Paris ve Cote D’Azur’deki en zengin mücevhercileri soymakta gösterdiği hüner, hapishaneden defalarca kaçması, silahını hiç kullanmayışı, zor yoluyla kopardıklarını çok kolay ve cömertçe harcayışı ve edebiyat tutkusu Bruno Sulak’ı ölümünden önce efsaneleştirmişti. Cannes’daki büyük mücevher dükkanı Cartier’yi tenis kıyafeti ve playboy gözlükleriyle talan ettiği biliniyordu. Hapishanelerin çıkış kapısını bulabildiğinde 5 yıldızlı otellere inmiş, kadınlar tarafından beğenilmişti. Çaldıklarını Brezilya ve Fas’ta yemiş, yedirmişti. Bir dostu, metroda soğuk bir kış gecesi menekşe satan yaşlı kadına “Bu saatte senin burada işin ne anacığım, sana göre değil buralar” diyerek cebinden on bin frank çıkarıp verdiğini anlatıyordu. Toplumun mal ve mülke sataşanlara hazırladığı kurtuluşsuz tuzağı bilen Bruno Sulak, annesini geçen yıl yazdığı mektuplarda erken ölümüne alıştırmaya çalışmıştı. Ve iki ay önce, Paris’teki bir hastane odasında, karaciğeri, dalağı, böbreği parçalanmış, beyninin belki de en çılgın parçası alınmış olarak 29 yaşında öldü.
Babası, Sulak’ın ardından şöyle diyordu: “Sefaleti, felaketi ve haksizliği her yerde ve her zaman görmekten acı duyuyordu. Bütün bunlara tahammülü yoktu artık. ‘Öleceğim gün, bilin ki, her zamankinden mutlu ve artık acı çekmiyor olacağım’ demişti. Korkmuyordu ölümden. Ondan güzel bir şey, bir kurtuluş, neredeyse bir cennet gibi söz ediyordu.”
Sulak, son tutukevinde, toplam 8 milyon franka bir stajyer müdür yardımcısı ve genç bir gardiyanı ayartarak kaçmaya hazırlandığı gece, müdüriyet odasında enselenip kendini 8. kattan aşağıya attı. Hapishanenin verdiği resmi açıklama, en azından böyle. Ancak, uzun süren koması sırasında oğullarını görmelerine izin verilmeyen ana-baba ve avukatları, Sulak’ın yakalandığı anda öfkeli gardiyanlarca pencereden atılmış olmasından kuşkulanarak, adli soruşturma açılması için başvuruda bulundular.
Bruno Sulak, bir süreden beri hücresinde yazdığı ve “L’Autre Journal” adlı sanat dergisinde yayınlanan lirik yazılarında, Brezilyalı kadınların sambayla olan özel ilişkisini, karnavala duyduğu tutkuyu, paraşütçülerin (kendisi de helikopter kullanmasını ve paraşütle atlamasını biliyordu) yer ve gök arasında ölümle alışverişten aldıkları bencil ve kişisel zevki anlatıyordu. Edebiyat, erken ölmeyi çok önceden kabullenmiş bu genç insanı ayakta tutmaya bir ölçüde yardım etmişti.
Bir yazısında, örneğin şöyle diyordu, Sulak:
“İster milyonlarla, ister birkaç frankla ödensin, saat hep aynı saat değil midir?
Bu yüzden, sadece gereksiz olanı çalacak, som altından ve elmastan olmayan hiçbir saate yüz vermeyeceğim.
Soygunlarda. ancak olay yerindeki huzuru hiçbir pürüz bozmadığı takdirde, iş başarıyla bitirilmiş kabul edilecektir. Vurgun hiçbir zaman şiddete bahane olmayacaktır. Sokaklar şiddet ve vurgun dolu. Birini diğerinden ayırarak seçmek her zaman mümkün. Ve bizim durumumuzda, ya ikincisi birincisiz olacaktır, ya da hiçbiri... Soygunlar, hep böyle düşünüldü, böyle uygulandı.”
Bruno Sulak’ın yaşamına ve seçimlerine özel bir ses ve bir imza kazandırmaya çalıştığı yazılarını, kızkardeşleri yayınlamak üzere topluyorlar bugünlerde.
Batı’da yeni bir yazar ailesi yetişmektedir.
Bu aile, zenginler sınıfına en dolaysız şekilde, yani mala ve mülke el uzatarak sataşanlardan oluşmaktadır.
Yaşamlarının farklılığı gereği ortak bir “okul” kurmamış olsalar da,
- Bruno Sulak ve
- daha önce Fransa’nın bugüne dek yetiştirdiği en büyük gangsterlerden olan, 50 polis tarafından tuzağa düşürülmüş ve vurulmuş “Ölüm İçgüdüsü” adlı otobiyografinin yazar Jacques Messrine;
- iki kitabı da eleştirmenlerce çok beğenilen soyguncu Knobelspiess, bu dar ve çok özel aileye mensuptur.
Bir yandan kalabalıklar gün geçtikçe Amerikan tipi bir “verimlilik ve başarıyı” hayat ilkesi olarak benimserken kenarda yetişen bu çok özel yazarlar, bize edebiyat ve sanatın, toplumda yeri belirlenmiş, yerini almış kişilerin manevi gıdası olmak dışında da bir işlev görebildiğini hatırlatmaktadır. Yukarıda sözü geçen ve bir edebi anlayış, bir üslup, bir okul çevresinde bir araya gelmemiş üç yazarın en büyük ortak özelliği, üçünün de edebiyata, kendilerini eski yaşamlarından koparacak, “kurtaracak” bir meslek olarak yaklaşmamış olmasıdır. Üçü için de yazı, sorumluluğunu, heyecanını, bedelini üstlendikleri seçime daha uzun vadeli ses verecek bir ifade biçimi, hayati bir ihtiyaçtır. Yazıyla kendilerini reddetmemiş, geçmişlerinden kurtulmamış, kendilerini daha bilinçli olarak, içeriden, ama daha soğukkanlı bir bakışla kabullenmişlerdi. Kısaca yazı onlar için bir günah çıkartma değil, günahlarını (günahları varsa eğer) daha iyi üstlenmek için bir araçtır.
“L’Autre Journal” dergisinin aydın ve yasalara bağlı okurları yazılarını okurken,
- Bruno Sulak, son tutukevinden kaçışını düzenlemiş,
- Knobelspiess, iki kitabı aydın çevre tarafından coşkuyla karşılandıktan sonra bardan topladığı bir ekiple yeni bir soyguna girişmiş ve yakalanmış,
- Jacques Messrine şiddetli yaşamını aynı şiddetle noktalamaya koşmuştur.
Karanlıktan ışığa çıkmayı değil, ışığı karanlıklarına getirmek istemiş olan bu üç yazarı, edebiyat bir başka yaşam tarzına götürememiştir.
Pirleri sayılabilecek Jean Genet’den onları ayıran özellik belki de budur.
Ancak, hırsızlar arasından çıkıp yazarlar arasına girmiş Jean Genet’de de toplumun kenarında yaşamış olanların “yeraltı”na duydukları bitmeyen tutkuyu ve garip bağlılığı görebiliriz aslında. Bu bağlılık, hemen hemen başka hiçbir sınıfta yoktur. Jean Genet de, kazandığı büyük ün, üzerine yazılan övgü dolu kitaplar (bunların en oylumlusu, Sartre’ın “Aziz Genet”sidir) ve geniş okur kitlesine rağmen, entelektüeller mahallesinden bıkıp tehlikenin, yabancıların, hayat kumarbazlarının, sosyal yoksulluğun ve öfkenin mahallelerini seçmiş ve oralarda mekân kurmuştur. Adresinin gizli tutulduğu, televizyona, radyoya, dergilere, kısaca ortalığa çıkılmayan bir yaşamı yeğleyen Genet, gençliğe bağlılığını en uç noktaya götürerek edebi bir suskunluğu seçmiş ve bu suskunluğu ancak 10 yıl sonra katliam yaşamış Filistin köyü “Şatila’da 4 Saat” başlıklı müthiş yazıyı yazmak ve yayınlamak için bozmuştur. Kısaca Genet de önünde sonunda, edebiyat dünyasına ve çevresine ön kapıdan girdikten, toplum kendisini kabul ettikten sonra yasal toplumun malı olmayı reddetmiştir.
Burjuvaların ve aydınların bilinen iddiası, bataklıklarda ve hapishanelerde doğan yapıtlar dahil, bütün iyi edebiyatı en iyi kendilerinin anladığıdır. Eğitilmiş ruhlarının, yaşamadıkları bütün karanlıkları anlayabileceğini düşünürler. Messrine’lerin, Sulak’ların tutkusu ise, bir bakıma bu iddiaya bir yanıttır. Toplumda yeri belirlenmiş olanlar uslu yaşamlarına edebiyat ve sanat yoluyla bir hız getirirken, onlar tehlikeli yaşamlarına edebiyat sayesinde bir yavaşlık, acılı bir ağırlık getirmektedirler.
Bir yazarı, bir edebiyatı en iyi kim anlar?
Yıl 1985. Bir Fransız televizyon ekibi, Roma sahillerinde, İtalyan şair ve sinema yönetmeni Pasolini’nin gönül verdiği ve kendisine esin vermiş plajı ve yaşam bıçkınlarını “Ragazzi Di Vita”ları aramaktadır. Televizyon ekibi, çoğu zaman havadan yaşayan bu pazulu, blucinli, yakışıklı gençleri kahvede ya da deniz kıyısında yakaladığında, bu yıl Avrupa’nın bütün büyük merkezlerinde anılan Pasolini hakkında, ne bildiklerini ve ne düşündüklerini sorar. Toplumun hemen kenarındaki ip üzerinde dolaşan ve kimi zaman ayağı kayan bu bıçkınlar ki kuşkusuz birer kütüphane kurdu ya da sinematek faresi değildirler. Kendileri doğmadan ölmüş Pasolini’yi bütün resmi anma törenlerinde söylenmiş sözlerden daha garip, gergin ve gerçekçi cümlelerle anlatıyor, “Bizi anladı. Bizi dışarıdan değil, içeriden anlattı” diyorlardı. Ve Pasolini’yi kendilerini “içeriden anlayabilmiş” tek sanatçı olarak kabul ettikleri için kitaplarını sayıyorlar, yeryüzündeki önemlerini kişisel değerlerini unutmamak için onu okuyorlardı. Kimileri edebiyat ve sanatın en fazla kendi yalnızlığı içinde büyüdüğünü düşünse de, sertliği inanılmaz boyutlara ulaşan bir dünyada, edebiyat ve eylem belki yeni yeni birbirini keşfetmekte, birbirinin olanaklarını yeni yeni tartmaktadır.
Vivet Kanetti I Milliyet Sanat Dergisi - Yeni Dizi: 122 - 15 Haziran 1985