Sinemacı olmama ilk karar verdiğim günü anımsıyorum. Dostlar Tiyatrosu o yıllarda abone sistemi başlatmış. O yıllar, 73-74 yılları. Tiyatroya gelen öğrenci, işçi, memur ve diğer katmanları abone yapıp peşin bir paralarını aldıktan sonra, oyunlarımızı ucuza sergiliyor, üstelik onlara filmi milimi de bedavaya yakin bir ücretle gösteriyorduk. Sinematik Derneği o yıllar çok etkindi ve sinema gösterilerimizin başarısı karşısında küçük salonundan çıkıp önemli gösterilerini taşıdı bize.
Genellikle bizim ve Sinematek Derneği’nin gösterdiği filmler diğer şenliklerde oynamış filmler oldukları için altyazılıydı İngilizce. Ben de bir ilkokul öğretmeni ailesinden gelip hasbelkader ve de burslu murslu İngilizce öğrendiğimden, bu altyazıları anında Türkçeye çevirme görevini üstlenmiştim.
O zamana değin bir tiyatro militanı olarak sinemayı ciddiye almıyordum. Anamız, sahne gerisi, sahne önü (yani bilet gişeleri) ve de sanatçı olarak sahne üstünde ağlarken ve izleyici ile kurduğumuz alevli ilişinin tadına varmış iken, bana yapay ve kolay geliyordu sinema denen olay. Zaten biliyorsunuz ya, üstadımız Brecht de pek sevmez sinemayı. Her ne denli sinema üzerine diye bir kitab yayımlanmışsa da bu kitabın özünü, Pabst’ın, oyunu “Üç Kuruşluk Opera”dan yaptığı film uyarlamasına karşı açtığı, dava içerir. Bir de Şarlo üzerine birkaç tümcesi vardır. Neyse biz zorlan morlan tiyatromuzda izlenecek filmleri çevirmeyi sürdürdük. En çok tutan filmlerden “Tacın İncisi”, “Sıradan Faşizm” ve “Potemkin Zırhlısı”nı defalarca çevirdim. Sinema sanatı ile bu zoraki evlilik, bir süre sonra alışkanlığın getirdiği bir sevgiyi doğurdu. Daha bir hoşgörü ile bakmaya başladım bu bir zamanlar sevgilim tiyatroyu baltaladığını zannettiğim sanata. Ne alakası vardı Yarabbim? Sinema sinemaydı, tiyatro tiyatro. İkisi de yenir ama, karpuzla sosisli sandviç arasındaki gibi bir fark. Birini anında tazeyken yersin, öteki tütsülenmiş, hazırlanmış, pişirilmiş, yanında garnitürüyle ve bir peçete kâğıdına sarılı gelir eline.
1977 yılının Temmuz ayında anında çeviri yapmak için Antalya Şenliği’ne gidip de, sinema dünyamızın adamlarıyla tanışınca yeni bir ufuk açıldı önümde. Bu arada zaten yaz aylarında tiyatro bize maaş vermediğinden, ekonomik açıdan bunalmış bir durumda iken, Ege Üniversitesi’nin Sinema Televizyon Bölümü’nde birkaç asistanlık “mevkii”nin açıldığını öğrendim. Ehh, çeviri yaparken izleye izleye, Sinematek’e gide gele sinema üzerine bazı bilgiler edinmiştim. Müzik ile uygulayıcı, resim ve heykel ile izleyici olarak ilgim de vardı. Bir gazetede, bu bölüme “Sinema ve Öteki Sanatlar” dalında bir öğretici arandığını okuyunca, “belki kitlelere sinema yoluyla daha kolay ulaşırız” dedim kendi kendime ve bu sınava girdim.
Dil sınavı kolaydı ama öğleden sonra yapılacak bilim sınavında sorulan, “Sinema romanın devamıdır derler, ne diyorsunuz?” sorusuna aklı başında bir yanıt vermek için zamanım yoktu. O akşam Ankara’da, yazdığım “Gün Dönerken” oyununun galası vardı ve ben saat sekizde tiyatroda olmak için ancak bir saat içinde bilim sınavının kâğıdını doldurabilirsem, önemli rollerinden ikisini oynadığım bu oyuna uçakla yetişebilecektim.
Şöyle bir düşündüm on dakika. Sonra bir tümce buldum ateşleyici. “Kutsal Kitap’lar, önce ‘Söz’ vardı der. Ama insanla birlikte önce ‘göz’ vardı. İnsan önce gördü, sonra bir söz uydurdu gördüğünün karşılığında.” Tanrı “söz”ünün öncesine insan “’göz”ünü koyan böyle bir yaklaşımın, o yıllarda egemen olan üniversite anlayışına ters düşmesine rağmen, özgünlüğünü teslim edip, benim dokuz ay bu bölümde hem öğreticilik hem de “master” öğrenciliği yapmama olanak tanıyan Sayın Prof. Dr. Onaran ve Prof. Dr. Nutku’ya ve bu kâğıtları değerlendirme komisyonunda bulunan adını bilmediğim kişilere teşekkür etmeyi bir borç bilirim.
Farkındayım bir ölüm ya da hastalık ilanı gibi bitti bir önceki paragraf. Bilerek öyle yazıldı. Taa küçüklüğünden beri yaşamını sanatçı olmaya yönlendirmiş bir kişinin, bugün kendisini reklam filmlerinin yaratıcılığına adamış olmasına bir tepkidir bu tavır. Sorun, reklam filmlerini küçümsemek değil, sanatın yüceliğine adanmış bir yaşamın, tüm “Sinema eğitimi” deneyimine rağmen, sinema alanında kendisini kabul ettirememesine ilişkin olaylarda. Neydi bu olaylar? Nasıl gelişti? “Sinema eğitimi” ile sinema sanatının yaratıcı unsurları arasında yer alabilmenin dolaysız bir ilişkisi olmadığını nasıl ayrımsadım. Öykümüz bu zaten.
İzmir’de bir yandan kendim sinema sanatının kuramlarını özümserken, bir yandan da bu özümsemelerimi öğrencilerimle paylaşıyordum. Benden sinema eğitimi konusunda daha birikimli arkadaşlarımın, ben kuramlar geliştirirken, öğrencilere boş kameralarla film yönetmenliği öğretmesini hazmedemiyordum doğrusu. Sinema böyle öğretilmemeliydi. Bunun mutlaka bir çıkar yolu vardı ve birlikte çalıştığım öğretici arkadaşlarım bunun bilincindeydi. Ama üniversiteye yetiyordu kuramsal eğitimle donanmış sinema öğrencilerinin mezuniyeti. Bana yetmedi. Fransız Kültür Derneği panosunda görüp çat Fransızcamla (çat pat bile değil) anladığım, Fransa’nın IDHEC nam yüksek sinema okulu için bir burs verileceği çağrısına koşarak gittim. Sanki Fransızca biliyormuşum gibi.
İlk elemeyi atlattık, sınava girdik filan ve benim çat Fransızcam içimden geçenleri anlatmaya yetmediğinden sınavım İngilizce yapıldı. Fransız müsteşar bana ne sorsa sinema ve Fransız toplumu hakkında, ben bilmiyorum diyordum harbice. Sonunda dayanamadım, dedim ki “Ben Fransa’yı ya da Fransız Sinemasını tanısam, niye gitmek isteyeyim Fransa’ya.” Bu yanıt mı, tiyatro deneyiminden beni tanıyan dostlarımın torpili mi, bilmiyorum, beni Fransa’ya gönderdi.

Ezelden beri matematik ve teknikle basın hoş olmayan ben, üniversite düzeyinde pratik eğitim veren bir program aramaya başladım. Paris üniversitelerinin yaramaz çocuğu olan Vincennes’de, “avant garde” bir sinema eğitimi veriliyordu ama program daha çok kuramsaldı ve başında o yıllarda “Cahier de Cinéma”yı yöneten Jean Narboni vardı. Pratik eğilimlerimi öğrenince, Sorbonne Üniversitesi ile Nanterre Üniversitesi’nin ortak yönettikleri programı salık verdi bana. Bu programın başında Fransa’nın en ünlü belgeselcilerinden ve “gerçeğin sineması” (cinéma vérité) ekolünün kurucusu Jean Rouch bulunuyordu.
Doktora düzeyindeki bu eğitimin üç seçeneği vardı:
- Pratik ve Film Gerçekleştirme,
- Tarih ve Teori,
- Sinema Ekonomisi ve Yönetimi.
Yetmiş beş kişinin alındığı bu programda ilk yıl adını Yetkinlik Diploması (D.E.A.: Diplome des Etudes Approfondies) olarak çevirebileceğimiz, master sonrası düzeyde, bir belge için uğraşılıyordu. Kuramsal seçenekleri yeğleyenler, konularında elli yüz sayfa arası bir çalışma yaparken, ilk seçenek için, bir kısa film gerçekleştirmek ve bu filmin çekim öncesinden bitimine değin, karşımıza çıkan sorunlar ile seçimlerimizin gerekçelerini de yirmi otuz sayfalık bir çalışmada açıklamamız gerekiyordu. Haftada on altı saat ders ve altı saat seminer görüyorduk. Eğitimcilerimiz arasında Eric Rohmer, Marc Ferro, Michel Ciment gibi sinemanın ünlüleri vardı. Hafta sonlarında Jean Rouch ile yaptığımız seminerlerde de, dünyanın dört bir yanından gelen filmleri izliyor, saatler boyu yönetmenlerin çerçeveleme, ışıklandırma, film dramaturjisi ve senaryo açısından seçimlerini tartışıyorduk. Bu arada elimize kameralarımızı almış, yıl sonunda sunacağımız filmin çekimlerine girişmiştik. Benim de seçtiğim “Pratik ve Film Gerçekleştirme” bölümündeki yirmi öğrenciden dördü IDHEC mezunuydu ve bir o kadar da Avrupa’nın diğer sinema okullarından gelen kişi vardı. Önceleri beni şaşırtan bu durum yıllar ilerledikçe kendisini açıkladı. Film yapmak, gelişigüzel bir sıralamada sunacağımız iki sözcük ile başlıyordu: Bakmak ve görmek. Özellikle belgesel sinema için ilk koşul olan bu yaklaşımın, konulu filmlerle olan yakin ilişkisi de yadsınamazdı. Fransız “yeni-dalga” akiminin Truffaut ve Goddard gibi öncüleri, kendilerine en güçlü esini veren filmin, Jean Rouch’un Edgar Morin ile birlikte gerçekleştirdikleri “Chronique d’Un Et”e (Bir Yaz Raporu) olduğunu söylemişlerdi. Film sanatı, yaratıcının kendi iç dünyasında kurduğu bir öykünün kalıplarını yırtmış, sokağa çıkmıştı. Toplumuyla duygu ve bilinç düzlemlerinde iletişen, hesaplaşan çağdaş bir sinemaya atilan adımdı “Yeni Dalga”. Bütün öğrenciler gibi biz de, “ilk izleyicisi” olduğum görüntüleri film şeridine kaydettiğimiz yapıtlarımızı topluca eleştiriyor, yaklaşımlarımızın, kimini ayrımsadığımız, kimini ayrımsayamadığımız değişik boyutlarını, hep birlikte keşfediyorduk. Bu eğitim ve birikimi, Sinematek salonlarında gösterilen dünya sinema tarihi ile ilgili filmleri izleyerek ve tartışarak besliyorduk. D.E.A. için yaptığımız filmleri ve yazdığımız tezleri yıl sonunda savunduk. Başaranlar bu eğitimin doktora düzeyindeki uzantısını sürdürdüler. Kıt Fransızcam dolayısı ile yazılı kısmında pek başarılı olamadığım çalışmalarımı, çektiğim “Köpek Güzellik Müsabakası” filminin ilginçliğiyle savunmayı becerebildiğimden, ben de doktora eğitimime başladım. Dört yıl süren bu süreç içinde daha esnek bir çalışma ortamı içindeydik ama her hafta sonu saatler boyunca çalışmalarımızın geldiği aşamayı, sürekli Jean Rouch’la, zaman zaman da seminerlerimize katılan sinema adamlarıyla tartışıyorduk. Bu dört yıl boyunca kaç kez, ateşli bir biçimde savunduğum görüşlerimi, yeniden değerlendirme gereğini duyduğumu anımsayamıyorum. Ama sinemada bir soruna bin türlü yaklaşılabileceğini ve film yönetmeni olarak kişinin nasıl bütün olasılıklar görmesi, denemesi ve hatta yaratması gerektiğini kazıdılar belleğimize.
Dört yıl sonra ürettiğim filmleri ve bu filmlerin üretim süreci içinde yeğlediğim seçenekleri savunan tezimi dört profesörden oluşan bir jüriye sunarak sinematografi doktoramı verdim. Bu arada IDHEC kapandı ve “FEMIS” adıyla görsel-işitsel teknik eğitimin amaçlandığı bir vakfa dönüştü. Ahım mı tutmuştu bilmiyorum ama yine de bu kuruma gidememiş olmam bir ukde kaldı içimde.
Daha sonra;
- Çekoslovak sinema okulu FAMU,
- Polonya sinema okulu LODZ,
- İngiltere sinema okulu LONDON FILM SCHOOL gibi kurumlar üzerine gerek dolaysız olarak yerinde, gerekse orada okumuş arkadaşlarım aracılığı ile araştırmalar yaptım.
Örneğin Çekoslovakya ve Yugoslavya’nın en önemli yönetmenlerinin çıktığı FAMU (bunların arasında Emir Kusturica da var), gerçekten beş yıllık sinema eğitimiyle, film alanında çalışacak kişileri iyi yetiştiriyordu. Ama her yıl okulu bitiren yirmi kişi arasında ne kadarı karınlarındaki sözü halden bilene ulaştırabiliyorlardı, bilemiyorum.
Batı Avrupa’da giderek krize giren sinema endüstrisinin ise üç yıl, beş yıl okullarda eğitim gören gençlere ne yatırım yapacak halleri vardı,
ne de deneyimli yönetmenlerin isim garantisi varken, riske girecek durumları.
Sinema okullarının, ya da sinema eğitimi veren üniversite ve fakültelerin artık iki temel yaşama nedeni vardı:
- Teknik adamlar sinema okullarında kısa süreli kurslarla gelişen teknolojiye tanıştırılıyor,
- üniversitelerde de, sinemayı tanıyan ve seven iyi bir sinema izleyicisinin temeli oluşturuluyor.
Örnek olarak Fransa’da, “Ulusal Görsel-İşitsel Enstitüsü-INA” kısa ya da uzun süreli teknik ağırlıklı kurslarla, yurttaşlarına ve dünyanın dört bir yanından televizyon kanallarının gönderdiği teknik adamlara, gelişen teknolojileri yansıtıyor. IDHEC’in yerini alan FEMIS de, durmuş oturmuş bir sinema eğitimi vermekten çok, uzun süreli ve esnek bir programla, teknolojik yeniliklerin ele alındığı bir araştırma merkezi niteliğine büründü.
Dünyadaki bu yeni eğilimlerin sinema okullarının işlevini zedelemediği söylenemez. Ama Sovyetler Birliği’ndeki VGIK, ülkenin sinema adamı gereksinimine büyük ölçüde yanıt verme işlevini sürdürüyor. Azgelişmiş ülkelerden dünya sinemasına sıçrayan yetenekli sinemacıların çoğunun, gelişmiş bir ülkenin sinema okulunu bitirmiş olması da ilginç bir nokta. Geçtiğimiz yıllarda izleme olanağını bulduğumuz “Sinema Okulları Şenliği”nde, en özgün yapıtların, Batı ve Doğu Avrupa’nin ünlü sinema okullarında okuyan yabancı öğrenciler tarafından gerçekleştirilmiş olması da, bu görüşümüzü doğruluyor. Bütün bu gelişmelerin ve kişisel deneyimlerimizin ışığında ülkemizin sinema eğitimi alanındaki durumuna genel olarak bakarsak, ne yapılabileceği açıkça ortaya çıkıyor kanımca.
Sinema okullarının önem kazandığı ülkelere baktığımızda, bu ülkelerin sinema endüstrisinin merkezi bir planlama işleyişi içinde olduğunu görüyoruz. Sinemanın altyapısı ve üstyapısı karşılıklı etkileşim içinde olduğundan, sistem kendini beslemek için sinema okullarında bilinçli yeni elemanlar yetiştiriyor. Bunların işe yarar bir biçimde sistem ile bütünleşmelerini sağlıyor. Kalıplar içinde kalmayı yeğleyenler, yine de sıradan filmlerin ekiplerinde karınlarını doyurabilirken, kalıbı zorlayanlara da olanak tanınıp ülke sinemasına yaratıcı katkıda bulunmaları için, yüreklendirici bir tavır takınılıyor.
Ülkemizde devletin yatırım açısından sinema endüstrisine hiçbir katkısı yok. Sinemamız tamamen hür teşebbüs erbabı elinde ve bir pazar ekonomisi koşullarında üretip tüketmeye çalışıyor. Arz ve talep ilişkilerinin doğurduğu ve talebin zaman zaman bölge işletmecileri ya da video kulüpleri tarafından saptandığı bu düzende, yeni ve daha üst düzeyde talep yaratmaya yönelik bir sunu hiçbir zaman olmuyor. Sinema ürünleri de ancak kazara sanatsal bir nitelik taşıyor doğaldır ki bu esnafça tutum karşısında. Ya da geçen yılın en iyi iş yapan filmlerinde görüldüğü gibi, yabancı katkılarla tekil başarılar sağlanıyor.
Bu kurulu düzen, sanatın teknolojiden ağzının payını alması ile, video kasetlerine sıkıştırılmış, filmmiş gibi çekilen ama, özü ve biçimi itibariyle görsel, işitsel bir tüketim metaı olan ürünlere öncelik tanıyor. Böylesi bir tüketim ve istem-sunu mekanizması karşısında dünyanın en büyük sinema adamlarına milyarlar verip anlı şanlı bir sinema okulu açsan ne yazar?
Sorunlara bütünsel düzeyde baktığımız zaman ise, artık devlet yardımıyla sağlamlaştırılan bir sinema düzeni ve bu düzeni besleyecek yeni sinema adamlarını yetiştirmek için bir okul kurmak düşü söndü gitti kolektif belleğimizden. Çağı tutunabildiğimiz yerden yakalamak gerekiyor artık. Eğer içinizden, inceldiği yerden kopsun artık demiyorsanız.
Üniversiter düzeydeki eğitimin de ancak sinemayı seven, sinemayı bilinçle izleyen ve özlenen bir sinema düzeninin kurulması için iş bulabildikleri her ortamda (günümüzde sinema ortamı dışında her ortam) uğraş verecek, bilinçli “sinefil”lere yönelik bir program uygulaması yeğlenmeli. Üniversite ortamının temel özelliği olan düşünce üretme işlevini, tüm yoğunluğuyla ön plana alarak, ülkemiz sinema alanını eleştiren, öneriler getiren ve gelişmesine katkıda bulunacak bir uğraş düzleminin yaratılmasına önayak olması gerekiyor. Bu uğraşı, kamuoyuna yaymak, kamuoyunun istemlerini geliştirecek ve düzeyini yükseltecek yerli ve yabancı sinema sanatı örneklerinin yaygınlaşmasına çalışmak, sinema üzerine tartışma ortamları açıp bu ortamları canlı tutmak için günün yakıcı koşullarını gündeme getiren yayınlar çıkarmak bence diğer bütün kurumsal ve kuramsal öneri ve öğretilerden daha önemli. Türk sinema sanatının sanat olduğu yılların sinema örneklerini kitleler izlemiyorlarsa, bu ürünleri kitlelerin ayağına götürecek bir sistem oluşturan film arşivleri ve sinematekler kurmak, sinema kulüplerini her üniversitede canlandırmak ve yaşatmaya önayak olmak, akperdelerden video-kafeslere, pardon videokasetlere sürülen sinema sanatının kitlesel keyfini anımsatmak için yollar düşünmek, biliyorum üniversitelere tanınan kısıtlı koşullarda çok zor, ama başka yolu yok. Zor başarılacak. Ülkemizde sinema sanatı, ancak böyle yaşatılacak.
Görsel-işitsel sinema eğitimini TRT kendi içinde, kendi geniş olanaklarından yararlanarak tabii yapsın. Üniversitelerin sinema bölümlerinde her türlü zorluğa rağmen, sinemayı seven eğiticilerin, evrensel üniversite geleneğine uygun olarak sinemayı sevdirmeyi başardığı, en azından sinema üzerine düşünce üretmelerini sağlayabildiği gençlerin geçimlerini, sinema dalına yakin alanlarda sağlamalarına olanak tanıyarak, kendi medyatik düzeyini yükseltsin. Ama gerçek kapsamlı bir sinema eğitimini gerçekleştirecek sinema okullarının ya da yetişkin bir sinema adamı çevresinde usta-çırak ilişkisi içinde yeni sinema adamlarının sağlıklı bir biçimde yetişeceği atölye türünden kurumların, eğitim programlarını ve giriş koşullarını tartışmak için, ayakları yere basan bir sinema düzeni kurulması gerekiyor ki, erken bu tür tartışmalar için ya da çok geç.
Dr. Yavuzer Çetinkaya | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 202 - 15 Ekim 1988
___________________________________________________________________________________________________________________________
Sinema okullarının yararı büyük
Sinema eğitimi sorusu ne zaman gündeme gelse bu konudaki düşüncelerimin bir hayli bulanık olduğunun farkına varıyorum, oysa yaşamımda bu türden bir eğitim sürecinden geçtim ve buna rağmen içtenlikle belirtmem gerekir ki bunun bana nasıl bir yarar sağladığı konusunda hâlâ kesin bir fikre sahip değilim. Durum böyleyken bu konuyu sağlıklı bir biçimde ele almam kuşku götürür mutlaka... Ama hoşgörüye sığınarak bu sorunla ilgili görüşlerimi yine de aktarmaya çalışacağım.
Sinema galiba ikiye ayrılıyor, yapanlar ve değerlendirenler. Yapanlar işin mutfağıyla haşır neşir olanlar, yani üretenler, değerlendirenlerse bir “dégustateur” (Tad-bilimci) gibi ürünün iyi hazırlanıp hazırlanmadığını ve bunun nedenlerini araştıran uzmanlardır. Bu bağlamda sinema eğitimine bakıldığında aynı ayrımın söz konusu olduğunu görürüz.
Uygulamalı sinema okulları kendilerini genellikle geleceğin Visconti ya da Fellini’si olacaklarına inanan küçük canavarlar yetiştirmeye yönelik eğitim yaparken, kuramsal ağırlıklı okullara gerçek Visconti ve Fellini filmlerinde yönetmenlerinin çoğu kez hiç amaçlamadıkları birtakım değerleri ortaya çıkaran sinema bilimci dâhiler oluşturmaya yarıyor. Şaka bir yana her iki halde de dogmatik bir öğretim disiplini içinde olmamaları kaydıyla sinema öğretiminin önemi yadsınamaz. Teknik kadroların oluşturulmasında ve bu kişilerin kendi dallarında gerekli bilgilerle donatılmasında uygulamalı öğretim yapan okulların yararı çok büyüktür. Özellikle teknik alanda bilinçsiz bir biçimde yetiştirilen teknisyen kadroda bu eksikliği sinemamızda fazlasıyla duyumsuyoruz.
Bir sinema okulunun film yönetmeni yetiştirme konusuna gelince, yaratıcılık niteliği önem kazanıyor doğal ak. Sanırım bu konuda sinema okullarına düşen görev öğrenim gören yönetmen adaylarına kendi sanatsal değerlerini harekete geçirecek ve bunu geliştirecek bir ortamı sağlamak olacaktır. Bu aşamadan itibaren artık o öğrencinin iç zenginliğine ve yeteneğine kalıyor iş ve bir o kadar da şansa tabii...
Ömer Kavur | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 202 - 15 Ekim 1988
___________________________________________________________________________________________________________________________
Alaydan, okula...
Ankara Üniversitesi Basın-Yayın Yüksek Okulu’nda Nijat Özön ve Semih Tuğrul’u izleyerek 1973-1975 yılları arasında “Sinema Tarihi” ve “Sinema Sanatı” derslerini vermekte iken Ege Üniversitesi bünyesinde kurulan Güzel Sanatlar Fakültesi’nde yeni bir zihniyetle Ses ve Gösteri Sanatları Bölümü’nün açılacağını öğrenip bu bölümün başkanlığına getirilme önerisini alınca bu üniversiteye geçtim.
Fakülte Dekanı ile yaptığımız görüşme sonucu böyle bir bölümde: Televizyon, sinema, tiyatro, müzik (hatta opera, bale, sirk gibi diğer temaşa türlerini bile içerebilecek) konularda azar azar bilgi vererek, Cyrano de Bergerac’ın dediği gibi “Her şey olayım derken, hiçbir şey olamadı” havasında öğrenciler yetiştirmektense bu tasavvur yerine, “Sinema-TV”, “Tiyatro” ve “Müzik” gibi üç ana bölüm oluşturmakta yarar bulunduğu fikrini savundum. Sayın Dekan bu görüşümü kabul etti.
Dolayısıyla Ankara’daki arkadaşlarım Prof. Dr. Özdemir Nutku ve Doç. Dr. Gültekin Oransay’la görüşerek, bu değerli bilim adamlarını da Ege Üniversitesi bünyesindeki Güzel Sanatlar Fakültesi’ne kazandırdık ve sonradan Dokuz Eylül Üniversitesi bünyesine alınan Güzel Sanatlar Fakültesi’nde ayrı ayrı kurulan bu üç sanat dalına ait bölümler arasında “Sinema-TV Bölümü” kendine özgü bir nitelik kazandı.
Bölümde önümüze çıkan ilk problem: Alınan asistanları yüksek lisans ve doktora seminerlerinde yetiştirdikten sonra mı, yoksa her yıl birer sınıf eklemek suretiyle girişilecek tedrisat içinde hemen mi lisans düzeyinde eğitime geçileceği idi.
Öğrenim ve eğitim politikasının bir gereği olarak lise mezunlarından Güzel Sanatlar Fakültesi’nde yeni açılan bu bölümlere de öğrenci alınması düşüncesi ağırlık kazandığından, bölüme alınacak asistanların ve öğretim görevlilerinin TRT’de, FRTEM (Milli Eğitim Bakanlığı Film, Radyo ve Televizyonla Eğitim Merkezi)’nde, sinema kulüpleri veya derneklerinde, basında sinema yazarı ve eleştirmeni olarak çalışmış elemanlar olmasına dikkat ettim ve sorumluluk kendi üzerimde kalmak üzere asistanlardan da eğitimde yararlanmayı planladım.
Bu değerli arkadaşlarla birlikte Sinema-TV öğreniminin genel esaslarını ve her yıl oluşan programları saptadık.
Genel esasları saptarken, ilkin: Sinema-TV Öğretimi gibi bir konuda uygulamasız bir eğitim yapılamayacağını düşündük. Sanatın bilimini yapacak bir fakültede kuramsal ağırlıklı, bir meslek yüksek okulunda ise uygulama ağırlıklı bir program oluşturulmasının uygun ve doğru olacağı gerçeğinden yola çıktık. Buna göre en az yüzde altmış kuramsal, en çok yüzde kırk uygulamalı eğitim yapılmasını kararlaştırdık. (Zaten henüz stüdyo kurulup, gerekli araç gereç de sağlanmamış bulunduğundan ilk yıllarda kuramsal ağırlığın dozajı 60’ların epeyce üstüne çıkmıştı. Araç gereç sağlanıp stüdyo kurulduktan sonra, şimdi, hedeflenen oranın tutturulduğunu söylemek mümkündür).
Bu prensip kabul edildikten sonra ikinci bir prensibin saptanmasına geçildi: Sinema ve TV öğreniminde her şeyden önce genel kültür ve sanat kültürü verildikten sonra sinema kültürüyle bu sürecin tamamlanması gerektiği kararına varildi. Aslında kültürlü bir sinema adamının kuramsal alanda formasyon kazandıktan sonra araç gereç kullanımıyla ilgili deneyimi altı ay gibi bir sürede kazanarak, üst düzeyde bir sanat eseri ortaya koyabileceği kanisi bende her zaman mevcut olmuştur).
Böyle olunca ilk iki yıl genel kültür ve sanat kültürü ağırlıklı, son iki yıl da sinema kültürü ve uygulama ağırlıklı bir program düzenlenmesi gerekti.
Bölüm kurulunda bu iki ana prensibin ışığı altında saptanan programa göre -hatırlayabildiğim kadarıyla- ilk iki yıl:
- ”Genel Felsefe”,
- ”TV’ye Giriş”,
- ”Tiyatroya Giriş”,
- ”Sinema Tarihi”,
- ”Musiki Tarihi”,
- ”Sinema Dili”,
- ”Edebiyat” (Batı ve Türk edebiyatında önemli akımlar, önemli isimler ve eserler şeklinde özgün biçimde) gibi dersler okutuldu.
Son iki yıl:
- Uygulamalara ağırlık verilerek, kuramsal olarak da “Sinema Tarihi”ne devam edildiği gibi,
- ”Sanat Felsefesi”,
- ”Sinema Estetiği”,
- ”Film ve Senaryo Tekniği”,
- ”Film Eleştirisi Fotoğrafçılık”,
- ”Televizyon Yazarlığı”,
- ”Televizyon Programcılığı” ve
- ”Televizyon Haberciliği” gibi konular ele alındı.
Ben, “Sinema Tarihi”nin, her yıl ikişer saatten, dört sınıfta da okutulmasında ısrar ettim.
Neden olarak da, öğrencinin sinema kültürünü, sinemanın sosyal, siyasal ve ekonomik olaylarla ilişkisini kurarak en iyi bu derste edineceği görüşünü ileri sürdüm.
Böylece;
- ”Sessiz Sinema Tarihi”,
- ”Türk Sineması Tarihi”,
- ”Sesli Sinema Tarihi I” (1946 yılına kadar olan dönem) ve
- ”Sesli Sinema Tarihi II” (1946’dan zamanımıza kadar olan dönem) başlıkları altında okutmak üzere bu dersi üzerime aldım.
Öte yandan iki yılda çoğunluğu sağlanan asistan kadrolarına alınan gençleri ve kimi mezunlarımızı eğitmek üzere “sinema yüksek lisansı” ve bu öğrenimi tamamlayanlar için “Sinema-TV doktora” sınıfları açtık. Bu sınıflarda sinema ile öteki sanatların ilişkisi vurgulandığı kadar felsefe ve estetiğin bazı özgün konuları da okutuldu.
Sinema olarak okutulan;
- ”Muhsin Ertuğrul’un Sineması”,
- ”Lütfi Ömer Akad’in Sineması”,
- ”Siyasal Sinema”,
- ”Film Sansürü”,
- ”Alfred Hitchcock’ın Sineması”,
- ”Pier-Paolo Pasolini’nin Sineması” gibi dersleri bizzat üzerime aldım.
Bir felsefe doçenti ile tiyatro ve müzik bölümündeki öğretim üyesi arkadaşlarımın da yardımını sağlayarak, bu üst düzey eğitim de sağlandı.
Bölümün oturduğunu ve yetişen arkadaşların bu işi yürütebileceğini anladıktan sonra Güzel Sanatlar Fakültesi’nden ayrılarak İstanbul’a, Marmara Üniversitesi’ne geçtim. Bugün bölüm, gerek dışarıda (Fransa’da) lisansüstü öğrenim gören iki asistandan fakültede kalan birinin, gerekse Güzel Sanatlar Fakültesi’nde yetişen doktora tezini savunmuş ya da bu dereceye muadil “sanatta yeterlik” kazanmış elemanlarla eğitimi sürdürmektedir. İlkin Ege Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde kurulan Ses ve Gösteri Sanatları Bölümü (ve onun bünyesindeki Sinema-TV-Fotoğraf, Tiyatro ve Musiki Ana Sanat dalları), bugün bütün güzel sanatlar fakültelerinin bünyelerine sokularak yaygınlaştırıldı. İzmir’deki Güzel Sanatlar Fakültesi’nin Sinema-TV-Fotoğraf Ana Sanat Dalı çıkışlı öğrencilerin gerek TRT’de, gerekse, basın, sinema ve reklamcılık alanlarında en çok aranan gençler olduğunu ilgililerin beyanlarından öğrendikten sonra, uyguladığımız prensiplerin ve programların tutarlı olduğuna inandım.
Prof. Dr. Alim Şerif Onaran | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 202 - 15 Ekim 1988
___________________________________________________________________________________________________________________________
Düş ve gerçekler
Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-TV-Fotoğrafçılık Anasanat dalında eğitim düzeni şöyledir:
Adaylar bu Ana Dalına girebilmek için önce birer özgeçmiş sunmak zorundadırlar.
Bu dosyaların incelenmesinden sonra adaylığı onananlar iki ay süreyle değişik sınav aşamalarından geçmektedirler.
- Birinci aşamada adaydan girmek istediği meslek dalıyla ilgili bir konu seçerek araştırma yapması istenir. Bundan amaç adayın düşünce ve gözlem düzeyini saptayıp, orijinal bir düşünce yapısına sahip olup olmadığını anlamaktır. Birinci aşamayı geçen adaylar toplu olarak bir yazılı sınava
alınırlar. Bu aşamada tüm adaylara görsel bir malzeme sunularak görüntü ve sesleri yorumlamaları istenir.
- İkinci aşama sınavının amacı adayın algılama düzeyiyle çözümleme kapasitesi ve estetik duyarlığını belirlemektir. İkinci aşamada basarili olanlar bu kez seçtikleri meslek dalı sınavında uygulamalı üç küçük proje gerçekleştirirler. Üçüncü aşamayı da geçenlerle mülakat yapılır ve bu öğrencileri ilgili komisyon kabul ya da red eder.
Eğitim parasızdır.
Aday olabilmek için 30 yaşından küçük olmak, bir üniversitede en az iki yıl okumuş ya da ilgili meslek dalında dört yıl çalışmış olmak gerekmektedir.
Bünyemizde eğitim gören öğrenciler en azından bir yabancı dili iyi ya da çok iyi konuşup, yazmaktadırlar. Türk toplumsal yapısını, tarihini ve kültürünü çok iyi tanımaktadırlar. Üst düzeyde bir genel kültür birikimine sahiptirler. Sanatın her şeyden önce toplumsal bir olgu olduğunun bilincindedirler. Bu yüzden sanatın toplumsal bir yaratma sürecine dayandığını ve toplumdan almasını bilmeden ona bir şeyler verilemeyeceği düşüncesini paylaşmaktadırlar. Yaratıcı olabilmek için düşgücü ve duygusallık kadar mantığın da çok önemli bir role sahip olduğunu öğrenmişlerdir. Gece, gündüz film ve televizyon izlemektedirler. Derslerde hocalarını her konuda terletip karşılıklı bir güdümleme sağlamaktadırlar. Böylelikle daha iyi yetişmeyi kendi çabalarıyla başarmış olmaktadırlar. Armut piş, ağzıma düş zihniyeti öğrencilerimize ay kadar uzak olan bir zihniyettir.
Anasanat Dalımız Sinema-TV alanına şu dallarda eleman yetiştirmektedir:
- Senaryo yazarlığı,
- Yönetmenlik,
- Görüntü Yönetmenliği,
- Ses ve Kurgu-Sinema-TV Yazarlığı ve Eleştirmenliği.
Kadromuzda sürekli 30 öğretim elemanı bulunmaktadır.
Ayrıca her yıl 60 kadar yerli ve yabancı meslek adamı ve kadınını misafir eğitici olarak bünyemize kabul etmekteyiz.
Olanaklarımıza gelince:
- Üç adet 35 mm’lik,
- 15 adet 16 mm’lik film kamerası.
- Üç adet 35 mm’lik,
- 15 adet 16 mm’lik kurgu maşası.
- 10 adet 3/4 U Matic High-Band kamera ve
- 10 adet High-Band Kurgu ve Seslendirme ünitesi.
- 4 adet Nagra IV 2,
- 4 adet Nagra IV S ses kayıt cihazı ve çeşitli aksesuarları.
- Halojen ışık sistemleriyle “ambiance” halojen üniteleri ve
- 6 adet Varilux röportaj valizi.
- Üç kameralı bir çekim platosu.
- Film seslendirme için 16/35 mm’lik iki senkron sistemi.
- Bir gösteri salonu.
- Bir kütüphane.
- Toplam 10.000 cilt kitap,
- 5.000 adet yerli ve yabancı senaryo.
- 300 sürekli yayın ve
- 500 adet bilimsel çalışma vardır.
Her yıl bünyemizde en az 10 adet kitap basılmaktadır.
Bu olanaklar sayesinde bugüne kadar TRT hesabına pek çok film üretmiş olup, piyasaya yüzlerce iş yapmış bulunmaktayız. Böylelikle öğrencilerimizin pratik yapma sorunu da ortadan kalkmaktadır. Her meslek dalına yılda 3-7 öğrenci kabul edilmektedir. Öğrencilerimizin uluslararası nitelikte insanlar olduğuna inanıyoruz. Okul sonrası başarılar bizi çok mutlu ediyor!
ŞAKA BİR YANA...
Bütün bu anlattıklarımız bir düştü. Bütün bu anlattıklarımız başka ülkelerde gerçekleştirilmiş olan bir düştür. Bizim İzmir’deki) gerçeğimiz ise bambaşka Anasanat Dalımızda yaklaşık 200 öğrenci var. Aday olabilmek için üniversiteye giriş 1. basamak sınavında 110 puan almak yeterli. Yaşınız hiç önemli değil.
1988-1989 yılı giriş sınavlarının birinci aşamasını oluşturan Genel Kültür test sınavı bu yıl fakülte düzeyinde yapılarak ilk kez bilgisayar aracılığıyla değerlendirildi. 228 kişilik fakülte kontenjanına her zamanki gibi yine kontenjanın en az iki kati kadar eş, dost, tanıdık, tanımadık insanların çocukları rica ve baskı yoluyla, diğerleriyse koşullar zorlamadan alınmak üzere müracaat ettiler. İki ve üç aşamalı yetenek sınavlarından (sınavı kaybeden adayların her yıl mahalli başına yaptıkları şikâyetler sonucunda) mülakat sınavını kaldırmak zorunda kaldık. İki yıldır mülakat sınavı yapamıyoruz.
1988-1989 öğretim yılında sınıflarımızın küçüklüğü nedeniyle öğrenciler ve öğretim elemanları neredeyse burun buruna eğitim yapma durumuyla karşı karşıya geleceklerdir. Sahip olduğumuz kadroyla: Bir doçent (15 Ekim’e kadar ikinci bir doçent arkadaşa sahip olacağız), bir yardımcı doçent, dört öğretim görevlisi, dört araştırma görevlisi ve dışarıdan görevlendirilen (meslekten ve meslek dışı) yaklaşık beş öğretim elemanıyla lisans, yüksek lisans ve doktora düzeyinde eğitim vermeye çalışıyoruz.
Bu kadro normal koşullarda en çok 20 öğrenciye eğitim verilebilecek bir kadrodur.
Sahip olduğumuz olanaklara gelince: Sinema dalında bir süper 8 mm çekici, kurgulama, seslendirme ve projeksiyon ünitesi dışında 16 ve 35 mm düzeyinde çalışır vaziyette bir araca sahip olduğumuzu söyleyebilmek çok güç. 1975 yılında kurulmuş olan bu Anasanat Dalına gerçek anlamda ilk kez 1986-87 öğrenim yılı içinde bir yatırım yapılmıştır.
Bu yatırım sayesinde Anasanat Dalımız:
- Bir adet 3/4 U Matic High-Band,
- bir adet profesyonel VHS 1/2 kurgu ünitesine sahip olmuştur.
1988-89 öğrenim yılı başında profesyonel bir kamerayla, bir TBC’a sahip olacağımızı ve böylelikle dışa açılabileceğimizi umud ediyoruz!
Bünyemizde öğrencilerin katkılarıyla gerçekleştirilen küçük bir “Videotheque” vardır.
Kitaplığımızda bulunan mesleki kitap sayısı 500’ü bulmamaktadır. Sürekli dergi ise yok denecek kadar azdır. Yapılan çalışmalar tamamen bireysel çabalar sonucudur. Yanlışlıkla basılabilen kitaplar ise yönetici arkadaşlarımızın hesap cambazlıkları sayesinde gerçekleşebilmektedir. Mali olanaksızlıklar yüzünden ne yerli, ne de yabancı profesyonelleri bünyemiz de misafir edememekteyiz. Sağolsunlar İstanbul ya da Ankara’dan İzmir’e yolu düşenler kendi masraflarını çekerek bizi ziyaret etmek nezaketini göstermektedirler.
Öğrencilerimizin sinema, televizyon ve kitaba çılgınca tutkun olduklarını söyleyebilmek güç.
Onlarla olsa olsa flört ettikleri ileri sürülebilir. Bu konuda yalnızca onları suçlamak haksızlıktır.
Çünkü eğitim sistemimizin kendisi ters.
Eğitim sistemi dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi aşağıdan yukarıya, ilkokuldan üniversiteye doğru yükseldikçe ağırlaşacağına tersi olmaktadır. Eğitim ilkokuldan, üniversiteye doğru hafiflemektedir. Üniversite’ye bir mesleğin temel ilkelerini öğrenmek için gelen genç insanlar daha o yaşta yorulmuşlardır. Sanki üniversiteye yaşamlarını sürdürmelerini sağlayacak bir mesleğin ABC’sini öğrenmek için değil, gerçeklerden dört yıl daha kaçabilmek için gelmektedirler.
KONTENJAN SORUNU
İstanbul, Eskişehir ve Ankara’da benzer eğitim veren kurumlar bizden kat kat üstün olanaklara sahiptirler.
Buna karşılık mezun ettiğimiz öğrencilerin yaklaşık %70’i sinema, televizyon ve reklamcılık alanında çalışmaktadırlar.
Anasanat Dalımız 1987-88 öğrenim yılından başlayarak:
- Sinema-TV Yazarlığı ve Araştırmacılığı,
- Sinema-TV Yönetmenliği,
- Sinema-TV Görüntü Yönetmenliği ve
- Fotoğrafçılık konularında insan yetiştirmeye başlamıştır.
Böyle bir yeniden yapılandırmanın piyasa koşullarına (gerçek yaşama) daha uygun olduğunu düşünüyoruz. En büyük sorunlarımızdan biri kontenjan sorunudur. 1985-86 yılına kadar 15-20 kişi arasında değişen kontenjanımız bu tarihten sonra 55 kişiye (25 Sinema, 15 Televizyon, 15 Fotoğraf) çıkartılmıştır. Eğitim düzeyinin kendiliğinden düşmesi doğaldır. Daha önceki yıllarda öğretim elemanının 5-10 kişiye bölünen zamanı artık sınıflara göre 20-60 kişiye bölünmektedir. Öğrencilerin çalışmalarını izleme konusunda da aynı güçlük söz konusudur. Yine olanaksızlıklar nedeniyle derslerimizin pratik olması gerekenler bile zaman zaman kuramsal bir görünüme sahip olmaktadırlar. Zorluklar ve güçlükler hem öğrenci, hem öğretim elemanı, hem de idare açısından sayılamayacak kadar çoktur. Güzel Sanatlar eğitimi özellikle de sinema, televizyon eğitimi çok pahalıdır. Oyunun kuralı budur. Oysa biz “Ülkemizin olanakları bu kadar”la idare ediyoruz. Gerçekten bu kadar mı? Bilemiyorum! Ancak her şeye rağmen, evet her şeye rağmen Türkiye’de Sinema-Televizyonu çok seven, gerçekten çok seven bir avuç insan arasında bizler de varız. Çünkü bu ekonomik koşullarda yaşamayı başarmanın yanı sıra eğitim vermeye çalışıyoruz.
Doç. Dr. Oğuz Adanır (Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğretim Üyesi) | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 202 - 15 Ekim 1988
___________________________________________________________________________________________________________________________
Eğitim içinde üretim, Üretim içinde eğitim
Mimar Sinan Üniversitesi Sinema-TV Ana Sanat Dalı, bilimsel araştırma, inceleme, arşivleme, yayın, yaygın eğitim yapan Sinema-TV Merkezi’nin yanı sıra, Türk sinema ve televizyonundaki teknik ve sanat adamı boşluğunu doldurmak amacıyla 1976”dan bu yana üniversite düzeyinde sinema-TV örgün eğitimini sürdürmektedir. Kurumun temeli, 1962’de Sami Şekeroğlu’nun kurduğu, Türkiye’nin ilk özel sinema kulübü olan “KULÜP SİNEMA 7”ye dayanır. Kulüp Sinema 7, 1967’de Türk Film Arşivi’ne, 1969’da Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Film Arşivi’ne ve 1975’te bir bilim-sanat kültür kurumuna, Sinema-TV Enstitüsü’ne dönüştü.
Böyle bir kurum oluşturulurken amaç, sinemaya yeni, doğru ve bilimsel bir bakış getirmekti. Bu amaçla yurt dışındaki sinema merkezlerine, okullara, film arşivlerine, sinema teknik aletleri imal fabrikalarına bizzat gidildi, incelemeler yapıldı ve Türkiye şartlarına uygun bir yapı oluşturuldu. Bir yandan yurt dışından gerekli araç gereçler getirilirken diğer yandan film koruma odaları, laboratuvarı kütüphanesi, sinema ve sergi salonları, dershaneleri içinde barındıran bir bina inşa edildi ve 1975’te Sinema-TV Enstitüsü yeni binasına taşındı.
Sinema eğitimi konusunda ilk çalışmalar, yine Sami Şekeroğlu tarafindan Türk Film Arşivi’nde 1973-74 yıllarında yapılan ve Lütfi Ö. Akad, İlhan Arakon, Metin Erksan, Halit Refiğ gibi profesyonel sinemacıların da hocalık yaptığı sinema kursları oldu. Aynı yıllarda İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin Sahne ve Görüntü Sanatlar, Mimarlık, Grafik, Endüstri Sanatları bölümlerinde sinema dersi resmen programa alındı ve bu dersin öğretim görevliliği Sami Şekeroğlu’na verildi.
Yatırımlar sonucu oluşan yapı ve çalışmaların aldığı biçim, sinema ve televizyon alanlarında bilimsel yöntemlere dayalı araştırma-incelemelere yönelmişti. Yapısı gereği yatırımı ve üretimi çok pahalı olan sinemanın yalnızca araştırma ve eğitimle sınırlanması olanaksızdı. Böylelikle eğitimin, üretim içinde olmasına karar verilerek “eğitim içinde üretim, üretim içinde eğitim” programı ilke olarak benimsendi.
1976’da Türk sinemasındaki teknik eleman ve sanat adamı boşluğunu doldurmak amacıyla üniversite düzeyinde sinema-TV eğitimi başlatıldığında, eğitim kadrosu Türk sinema ve televizyonuna yıllarca ürün vermiş ustalardan oluşturuldu. Böylelikle öğrenciler, bir yandan kurumun sahip olduğu laboratuvar ve film arşivinde çalışmalar yaparken diğer yandan atölye hocalarının denetiminde filmler yapmaya başladılar. Bu yolla kurumun sahip olduğu tek bir kaynaktan, araştırma-eğitim-üretim olmak üzere üç ayrı verim alınmaya başlandı.
Bu çalışmalara örnek olarak Kurum Müdürü Prof. Sami Şekeroğlu yönetiminde, öğretim elemanları ve öğrenciler tarafından hazırlanan ve TRT televizyonunun 1. ve 2. kanallarında yayınlanan;
- 19 bölümlük “Türk Sinema Tarihi” (devam ediyor),
- 12 bölümlük “Ünlü Ustalar ve Filmleri”,
- 6 bölümlük “Sinema Klasikleri”,
- 13 bölümlük “Oskar Alan Filmler” programlarını gösterebiliriz.
Bugün eğitim, lisans ve lisansüstü kademelerinde sürdürülmektedir. Lisans kademesinin ilk iki yılında sinema ve televizyon alanlarında uygulamalı teknik eğitim gören öğrenciler diğer iki yılda uygulamalı artistik eğitim, lisansüstü kademesinde ise branşlara ayrılarak mesleki çalışmalar yapmaktadırlar.
Okutulan dersler:
- Temel Eğitim,
- Sinema-TV Tekniği (laboratuvar teknikleri, çekim ve kamera teknikleri, televizyon teknikleri vb),
- Film Kimyası,
- Sinema Tarihi,
- Film Analizi,
- Film Müziği,
- Sinema Kuramı,
- Sinema Estetiği,
- Sinema Dili,
- Senaryo-Yönetim-Oyun,
- Sinemasal Çevre Tasarımı,
- Uygulama Atölyesi (film çekimlerinin yapıldığı uygulamalı artistik eğitim),
- Uygarlık Tarihi,
- Sanat Tarihi,
- Yabancı Dil,
- Türk Dili,
- Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi.
Ayrıca her yıl dünyanın ünlü sinema adamları (
- Marcel Carné,
- Prof. Dr. J. Müller,
- Anthony Quiin,
- Ed di Gulio,
- Mustafa Akkad,
- W. Lassally,
- Joseph Speeker,
- Ulo Radef,
- Reinhard Hauff,
- Peter Fabry,
- Elliot Stout,
- Ejder İbrahimof,
- Elia Kazan vb.) kuruma davet edilerek öğrencilerle ortak çalışmalar yapmaları sağlanmaktadır.
Halen kurum mezunları, etkinlik gösterdikleri üniversiteler, Türk sineması, Türkiye Televizyon Kurumu, reklam şirketleri gibi çalışma alanlarının yanında yurt dışında da çalışmalar yapmaktadırlar. Bugün yurt içinde ve yurt dışında gerek devletin, gerekse özel sektörün yaptığı, adından bahsettiren her filmde kurum öğrencilerinin bir katkısı vardır. Her iyi film kurum laboratuvarında mutlaka bir işlem görmüştür.
Çok genç yaşta olan sinema eğitiminin her geçen gün çoğalan ürünlerini görmek sevindiricidir.
SORUNLAR
Bu yıl 20 öğrenci aldık ve tek bir öğrenciyi dahi barındıracak ve eğitimini sağlayacak yerimiz yok. Sinema pahalı bir eğitim, bir öğrenci bize en az yılda 2 milyona mal oluyor. Kamerası, filmi, ışığı ve diğer masraflarıyla). Bu yıl bize aday kaydı yapan öğrenci sayısı 1050 idi. 530 kişi, yazılı olan 1. sınavı verdi. İkinci sınav hem yazılı hem sözlü idi. Çok kısa bir süre onlarla sözlü imtihanda karşılaşabildik. Soru: “Bir Türk yönetmeni ve onun bir filmini söyle.” 500 kişiden ancak iki kişi cevapladı. Onlara da ikinci soru olarak benzerlerini sorduğumuzda cevap alamadık. Böyle bir öğrenci ile sinema eğitiminde nasıl iyi sonuç alınabilir.
Uygulamalı eğitim yapıyoruz. Böyle bir eğitimin paraya ihtiyacı var. Bizim malzememiz çok pahalı. Eğitim için herhangi bir bütçemiz yok. Ancak, biz öğrencilerimizle televizyona program yapıyoruz. Oradan gelen paralarla da eğitimimizi sürdürüyoruz. “Eğitim içinde üretim, üretim içinde eğitim” bu işte. Öğrenciler profesyonel işleri içine direkt girdikleri için öğrenme olanakları çok oluyor. Öğrenirken de ürettikleri paraya dönüşüyor.
Prof. Sami Şekeroğlu (Mimar Sinan Üniversitesi Sinema-TV Ana Sanat Dalı Başkanı) | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 202 - 15 Ekim 1988
___________________________________________________________________________________________________________________________
En ileri teknoloji, en yetkin eğitim Eskişehir’de
Eskişehir Anadolu Üniversitesi, Açıköğretim Fakültesi’nde sinema-televizyon eğitim ve öğretimi bundan yaklaşık 11 yıl önce 1977’te başladı. O zamanki adıyla Eskişehir ITIA Sinema ve Televizyon Yüksekokulu olarak eğitime başlayan bu kurum, 1 Aralık 1979’da Fakülte haline getirildi ve iletişimle ilgili diğer dalların da programa ilave edilmesiyle 15 Ekim 1980’de iletişim Bilimleri Fakültesi adını aldı. Yükseköğretim kurumlarının yeniden düzenlendiği 2547 sayılı kanunla, ülke çapında sürekli ve açık öğretim yapma görevini de üstlenen fakültemiz, 20 Temmuz 1982’de Açıköğretim Fakültesi olarak yeni işlevler üstlendi. Böylelikle Açıköğretim Fakültesi, bir yanda 1977’den bugüne sürdürdüğü sinema-televizyon ve diğer iletişim dallarındaki örgün öğretim programları, diğer yanda da ülke genelinde uzaktan öğretim teknikleriyle yürüttüğü yaygın öğretim programlarıyla yeni bir yapıya kavuştu.
İNGİLİZCE EĞİTİM
Fakültemizde bulunan diğer örgün bölümler gibi sinema-televizyon bölümünde de ders programları 1984-1985 öğretim yılından itibaren İngilizce olarak yürütülmektedir. Bu amaçla eğitim süresi, ilk yılı hazırlık sınıfı olmak üzere toplam 5 yıla çıkartılmış, yurt dışından getirtilen yabancı uzmanlarla öğretim eleman kadromuz güçlendirilmiştir. Sinema-televizyon bölümünde izlenen programda ilk yıl diğer bölümlerle ortak dersler okutulmakta, ikinci yıldan itibaren uzmanlığa yönelik alanlarda eğitim verilmektedir. İletişim bilimlerine giriş kapsamında, genel kültür ağırlıklı konuların işlendiği ilk yılı takip eden dönemlerde öğrencilerimiz, televizyon ve radyo yapım teknikleri, sinema-televizyon teknikleri, kamera ve çekim teknikleri, haber toplama teknikleri, senaryo yazımı, grafik ve animasyon, uzaktan öğretim teknikleri, kurgu, kitle iletişimi, sinema-televizyonda bilgisayar uygulamaları, sinema tarihi, yayın müziği ve seslendirme alanlarında uygulama ağırlıklı eğitim görmektedirler. Eğitim verdiğimiz alanın uygulama ve sanat yönlü özellikleri nedeniyle öğrencilerimizin, iş hayatinin arzu ettiği nitelikte pratik kazanmalarına, yaratıcılıklarını ve estetik değerlerini geliştirmelerine büyük önem verilmektedir. Bu amaçla fakültemiz bünyesinde, aynı zamanda öğrencilerimizin uyguma yapabilecekleri, program hazırlama tecrübelerini artırabilecekleri bir Radyo Televizyon Yapım Merkezi oluşturulmuştur. Günümüzün en ileri teknolojik cihazlarıyla donatılmış dört stüdyosu, bir naklen yayın arabası, dış çekim, kurgu ve efekt. elektronik chyron üniteleri ve laboratuvarlarıyla bu Merkez, tam profesyonel yayın yapma imkanına sahiptir. Bu teknolojik ve fizik imkanlarımızın yanı sıra basım yayım organlarıyla işbirliği yapılarak öğrencilerimizin farklı kurum ve kuruluşlarda staj yapmaları, deneyim kazanmaları, bu kurum ve kuruluşlardaki uzmanların bilgi ve tecrübelerinden yararlanmaları olanaklar da yaratılmaktadır.
Sinema-televizyon öğreniminin özelliklerinden dolayı bölümümüze önkayıt ve yetenek sınavı yapılarak öğrenci kabul edilmektedir. Her yıl Anadolu Üniversitesi Rektörlüğü’nce belirlenen önkayıt esaslar basın-yayın organlarıyla duyurulmakta, yapılan yetenek sınavlarıyla diğer bölümlere olduğu gibi Sinema-Televizyon bölümüne de 30 öğrenci alınmaktadır. Beş yıllık bir öğrenim döneminden sonra bölümden mezun olan öğrencilerimiz program yönetmenliği, kayıt-kurgu ve montaj operatörlüğü, stüdyo görüntü ve sanat yönetmenliği, senaristlik, radyo ve televizyon programları yapımcılığı, radyo-televizyon muhabirliği ile fotoğrafçılık alanlarında istihdam edilmektedir. Bu bağlamda TRT, basın kuruluşları, özel film ve video işletmeleri, MEGSB’na bağlı FRTEM, kamu ve özel kuruluşların televizyon ve video ile ilgili üniteleri ve reklam şirketlerimizin başlıca çalışma alanlarını oluşturmaktadır.
Prof. Dr. Semih Büker (Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Dekanı) | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 202 - 15 Ekim 1988
___________________________________________________________________________________________________________________________
TRT ve Yeşilçam’ın bizden haberleri yok

1986-1987 ders yılında 9 öğrenci ile ilk mezunlarını veren Sinema ve Televizyon Ana Sanat Dalı, geçtiğimiz ders yılında da 16 öğrencisini mezun etmiştir. Halen yaklaşık 80 öğrenciye, 10 öğretim elemanı mesleki konuda ders vermektedir.
Zorunlu kültür derslerinin yanında dört öğretim yılına dağıtılmış meslek dersleri şunlardır:
- Temel Sanat Eğitimi,
- Sinema ve Televizyon Tekniği,
- Film Analizi,
- Film Kimyası,
- Sinema Tarihi,
- Film Müziği,
- Sinema Dili,
- Sinema Estetiği,
- Sinema Kuramı,
- Sinema Çevre Düzeni,
- Senaryo-Yönetim-Oyun ve
- Diploma Projesi.
Sinema ve Televizyon Ana Sanat Dalı film ve televizyon alanındaki mesleklerde eğitilmiş, nitelikli kuşaklar yetiştirmeyi amaçlamaktadır. Kuramsal ve uygulamalı dersler öğrencinin kişisel gelişmesi yönünde deney kazanmasını, teknik ve sanatsal yönden ilerlemesini öngörür. Henüz yeterli teknik donanım ve her konuda yetkin birikim oluşamadığı için spesifik dallanma mümkün olmuyor. Yani, sadece yönetmen, sadece kameraman, kurgucu ve senarist olarak eğitim görme olasılığı yoktur.

Öğrenimin son yılı öğrencinin diploma proje çalışmaları ağırlıklı geçiyor. Kişisel yetenek ve becerilerine göre konularını seçen öğrenciler, bir dramatik, belgesel veya canlandırma filmini, fikirden, gösterime hazır bitmiş işe kadar, her aşamasını tasarlayarak uygulamak zorunluluğundadır.
Sinema ve Televizyon Ana Sanat Dalı yüksek lisans düzeyinde de öğretim yapmaktadır. Son iki yıldır uygulanan bu programın toplam 13 öğrencisi bulunmaktadır. Sanat Kuramı... İnsanbilim, göstergebilim, kitle kültürü, sinema ve televizyon teknikleri ve sinema ve televizyon yapımı konularında ders gören Yüksek Lisans öğrencileri, bitirme çalışması olarak kuramsal açıklama getiren bir tezle destekleyecekleri gösterime hazır bir film yapmak zorundalar. Kendisi çok kısa bir geçmişe sahip olan bu sanat dalının eğitimi de çok yenidir. Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi ülkemizde de henüz oturmuş, çizgisini bulmuş, olgunlaşmış bir sinema ve televizyon eğitiminden söz edilmesi yanlış olur kanısındayım. Yönlendirmeyi getirecek bulguların saptanabilmesi için gerekli deneyim ve birikim henüz yeterli değil. Bu eğitimi görmüş kuşakların meslek yaşamları, ne eğitime ışık tutabilecek kadar uzun, ne de sayıları bir birikim oluşturabilecek kadar çok. Bu ancak zamanla gelişebilecek bir olgu ve dünyanın birçok ülkesinde benzer özellikler gösteriyor. Ne var ki, bize özgü sorunlar da az değil.
Bence bu sorunların başında bu konuda eğitim veren kurumlarla “piyasa’nın” ilişkisizliği geliyor. Gerek sinema konusunda “Yeşilçam”, gerekse televizyon konusunda “Türkye Radyo ve Televizyon Kurumu” sanki bu eğitim kurumlarının varlıklarından haberleri yokmuş gibi bir tutum içindeler. Hiç yapıcı ve gerekli olmayan bir “Alaylı ve Mektepli” ikilemi yaratılıyor. Oysa her iki tarafın da kaynaşarak, birbirlerinden öğrenebilecekleri çok şey var. Yabancı ülkelerde televizyon kurumları eğitim kurumlarını kuruyor, parasal destek sağlıyor ve yetişen elemanları bünyesinde çalıştırıyor. Oysa Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu’nun yayınladığı ‘eleman aranıyor’ ilanlarında bu konuda özel eğitim vermiş kurumların adı bile geçmiyor. Neredeyse konusunda yetişmiş elemana iş vermek yanlısı bile değil. Yeşilçam, ‘Senarist yok, yönetmen yok, yetişmiş teknik eleman yok, taze kan gerek’ diye yakınırken, bırakın ücret ödeyerek çalıştıracağı eğitilmiş elemanı, ücretsiz staj yapacak öğrenciye bile kapılarını açmıyor. Hem eğitilmişle beslenmeyen bir sinema ve televizyon ortamının geleceği, hem de eğittiğinin ileride beslenemeyeceğinin bilincinde eğitim kurumlarının geleceği olumlu değildir bence. Bu çelişkiyi ortadan kaldırmak için özellikle eğitim kurumlarının kendi aralarında sağlıklı bir iletişim kurup, “Piyasadan” gelişmeye açık kişi ve kuruluşlarla ilişki sağlamalı ve işbirliği yapılmalıdır. Biz bu çağrıyı yapıyor ve öncü olmak istediğimizi açıklıyoruz.
Belki bu konuda eğitim ve öğretim yapmak üzere kurulmuş en yeni birim olmamız nedeniyle daha da dezavantajlıyız ama gerekli donanıma sahip olamayışımız en önemli sorunlarımızdan biri. Eğitimi ve üretimi pahalı bir sanat dalı olmasına karşın, sinema ve televizyon medyası 20. yüzyıl sonlarına yaklaşırken kitle iletişimi, eğitimi ve bilinçlendirilmesi açısından çok büyük bir önem taşıyor.
Çağdaşlaşmak sürecinde toplumların teknik gelişmeleri ve fiziksel sağlıkları kadar ruhsal sağlıklarının da önemli olduğu bir gerçektir. Bu yönde olumlu atılımlar da ancak sanat eğitimi yapan kurumların gelişmeleri ve etkinliklerini artırmaları ile gerçekleşebilir. Eğitim ve üretim için gerekli donanım konusunda yatırımlar yapılmalı, gerekirse özel yardım ve destek sağlanmalıdır. Örneğin Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu’nun artık kullanmadığı, eski, demode araç gereç depolarda çürüyeceğine eğitim kurumlarına devredilebilir ve öğrencilerin uygulama çalışmalarında yararlı olabilir. Bu konuda kuruma yaptığımız sayısız başvuru ne yazık ki yanıtsız kaldı.
Sinema ve televizyon konusunda yetişmiş eleman azlığı, kaçınılmaz olarak, öğretim kadrosunu da etkiliyor. Yurt dışında bu konuda eğitim görmüş kimselerin eğitmen olarak görev almaları için de bu mesleğin çekici kılınması gerekiyor. Parasal ve sosyal olanaklar belli bir düzeyi bulmalı ki, bu konuya ilgi duyan kimseleri çekebilsin. ayrıca dışarıdan kendi konusunda ücretli ders verebilecekler için de cezbedici öğeler olmalı ki, bu tür kişilerin de deneyim ve birikimlerinden yararlanılabilsin.
Bence sanat eğitimi ortaöğrenimden sonra hemen başlanabilecek bir eğitim değil. Bu konuda hiç yönlendirilmemiş, hiçbir birikimi olmayan lise çıkışlı öğrenciye önce felsefe-sosyoloji önlisans eğitimi yaptırıp, toplumbilimde bir üst bakış kazandırmalı, sonra dilediği ve yetenekli olduğu bir sanat dalında eğitilmelidir. Kitap okuma alışkanlığı bile olmayan, rastlantı sonucu sanat okumaya gelmiş öğrencilerle sinema-televizyon eğitimi yapmak hiç de kolay olmuyor.
Doç. Dr. Sabri Özaydın (Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğretim Üyesi) | Milliyet Sanat Dergisi - Sayı: 202 - 15 Ekim 1988