Kimi klasik müzik konserinde, rahat koltuğunuza gömülür, hatta belki gözlerinizi de kapar öyle dinlersiniz, öyle dinleyebilirsiniz. Kimisinde ise müziği yalnız kulaklarınızla, içinizle duymak, yetmez, gözlerinizle sahnede olup biteni de algılamak ister, gözlerinizi bir an olsun o tümüyle kavramak istediğinizden ayıramazsınız. İşte Güher ve Süher Pekinel kardeşleri ne zaman, nerede, hangi koşullarda dinledimse gözlerimi onlardan ayıramadım. Tüm dünya eleştirmenlerinin bol bol sözünü ettiği müziklerindeki uyumu, harmoniyi duyumsamak bir yana, onlar gözlerde izlemek, aralarındaki “diyaloğu”, ilişkiyi, uyumu, fırtınayı, enerji akımının birinden ötekine geçtiğini izlemek, müziğin tadını tamamlayan bir öge olup çıkıyordu.
Ama şimdi sahnede değiller. Şimdi karşımdalar. Büyük bir otelin lobisinde oturuyoruz. Tıpkı sahneye girişleri ve çıkışları gibi koşar adımlarla, fırtına gibi otelden içeri girdiler, koşar adımlarla geniş alan geçtiler, koşar adımlarla oturacağımız yeri seçtik. Oturduk, ama yine bir telaş, bir telaş...
Zaten İstanbul’da bir hafta kalmışlardı, ordan oraya, şurdan buraya koşmaktan, koşuşmaktan hiçbir şey anlamamışlardı. Hani şöyle on dakika olsun denize bakamamışlardı... Önce konser hazırlıkları. Ah, sahi az kaldı festivalin açılış konserinde sahneye çıkmayacaklardı, çalmayacaklardı... Zaten başkası olsa çalmazdı! Konser günü saat tam 15.30’a dek, piyanolar gümrükten çıkarılamadı. Sonunda zar zor gümrükten çıktı piyanolar, bu kez akor derdi başladı. Kendileri uğraştılar piyanonun akorlarıyla tam akşamın sekizine dek. Başkası olsa kesin çalmazdı, ama onlar çaldılar... Konser bitti. Bu kez gazeteciler, röportajlar... Zaten hepsi aynı soruları soruyor, cevaplar ister istemez mekanik oluyor... Sonra tam üç gün (pazar dahil olmak üzere) konservatuvarda öğrencilere bir burs verdiler. Tartışma, anlatma, yorumlama, açıklama... Önce çok içlerine kapalıydı öğrenciler ama giderek açıldılar, her şeyi sorar oldular... Sonra yine gazeteciler, yine röportajlar... Yine koşuşma, yine randevulara yetişme... Hem zaten İstanbul çok büyük, çok kalabalık, çok karışık... “Uff! Allahtan iki kişiyiz de işleri paylaşıyoruz!”
Uff! Fırtına gibi bir solukta anlatıldı bunlar. Karşımda sözü alan, top gibi ötekine fırlatan, sonra geri alan, paslaşan, ama tempoyu hiç düşürmeyen iki insan var. Hani onların kim olduklarını bilmeseniz, sizden, benden farkları yok gibi... Hani bir zamanlar klasik müzik virtüözleri, çok “soylu” çok “asil”, çok 19. yüzyıl romantizmini içeren görüntülere sahiptiler ya, hayır Pekinel kardeşler öyle değil. Hani sahneye fırlayıp kuyruklu piyanonun başına geçmek yerine, gençliğin rağbet ettiği bir diskotekte piste fırlayıp yeye dans etmeye hazır bir halleri var.
MUTLULUK
”Yanılmıyorum değil mi? Siz Güher, siz Süher’siniz...”
”Yaşasın! İlk atışta vurdunuz! Bravo!”
Patlama, Süher’den geldi. Çok konuşanı, daha çok konuşan, elleriyle, kollarıyla, bolca yüzüyle konuşanı Süher.
Daha az, daha ağır, daha düşünerek konuşanı, kardeşinin sözünü hiç kesmeyeni Güher.
Süher tepkisini hemen bir “patlamayla” belli ediyor. Güher, bir cümleyle onikiden vuruyor.
”Mutlu musunuz?” (Mutlulukları her hallerinden belli oluyor ama yine de dayanamayıp sordum.)
Süher, “Wow!” deyip, iki elini havaya fırlattı.
Güher, “Hayatımı yeniden seçecek olsam (yaşayacak olsam demedi, seçecek olsam dedi) yine aynısını seçerim” dedi ve ekledi
”Hayatta, total mutluluk yok. İnsanlar mutluyum deyince hep, sürekli mutlular demek değil bu...
Bence mutluluk insanın kendine bir yol seçip, o yolda ilerlemesi demek.”
Süher: “Yaşanan anı yakalamak şart!”
Güher: “Ama hüznü de yaşamak şart. Çünkü büyük hüzün çoğu zaman mutluluktan ayrılamaz. İkisini bütünlemeli.”
Süher: “Elbet, hüzünden hüzüne fark var. Çeşitli düzeylerde var hüzün hayatımızda. Zaman zaman bir şeyi gerçekleştirmek için karanlıkta kalıyorsun, bu kaçınılmaz. Ama insan hep oluşum halinde, bu oluşumu hızlandırmak istiyorsun. Bunun için çaba harcıyorsun... O çaba içinde hüzün gelirse, onu da etraflıca, bütünlüğüyle yaşamak gerek...”
””Mutlu musunuz?” deyince niçin bu kadar çok “hüzün” sözcüğü geçti diye kara kara düşünüyordum ki...
Güher aydınlattı durumu: “Müzik, müzikle yaşamak sanıldığı gibi yalnız mutlu bir şey değil. Müziğin kendi hüzünlü bir şey...”
Müzik yaşamlarının ayrılmaz bir parçası olduğuna göre, hüzün de öyle...
ÇOCUKLUK

Çocukken, henüz müziğin hüzünle bunca iç içe olduğunun bilincine varmadan önce, nasıldı yaşamları, çocuklukları...
Süher: “Amaaan, aman, çok gürültülü patırtılı çocuklardık. Hep oynardık. Hem gürültülü oynardık. Çok yaramazdık.”
Güher: “Sen ona yaramazlık mı diyorsun?.. Yok, yok yaramazdan da öte bir şeydik. Ağaç tepesinden inmez, düz duvara tırmanırdık.”
Süher: “Bizim yüzümüzden ağaçlar hep dalsız kalırdı.”
Güher ve Süher habire tırmanıyor, ya da tepesinden inmiyor diye dalsız kalan ağaçlar Heybeliada’daydı... Aile kışları Osmanbey’de, yazları Heybeliada da bahçe içinde bir evde otururdu. Ama bu “yaramazlıklar” arasında piyano çok çabuk girdi yaşamlarına. Kendilerini bildiler bileli. Evde anne piyano çalıyordu. İki küçük kız hep onu dinliyordu ve annenin çalması bitti mi, piyanonun başına geliyorlardı “oynamak” için. ilk konserlerini verdiklerinde 6 yaşındaydılar. Sekizine vardıklarında “harika çocuk”tular, dokuzunda ise Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’yla konser veriyorlardı...
“Yanılıyor muyum, yoksa doğru mu biliyorum...
O sıralar, dışarıya müzik öğrenimi görmek üzere yollanacaklar için Ankara’da sınava girmiş ve kazanamamıştınız... Öyle mi?”
Bu konuda konuşmak istemiyorlar. Aradan öyle çok zaman, köprülerin altından öyle çok su geçmiş ki.
Yaşamları boyunca dünyanın her yerinde girdikleri tüm sınavları kazanıp da (bu sınavlarda sekiz birincilikleri var) bir tek Ankara’daki sınavda “çaktıkları”nı unutmak ister gibiler. Yok yok daha doğrusu, hani kimseleri mahcup olma durumunda bırakmamak için, kimselerin anımsamasını istemez gibiler... Oysa o sınava girmek için 3 ayda, bir Mozart konçertosu hazırlamışlardı. Ve 9 yaşındaydılar... Güher: “Bir şanssızlıktır yaşadık” deyip, geçiştirmeye çalıştı. Süher, “Ama bugün devlet gençlere çok daha yardımcı oluyor” diye durumu düzeltmeye çalıştı ve konuyu geçtik.
O bir yıl, Dame de Sion okuluna gittiler. Bir yıl müziklerinde, müzik yaşamlarında kesinti oldu.
Tıpkı çocuklukta olduğu gibi yeniden kendi istekleriyle döndüler piyanoya. Ve kendi olanaklarıyla gittiler Paris’e.
1961’de Paris Konservatuvarı’nda başlayan uzun ve yoğun bir eğitim, Prof. Leopolder’le Almanya’da Frankfurt Hochshule’de sürecek
ve 1970’te ikisi de buradan ayrı ayrı birincilikle mezun olacaklardı. Yıl sonu sınavlarında, birinciliği okulun 18 yaşındaki Türk ikizleri paylaşacaktı.
”Yoo, ne Fransa’da, ne Almanya’da hiçbir zaman, hiçbir yerde yalnızlık falan çekmedik... Hele Almanya’ya geldiğimizde tek kelime Almanca bilmiyorduk... Ellerle kollarla konuşurduk... Yanlış yunluş konuşurduk, bildik bilmedik kelimelerle konuşurduk... Bol bol kahkaha atardık ve herkesle anlaşırdık... Zaten insanın içinde kendini ifade etme gücü olduktan sonra, nasıl olsa, öyle ya da böyle ediyor... Hayır hiç güçlük çekmedik, ilişki kurmakta...” (Bunları Süher söyledi. Güher telefona gitmişti. Bugünkü iş bölümünde telefonları etmek ona düşmüş.)
Hemen belirtmem gerek: İstanbul’da başlanan piyano dersleri sonrasında Paris Konservatuvarı’nda edinilen temel, Frankfurt’ta devam eden ve Amerika’da sürecek olan eğitim sırasında Süher ve Güher Pekinel, şimdi onları dinlemeye alışık olduğumuz gibi duo, hep ikili çalmak üzere yetiştirilmediler. Hayır, ikisi de ayrı ayrı solist eğitimi gördü.
“Çocukluktan beri ayrı kişilikler geliştirmeye çalıştık. Aksi halde bugün böyle olamazdık.”
“Her birimiz ayrı renklerimizi bulduk. Başka türlüsü düşünülemezdi.”
Ünlü piyanist Rudolf Serkin’in daveti üzerine, Almanya’dan sonra Philadelphia Curtis Enstitüsü’ne gittiklerinde, Serkin onlara, “Siz bir ikili olarak doğmuş olabilirsiniz ama ben sizle iki ayrı solist gibi çalışacağım” demiş ve öyle yapmıştı. Orada iki yil süren çalışmalardan sonra New York’taki ünlü Julliard School of Music’te master yaptıklarında yine ayrı ayrı solist olarak çalıştılar. İkili piyanist olmaları, ikili konserler vermeleri, 22 yaşlarından sonra başlıyor.
Ama daha o günlere vakit var yeniden Almanya’ya dönüyorum:
’68 OLAYLARI
Tıpkı, İstanbul’da Dame de Sion’a giderlerken yasadıkları bir yıllık boşluğu, kopukluğu, Almanya’da bir başka kopukluk izleyecekti:
“Avrupa’da gençliğin 1968 olaylarıyla çalkalandığı yıllardı... Biz o zaman politikayla çok ilgiliydik, çünkü müziğin politikleşmesi söz konusuydu. Arkadaşlar arasında gruplar oluşuyordu. Biz de bu gruplara girip çıkıyorduk. Tartışmalara katılıyorduk... Türk işçilerin problemleriyle ilgileniyorduk... Başka göçmen işçilerin de...”
“Yalnız müzikle ne yapılır ki deniyordu. Biz de acaba doğru yolda mıyız diye soruyorduk kendimize. Cevabı yalnız kendimiz verebilirdik.”
1968 sonrası arayış yıllarıydı. Süher Felsefe bölümüne; Güher, Psikoloji bölümüne girdi,
yaşamlarında bu bilimler ağırlık kazanmaya başladı, müzik bir kez daha duraladı.
KADIN OLMAK - TÜRK OLMAK

Soramadan edemedim: “Peki hiç kadın olduğunuz için güçlük çekmediniz mi mesleğinizde?”
Süher “yooo” diyecek gibiydi.
Güher atıldı: “Başlangıçta evet. Başlangıçta güçlük çektik kadın olduğumuz için. Avrupa’da Türkiye’nin tersine piyanistlik erkek mesleği. Orkestralar hep erkeklerden oluşuyor, karşılarında kadın piyanist görünce önce şüpheyle karşılıyorlar. Ama birinci mouvemant’da bu şüphe gidiyor. Çünkü sonuçta en önemli şey kalite. Tek gerçek değer ölçüsü kalite olup çıkıyor.”
Çağrışım bu. Hemen bir başka soru geldi: “Türk olduğunuz için güçlük çektiniz mi?”
İkisi birden: “Ooooo, hem de nasıl. Kadın olduğumuzdan çok daha fazlasıyla. Öyle şüpheyle karşılanıyorduk ki...”
Güher atıldı: “Düşünün Almanya’da Beethoven, Mozart, öz kültürlerinin yaşamlarının ayrılmaz bir parçası. İki Türk geliyor, biz bunları çalarız diyor, adamlar nasıl güvensinler. Şimdi düşünün, Almanya’dan biri gelse ben çok iyi sizin klasik Türk müziğini çalarım dese, nasıl karşılarsanız, işte öyle...”
Düşünüyorum, Hans gelip, Dede Efendi çalarım diyor. Belki.
Süher atıldı: “Bizim 60 yıllık bir devrim içinde olduğumuzu unutmamak lazım. Batılılaşma şimdilerde, eskiye göre daha hızlandı ama etkisini daha sonra göreceğiz. Hiç katılmadığımı belirtmek için bir neden görmedim. Sustum. Bizi hâlâ Avrupa, hep bir Arap ülkesi olarak tanıyor...”
Feminizm, Türk olmak derken bir sapma yapmıştık. Dönüyorum ‘68 sonrasına.
“Neyse ki o dönemden çıktık. iyi ki çıktık. Müzik sayesinde çıktık. lyi ki çıktık. Çevremizde politikaya dalan müzisyen arkadaşların ne hale geldiklerini, neler çektiklerini gördük.” Bunları Süher söylüyor ve ekliyor: “Ve ben bu işin adamı değilim dedim. Sarılacak bir başka dal aradım. Bunu yine kendi içimde buldum. Müzikte buldum.”
Böylelikle ikinci kez (ilki İstanbul’da Dame de Sion’a giderkenki) “yoldan sapma” durumuyla karşı karşıya gelmişler
ancak hemen, yine kendi istekleri, seçimleri ve iradeleriyle, yani müzikle, kendi yollarına döneceklerdi.
Bugüne sıçrayacak olursak.
Bugün Süher, “politikayla kesin ilgilenmiyorum. Politik yaşamda yerim olsun istemiyorum” diyor.
”Çünkü, benim dilim, özgürlüğe dayanan bir dil, yani müzik...
Yalnız kendim için değil herkes için, yalnız müzik konusunda değil, her konuda özgürlük istiyorum” diyor.
Özgürlüklerin ve özgürlük isteme yöntemlerinin politikadan ayrı düşünülemeyeceğini Süher neden sonra farkediyor ve konuyu şöyle bağlıyor:
”Neden mi özgürlüğü seviyorum?
İnsani vazifem olarak seviyorum.
Varoluşumun temeli, gücü açısından gerekli olduğu için seviyorum.
Özgürlüğün içindeki harmoni için seviyorum özgürlüğü...”
Süher, telefona gittiğinde, Güher açıkladı günümüz politikasıyla ilgisini:
“Politika deyince, benim için bilgilenmek önemli. Bu dünyada yaşadığıma göre, bu dünyada neler olup bitiyor bilmem gerek. Onun için nerde ne oluyor izliyorum. Bu benim için yemek yemek gibi doğal. Ve tabii ki kendimi sorumlu hissediyorum, sorumluluk duyuyorum... Ama politikanın içinde olmak, hani bir dil bilmek gibi. Bir dili bilirim deyince ben o dilde rüya görmeyi, o dilde düşünmeyi anladığım gibi, politikanın içinde olmayı da öylesine bir içiçelikte düşünüyorum.”
SAVAŞ VE BARIŞ
Hayır savaş ve barış konusuna Tolstoy’dan ya da politikadan gelmedik. Yalnız ve yalnız müzikten geldik.
İkilinin konserlerinde ikisi arasındaki uyumdan, enerji dolu ama yine de çok ince, çok hassas ilişkiden, ikisi arasında gidip gelen “cereyanlardan”, akımlardan...
“Sanki konser boyunca birbirinizle konuşur gibisiniz” dememle, ikisinden birden sözcükler yağdı:
“Konserde, biz birbirimizi görmeyiz. Birbirimize bakınca bile görmüyoruz. Yalnız müzik aracılığıyla konuşuyoruz.
İkimiz de tek başınayız. Kendimizi yalnız ve yalnız kendi çaldığımız müziğe veriyoruz. Ötekini kollamak, izlemek, söz konusu değil.”
“Dinlediğiniz harmoni büyük bir savaşın sonucunda varılmış bir barış...
O barış anına gelinceye kadar, bütün çalışmalar boyunca, müthiş kavga ediyoruz, tartışıyoruz, yeniden yeniden deniyoruz.
Bir benim söylediğim gibi, bir kardeşimin söylediği gibi...”
”Sonsuz tartışmalar sonunda doğruyu buluyoruz. Bazan kardeşim beni, bazan ben onu ikna ediyorum.”
“Çünkü ikimiz de bütün gücümüze ayrı ayrı bir şeylere inanıyoruz. O inançları en güçlü bir biçimde savunuyoruz.
İnsan bütün gücüyle birşeylere inanırsa, o güçten yeni güçler doğuyor, güç çoğalıyor, birleşiyor, bütünleşiyor.”
“Çelişkilerin çatışması gibi bir şey...”
“Bu çatışma olmazsa olmaz. Ya da yalnızca boşluk olur. Boşlukta da ileri gidilemez, yeni keşfedilemez.”
“Çalışırken çatışmazsak, savaş halinde olmazsak, verimli olamayız diye düşünüyoruz.”
“Bu savaşı sürdürmezsek, sonra gelecek olan barışta, hani hep eleştirmenlerin belirttiği inceliği yakalayamayız.
Çünkü o incelik, o çok hassas uyum ancak gelişmeden kaynaklanabilir.”
Evet izlediğimiz konserler “büyük meydan savaşlarından sonra elde edilen barış”tan başka bir şey değildi demek...
Güher ve Süher Pekinel kardeşlerin herhangi bir konserini izleseydiniz, konser boyunca kendi kendilerine “konuşur gibi” yaptıklarını görmemiş olamazsınız.
(Süher daha çok, Güher çok çok daha az, ya da hiç.)
“Melodiyi aynı zamanda içimden, dışımdan söylüyorum. Ne yapayım, Öylesine doluyum ki müzikle, yetmiyor! Yalnız çalmak yetmiyor! İçimden taşıyor! Ben de söylüyorum.” Süher’di bunları söyleyen, bir an durulup ekledi: “Kendimi kontrol etmeye eğitmeye çalışıyorum. Hatta bu amaçla videoyla çalışmalar yapıyorum. Bu huyumdan vazgeçeceğim.”
”Vazgeçmezseniz de olur, bu sizin kişiliğiniz” diyorum.
“Yok vazgeçmeliyim. vazgeçeceğim” diyor: “Tohum ve konsantrasyonum için gerekli bu... Vazgeçeceğim.”
AŞK
Müzikle ve müzikte birbiriyle bunca uyum içinde olan iki kişi,
bir başkasında böyle bir uyumu ya da yoğunluğu bulabilir mi, yaşayabilir mi diye düşünürken aşk geldi gündeme:
Süher: “Aşk! Ben her gün bir aşk yaşıyorum. Müziği yaşıyorum... Aşk yaşamayı sevdiğimiz bir durum. İnsanın her an en derinine varıp her zerresini duyabilmeyi istediği bir şey. Aşk benim için yeni bir şey değil. Müzik aşkını ve insan aşkını paralel olarak yaşayınca harika bir şey... Ben müziği, âşık olduğum bir insani yaşarmış gibi; bir insanı da âşık olduğum müzik gibi yaşayabilirim.”
Güher: “Aşk çok yönlü, çok karmaşık bir şey. Aşk bütünlüğünü yasayabilmek için çeşitli düzeylerden safhalardan geçmiş olmak gerek. Aşk öğrenilmeli. Doğuştan hepimizde o yetenek var ama beslemek gerek, sevmeyi öğrenmek gerek... Ondan ben aşka mucize diyorum.. Olumlu ve olumsuz yanlarıyla, zamanın verdiği güçle, yaşla olgunlaştıkça bu mucizeye daha çok yaklaşabiliyoruz...”
Bir an için sessizlik.
Sessizliği Güher bozdu: “Ben evliliğe inanan bir insanım. Ama çok memnunum ki, çok genç evlenerek bu mucizeyi henüz öldürmedim.”
Süher, “Ben de Güher gibi aşkın hem hissen, hem mantıken eğitim sonucu yaşanabileceğine inanıyorum” dedikten sonra, evlilik konusuna döndü: “İnsan niye evli olmak ister? Bu harmoniyi her zaman yaşamak için, paylaşmak için, paylaşmadan edemeyeceğimiz için, kendinizi onsuz düşünemeyeceğiniz için... Yani evlilik, ‘şu yaşta evlenilir, şu nedenle evlenilir’ gibi kurallardan uzak bir şey benim için. Ancak aşkla evlenilir. Duygusal birliğin getirdiği bir karardır. Bu karar için de hep söylediğimiz o uyum, o harmoni sart. işte geçirdiğimiz eğitim, o aradığımız harmoninin başlangıcı olabilir...”
Sonra ya biri ya öteki ekledi: “Bize, ‘siz iki kardeş aranızda, müzikle böyle bir harmoniyi yaşadıktan sonra kimseyle olamazsınız’ diyorlar. Oysa bu çok yanlış. Böyle bir harmoniyi bilen, tanıyan, bilincinde olan insan, bu harmoniyi daha çok arar... Zaten hepimizin içinde bu harmoni var. Yeter ki onu uyandırmayı ve yaşatmayı bilin.”
Aşk ve evlilik konuları burada bitti. Ama belirtmeden geçemeyeceğim: Konuşmamızın başından beri bolca Almanca sözcükler geçiyordu. Almanca bilmediğimi açıklayınca, yerlerini Fransızca ve İngilizce karşılıkları almaya başladı. “Daha yoğun, daha ayrıntılı, daha doğru anlatabilmek için” ...Söz aşktan açılınca, iki kardeş de “liebe”, “amaour”, “amore”, “love” sözcüklerini çok daha etkili ve müzikal bulduklarını açıkladılar. Ve nitekim “aşk” sözcüğünü kullanmaktan kaçındılar. Çünkü...
Çünkü:
“Aşk sözünde... hani o ortadaki ş var ya ş... hani aşşşşk... o ş çok, çok... yani o ş çirkin kaçıyor, biraz kaba kaçıyor kulağa. Ortadaki ş müzikal değil.”
Bu yaşa geldim, ortadaki ş’nin müzikal olmadığını hiç ama hiç düşünmemiştim.
Neyse, insan her yaşta öğreniyor.
MÜZİSYEN OLMAK
Bugün Güher ve Süher Pekinel’lerin Almanya, Fransa, İsviçre, Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve İtalya’da olmak üzere, dünyanın her köşesini kapsayacak biçimde konser düzenleyen altı devamlı menajerleri, bir sekreterleri var. Altı menajer, bir sekretere karşın yine de işleri çok. Zamanlarının büyük bir bölümü yollarda, uzun uçak yolculuklarında konserlerde geçiyor. Birlikte çalışmadıkları vakit Süher Zürih’te, Güher Amsterdam’da yaşıyor. (Amsterdam’da çünkü ‘oranın kültür alt yapısı beni çok etkiliyordu. Süher’le çok az birlikte çalışıyoruz. Ondan Amsterdam’da yerleştim. Orada önümde çok ufuklar açıldı’.)
Çoğu kimse yaşamlarında yalnız müzik var sanıyor. Oysa yanlışmış. Onlara sorarsanız, “oooooo, neler var neler.”
Bu nelerin tümü üzerinde konuşmadıksa, birkaçına değindik.
Örneğin resim. İkisi de resim yapıyor.
- Süher New York’ta bir yıl resim kurslarına gitti, çok akademik bulup dersleri bıraktı. Yaptığı. resim, “Bir tür mimari yaklaşımla resim yapıyorum. Önce alanı biçimlendiriyorum, sonra renk anlayışıma yer veriyorum... Çok kontrollü başlayıp, bir özgürlüğe ulaşıyorum, resimde.”
- ...Güher ise resim dersi almadı, okula gitmedi ama bir ressam arkadaşından çok etkilendi. “Ben resme daha başlamadan renklerimi bilirim. Renklerin kişi, hareketi, formu belirler. Yani çok özgür başlayıp, bir denetime ulaşırım.”
Resim dışında arkadaşlar var elbet. “Gerçek arkadaşlık da emek verilmesi bir şey ve yaşam boyu süren bir şey” diyor Güher.
Dünyanın her yerinde birçok tanıdıkları var ama gerçek arkadaşlar bir elin parmaklarını geçmez.
ikisi de çok okuyorlar. Almanya’da eğitim görüp de okumamak imkânsız. Goethe’ler, Mann’lar, Heine’ler içinize işliyor. Yaşamın bir parçası oluyor.” Hayır, Türk edebiyatını bilmiyorlar. “Türkiye’de çok değerli yazarlar olduğunu biliyoruz, öğrenmek isteriz ama olmadı. Bir tek Yaşar Kemal’le tanıştık. Çok sevimli, çok sevdik.” Hayır, Latin Amerika ya da Afrika edebiyatından da hiçbir örnek okumamışlar.
“Müzik dışında yaşamımızda başka hiçbir şey olmazsa, bugün böyle olmazdık” diyorlar.
“Çünkü hayat büyük bir soluk, büyük bir nefes. büyük nefesin içinde birçok küçük anlar var. O anları yakalamak önemli” dedi Süher,
“büyük nefesi yaşarken sonuna bakabilmek, sonunu görebilmek, o yolu izlemek önemli” dedi Güher.
“Herkes kendine bir yol çiziyor, o yolda bir iş yapıyor. Bizimki de bir iş. Kimi sabah sekiz, akşam beş büroya gidip çalışıyor. Biz büroya değil, konsere gidip sahneye çıkıyoruz. Bu da bir iş. Onun için yorgunluklarini, hüzünlerini, güçlüklerini şikâyetsiz çekiyoruz. Bize hep çok ödün vermiyor musunuz yaşamdan diye sorarlar. Ama biz baştan bu işin güçlüklerini biliyorduk ve baştan kabul ettik ondan ödün olmaktan çıktı” dedi biri.
“Daha çocuklukta biz müzisyen olacağımızı biliyorduk. Bilinç altinda biliyorduk. Belki günün birinde bıraksak bile, artık konser vermesek bile yine müzisyen kalırız... İnsan müzisyen olmaz. Ya müzisyendir ya değildir. Biz müzisyeniz. Bizde bu var. Biliyoruz” dedi öteki.
Ve önemli bir karar almışlar yeni olarak: 1987’de 6 ay hiç konser vermeyecekler. Tüm teklifleri geri çeviriyorlar.
Bu bir müzisyen için çok tehlikeli bir karar. Ancak belli bir yere gelmiş müzisyenler bu kararı alabiliyor.
Neden böyle bir karar?
“Altı ay tam bir boşluk yaşamak istiyoruz. Yeniden dolabilmek için bir boşluk yaratmak...”
“Boşluğun verimliliğini yaşamak istiyoruz. Zamanı yeniden kendimiz için keşfetmek istiyoruz...”
“Öz eleştiriyi daha da ilerletmek için...”
“Zaten hep bir arayış içindeyiz, arayışı güçlendirmek için...”
“Hep yenilenmenin peşindeyiz, yenilenmeyi güçlendirmek için.”
O altı ay için şimdilik hiçbir plan program yapmıyorlar. Zaten tüm yaşamları her an öylesine planlı ki...
Ama örneğin, “Bir ay boyunca engin denizlere açılmak ve hep gitmek... gitmek... neden olmasın?”
...Ya da İstanbul’u yeniden keşfetmek... “İnsan zamanla köklerini arıyor, özlüyor, yeniden keşfetmek istiyor...”
Güher ve Süher Pekinel kardeşlerden ayrılmak üzereyim. Konuşma boyunca beni ayrı yaşantıları, ayrı kişilikleri olduğuna inandırmaya çalıştılar.
Sonunda, galiba buldum dedim, “Süher çok daha fazla dışa dönük, Güher ise içine dönük... Doğru mu?” dedim.
Süher atıldı: “A, bakın bu hiç belli olmaz” dedi, çapkın çapkın gülerek, “İçine kapalı, içine dönük insanlar, bunu telafi etmek için, ya da gizlemek için reaksiyon olarak, çok konuşur, dışa dönük görünmeye çalışırlar... Bizde, zaman zaman durum değişebilir. Birimizde olmayanı öbürü, ötekinde olanı beriki dengelemeye çalışır.”
Güher hiçbir şey demedi. Galiba (acaba?) yine yanıldım mi? Neyse, her nasılsanız hep öyle kalın, yani hep yeniyi kovalamayı, arayışı, keşfetme tutkusunu, savaşlarınızı ve barışlarınızı sürdürün Güher ve Süher kardeşler. Yolunuz açık olsun. Ve konuştuklarımız arasında “bunu yazma” dedikleriniz içinden yalnızca birinde sözümü tutmadığım için sakin bana kızmayın. Gerekliydi.
Sahi, hanginiz Güher, hanginiz Süherdi?
Zeynep Oral | Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 147 - 1 Temmuz 1986