleri ise çok başkadır.
 Bunların oldukça sık görülen o patolojik hallerle ya hiçbir ilgileri yoktur ya da pek az ilgileri vardır:

 Bu gibi hallerde aynı kişiliğin üzerine yerleşen ikinci kişilik, zaman zaman onun yerini alır. Birbirinden habersiz olarak iki ayrı duyum, iki anı çağrışımı grubu meydana gelir. Çok geçmeden de iki ayrı kişilik, aynı bedende iki ayrı konuk vardır karşımızda. Bunlar yerlerini birbirlerine bırakırlar, peşpeşe birbirlerinden habersiz sırayla ortaya çıkarlar (ki bunun hayret verici tasvirini Stevenson bize Dr. Jeckyll ile Mr. Hyde adlı o güzel, fantastik hikâyesinde sunmaktadır)

 Fakat Dostoyevski’de şaşırtıcı olan, bütün bunların aynı zamanda oluşu ve her kişinin, kendi birbirini tutmaz davranışlarının ve ikili benliğinin farkında bulunuşudur. Kahramanlarından birinin, en zorlu heyecanın pençesinde kıvranarak, bunun hınçtan mı, sevgiden mi ileri geldiğinden şüphe ettiği olur. Karşıt iki duygu benliğinde birbirine karışıp eş hale gelir.”
(André Gide - Dostoyevski, s. 109-10)

Böyle baktığımızda, Karamazov Kardeşler’in dördü de  -en azından Alyoşa hariç üçü-  Suç ve Ceza’nın Raskolnikov’u, Yeraltından Notlar’ın adeta Deliliğe Övgü’nün delisine karşıt ve koşut bir söylem geliştiren kişisi, Öteki’nin akut ve allegorik şizofreni Golâdkin, Prens Mışkin... hangisi... hangisi bir yerde ve br anlamda “deli” değildir?

Dostoyevski’nin bize çıplak gösterdiği örtülü gerçek, “normal insan”ın  -bir yapıntı değilse-  anormal sayılmayı gerektirecek kadar nadir ve bir o kadar silik, nerdeyse bir epifenomen olduğudur.

Kurmacaya dilin ve yazının iç sorunlarının araştırılması dışında bir yan yaklaşımla eğilindiğinde, sözgelimi, bir yazıda olduğu gibi “delilik” görüngüsü (fenomeni) açısından bakıldığında; saptırıcı ya da spekülatif yorumlardan olabildiğince (ki bu olanak pek dardır) kaçınmak gerekir.

Bence roman kahramanlarının yazılmakla başlayıp yazı içinde biten yaşamlarında karşılaşılan eylemlerine dayanılarak özgül ruhçözümsel açıklamalara girişmek, ne ruh çözümü (psikanaliz) açısından, ne yazın açısından fazla bir anlam taşır. Kurmaca üzerine kurgulama değil, kurmacanın “burada ve şimdi” sergilediği insan durumunu veri kabul ederek varılabilecek yorumlar anlamlı olabilir ancak. Çünkü yapıtın yapısından çözülüp amacı araca dönüştürmek tehlikesinden insan ancak, ucu spekülasyona uzanmayan bir yorum çerçevesi içerisinde kalarak korunabilir.

Böyle düşündüğüm içindir ki hem Dostoyevski, hem Dostoyevski’de “deli” kahramanlar gibi kışkırtıcı bir konunun ruhçözümsel iğvasına kapılmadım. Dostoyevski kişileri, bir roman okuru olarak beni, hayatımı değiştirecek, dünyaya ve insana bakışımı biçimlendirecek kadar etkilemiş olsa da; Freud’un, Oidipus karmaşası şablonu ile ve hekimce yaklaştığı İvan bana yabancı kaldı.

Demek istediğim:
Deliliğe ya da delilere bakarken de, yapıtın sınırları içinde kalmak, kişiyle, kuramlara bir model ya da örnek oluşturması bakımından değil, yaşayan insanın yapıtındaki bir izdüşümü olması bakımından ilgilenmek, üzerine biraz felsefe gölgesi düşmüş olsa da, hâlâ yazın içi bir etkinlik sayılabilir. Ancak bunu “meşru” görüyorum.

“Usûl üzerine” iki koca paragraf!
Hem de “deliler” üzerine yazılan bir yazıda. Olur şey değil!

Bu kritik noktada, yazıya, taşımaktan yüksüneceği kuram safraları sokuşturma densizliğinden beni alıkoyması için Erasmus’un militan delisinden medet umayım:

“Madem ki deliliğe yakın olan ilimler (ve deliliğe bu kadar yakın olan edebiyat - F.A.) bizi, daha uzak olanlardan fazla mesut eder, o halde ilimlerle hiç münnasebeti olmayan kimseleri saf tabiattan başka rehberleri olmadığından, ne kadar büyük bir saadete naildirler. Onlar da beşeriyete çizilmiş sınırlar içinde kaldıkça, bu sadık rehber tarafından hiç terkedilmezler.”
(Erasmus - Deliliğe Methiye, s. 64)

Zihinsel gelişme sürecindeki takılmalar, zekâ gerilikleri, mantıksal tutarlılığı sağlama yetersizlikleri de halk arasında “deli” denip geçilen bir bölük insanın ruhsal yapılanma eşiğinde kalma nedenlerinden olabilir. Yazınsal ürünlere böyleleri de girmiştir. ine tipik olmayan bir insanlık durumu, insan ilişkilerini iki kat sorunsallaştıran, zaman zaman sınava sokan bir gerilim öğesi olarak anlamlandırılabilirler.

Bu tür deliliğin unutulmaz örneği Lennie’dir.
İki insanın arasındaki dostluk ilişkisinin adeta kutsandığı, “emsalsiz dostluklar tarihinden bir yaprak” niteliğindeki bu son derece anlamlı yapıtın (Farelere ve İnsanlara Dair) baş kişilerinden bir tanesinin bir “zavallı deli” olması ne kadar düşündürücüdür. Steinbeck nefis bir portresini çizmiştir bu kaba fiziğin, bu hantal ve çirkin yaratığın içindeki saf ve rakik ruhun. Bu gelişmemiş, masum, çocuksu adam, bu “koca bebek”, “tehlikeli bir deli”dir toplum için. Onu linç edilmekten kurtaran George, onunla birlikte kendi içindeki insan sevgisini de öldürmüş trajik bir kahraman değil midir?

Deliliği “aptal”lığından gelen çok ilginç bir kurmaca kişisi de, Faulkner’ın Benjy’sidir. Romanda bilinç akışı tekniğinin, rahatlıkla en yetkin örneklerinden biri sayableceğimiz Ses ve Öfke’nin ilk bölümünün, Benjy’nın mâlül bilincinin “akışı” ile yazılmış olması ve bu romanın ağırlık noktasını oluşturan karmaşık tekniği, bize, kaçınılmazcasına Benjy’nin hasta bilincinin özellikle seçilmiş olduğunu düşündürür:

Abartılı gelen aslında “normal”dir, her bilinç çapraşıktır.
Gerçeklikteki tutarsızlıkları, rasgelelikleri, saçma yapıyı “akıllılar” kat kat mantık cilası vurarak, yapay dizgelere tıkıştırarak, bir çeşit riya perdesinde yeniden kurgulamaktadırlar. Oysa çıplak gerçeklik, ona düzen, hatta ad veremeyen bilince, Benjy’nin deli bilincine yansıdığı gibidir. Sırasızdır. Kendi kendine anlamsızdır.

Acaba böyle midir?
Yoksa, böyle de olabilir diye düşünmek de mi deliliktir?
Benjy’nin kuyuya attığı taşı kaç akıllı çıkarabilir şimdi?

Böyle düşünmeye başladınız mı, az sonra, içinden çıkılamayacak kadar sarpa sarabilir düşünceniz. Benimki sardı. Hazır Faulkner gibi bir demir leblebiyi yazınsal tuzaklarına uzaktan-yakından uğramaksızın yazımıza uğratmışken, bir kolaycılık daha yapalım ve sarpa saran düşüncelerimizi Poe Ovası’nda düze indirelim:

“Doktor Katran ile Profesör Telek’in Sistemi”ni tam bu noktada okursanız, “olağandışı mı?” diyeceksiniz, “bu öykü mü olağandışı?”.

Bu öyküyü okurken de görenleriniz mutlaka Mel Brooks’un “Yükseklik Korkusu” (High Anxiety) filmini anımsayacaklar.

Buradaki fantezinin dayandığı trük çok basittir aslında: Deliler akıllılarla yer değiştirir.
Klasikleşmiş karşıt çiftlerin yer değiştirmesi şaşmaz bir güldürü öğesidir; İşçi-patron, efendi uşak, baba-oğlu, öğrenci-öğretmen... bunların hangisine rol değiştirtirseniz güldürücü bir etki elde edersiniz. Deli-akıllı çiftinde ise gülmeceye düşündürücü bir boyut eklenir. Poe biraz yan tutuyor sanki... Bunları birbirinin dublörü olarak da öyküleyebilirdi.

Tutkuların abartıldığı (daha doğrusu abardığı) ve tüm kişiliği egemenliği altına aldığı durumlarda da sağlıklı bir ruhtan söz edilemez olur. Ne yazık ki, yazındaki bu çeşit delilleri yeterince yazınsal bulmuyorum ben. Bunların en bellibaşlıları kişiden çok soyutlanan bir tutkuyu yaşatırlar. Tanınmaz olurlar, çünkü felsefe karıştırırlar yazına, kavramsallaşırlar. Harpagon, Othello böyle delilerdendir örneğin. Tepeden tırnağa “cimrilik”ten, “kıskanç”lıktan ibaret soyutluklardır ve âdeta “teşhis ve intak” yoluyla onlardan birer kişi çıkarmışlardır Moliére ve Shakespeare. Hamlet’e sözüm yok bakın. Danimarka Prensi soylu ve insan bir delidir.

“Tutkunun kurbanları” gibi melodramik bir şemsiye altına toplayacak yazınsal “deli” ararken, aklıma birden pek ünlü olmayan ama Othello’ya taş çıkartacak kadar trajik, üstelik çağdaş (yani bizden!) bir Arjantinli “deli” takıldı: Juan Pablo Castel.

Ernesto Sabato’nun Tünel adlı romanını okumadınızsa, ilk fırsatta okumakla kazancınızın salt ‘edebiyatta deliler’ galerinize bir deli daha katmaktan ibaret olmayacağını temin ederim.

“Yaşam saçmadır ama yine de yaşanmalıdır” diyen bir yazarın kurmacasında “deli”ye yer yok mudur?
Ya da Camus’nün kişileri akıllıların siyah-beyaz dünyasında “normal” vizesini alabilirler mi?

Delilik üzerine tıbbî, ahlâkî, felsefî hiçbir yargı vermemeye bunca özen gösterdikten sonra, Meursault’yu “dünya yazınında deliler” ulamında andığım için anlayış sığlığıyla kınanmam haksızlık olur değil mi?

Öyleyse bu uyumsuz, ayrıksı kişiye, bu adı üstünde Yabancı’ya “deli” demekten niye sakınmalı?

Tutarlı etkin nihilizmin sonucu intihardır. Edilgin nihilizm ise, uyumsuzluğu bir yaşam biçimi haline dönüştürmekle sonuçlanır.

Her iki durumda da düzgüler (norm) çiğnenmiş midir, çinenmemiş midir?

Ne var ki, başlangıçta deliliğin acı ile ıraklandığını söylemiştim; bu bağlamda belki acı’yı bir başka sözcükle ifade etmek daha uygun olacak: Apathie.

Ne garip ki, sözcük etimolojik olarak acıyı olumsuzluyor, ama yaşanan bir başka türlü acı yine.


Bakıyorum da, arkası gelecek gibi değil bu yazının.
Düşündükçe dünyanın dört bucağından, yani yanımızdan yöremizden “deliler” üşüşüyor yazıya...

Ah, tabiî Quasimodo var...
Neydi o Çehov’un 6 Numaralı Koğuş’undaki adamın adı?..
Woolf, Septimus Warren Smith’in marazını intiharla noktalayabildi mi yani?..
Yanardağ’ın alkoliği de müthiştir...
Körleşme’deki Profesör Kien de deli değilse kimse değildir...

Başa çıkılmaz bir hal alıyor giderek, bu pek de neşeli olmayan av!
Bitmediği yerde bir nokta istiyor bu yazı, çaresi yok. Öyleyse mutsuzluk dehlizindeki gezintimizi son satırından, Jean Rhyss’ın trajik meşalesi ile tutuşturalım, kurulamayan bütün köprüler yansın, tek o kuyu karanlığına bir ışık yalımı düşmüş olsun.

Aldı Antoinette:

“...çok uzun süre bekledim. Sonra kalktım anahtarları aldım, kapıyı açtım. Dışardaydım, elimde mum. En sonunda biliyordum buraya neden getirildiğimi ve ne yapmam gerektiğini. Bir yerden bir esinti gelmiş olmalı, mumun alevi dalgalandı. Bir an söndüğünü sandım. Ama elimle korudum ve yeniden canlandı alev. Karanlık koridorda yol gösterdi bana.”



Füsun Akatlı | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 89 - 1 Şubat 1984
_________________________________________________________________________________



Delilik Sınırında

Maurice Nadeau, Antonin Artaud üstüne düşünürken şöyle diyordu:

“Delilik ökeliğin uzluk belgesi olamaz elbet; ama aşağılığın bir kanıtı olarak da bakmamalıyız ona.”

Artaud on altı yaşından sonra sürekli olarak deliliğin sınırında yürüdü, zaman zaman o sınırı aştı; tuhaf bir biçimde öteden bu yana hayat ve ürün, coşku ve saptama getirdi; en olanaksız durumlarda kendi kendinin tanığı oldu. Burdan alınırsa, dünya edebiyatında, konumuz açısından, tek değilse de en iyi örnektir.

Artaud’un yapıtı, Artaud neyse odur; yalnız insanların yasaları değil, doğa yasaları da yadsınır orda.

Artaud’da ilk zihinsel dengesizlikler on altı yaşındayken başlamış. Daha o sıralarda bakımevlerinde, kliniklerde aylar yıllar geçirmiş. Şiire merak sardırmış. Gerçeküstücülere karışmış; daha sonra da bozuşmuş onlarla. Tiyatrocu olmuş. Denemeler yazmış. Şiire girip girip çıkmış. Bir yolculukta, vapurda, Fransa’ya dönerken yeniden ve çok büyük ölçüde çarpıtıvermiş her şeyi. Ömrünün son on yılını akıl hastanelerinde geçirmiş; o klinikten bu kliniğe.

Artaud delilerevine girdiği zaman da adı olan biriydi. Ama oraya girdikten sonra daha ünlenen, adı giderek büyüyen, yazdıkları daha önem kazanan yazarların ilkidir.

Çıldırmak Gogol için son nokta olmuştur; Maupassant için de bir bakıma öyle.

Gerard de Nerval için de öyle olduğu, kendini boyunbağıyla sokak fenerine asacağı gece için akşamdan teyzesine bıraktığı pusula gösteriyor:

“Bu akşam bekleme beni, çünkü gece siyah beyaz olacak.”

Artaud deliliğin içinde yazar olarak yaşadı. “Kafamdan çok çektim, bu nedenle konuşmaya hakkım var” diyen biriydi. Delilik onun hayatıydı denebilirse, daha çok da düşünce (düşünme) hayatı.

Nasıl bir delilik?

Üç güneş varmış, yalnız biri görünürmüş. Jean Paulhan, onun istediği zaman ikincisini de görebildiği kanısında.

Nietzsche’nin ve Lautréamont’un deliliklerini de koşut bir plana yerleştirebiliriz. Nietzsche, İsa’yı kıskanıyordu.
Lautréamont’un hastalığı üstüne bugün de raporlar yayımlanıyor. Onun ölüm nedeni ve biçimi anlaşılamadı.
“Üstüninsan” ise hastabakıcıların elinde örselene örselene can verdi.

Edebiyatın büyük delilerinin çoğunun deliliğini yapıtından ayırabiliyoruz. Yukarda sezdirmeye çalıştığım gibi Guy de Maupassant delilerevine girdiği zaman yapıtını tamamlamış bulunuyordu. Orda, bir ayırma hücresinde, on sekiz yıl tam bilinçsiz biçimde, dünyanın farkında olmadan yaşadı. Bu bilinçsizlik zaman zaman krizlerle kesiliyor, o zaman da kendisine deli gömleği giydiriliyordu. Normal dünyaya, yapıtına dönmek için tek adım atamadan öldü Maupassant.

Gogol da çıldırarak öldü. Tolstoy’un malikânesinde geçirdiği son günlerinde hiç yemek yemediği, zorla yemek yedirildiği söylenir. Ölmeden bir-iki gün önce Ölü Canlar’ın yıllardır hazırladığı ikinci cildini yaktı.

Hölderlin’de (1770-1843) delilik belirtileri 43 yaşında görülüyor. Ama kırk yaşındayken de Fransa’da Almanya’ya yürüye yürüye dönme girişiminde bulunmuştu. Son otuz yedi yılını (otuz yedi yıl!) kapatılmış olduğu bir kulede, yapayalnız ve bilinçsiz geçirdi. Hölderlin’in delirmesinde, öğrencisinin annesine olan umutsuz aşkının da payı olduğu söylenir. Bir peygamber olduğu kanısındaydı Hölderlin. Yeni bir ad da bulmuş kendine: Scardanelli.

Hölderlin’de, William Blake’te olduğu gibi, deliliğe gidişin yansıları ya da ipuçları yapıtlarda sezilebilir. Kleist ise sevgilisiyle birlikte karar verdiği çifte intiharı kendi eski bir dizesinden çıkış yaparak planlar:

“Bir el ateş, işte en iyisi!”

Önce Henriette’i vurur; sonra da kurşunu kendine sıkar.

Pound’un deliliği inandırıcı değil. Daha büyük bir cezadan (ihanet cezası) kurtarmak için bakımevine tıkmışlardı onu.



Cemal Süreya | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 89 - 1 Şubat 1984