Her şey İtalyan göstergebilimcisi, ortaçağ estetiğinden yığınsal iletişime değin birçok konunun uzmanı Prof. Umberto Eco’nun, 1980 yılında, tüm bilgi birikimini seferber ederek, düşünsel ağırlıklı, polisiye kurgulu bir tarihsel roman yazmasıyla başladı. Yayımcılık dünyasında yer yerinden oynadı, Gülün Adı hiç beklenmedik biçimde parlayarak Avrupa ülkelerinden ABD’ye, Japonya’dan Türkiye’ye kadar liste başını tutan bir “süper-çok satar” oldu, 22 dile çevrildi, 8 milyon basıldı.
“Eco olayı”nı açıklamaya röportajlar, eleştiri yazıları yetmedi; bugüne değin üçü Almanya’da, ikisi ABD’de, biri Bulgaristan’da olmak üzere, yapıtı düşünce tarihi ve metin incelemesi açılarından ele alan altı kitap yayımlandı (Eco en çok Theresa Coletti’nin Cornell Üniversitesi’nce basılan Naming the Rose başlıklı yapıtını tutuyor). Yazar bu arada eleştiri ve saldırılara da uğramıyor değil ama, kaygılanmasına, hatta kendini savunmasına hiç gerek yok, artık o işi başkaları üstleniyor nasıl olsa.
La Stampa gazetesinin anketine göre,
Eco’nun Baskervilleli peder Wiiliam’ı, İtalya’da Tomasi di Lampedusa’nın ünlü Salina prensinden sonra en sevilen ikinci roman kişisi.
Ve yatırımcıların gözünde Eco “kültür borsasında güvenilir bir değer” sayılıyor. Geçtiğimiz günlerde Frankfurt Kitap Fuarı’nda piyasaya sunulan ikinci romanı Foucault’nun Sarkacı’nın hemen 1988’in -hatta 1989’un da- çok satan olacağından kuşku duyulmuyor.
İkinci roman birinciyi yeniden gündeme getirdi, satışı yeniden yükseltti, Jean Jacques Annaud’un bildiğimiz filmi de İtalya’da sinemalara geri döndü. Filmin yaklaşımının yer yer “Amerikan işi” iyimser ve yüzeysel olmasının, kitabın hayli dramatik olan iletisini çarpıtmasının önemi yok, okuma enerjisini 500 sayfalık yeni maratona saklayıp eskisini birkaç saatlik “görsel okuma” ile atlatmak “geç kalanlar” için daha pratik.
Beş yıllık dedikodulu bekleyişin ardından beliren Foucault’nun Sarkacı daha piyasaya çıkmadan birçok ülkenin yayınevlerince kapışıldı,
son hızla çevrilme aşamasında. Eksik kalanlar da arayı Frankfurt Fuarı’nda kapattılar.
GİZLİ BİLİMLER MODASI KAPIDA MI?
Eco hayranlarının sayısının Türkiye’de kabarık oluşuna bakarak ve böyle gösteri yanı güçlü bir uluslararası kültür olayının dışında kalmaya asla razı olamayacağımızı düşünerek diyebiliriz ki, önümüzdeki mevsimlerde birçok aydın kişimiz gizli bilimlere, cinciliğe, falcılığa vb. uğraşlara, özellikle de bunların Batı uygarlığında ilkçağdan ortaçağa, yeniçağa, derken günümüze değin Tevrat’tan Cagliostro’ya ve Nazizme değin uzanan öğreti ve örgütleri konusunda uzmanlaşmak zorunda kalacaklar, hatta ellerinde -Batı’da şimdiden olduğu gibi- kendilerini Foucault’nun Sarkacı’nı okumaya adayanlara yardımcı olmak üzere hazırlanmış -bir yan uğraş ürünü ve yan gelir kaynağı- minik ansiklopedik sözlüklerle dolaşacaklar.
Bunları yazarken insan kendini “bu kış eteklerimizi yarım metre kısaltıp omuzlarımızı otuz santim genişleteceğiz, renklerden ille de patlıcan moru” diyen yürekli moda habercileri gibi duyuyor ama olsun, aydınlanmanın bedeli neyse ödenmeli elbette, yol gizemli karanlıklara düşse bile. Modalar gibi gizli bilimler, efsun-büyü söz konusu olduğunda da ülkemizin öteden beri sürüp giden, zaman zaman su yüzüne çıkan ve yaygınlaşan ne zengin bir birikimin verimli ve yaratıcı toprağı olduğunu hep biliyoruz. Cinciliğin alafrangası geldi diye yabancılık çekmeyiz herhalde.
“YIĞINSAL ZÜPPELİK” MEKANİZMASI
Umberto Eco son on yılda genelde Avrupa’da, özellikle de İtalya’da yeni bir güç kazanan tüketim ve bolluk toplumunun canlı kültür kurumuna dönüştü. Daha iyi bir eğitime birdenbire kavuşan yığınlar kültürel nitelik edinme açlığı, toplum içindeki parasal yükselişlerini bu yoldan da perçinleme çabası içindeler. Batılı yorumcuların bazılarına bakarsanız, Eco’nun karmaşık, okurda önemli, hatta uzmanlık ürünü sayılacak bir bilgi birikimi gerektiren -ya da o izlenimi veren- romanları yığınsal züppelik mekanizmasını harekete geçirerek parlıyor ve “iş yapıyor”.
Bu eğer doğruysa ya da tek nedense, romanların temelindeki ileti arada yok oluyor demektir.
Kuşkusuz, kesin olarak saptanması hayli güç bir durum.
Ayrıca, o ileti tam olarak ne?
Özellikle Foucault’nun Sarkacı’nda önemli oranda ve maksatlı bir belirsizlik, çift, hatta çoğulanlamlılık durumu var.
Nice kimsenin yazdan beri gözlemlediği ve kendilerini rahatsız eden şey ise, yığınsal mekanizmanın -ne olursa olsun-
harekete geçirilebilmesi için Mondadori Yayınevi’nin çok ince hesaplara dayanan başarılı bir reklam kampanyası yürütmesi oldu.
Söylentilere göre sekiz seçkin kişi romanın müsveddesini okumuş, yayımlanmadan konuşmayacaklarına and içmişlerdi. Ama giderek artan bir beklentinin gerilimini yaratmak üzere, dozu iyi ayarlanmış bilgiler “sızdırarak” dikkati Ağustos ayından beri Eco’nun üstünde topladılar. Sonunda Eco, yazarı bulunduğu La Repubblica gazetesine pek özel bir röportaj vermek “zorunda kaldı”, yine yazarı bulunduğu L’Espresso dergisi de romanın ilk bölümünü yayımladı, böylece Frankfurt’a tam istenilen havayla gidildi.
Resmi açılış arifesindeki bu gayri resmi açılış -rastlantı işte- San Leo şatosunda yapıldı; yani XVIII. yüzyılda kilise tarafından cezalandırılan gizli bilimci şarlatan Cagliostro’nun öldüğü yerde. Orta İtalya’daki bu tarihsel yapı da bu gidişle olağanüstü bir turist akını bekliyor, çünkü Eco romanında, Cagliostro’dan ve hücresinde öldüğü taş kerevete her gün bilinmeyen ellerin bıraktığı taptaze çiçek demetinden söz etmiş.
SARKAÇ VE MEZARLIKTAKİ BORAZAN
Eco yayınevinin de, kendisinin de büyük oynadığının bilincinde,
o reklam senaryosunun yazarı değil, kurbanı olduğunu ileri sürüyor, ciddi, alçak gönüllü davranıyor:
“Yeni bir kitap her zaman bir rizikodur. Ama Gülün Adı kadar başarı kazanmış bir romandan sonra ikincisini yazmaya kalkışırsa insan linç edilmeye adaydır. Öyle olsun, yazmak içimden geliyordu, yazdım, linç edilmeye hazırım. Ben bu romanımı seviyorum, çoğunluğa beğendiremezsem, ne yapalım, özürlü çocuğunu daha çok seven anneler gibi yapacağım demektir.”
İkinci romanını birincisini matbaaya verir vermez, onun beğenilip beğenilmeyeceğini bilmeden yazmaya başlamış Eco:
“Kendi kendime sordum, yaşantımda bu türden tek olay olarak mı kalacak, yoksa yine bir şeyler anlatmak isteyecek miyim diye.
Derken zihnimde iki görüntü beliriverdi: Foucault’nun Sarkacı ile mezarlıkta bir borazan. Bunlar romanın tümüne egemen olan iki görüntü.”
Eco’nun romanlarının çıkış noktalarında ilginç nedenler bulunuyor;
Gülün Adı’nı da “canı bir papaz zehirlemek istediği için yazdığını” söylemişti.
“Çeşitli nedenlerle belleğimde birer saplantıya dönüşen o iki görüntünün öyküsünü anlatacağımı söyledim kendi kendime, ne var ki, aralarında nasıl bir bağ kurmam gerektiğini anlayamıyordum. Ama madem ki benim için öylesine önemliydiler, bir bağ bulunmalıydı. İlk yıllar boyunca hep notlar alıp düşündüm, sonra bir dizi yolculuk yaptım, derken sıra geldi belge toplamaya, şöyle bin beş yüz kitaplık bir arşiv kurdum, XIV. yüzyılda Tapınak Şövalyeleri Tarikatı’nın (Templiers) mahkeme tutanaklarından XIV. yüzyılın fizik kitaplarına, XVIII. yüzyılın ender yapıtlarından, tren istasyonlarında yüzlercesi satılan yıldızbilim ya da Nostradamus’un kehanetleri konulu kitapçıklara değin. Böyle böyle sekiz yılda ikinci romanımı yazdım. Yazmadan edemeyecektim.”
Eco’nun bu içsel yazma gereksiniminin kaynağında ise -her türlü reklam kaygısı dışında-
doğrudan doğruya kendi göstergebilimci uğraşının yer aldığını Foucault’nun Sarkacı’nın 355. sayfasındaki şu tümce açıklıyor:
“Kişi bağlantılar bulmayı istemeyegörsün, her zaman her yerde ve her şeyle her şey arasında bulabilir onları;
dünya içinden patlayıp bir ağa, bir akrabalıklar burgacına dönüşür, her şey her şeye göndermektedir, her şey her şeyi açıklar.”
Gül Işık | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 202 - 15 Ekim 1988
___________________________________________________________________________________________________________________________
Foucault’nun Sarkacı “bilgisayarla tasarlanmış ve yazılmış bir düşünsel öykü” olarak tanımlanıyor.
Abulafia adındaki bilgisayar kitabın bir numaralı kahramanı ve zaten bu tür bir kitap onsuz düşünülemez.

“Ölüyorum, der, ölüm nedenim hücrelerimi kural diye bir şey bulunmadığına, her metinden ne istenirse yapılabileceğine inandırmış olmam. Yaşamımı kendimi buna inandırmaya harcadım, beynim de iletiyi hücrelerime aktarmış olmalı. Ölüyorum, çünkü biz düşgücümüzle her sınırı aştık.”
Dostu Casaubon onun ardından “gerçeğin kısacık olduğu”nu keşfeder ve şunları ekler:
“Nerede okumuştum acaba, yaşam yüzey yüzey üstüne, deneyim lerle kat kat kabuk bağladığında, her şeyi bilirmişsin, gizi, gücü, utkuyu, niçin boğduğunu, neden ölmekte olduğunu, her şeyin nasıl değişik olabileceğini... Bilgeliğe erermişsin böylece. Ama işte o anda en yüce bilgelik bunları öğrenmekte geç kaldığını bilmekmiş. Her şeyi iş işten geçtikten sonra anlarmış insan, anlayacak hiçbir şey kalmadığında.”
Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 202 - 15 Ekim 1988
___________________________________________________________________________________________________________________________
“Romanım insanların geçmiş çağlardan bugüne kurdukları tüm kozmik komploların öyküsü. Kültürün. politikanın, yozlaşmış mistik akımların yeraltındaki sonsuz kanallarından ilerleyen bir kuşku saplantısının öyküsü. Ruhsal bir kanserin öyküsü. Gerilim, bunalım, tedirginlik yanı kurguyu ayakta tutmaya yarayan bir yapı değil, bu tarihsel psikozun, doğayı, toplumu, dünyayı, bilinmeyeni kuşkuyla yorumlamanın sonucu.”
“-Öyleyse aslında komplo diye bir şey yok?”
“-Romanımın özü bu zaten.”
“-Romanınızın düşünsel temeli: Her şey bir başka şeye gönderir, sonsuza değin. Bu gerçekten doğru olabilir mi, yoksa bir hezeyan mı?”
“-Benimki de zaten bir hezeyanın öyküsü.”
“-İki romanınızı karşılaştırır mısınız?”
“-İlkini sorumsuzca diyebileceğim bir biçimde yazdım, kimse istememişti, kimse beklemiyordu, kimseye bir şey kanıtlamam gerekmiyordu. Kendimi kaptırdım, gittim. Bu romanım ise çok daha çileli oldu. Sık sık kendime soruyordum, bir anlatı gereksinimine mi uyuyorum, yoksa bir roman daha yazabileceğimi kendi kendime kanıtlamak için mi uğraşıyorum diye, o zaman aylarca duraklıyordum. On bölümün her birini bir “Umut Burnu” gibi yaşadım; onu aşamazsam ilerleyemeyecektim. Çileli oldu, çünkü sonuna ulaşacak miydim, hiç bilemiyordum.”
“-Peki, bittiğini nereden bildiniz?”
“-Bitti mi, hâlâ bilmiyorum. Bir saplantının öyküsünü anlatayım derken baktım, o saplantıya ben de kapılmışım, iş çığrından çıkmış, bir son vermek gerekiyor. Şöyle diyelim, anlatıbilimcimin değil, ruhbilimcimin öğüdüne uyarak bitirdim romanı.”
“-Kitaptaki yüzyirmi bölümün her biri inanılmaz bir alıntı ile açılıyor. Okur bunları siz mi uydurdunuz diye soracak.
Gülün Adı’ndaki kitaplıkta yer alan o gizemli başlıkları da sizin uydurduğunuz söylenmişti.”
“-Gülün Adı’ndaki başlıkların ikisi dışında hepsi gerçekti. Foucault’nun Sarkacı’na gelince, içinde benim uydurduğum hiçbir şey yok. Yani anlatılanlar Paris’in Fransa’nın başkenti olduğu anlamda gerçek değil. Ama Ortaçağda Yahudilerin çocukları yedikleri anlamında gerçek; yani bir alay kimse öyle demiş ve yazmış. Kişilerimin söyledikleri her şey daha önce birilerince söylenmişti, alıntıların orada bulunuş nedeni inanılmazı, şaşırtmacayı, hezeyanı gerçeğe perçinlemek.”
“-Anlattığınız her şeye inanıyor musunuz?”
“-Onlara birçok kişinin inandığına kuvvetle inanıyorum.”
“-Bazı yazılarda sizin gerçek yaşamda tanınabilecek kimselere gönderme yaptığınız kuşkusu yaratılıyor.”
“-Bu doğru olsaydı iflas etmiş sayılırdım. Lukács der ki, roman tipik koşullarda, tipik kişileri tanıtmalıdır. Bir yazarın tüm kişilerine, hatta sevimsiz göstermek istediklerine bile kendinden bir şeyler koyması doğaldır. Sen dünyanın en yumuşakbaşlı insanı olabilirsin ama bir kanlı katili betimlemek istediğin zaman, otoyolda serserinin biri seni hatalı solladığında içinde kabaran çılgınca öldürme isteğinin birazını ona aktarırsın. Bu dünyada krikoyla kafa patlatan da vardır, oturup yazı yazan da.”
“-Peki, bu iki uç arasında hiç kimse yok mu?”
“-Var: Röportaj yapanlar.”
Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 202 - 15 Ekim 1988